13 Eylül 2024 Cuma

Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi

 

Kıdem tazminatıma dokunma, geleceğimi karartma!

Mustafa Durmuş

14 Eylül 2024


En düşük emekli maaşının 12,500 TL olduğu ülkede, emeklilerin bırakın insan gibi yaşamayı, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalmaları ve bu durumun iktidara oy kaybettirmesi iktidar cenahının harekete geçmesine neden oldu ve bir süredir dondurucuya koydukları bir projeyi tekrar ısıtmaya başladılar.

Bu proje kamuoyuna “çifte emeklilik” ya da “ikinci emeklilik” olarak tanıtılan Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi Projesi.

Bunu önce Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek dillendirdi, sonrasında da önümüzdeki üç yılı kapsayacak olan Orta Vadeli Programa konuldu. Yandaş basınsa, “ikinci bir emeklilik sunarak emeklilerin geçim sorununu çözecek bir  hizmet” olarak müjdeleyip pazarlamakta gecikmedi.

OVP ve Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi

Orta Vadeli Program’da “Tasarrufların artırılması” başlığı altında konu şu şekilde sunuluyor:

Tasarruf bilincinin ve finansal araç yetkinliğinin artırılması amacıyla finansal okuryazarlık geliştirilecek, uzun vadeli tasarrufların artırılması bakımından önemli olan bireysel emeklilik ve otomatik katılım sistemini geliştirici düzenlemeler hayata geçirilecektir. Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’nin işverenlerin de katkısı ile ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır. Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’deki standart emeklilik yatırım fonları katılımcıların birikimleri için daha fazla katma değer üretecek şekilde yeniden tasarlanacaktır. OKS katılımcılarına BES’de yer alan emeklilik fonlarına erişim imkânı tanınacak, kesintilerin sadeleştirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapılacak, bu kapsamda sistemin cazibesi artırılarak fon tutarı ve katılımcı sayısında artış sağlanacaktır. Finansal eğitim faaliyetleri yaygınlaştırılarak finansal okuryazarlık artırılacaktır.  Kanun Otomatik Katılım Sisteminin (OKS) de katkısı ile 2025/ 4. Çeyrek ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır”. (1)

Bağımsız denetim şirketi KPMG’nin ise 2024 raporunda şunlar yer alıyor: “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemine Dönüşüm: BES’in, devlet destekli emeklilik sistemini tamamlayan bir sisteme dönüşmesi için çalışmalar devam ediyor. Bu sayede emeklilikte daha yüksek gelir elde etmek mümkün olacaktır”. (2)

Ekonomi ne zaman krize girse gündeme getirilir!

Hatırlatalım. Bu girişim yeni değil. Tıpkı 2001 krizi sonrasında olduğu gibi, ekonomi ne zaman krize girse siyasal iktidarlar (krizi bahane ederek) kıdem tazminatı hakkını adım adım ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerle işçilerin karşısına dikildiler. Bunu yaparken de emekçilere sanki iyi bir şeyler sunuyormuş gibi pazarladılar.

En son 2019 Kasım ayında benzer bir girişim olmuş ve işçilerin kıdem tazminatları için tehdit oluşturan bu girişim ve bununla bağlantılı olarak gündeme getirilen Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES), işçilerin bir günlük uyarı eylemleriyle Eylül ayına ertelenmiş ve bugüne kadar bir daha gündeme getirilmemişti.

İşçiler direndiler çünkü bugünlerde neo liberal, siyasal İslamcı ve milliyetçi yanı ağır basan siyasal iktidar, 1936 yılından bu yana yasal bir statüye kavuşturulmuş olan, işçilerin çalışarak kazandıkları bir hak niteliğindeki kıdem tazminatlarını ortadan kaldırarak onu belirsiz bir fona dönüştürme çabasından bir türlü vazgeçmedi.

“Fırıldak bayramda satılır”

Mevcut iktidar bloku, siyasal ve toplumsal muhalefetin dağınıklığı ve ekonominin stagflasyonist bir kriz sarmalına girmesiyle birlikte, yüksek enflasyon altında artan ekonomik durgunluk ve işsizlik yüzünden giderek büyüyen yedek işçi ordusu nedeniyle işçi hareketinin ve sendikaların daha da güçten düştüğünü gördüğünden, bu konuyu tekrar gündeme getirdi. Ayrıca önümüzdeki dört yılda normal koşullar altında bir genel seçimin yapılmayacak olması iktidarın elini rahatlatıyor.

Patronlar için maliyet, işçiler içinse güvence

Günümüzde özellikle de yaşanan ekonomik krizle birlikte giderek daha da yoksullaşan işçiler açısından (işçinin eline geçecek toplu para anlamında) kıdem tazminatı: “İşsiz kaldıklarında hayatlarını sürdürebilmeye yardımcı olan bir mali destek” (yani tutunabilecekleri bir dal), “emeklilik sonrasında ihtiyaçları için harcayabileceği bir toplu para” demek.

En önemlisi de kıdem tazminatı, “işçilerin kolayca işten atılmalarını önleyen (en azından zorlaştıran) bir tür iş güvencesi”. Çünkü, her ne kadar yargı süresi işçilerin aleyhine çok uzun zaman alsa da,  patronlar birikmiş kıdem tazminatlarını da dikkate alarak işçileri işten çıkartmaya pek yanaşmazlar.

Ana sütü gibi helal bir hak!

Diğer yandan, patronlar (kullanımı son derece kısıtlanmış koşullara bağlanmış olmasına ve işçilerin sadece yüzde 15’inin bu tazminatı fiilen alabilmesine rağmen), kıdem tazminatını kendileri için bir maliyet unsuru, dolayısıyla da üzerlerinden atmaları gereken bir mali yük ve işçileri kolayca işten çıkartabilmenin önündeki bir engel olarak görüyorlar.

Oysa kıdem tazminatı işçinin; bir yıl boyunca çalışmasının ve yılda 30 günlük ücretinin karşılığı olarak hesabında tutulması gereken bir akçalı hak. Dolayısıyla bu hakkın zamanı geldiğinde ona ödenmesi kadar normal bir şey olamaz.

Ancak, en şiddetli ekonomik kriz dönemlerinde bile, servetlerini artırabilen,  lüks tüketim harcamalarından asla vazgeçmeyen, sıradan bir iş yemeğinde bile asgari ücretin birkaç katı bir yemek faturası ödemekten (vergi matrahından da düşerek) çekinmeyen patronlar, nedense konu işçilerin kıdem tazminatına geldiğinde adeta feryat figan  “maliyetlerinin artmasından, rekabet gücünü yitirmekten, batmaktan, işçi çıkartmak zorunda kalmaktan” söz edebiliyorlar.

Artık muhatap patronlar olmayacak, Fon olacak!

Öncelikle konuyu emek-sermaye ilişkileri açısından ele alalım. Bu açıdan kıdem tazminatının TES gibi bir fona dönüştürülmesi patronların artık tazminat ödenmesinde işçinin muhatabı olmaktan kurtulmaları anlamına geliyor. Yani işçi yasal koşullar çerçevesinde işten ayrıldığında ya da emekli olduğunda, patronundan birikmiş kıdem tazminatını ödemesini isteyemeyecek zira patron ona başvuracağı yer olarak Kıdem Tazminatı Fonu’nu gösterecek.

