31 Mayıs 2017 Çarşamba

İNGİLİZ İŞÇİ PARTİSİ’NİN ‘SEÇİM BİLDİRGESİ’NDEN ÖĞRENMEK

İNGİLİZ İŞÇİ PARTİSİ’NİN ‘SEÇİM BİLDİRGESİ’NDEN ÖĞRENMEK
Mustafa Durmuş
31 Mayıs 2017
8 Haziran’da İngiltere’de genel seçimler yapılacak. Geçen yıl çok küçük bir farkla kabul edilen Brexit’in ardından bu seçimlerin sonuçları hem ülke, hem Avrupa Birliği, hem de Dünya siyaseti açısından önemli olacak. Zira Brexit ile birlikte iktidardaki Muhafazakâr Parti kan kaybetmiş, hatta bölünmenin eşiğine gelmişti. Bu seçimlerde üçüncü parti konumundaki Liberal Demokratlar’ın etkisiz kalması bekleniyor.
Buna karşılık Jeremy Corbyn’in liderliği altında ciddi bir biçimde atağa geçen İşçi Partisi’nin yıldızının parladığı görülüyor. Bu biraz da Parti’nin yeni vizyonu ile ilgili bir durum zira kitlelere giderek daha çok umut veriyor.
Seçim Bildirgesi
Corbyn, Partisi’nin iktidar vizyonunu, 16 Mayıs’ta düzenlediği bir basın toplantısı sırasında, 128 sayfalık, oldukça kapsamlı olarak hazırlanmış bir seçim bildirgesi aracılığıyla sundu (1).
Bu bildirgede, özellikle de vergileme ile ilgili yer alan öneriler ve bunun beraberindeki kamusal hizmet taahhütleri oldukça cesur, bir o kadar da bazı kesimler için rahatsızlık verici nitelikte.
Bu bağlamda, bu bildirgenin analizi, sadece metropol ülkelerde sağda ve solda yer alan siyasal partilerin programları arasındaki farkı görmek açısından değil, aynı zamanda, örneğin bizdeki iktidar partisinin ya da kendini “sosyal demokrat” olarak nitelendiren ana muhalefet partisinin bu konudaki yetersizliklerini anlayabilmek açısından da son derece önemli.
Vergiler temel araç
Vergileme ile başlayalım. İşçi Partisi gelirler ve kurum kârları üzerinden alınan vergileri artırarak ve yeni bir finansal işlem vergisi konularak yaklaşık 62 milyar dolarlık (49 milyar pound) bir ek vergi geliri sağlamayı hedefliyor.
Bu gelirlerle de kabaca eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlere daha fazla kaynak ayırmak istiyor. Örneğin, son dönemlerde özelleştirmelerle tahribata uğratılan 'Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) tekrar etkin bir kamusal sağlık sistemi haline dönüştürülmesi için 37 milyar pound ayrılacak, üniversite harçları bütünüyle kaldırılacak ve yeni yatırımların fonlanmasına aracılık yapacak 250 milyar poundluk bir kaynağa sahip olacak bir Ulusal Yatırım Bankası kurulacak.
Sermayenin vergileri artırılıyor
Yıllık 80,000 poundun üzerinde gelir elde edenlerin vergi oranı yüzde 40’tan yüzde 45’e ve 123,000 poundun üzerinde olanların vergisi yüzde 50’ye çıkartılırken, şirket yöneticilerine yılda 330,000 pounddan fazla ücret ödeyen kurumlardan ilave yüzde 2,5 oranında vergi alınacak. Ayrıca kurumlar vergisi oranı (büyük şirketlerde halen yüzde 26) üçte bir oranında artırılacak.
En az bunlar kadar önemli bir yeni vergi, “Robin Hood Vergisi” olarak da tanımlanan finansal işlemler vergisi hayata geçirilecek. Türev araçlar ve tahvillerin her alım satımında binde 2 oranında tahsil edilecek olan bu vergiden tek başına 4,7 milyar poundluk bir vergi alınması hedefleniyor (bu arada bizde borsa kazançlarının yüzde 0, hazine bonosu ve tahvillerinin yüzde 0 - yüzde 10, mevduat faizlerinin yüzde 10-15 oranında ve bir asgari ücretliden daha düşük oranda vergilendirildiğini hatırlayalım).