Böylece nasıl işleyeceği de belli olmayan bir havuza (denetlenmesi imkânsız bir işleyiş içinde), işçilerden kesilecek olanın ve devlet katkısının yanı sıra, patronlar işçilerin kıdem tazminatları için, onlar adına para aktaracak, işçiler de (sözde) zamanı geldiğinde bu havuzdan tazminatlarını alabilecekler.

Kötü örnekleri ortada dururken

Diğer taraftan bu ülke insanlarının başta Konut Edindirme Fonu,  Tasarrufları Teşvik Fonu ve İşsizlik Sigortası Fonu olmak üzere, geçmişte kurulan çok sayıda fonla ilgili acı deneyimleri söz konusu.

Öyle ki işçiye, işsiz kaldığında destek verilmesi için kurulan İşsizlik Fonu patronlara kaynak aktarma fonuna dönüştü. Örneğin kurulduğundan bu yana bu fonda biriken 100’lerce milyar TL’nin yüzde 69’unun patronlara, sadece yüzde 19’unun işçilere ödendiği ve işçilerin bu fonu kullanma koşullarının giderek zorlaştırıldığı ortaya çıktı.

Bu yüzden de, fonda ısrar etmenin nedeninin; işçi ile patron arasına bir üçüncü tarafı koyarak patronun kıdem tazminatı ödemesinden kurtulmasını, bunun sorumluluğunu bu üçüncü tarafa atmasını sağlamak olduğu anlaşılıyor. Bunun patronlar açısından ne kadar büyük bir rahatlama sağlayabileceğini kestirebilmek güç değil. Fon uygulamasının bir diğer nedeni ise finans piyasalarıyla ilgilidir ki bu başlı başına bir yazı konusu olabilir.

İşçi “devletin sırtında kambur” gibi görülüyor

İkinci olarak, böyle bir düzenlemenin devleti de, sözüm ona, rahatlatması bekleniyor. Böyle bir fon ile özellikle de neo liberalizm döneminde topluma karşı sorumluluklarının büyük bir kısmını üzerinden atan,  kendi istediği gibi istihdam (üniformalı) dışında istihdam yaratmaktan da kurtulan devlet işçiler için, yaşlandıklarında kamusal emeklilik hizmeti verme sorumluluğundan da kurtulmuş olacak.

Öyle ki gelinen nokta itibarıyla dolaylı ve dolaysız vergilerin yanı sıra yıllardır işçilerden tahsil edilen yaşlılık sigortası primlerinin düzeyi (yanlış kamu harcamaları politikaları yüzünden) işçilere yaşlandıklarında yaşamlarını sürdürebilecek yeterlikte bir maaş ödemeye yetmiyor.

Üstelik 5510 Sayılı Yasa ile emekli aylıklarının hesaplama yönteminin değiştirilerek aylık bağlama oranının düşürülmesi ve prime esas günlük kazancın hesabında kullanılan güncelleme katsayısının düşürülmesi (3) işçi emeklilerinin aldıkları maaşlarla geçinebilmesini imkânsız bir hale getirirken, bu önlem sosyal güvenlik bütçesi açıklarının kapatılmasına da yetmedi. Öyle ki Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerinin hala yüzde 40’a yakını cari transferlerden ve bunun da büyük bir bölümü de sosyal güvenlik kurumlarına yapılan böyle aktarmalardan oluşuyor.

Sırada emeklilik ikramiyesi mi var?

İşte bu durum hem devleti yönetenleri hem de bütçenin kaynaklarının asıl olarak kendileri için kullanılmasını isteyen sermayeyi rahatsız ediyor. Bu nedenle de başta kamusal emeklilik olmak üzere bu sorumluluğun devletin sırtından alınıp piyasaların eline bırakılması isteniyor.

Bunun bir sonraki aşaması ise  kez kamu emekçilerinin “emeklilik ikramiyesi” ile ilgili olarak yapılacak düzenlemedir. Eğer kıdem tazminatları TES ile ortadan kaldırılırsa sıranın kamu emekçilerinin emekli ikramiyesine gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Önce BES, şimdi TES: Hep aynı aldatmaca!

Özetle, son 22 yılda kıdem tazminatını adım adım ortadan kaldırmaya yönelik strateji; önce  “ikinci emeklilik” ve “çifte emeklilik” gibi şık paket süslemesiyle tanıtılan Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) ile gündeme getirildi. Bu yeterince ilgi görmeyince bu kez Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) devreye sokuluyor.

Böylece işçilerin daha çalışırken tasarruf yapmaya başlamaları (bu ücret düzeyleriyle nasıl yapacaklarsa) ve çalışamayacak hale geldiklerinde, emekliliklerinde bu tasarrufları ile yaşamlarını sürdürmeleri isteniyor.

Nitekim AKP hükümetleri döneminde her yıl Orta Vadeli Programlarda (ya da Yeni Ekonomi Programlarında) yer verilen bu türden uygulamalara en son 4 Kasım 2019’da Resmi Gazete'nin mükerrer sayısında tanıtılan 2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı içinde “bireysel emeklilikte otomatik katılımın tamamlayıcı emeklilik sistemine dönüştürülmesi” kararı yayınlandı (4). Bu karara göre Tamamlayıcı Emek Sistemi 1 Ocak 2022’den itibaren yürürlüğe girecekti (böylece bazı işçilerin bu düzenlemenin kendilerini ilgilendirmeyeceği düşüncesiyle tepki vermeyeceği de düşünülüyordu) .

Kıdeme esas teşkil eden ücret 30 günden 19 güne mi düşürülüyor?

TES’e ilişkin çalışmalar hala devam ediyor ama her zaman olduğu gibi, tepkileri görebilmek için iktidarca hazırlanan bir taslak metin basına sızdırıldı. Bunun şimdilik bir taslak olması yüzünden, bu konuda çok net şeyler söyleyebilmek zor.

Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz Resmi Gazetede “bireysel emeklilikte otomatik katılımın tamamlayıcı emeklilik sistemine dönüştürülmesi” kararı ile açıklanan Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi için (zorunlu ve isteğe bağlı olmak üzere) iki formül üretilmişti.(5)

Zorunlu uygulanacak olan birinci formüle göre; her bir çalışma yılı için 30 günlük ücret tutarında ödenen kıdem tazminatının 19 günlük kısmı mevcut sisteme göre işveren tarafından ödenecekti. 11 günlük kısmi için ise çalışan adına bireysel fon oluşturulacak ve ödeme fondan yapılacaktı. Fondan ödenecek 11 günlük kısım için işveren, fona aylık işçi ücretinin yüzde 3’ü tutarında prim ödeyecekti.

Böylece 1980 öncesinde yıllık 45 gün olarak hesaplanan ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü döneminde 30 güne indirilen yıllık kıdem tazminatı tutarı bu tasarı ile 19 güne indirilecekti.(6)

İsteğe bağlı olacak ikinci formüle göre ise; işçi, işveren ve devletin katkı sağlayacağı bir fon oluşturulacak. Oluşturulacak fona toplam yüzde 6 oranında prim ödenmesi öngörülüyordu. Bunun 4,0 puanı işveren tarafından karşılanacak, 0,5 puanı işçiden kesilecek, devlet de 1,0 puan katkıda bulunacaktı. Vergi indirimi yoluyla da 0,5 puanlık ilave prim katkısı yapılarak yüzde 6 oranı tamamlanacaktı.

Kıdem tazminatından hiç söz edilmiyor ancak…

Bugünlerde konuşulan formülde işçileri ve sendikaları ürkütmemek için kıdem tazminatlarından hiç söz edilmiyor, hatta teklif tatlandırılmış bir biçimde sunuluyor.

Yani “ikinci bir maaş ile düşük kalan emeklilik maaşlarının tamamlanmasının sağlanacağı, bunun için de işçi adına her ayki brüt maaşının yüzde 8,33’ünün işverence bir fona işçi adına yatırılacağı” ileri sürülüyor. Böylece bu fonların finans piyasalarında en verimli biçimde işletilip nemasının işçiye yansıtılacak şekilde biriktirilmesi ve ikinci maaşı hak ettiği zaman da bunun işçiye her ay ödenmesi hedefleniyor.

Ancak bu öneri kuşku dolu bir öneri. Zira patronlar ciddi boyutta maddi bir karşılığı olmadan yüzde 8,33’lük bir miktarı işçi adına ödemeyi neden kabul etsinler? Buna inanmak için kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin ne olduğunu hiç bilmemiş, anlamamış olmak gerekir.  Nihai hedefte kıdem tazminatını yutmak yoksa patronlardan böyle bir davranışı beklemek saf dillilik olur. İktidar bu hedefe aşama aşama yürüyebilir. Ayrıca istikrarsız finans piyasalarında biriken bu paraların getirisinin ne olacağının bugünden bilinebilmesi de imkânsızdır. 

TES’in başarı şansı?

Diğer yandan, böyle bir sistemin başarılı olma şansı var mıdır? Buna verilecek yanıt başarıdan neyin kastedildiğine bağlı olarak değişir. Sigortacılık sektörünün büyümesi ve finans kapitalin daha da gelişmesi anlamında başarı şansı olabilir. Ancak işçilere güvenilir, istikrarlı ve iyi gelirli bir ikinci emeklilik maaşı sağlama konusunda bu ve benzeri sistemlerin şansı da niyeti de yoktur. 

“Tamamlama değil eksiltme, tazminat değil harçlık!”

Önerinin bugünkü versiyonundan yola çıkılarak bu eksik olan maaşı tamamlama değil, bir “eksiltme” işlemi olarak tanımlanabilir. Buradaki asıl hedef kıdem tazminatlarının yok edilmesidir.

Yani burada da bir tamamlayıcılık değil, olsa olsa kamusal emekliliğe alternatif bir emeklilik önerisi ya da daha doğru bir teşhisle “eksiltme” söz konusu olabilir. Öyle ki yapılmak istenen, “siz kıdem tazminatınızdan vazgeçin, biz de size her ay küçük küçük harçlık verelim” şeklindeki bir kurnazlıktır. İşçilerin bu konuda ne kadar hassas olduğunu bildiklerinden şimdilik kıdem tazminatından söz edilmeden öneri tanıtılıyor.

Kamusal emekliliği tasfiye etme planı

İkinci olarak, bireysel emeklilik sistemlerinde bildik anlamda bir emeklilik söz konusu değildir. TES de (tıpkı BES gibi) bireysel risk ve kazanç kararına dayalı, içinde önemli riskleri barındıran bir tasarruf sistemi olacaktır. Bu sistem hayata geçirilirse bu, kamusal emeklilik sistemini adım adım tasfiye etmenin bir aracı olarak kullanılacaktır.

Üçüncü olarak, bu sistemde esas olan fonda para biriktirmektir. Teorik olarak, bireysel katılımcıların (ya da kurumsal katılımcıların) birikimleri (katkıları) ve bu birikimlerden elde edilen (varsa) gelirler bir fonda toplanır. Bu fon piyasa araçları (borsa, Hazine bonosu faizleri, mevduat faizi gelirleri) üzerinden değerlendirilir ve sonrasında fonda birikenler üzerinden katılımcılara maaş ödemesi yapılır.

Fonlar reel getiri sağlamazsa ne olur?

Bu sistemdeki temel varsayım, emeklilik yatırım fonlarının düzenli olarak reel getiri (harcamalar düşüldükten sonra)  sağlayacağı varsayımıdır. Oysaki EGM’nin verilerine göre Türkiye’deki BES fonları 2011-2015 dönemini kapsayan beş yılın üçünde reel getiri açısından zarar ettiler (2011’de yüzde -11, 2013’te yüzde - 8 ve 2015’te yüzde -7), yalnızca iki yılda pozitif getiri sağladılar (2012’de yüzde 10 ve 2014’te yüzde 6). Bu fonlar tasarrufçuya, 2012- 2016 dönemini kapsayan beş yılda, ortalama sadece binde yarım oranında bir getiri sağlayabildi.(7)

Bu yıllarda BES katılımcılarının birikimleri enflasyon karşısında ciddi olarak eridi ve katılımcılar bırakın net kazanç sağlamayı, ellerindekini de kaybettiler.

İstikrarsız getiri

Bir OECD çalışması bu sürecin 2018 yılında da yaşandığını ortaya koyuyor. Öyle ki ekonomik durgunluğun da etkisiyle OECD ülkelerinde özel emeklilik fonlarının ortalama getirisinin yüzde - 3,2 olduğu görülüyor.  31 ülkenin 29’unda getiri negatif olurken, en büyük zarar Polonya’da (yüzde -11,1) ve Türkiye’de yüzde -9,4) olarak gerçekleşti.  Geçmişe dönük olarak son 15 yıldaki getiri ise 18 ülkenin 15’inde pozitif oldu. En yüksek oran Kanada’da gerçekleşti (yüzde 4,8).(8) Sektörün yatırım getirisi performansı 2019 yılında tekrar yükseldi ve 46 ülkenin 29’unda yüzde 5’i,  ABD’de yüzde 10’u aştı. Türkiye’de ise yüzde 10,8 oldu.(9)

Yüksek fon yönetim ücretleri

Getiriyi azaltan ikinci faktörse yüksek fon yönetim ücretleri. Ülkelerin çok büyük kısmında böyle ücretler üzerine bir tavan konulmasına karşılık, bu ücretler üye ülkelere göre farklılaşıyor. 2018 yılında en düşük fon yönetimi ücretini (varlıklarının yüzdesi cinsinden) binde 5 ile Avustralya, Şili ve İsrail’deki fonlar uygularken, en yüksek ücreti yüzde 2 ile Türkiye (2017)  ve ikinci en yüksek ücreti yüzde 1,1 ile İspanya’daki özel emeklilik şirketleri uyguladılar.(10)

Finans kapitale kaynak aktaran bir proje daha

Özetle,  devlet tarafından ‘bes’lenen, bir yandan işçiyi patron karşısında daha da güçsüz duruma düşürürken, diğer yandan finans kapitale kaynak aktaran bir proje ile karşı karşıyayız. Çünkü 31 Ağustos 2024’te 890 milyar TL’yi aşan bir Fon tutarı, 120 milyar TL’yi aşan devlet katkısı ve 9,2 milyon katılımcı sayısı (buna karşılık 2024 Nisan ayına kadar sadece 298,352 kişiyi emekli edebilen), (11) ülkede en fazla kurumlar vergisi ödeyen ilk 30 kurum arasında bir tek firması bile bulunmayan bu sektöre devlet milyarlarca liralık bir katılım payı desteği veriyor.

Diğer taraftan böyle bir devlet desteği ya bütçenin vergi gelirlerinden finanse edilecek ya da yeni devlet borçlanması ile karşılanacaktır. Yani (tıpkı maliyetinin altında kredi faiziyle inşaat sektörü desteklenirken ortaya çıkan kamu bankaları zararı gibi), TES ile finans kapital desteklenirken ya halktan daha fazla vergi alınacak ya da borçlanmaya gidilerek desteklenen finans kapitalin bankalarından borç alınacak, sonra da bu borçlar faizleriyle birlikte aynı kesime ödenecek ve nihayetinde bu borçların geri ödenmesi için de halktan daha fazla vergi alınacaktır.

Bu proje bir gerçeği bir kez daha ortaya çıkarttı. Her sözün başında faize ve faizciye karşı olduğunu ileri süren siyasal iktidar uygulamada faizle, finansal piyasalarla iş yapmayı ve sermayeyi ve serveti bu piyasalar üzerinden büyütme stratejisini sürdürüyor.

Sonuç yerine

Kıdem tazminatı bir lütuf, bağış ya da hayırseverlik ürünü değildir. İşçilerin çalışarak kazandıkları bir haktır, onların mevcut işlerinin ve geleceklerinin güvencesidir. Hangi gerekçeyle ya da biçimde (örneğin Tamamlayıcı Emeklilik Sigortası) olursa olsun bunun ortadan kaldırılmaması ya da bir başka şeye dönüştürülmemesi, finans kapitale aktarılacak bir kaynak olarak, finansallaşma aracı olarak görülmemesi ve emekçilerin geleceklerinin finans piyasalarının insafına ya da performansına bırakılmaması gerekir.

Bu proje devleti yönetenlerle sermaye kesiminin çıkarlarının birebir özdeşleştirilmesini, sosyal devletinse tamamen ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir projedir. Çünkü bu şekilde devlet asli görevlerinden biri olan, yurttaşlarının ödedikleri vergi ve primlerle yaşlılıklarında yaşanabilir bir emeklilik geliri sağlama sorumluluğundan kaçıyor ve bunu özel piyasalara devretmiş oluyor. Bu proje ile sermaye de kıdem tazminatı maliyetinden kurtulduğu gibi, işten çıkartmalar daha da kolaylaşacağı için işçilerin direncini düşürüyor, sınıfın kendisine daha fazla biat emesini sağlamayı hedefliyor.

Son olarak, işçilerin, yaşlılıklarında çalışamayacaklarından dolayı (ailelerine bakma yükümlülüğü kısmen de olsa devam edeceğinden), emeklilikte onlara bakma görevi ve sorumluluğunun devletin üzerinden alınması da, bunun yüksek kâr ve spekülatif rantlar peşinde koşan finans piyasalarının insafına, performansına terk edilmesi de, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçiler açısından kabul edilemez bir durumdur. Başta işçi sendikaları olmak üzere tüm emek örgütleri buna karşı direnmek zorundadır.

Dip notlar:

(1)          Orta Vadeli Program (2025-2027), s. 53, s. 97 (10 Eylül 2024).

(2)          KPMG, Sigorta Sektörel Bakış 2024, kpmg.com.tr, s. 25 (12 Eylül 2024).

(3)          Murat Özveri, “Kıdem tazminatına dokunma yaşlılık aylığını yükselt”, https://www.evrensel.net (1 Temmuz 2020).

(4)          2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, 4 Kasım 2019 tarihli Resmi Gazete (mükerrer).

(5)          Sezgin Özcan, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi”, https://www.sozcu.com.tr ( 18 Haziran 2020).

(6)          12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde kıdem tazminatı her yıl için, aylık brüt asgari ücretin 7,5 katı olarak hesaplanıyordu. Bugünse 20,000 TL-41,700 arasında değişiyor. Yani bugün bir işçi en yüksekten dahi kıdem tazminatı alsa, 12 Eylül öncesinin uygulamasına göre alması gereken tazminatın sadece 7,5’te 1’i olabilecektir.

(7)          Tugce Ozsoy, Ercan Ersoy, Asli Kandemir, “There's A Big Shake Up Coming to Turkey's Pension Industry”, https://www.bloomberg.com (16 Kasım 2017).

(8)          OECD, Pensions at a Glance 2019, OECD and  G20  indicators. s. 214.

(9)          OECD, Pension Funds in Figures, June 2020.

(10)       (8) OECD, Pensions at a Glance 2019, agr, s. 218.

(11)       https://www.egm.org.tr/bilgi-merkezi/istatistikler (11 Eylül 2024).

12 Eylül 2024 Perşembe

12 Eylül askeri darbesi

 

12 Eylül Darbesinden siyasal İslamcı rejime doğru 44 yıl

Mustafa Durmuş

12 Eylül 2024


Geçen yüzyılı belirleyen olgulardan birisinin askeri darbeler ya da darbe girişimleri olduğu bilinen bir gerçek.

Azgelişmiş ülkelerde 1960 sömürgecilik sonrasında, Şili gibi iktidara gelen bazı “Ulusal Kalkınmacı Yönetimler”, “batılı kapitalist devletlerin çıkarlarına ters düşen strateji ve politikalar izlediklerinden” ve Türkiye gibi diğer bazıları da “küresel sermayenin yeni birikim stratejilerini hayata geçirebilmek için”, başta ABD olmak üzere, diğer emperyalist devletler tarafından düşman olarak ilan edildiler ve CIA destekli askeri darbelerle devrildiler.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasındaki askeri yönetim döneminde resmi kayıtlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı. Bu dönemde, 1 milyon 683 kişi fişlenirken, binlerce kamu görevlisi 1402 Sayılı Kanun gereğince kamu görevinden mahrum edildi. Tespit edilebilen gözaltında ya da hapishanelerde, işkence vb. yöntemlerle ölüm sayısı 229 oldu. 700 kişinin idamı istendi ve bunlardan 50’si (17 ‘si siyasi hükümlü olmak üzere) idam edildi (1).

Darbelerin ekonomik ve politik nedenleri

1960 sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde ABD emperyalizminin ve NATO’nun payı elbette çok büyüktür. Çünkü (ekonomik-parasal ilişkileri bir yana bırakın), darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) ve artık bir küresel suç örgütü olduğu bilinen NATO’ya bağlıydılar.  

Diğer taraftan, tüm askeri darbeleri sadece ülke yönetimlerinin emperyalizmle ters düşmesi ya da çatışması ile açıklamak doğru değildir. Zira darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel) ekonomik, politik ve jeopolitik etkenler de söz konusudur. Bunların başında kuşkusuz derin ekonomik krizler ve politik krizler geliyor.

Bunların örneğin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinde son derece etkili olmuşken, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve ardından 20 Temmuz OHAL ile gelen ve genelde “sivil darbe” olarak nitelendirilen gelişmede, spesifik olarak, ekonomik faktörden daha ziyade iktidarın iki kanadı arasında başlayan çatışmayla ayyuka çıkan politik kriz etkili oldu.

Keza 1980 öncesinde İran’da Amerikancı Şah Rejiminin devrilmesi ve yerine Mollalarca yönetilen bir rejimin iş başına gelmesi, ABD tarafında, Rusya’ya karşı önemli bir hegemonya kaybı olarak görüldü ve bunu telafi etmek için Türkiye bir askeri rejimle tahkim edilmek istendi.

12 Eylül 1980 Darbesine giden süreç: Ekonomik ve politik kriz

12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde dünya kapitalizmi uzun süren bir iktisadi durgunluk, Türkiye ekonomisi ise derin bir iktisadi ve politik kriz içindeydi. Türkiye’nin krizi aslında 1962’den itibaren uygulamakta olan kapitalist “ithal ikameci büyüme modeli”nin (en azından Türkiye’deki versiyonunun), bir kriziydi ve kendisini “döviz krizi” biçiminde gösteriyordu.

Yani ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla belli düzeyde satın alma gücünü garantileyen, göreli olarak yüksek işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem iç hem de dış ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi.

Sermaye birikim rejimini bu krizden çıkartmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün olabilirdi. Bu artık iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel olarak “dış pazara/ihracata yönelik bir model” olmak durumundaydı. Bu modelin ekonomi-politik temelini ise rekabetçi işçi ücretleri (yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve genel olarak hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu.

24 Ocak 1980 Kararları: Filmin fragmanı

Krizden çıkış için önce “24 Ocak 1980 Kararları” adı altında IMF-Dünya Bankası kaynaklı “istikrar tedbirleri ve yapısal uyum programları” uygulandı. Bu kararlar Türkiye’yi hızla küreselleşen kapitalizme -emperyalizme yeni ve daha sağlam bir biçimde eklemlemeyi hedefleyen kararlardı. 

Bu kararların hayata geçirilebilmesi için (aksak işlese de) mevcut parlamenter demokratik rejimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü işçi sınıf hareketi ve sendikalar güçlenmiş, toplumsal muhalefet ayağa kalkmıştı. On binlerce işçi grevde, öğrenciler boykottaydı. İşçi ve emekçilerin haklarını, ekonomik ve politik örgütlerini ortadan kaldıran bir tür açık diktatörlüğe ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı 12 Eylül Askeri Darbesi ile kurulan askeri diktatörlük karşıladı.

Bu süreçte,  bu kararlara ve bu kararları uygulayan askeri ve sivil yönetimlere uluslararası sermaye, emperyalist devletler, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar da destek verdiler.

Kârlılık restore edildi

24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün sonucunda; Türkiye ekonomisinin makroekonomik performansı artırıldı; yerli ve uluslararası sermayenin kârlılığı restore edildi ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi yapabilir hale getirildi.

Bunun faturası ise (açık diktatörlük şartlarında) işçi ve emekçi sınıflara ödettirildi. İşçilerin reel ücretleri ve köylülerin gelirleri düştü,  gelir dağılımı daha da bozuldu. Düşük ücret, yüksek reel faiz, zamlar ve devalüasyonlar ile halk daha da yoksullaştırıldığı gibi, ekonomik ve demokratik haklarından mahrum bırakılarak askeri diktatörlük altında ağır bir zulme uğratıldı (2).

12 Eylül ile birlikte işçilerin kıdem tazminatlarına esas kabul edilen gün sayısı 45 günden 30 güne indirildi (bugünlerde bu hak tamamen ortadan kaldırılmak isteniyor).

Darbeden bu yana geçen 44 yıl boyunca, özellikle de son 22 yıldır,  Türkiye neoliberal politikalara teslim edilerek bir bütün olarak hızla dönüştürüldü,  özelleştirmeler ve serbestleştirme politikalarıyla ekonomi küresel kapitalizme ve emperyalizme daha da bağımlı hale getirildi, kalkınma ve sanayileşme çabalarından vazgeçildi.

“15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi” ve OHAL

Bu darbeden sonra da ülkede post modern darbeler gerçekleşti. Bunlardan en sonuncusu ‘15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi’ olarak tarihe geçti. Bazılarına göre ‘kontrollü bir darbe’ olan bu girişim aslında 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki gibi ekonomik kriz koşullarının yol açtığı bir darbe değildi.  

Çünkü darbe öncesi yıla göre, darbe yılının ilk 6 ayında borsa yüzde 15 yükselmiş, yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaşmış ve 10 yıllık devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıllara göre düşmüştü. Yani ekonomi göreli olarak iyi durumdaydı.

Kısaca, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardındaki faktör ekonomik krizden ziyade politik krizdi. Bu krizin bir ayağı 2013 yılından beri iyice belirginleşen FETÖ-AKP çatışmasıydı. Diğer ayağı ise Orta Doğu’da Türkiye’nin de parçası haline geldiği savaşla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Kürt Sorunuydu. Öyle ki 2015 yılında çatışmasızlık sürecine son verip savaş konseptine geri dönüşü sağlayan üst akıl darbe mekaniğini de harekete geçirdi.

Tek adam rejimi!

Darbe girişiminden sadece 1 hafta sonra ilan edilen OHAL ve devreye sokulan KHK’ler neo liberal, neo popülist ve siyasal İslamcı neo otoriter bir rejimin kurulmasının ilk adımları oldu. Geçen 8 yıl boyunca parlamenter demokrasi ortadan kaldırılıp, güç ve iktidarın tek elde toplanmasına izin veren bir “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” kuruldu.

OHAL döneminin yol açtığı çok ağır insani, sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetleri görebilmek için ise çarpıcı bir yazıya bakmak (3) ve geniş çaplı bir araştırmaya dayalı olarak hazırlanan yaklaşık 1,000 sayfalık raporu incelemek yeterlidir (4).

Ancak bu rejim altında da politik kriz atlatılamadığı gibi, ekonomi derin bir krize sürüklendi. 2016 yılı ekonomik olarak “kayıp yıl” sayılırken, 2017 yılında, biraz yeni büyüme hesaplama yönteminin etkisi, biraz da Kredi Garanti Fonu’nun devasa boyutlara ulaşan kredileriyle ekonomi hormonlu bir biçimde büyütüldü. Ancak 2018 yılından itibaren ekonomi sert biçimde yavaşladı ve tüm parasal ve reel göstergelere göre derin bir kriz girdi.

Sonuç olarak

Bu günlerde Türkiye ekonomisi 12 Eylül Askeri Darbesinden bu yana karşılaştığı en derin ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Üstelik bu kriz sosyal, siyasal ve ekolojik krizlerle birlikte “çoklu bir krize” dönüşmüş durumdadır.

Hatta hayatın hem özel hem de kamusal alanlarında sık sık karşılaştığımız yolsuzluklar, kamu kaynaklarının kullanımındaki usulsüzlükler, liyakatsizlik, etik sorunlar, kadın cinayetleri, çocuklara dönük tecavüzler ve katliamlar ülkedeki mevcut durumun kriz kavramıyla açıklanamayacak kadar ciddi bir durum olduğunu, bunun “toplumsal bir çöküş” olduğunu gösteriyor.

Bu yolu açan 44 önce yapılan bir askeri darbe idi. Bu darbe ile toplumu ilerici, emekten, doğadan, barıştan, eşitlik ve adaletten yana dönüştürecek olan kesimlerin bir silindir gibi ezilmesi, buna karşılık bu boşluğun militarist-milliyetçi, siyasal İslamcı yapılar, cemaatler ve siyasal parti ve hareketler tarafından doldurulmasıyla, bu antidemokratik süreç en son ülkeyi yöneten İktidar Bloku aracılığıyla doruğa çıkartıldı. Bunun faturası da her alandaki çöküşler ve toplum bunların altında kaldı.

Buna rağmen bu ülkeyi, emek, demokrasi, eşitlik ve adalet ve barış temelinde yeniden inşa etmek hem mümkün hem de gereklidir.

Dip notlar:

(1)  Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.

(2)  Agm.

(3)  Nejla Kurul, “KHK’lilerin yası tutulabilir mi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr (20 Temmuz 2019).

(4)  Mağdurlar İçin Adalet Topluluğu, İkinci Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu (Ocak 2019).

8 Eylül 2024 Pazar

Ekonomi büyüme

 

Ekonomiyi büyütme konusunda iki farklı yol

Mustafa Durmuş

9 Eylül 2024


Geçen hafta açıklanan büyüme verilerini analiz ederek başlayalım: Türkiye ekonomisi bu yılın ikinci çeyreğinde (Nisan-Haziran) bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 2,5 ve bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,1 oranlarında büyüdü. (1) Bu gelişmeler iktisatçılar tarafından son 22 yıldır (istisnai bazı dönemler dışında) yıllık ortalama yüzde 4’ün üzerinde büyüyen “ekonominin uzun sürecek bir durgunluk ve ardından küçülme sürecine gireceği” biçiminde yorumlanıyor.

“Ekonomik durgunluk”, ekonomik faaliyetlerin ve hâsıla artışının yavaşlaması demek. Bir ekonominin iki çeyrek üst üste (6 ay boyunca) küçülmesine ya da negatif büyümesine ise “resesyon” adı veriliyor. Şu an Türkiye ekonomisi durgunluk aşamasında ama eğer bir toparlanma söz konusu olmazsa, bu yılın geri kalan kısmında ve 2025 yılında ekonominin küçülmesi kaçınılmaz olacaktır.

Sanayideki küçülme alarm veriyor

Sektör bazında bakıldığında sorun daha net görülüyor. Tarım sektöründeki büyüme yüzde 3,7 ile sınırlı kalırken, sanayi sektörü yüzde 1,8 oranında küçüldü. Ülkede açlık riskinin giderek arttığını ve sanayi sektöründeki belirgin olumsuz gelişmeninse bir yandan ihracat, diğer yandan da istihdam açısından olumsuz başka gelişmelerin habercisi niteliğinde olduğunu vurgulamak lazım.

İkinci çeyrekte özel tüketim harcamalarının sadece yüzde 1,6 ve kamu nihai tüketim harcamalarının yüzde 0,7 ve gayrisafi sabit sermaye yatırımlarının yüzde 0,5 artması; diğer yandan mal ve hizmet ihracatının yüzde 0,04 artarken, ithalatın yüzde 5,7 azalması, ekonominin yönünü aşağıya doğru çevirdiğinin ve daraldığının bariz göstergelerini oluşturuyor.

Ücretlerin payı arttı ama ücretli sayısı da arttı

Büyüme verilerinde bu çeyrekte işgücü ödemelerinin gayrisafi katma değer içindeki payının yüzde 40,8’e yükseldiği görülüyor. (2) İlk bakışta işçilerin milli gelirden aldıkları pay artmış gibi görünse de gerçek durum daha farklı. Bu öncelikle, yılbaşında asgari ücretin yükseltilmesiyle ilgili bir durum. Ayrıca son 1 yıl içinde (Haziran 2023-Haziran 2024) istihdam edilen işçi sayısının 500 bin kişi civarında arttığını da hatırlatalım. (3) Yani ekmek geçici olarak büyüdü ama sofraya oturanların sayısı da arttı.

Türkiye ekonomisinin durgunluğa sürüklenmesinin (sistemik nedenler dışında) başlıca nedenleri; enflasyonu düşürmek gerekçesiyle uygulanan yüksek faiz politikası, uygulamaya konulan yeni vergiler ve asgari ücrete yarıyılda zam yapılmaması gibi sıkılaştırıcı para, maliye ve gelir politikalarıdır.

Diğer bazı göstergeler de ekonomideki bu daralmayı ortaya koyuyor. İşyeri kapanmaları, şirket iflasları, konkordato ilanlarındaki artışlar ve sadece son 1 ayda artan 234 bin işsiz bu durumu açıklıyor. (4) Ayrıca, Satınalma Yöneticileri Endeksi (PMI) son 5 aydır sürekli olarak düştü ve Temmuz’da 47,6’ya geriledi. Yeni siparişlerde üst üste 14 ay yavaşlama kaydedildi. Sanayi üretiminde Kasım 2022’den bu yana en belirgin daralma yaşandı. İlk 7 ayda tüketim mallarında ithalat artışı yaklaşık yüzde 16’ya çıkarken, üretimde yavaşlayan çarklar nedeniyle ara malı ithalatı yaklaşık yüzde 4 azaldı. (5)

Yeni Orta Vadeli Program: Davul emekçinin boynunda, tokmak sermayenin elinde!

Öte yandan, 2025-2027 yıllarını kapsayan yeni Orta Vadeli Program (OVP) 5 Eylül’de açıklandı. Asıl olarak iktidarın ekonomiye ilişkin beklentilerini içeren ancak bu beklentilerin nasıl hayata geçirileceğine ilişkin ayrıntıların yer almadığı, dolayısıyla da temennilerle sınırlı kalındığı bu program (emekçileri bir kenara bırakalım),  piyasalarda dahi güven oluşturacak bir bütünlükten, tutarlılıktan ve kararlılıktan uzak görünüyor. Sanki büyük ölçüde taşımalı döviz spekülatörlerinin (carry trade) memnun olabilecekleri bir program gibi görünüyor.

Öngörüler ekonomik olmaktan ziyade politik!

Öyle ki bu yıla ait ekonomik büyüme gerçekleşmelerinin ve diğer öncü göstergelerin stagflasyonist bir sürece girildiğini göstermesine rağmen, programda 2024 yılı büyüme oranı (sadece yüzde 0,2 oranında düşürülerek) yüzde 3,5 olarak öngörülüyor. 2025’te bu oranın yüzde 4, 2026’da yüzde 4,5 ve 2027’de yüzde 5 olması hedefleniyor. (6) (Stagflasyon, kısaca yüksek enflasyonla aynı anda düşük ekonomik büyüme ve yüksek işsizliğin bir arada yaşandığı bir ekonomik kriz sürecidir).

Bu çerçevede OVP’de bu yıl 15,551 dolar olarak tahmin edilen kişi başı gelirin gelecek yıl 17,028 dolara yükselmesi öngörülüyor. Ekonominin TL cinsinden yüzde 4,0 büyümesi hedeflenirken, dolar cinsinden yüzde 9,5 büyümesinin beklenmesi ve buradan hareketle de gelecek yıl kişi başına gelirin 2,523 dolar birden artması, ancak dolar kurunun ciddi anlamda baskılanması, hatta düşmesi yani TL’nin aşırı değer kazanmasıyla ve nüfus artışının iyice yavaşlamasıyla mümkün olabilir.

Ekonominin daraldığı bir yılda kişi başı gelir 2,523 dolar nasıl artar?

Diğer yandan, programdaki ihracat hedeflerinin tutturulabilmesi için döviz kurunun yükselmesi, TL’nin değer kaybetmesi gerektiği biliniyor. Nitekim OVP’den 2025 yılı için dolar kurunun ortalama 42,0 TL olarak öngörüldüğü anlaşılıyor. Özetle, kurdaki bu yüzde 13,5’lik artış, dolar cinsinden kişi başı milli gelir artışı açısından ciddi bir çelişki oluşturuyor.

Dünya ekonomisindeki belirsizlikler, jeopolitik gerilimler ve özellikle de ülke ekonomisindeki üretime ve faktör verimliliklerine ilişkin olumsuz veriler ortada iken bu büyüme oranlarının tutturulması zor görünüyor.

Enflasyonla büyüme seçeneğine dönüş mü?

Bu hedeflere yaklaşmanın bir yolu enflasyonla büyümeye geri dönüştür. Nitekim yeni OVP’deki enflasyon hedeflerinde belirgin bir artış söz konusudur. Öyle ki bu programda, daha önceki OVP’deki hedeflere göre,  2024 yılı sonu enflasyon oranı yüzde 41’5’e; 2025 yılı yüzde 17,5’e; 2026 yılı yüzde 9,7’ye ve 2027 yılı yüzde 7,0’a yükseltildi. Bu da ancak izlenmekte olan daraltıcı politikaların gelecek yıldan itibaren gevşetilmesiyle mümkün olabilir. Bu, iktidar bloku bir erken genel seçimi önümüzdeki iki yıl içinde öngörüyor demek olabilir.

Güvencesiz çalıştırma pratikleri ve emek sömürüsü artacak!

Enflasyon reel ücretleri aşağıya çeken bir olgudur. Bunu tamamlayan ve ihracat açısından önemli bir diğer yol ise emek gücünün daha sıkı ve verimli çalıştırılarak ücret devalüasyonuna (ücretlerin değerinin düşürülmesi) gitmektir. Program hedefleri arasında yer alan “işgücü piyasalarının etkinleştirilmesi” aslında bunu anlatıyor. Kısaca, özellikle de ihracatı artırabilmek için, iktidar bloku reel ücretleri olabildiğince düşük tutacak yeni düzenlemelerin hazırlığı içindedir.

Bu çerçevede OVP’deki  “yapısal reformlar” başlığı altında, “yeni nesil çalışma biçimleri ve sektörel dönüşümler, işgücü piyasasının değişen koşullara uyum sağlamasını ve daha esnek ve verimli bir yapıya kavuşmasını hedeflemektedir” (7) denilerek, yeni esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin gündeme geleceğine işaret ediliyor.

Yani yeni OVP döneminde güvencesiz çalışma biçimleri daha da artacak, örneğin daha önce gündeme gelen “belirli süreli iş sözleşmeleri” (geçici işçilik) yaygınlaştırılacaktır. (8) Bu aynı zamanda, emek sömürüsünü daha da artıran ve örgütsüzleştirmeyi, sendikasızlaştırmayı hızlandıran bir uygulama olacaktır.

Ayrıca, “yönetilen ve yönlendirilen fiyatlar politikası” başlığı altında ücret artışlarının gerçekleşen değil, “beklenen (hedef)” enflasyona göre yapılmak istendiği de anlaşılıyor. (9) Bu hayata geçtiğinde ise gelecek yılın ilk yarısında işçiler için en fazla yüzde 17,5- yüzde 20 gibi bir asgari ücret artışı söz konusu olabilecektir.

Özetle, bu yol işçiye, emekçiye ve yoksul halklara ağır bedeller ödettirerek ekonomik krizden çıkma, ekonomiyi ve kârları büyütme yoludur ve iktidar bloku ve etrafındaki sermaye çevrelerinin hayata geçirmek istedikleri sınıfsal ve politik tercihleri yansıtmaktadır.

Adil bir ekonomik büyüme serveti vergilendirmekle mümkün olabilir!

Alternatif olarak bir başka yol denenebilir. Bu emekten yana bir büyüme yolu ya da stratejisidir. Bu yolun sonunda ekonomik büyümenin nimetlerinin eşit paylaştırılması, yoksulluğun, işsizliğin ve gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğin azaltılması vardır.

Bu yol altında adil bir büyüme sağlayabilmek için büyük servetler vergilendirilmelidir. Bunun gerekçesi servet zenginlerinin gelir (ve servetlerinin) çok büyük bir kısmını tasarruf etmeleri yani harcamamaları ve böylece ekonomik büyümenin yavaşlamasına neden olmalarıdır. Çünkü tasarruflar fiilen dolaşımdan kaldırılan paradır. Oysa eğer söz konusu gelir/servet, onu harcayacak olan düşük gelirlilere dağıtılırsa harcanacaktır ve bu da ekonomik büyümeyi hızlandıracaktır. (10)

Türkiye’nin belki en az konuşulan ancak gerçekte en büyük sorunlarından birisi de bölüşüm eşitsizliği, özellikle de servet bölüşümü eşitsizliğidir. Ülkede onlarca milyon insan mutlak yoksullukla boğuşmaktadır ama şaşırtıcı miktarlarda büyük servete sahip insanlar da mevcuttur. Böylece ülke nüfusunun (gelir yetersizliği yüzünden) yüzde 90’ının tasarruf yapma kapasitesi yokken kalan yüzde 10’un inanılmaz bir tasarruf kapasitesi söz konusudur.

Serveti vergilendirmek milli geliri artırır

Eğer milli geliri büyütmek istiyorsak serveti vergilendirmek son derece mantıklıdır. Büyük servetleri olanlardan bu servetlerin bir kısmını “servet vergisi” ya da “sermaye kazançları vergisi” gibi vergilerle alıp bunu,  kalkınmacı ve doğa dostu kamusal yatırımları fonlamak için kullanmak gerekir.

Ayrıca, bu vergilerden sağladığımız geliri; ücret ve gelir artışları, temel gelir güvencesi, sosyal yardımlar gibi yollarla tasarrufları olmayan ve bu nedenle gelirleri açısından oldukça savunmasız durumda olanlara yani daha düşük gelirli olanlara yeniden dağıtırsak yaptığımız şey, aldıkları her lirayı neredeyse harcayacak olan insanlara para vermekle aynı şey olacaktır. Bu insanların marjinal tüketim eğilimleri çok yüksek olduğundan (1’e yakın), bu paranın çok büyük bir çoğunluğu harcanacaktır. Bu da Keynesyen çarpan etkisiyle milli geliri büyütecektir.  Ayrıca böyle bir ücret sürümlü büyümenin avantajları konusunda ekonomi literatüründe yer alan çok sayıda bilimsel araştırma da mevcuttur.

Sonuç olarak

Birikmiş gelir anlamında servetin zenginlerden vergileme yoluyla alınıp yeterli geliri olmayanlara doğru yeniden dağıtılması aslında ekonomiye bir bütün olarak önemli bir iktisadi destek sağlar. Burada dikkat edilmesi gereken husus, servet vergisinin artan oranlı olması ancak servetin tamamının değil, sadece bir kısmının vergilendirilmesidir. Çünkü servetin tamamını vergilendirmek, servet sahiplerinin ve onların etkisiyle hareket edenlerin direnişiyle karşılaşabileceği için politik olarak hayata geçirilmesi zor bir iş olduğu gibi, enflasyona da yol açabilir.

Servetin vergilendirilmesini savunan teze, bu stratejinin ekolojiyi tahrip edeceği ve elde edilecek ekonomik büyümenin tüketim yönlü bir büyüme olacağı ve bunun sürdürülemez olduğu, yeni yatırımları asıl etkileyen faktörünse kârlılık olduğu biçiminde daha çok da Marksist bakış açısından eleştiriler yapılabilir. Gerçekten de yeni yatırımları teşvik eden şey kredi faiz oranları, işçilik maliyetleri, vergiler gibi maliyetler olduğu kadar, belki de daha büyük oranda sermayenin getirisinin yüksekliği veya düşüklüğü yani kâr oranlarının ya da kârlılığın yüksek olup olmadığıdır.

Eğer kriz dönemlerindeki gibi kâr oranları azalıyorsa (yatırım sonucunda üretilecek olan mala talep ne kadar yüksek olursa olsun), yeni yatırım yapmak söz konusu olmayabilir. Tüketim harcamalarındaki artışsa ekonomiyi sürdürülebilir bir büyümeye götürmeksizin enflasyona sürükleyebilir.

Bu durumda gündeme getirilebilecek politikaların antikapitalist politikalar olması gerekir. Bunlar; demokratik planlama, kamulaştırmalar, işçi kooperatifleri gibi kolektif mülkiyet biçimlerine geçiş, piyasaların sınırlandırılması ve etkin kontrole tabi tutulması gibi demokratik ekonomi stratejileridir. Bu da sistem değişikliği olmasa da bir paradigma değişikliğini gerektirir.

Dip notlar:

(1)  TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan-Haziran, 2024, https://data.tuik.gov.tr (2 Eylül 2024).

(2)  Agb.

(3)  TÜİK, Ücretli Çalışan İstatistikleri, Haziran 2024, https://data.tuik.gov.tr (15 Ağustos 2024).

(4)  TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Haziran 2024, https://data.tuik.gov.tr (12 Ağustos 2024).

(5)  İstanbul Sanayi Odası Türkiye PMI İmalat Sanayi Raporu, Ağustos 2024.

(6)  T.C. Cumhurbaşkanlığı, Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Orta Vadeli Program (2025-2027), Eylül 2024), s. 69.

(7)  OVP, s. 37-38.

(8)  İşgücü uyum programının yürütülmesine ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmelik, https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler (24 Ağustos 2024).

(9)  OVP, s. 42.

(10)               https://www.taxresearch.org.uk/Blog/if-the-government-wants-growth-it-should-be-taxing-wealth (11 August 2024).

1 Eylül 2024 Pazar

Barış

 

“1 Eylül Dünya Barış Günü” ve Filistinli çocuklar

Mustafa Durmuş

1 Eylül 2024

1939 yılında 1 Eylül günü Hitler’in orduları Polonya’ya karşı saldırıya geçerek işgali başlattı. Sonrasında Polonya’da tarihin en büyük katliamları yaşandı.

Bunu hatırda tutarak savaşlara karşı çıkmak için 1 Eylül günü dünya çapında  ‘Dünya Barış Günü’ olarak anılıyor.

Bugün savaşlar, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle, İsrail’in Filistin topraklarında yaptığı katliamlarla, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yapılan askeri operasyonlarla ve Afrika’nın bazı bölgelerindeki sıcak çatışmalarla sürüyor.

Oysa savaşlar doğa için, işçiler, emekçiler, yoksullar, gençler, kadınlar ve çocuklar için asla iyi bir şey değil, özellikle de çocuklar için.

Öyle ki İsrail’in Gazze’deki saldırıları yaklaşık 16,000 çocuğun ölümüne ve 34,000'inin yaralanmasına neden olurken, 21,000'i kayıp ve 17,000'i yetim kaldı. (1)

Çocuklar öldürülmesin

Nâzım Hikmet’in Sadako Sasaki adına yazdığı ve Hiroşima'da atom bombasıyla yedi yaşındayken öldürülen bir kız çocuğunun on yıl sonraki barışa çağrısını anlatan ve savaş karşıtı bir mesaj olarak büyük başarı kazanmış olan “Kız Çocuğu” adlı şiirinde dediği gibi:

“Kapıları çalan benim, kapıları birer birer

Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler

Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar

Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar

Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu

Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu

Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok

Şeker bile yiyemez ki kâğıt gibi yanan çocuk

Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver

Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.”

Ve Kelly Denton-Borhaug’un çocuklarla ilgili şu çağrısına kulak verelim: 

Lütfen hiçbir yerde çocukları kaçırmayın, sakat bırakmayın, aç bırakmayın ya da su, elektrik veya sağlık hizmetlerinden mahrum bırakmayın. Çocukları ebeveynlerinden ayırmayın, boğmayın, bombalamayın, tecavüz etmeyin, yakmayın, hapsetmeyin, vurmayın, enkaza gömmeyin, canlı kalkan olarak kullanmayın ya da öldürmeyin. Lütfen bu tür dehşetleri haklı gösterecek yollar bulmayın. Bunun yerine, onların gözlerinin içine bakın ve çocuklar için alternatif bir yol açın. Bu yıkıcı anda bu gezegende insan olarak kalacaksak, başka çaremiz yok.”  (2)

Dip notlar:

(1)  https://www.aa.com.tr/en/middle-east/-suffering-horrifically-10-months-of-israel-s-war-on-children-in-gaza (11 July 2024).

(2)  https://www.truthdig.com/articles/the-dehumanizing-nature-of-war (9 November 2023).