Kamulaştırmaya geri dönüş
Seçim bildirgesinde yer alanlar vergilerle sınırlı değil. Kendinden önceki iki neo liberal lider olan Blair ve Cameron’un özelleştirmeci, ticarileştirmeci görüşlerinin tersine, Corbyn bildirgede demiryolları, içme suyu ve atık su, enerji gibi bir süre önce özelleştirilmiş bulunan kamu hizmetlerinin tekrar kamulaştırılacağı sözünü veriyor.
Ayrıca emekli maaşlarının her yıl düzenli olarak (en az enflasyon oranında ya da yüzde 2,5) artırılması ve emekçilerin ödeyebileceği fiyatlardan yılda en az 100,000 yeni konut yapılması sözü de veriliyor.
Savaş karşıtlığı ve "İki Devletli Çözüm"
Bildirge Orta Doğu için de son derece cesur taahhütlerde bulunuyor. Daha önceki İşçi Partisi liderleri ABD emperyalizmi ve İngiliz devleti ile birlikte hareket ederek Irak, Libya ve Afganistan’a askeri müdahaleyi, S. Arabistan’ın Yemen’ e saldırısını yani savaşları desteklemişken, Corbyn altındaki İşçi Partisi bu müdahaleleri reddediyor, NATO ile ilişkileri sorguluyor.
Dahası Filistin için iki devletli bir çözümü öneriyor. İsrail’in Filistin topraklarını işgaline, sürdürdüğü blokaja, hukuksuz yerleşimlere ve İsrail devlet terörüne karşı çıkıyor. Bir Filistin devletinin kurulması halinde onu hemen kabul edeceğini açıklıyor.
İktisadi etkinlik ve bölüşümsel adalet için sermaye vergilemesi
Tekrar vergilere dönersek. Corbyn’in önerilerinin hem iktisadi olarak, hem de bölüşümsel adalet açısından haklı bir zemini var, ancak özellikle de Trump ile birlikte ABD başta olmak üzere tüm metropol ülkelerde zenginlerin gelir vergisi ve kurumlar vergisi oranlarının indirilmesinin bir trende dönüştüğü (Türkiye’de de koşullar uygun hale geldiğinde bu indirimler sürdürülecektir) bu öneri nasıl savunulabilir, nasıl hayata geçirilebilir?
Öncelikle, zenginlerin vergilerini düşük tutmanın ekonomiyi büyüttüğünün ya da yüksek tutmanın ekonomik büyümeyi yavaşlattığının bilimsel kanıtları yok. Bunlar sadece ana akım iktisat-maliye anlayışının soyut modellerden yola çıkarak kabul etmemizi istedikleri çıkarımlar.
Bunun nedeni kuşkusuz modellerin defolu olması kadar, ekonomik büyümeyi etkileyen vergileme dışında çok sayıda başka faktörün söz konusu olması. Yani vergi indirimleri, deyim yerindeyse, “gümüş mermi” değiller (örnek olarak ABD’de Clinton döneminde sermaye vergileri daha yüksek, buna karşılık Bush döneminde daha düşüktü, ama ilkinde ekonomik büyüme hızı diğerinden yüzde 1,1 puan daha yüksek gerçekleşti).
Yani “mucizevi” Laffer Eğrisi, iddia edilenin aksine, ampirik çalışmalarla doğrulanmıyor. Çünkü örneğin yüksek gelirliler emek arz ederken vergi oranlarına kayıtsız kalıyor, buna karşılık düşük gelirliler iş bulma kaygısı yaşadıklarından bütünüyle duyarsın hale geliyorlar.
Kârı ve diğer sermaye kazançlarını daha düşük oranda vergilendirmek reel tasarruf ve yatırımlardan ziyade spekülatif yatırım biçimlerini özendiriyor. Ayrıca zenginlere sağlanan vergi indirimleri girişimciliği teşvik etmiyor, zira bu kesimler devletin bu güvencesi altında kendilerini daha az risk altında hissediyorlar. Teşvikle büyümek onlar için bir büyüme kültürü halini alıyor.
Daha az vergi daha çok dış kredi, daha çok kamu zararı
Vergi indirimleri aynı zamanda bütçe açığını artırıyor, bu faiz oranlarını yükseltiyor, kamusal tasarrufları azaltıyor ve bunun sonucunda da yeni kamusal yatırımlar yapılamaz oluyor.
Bunun kaçınılmaz sonucu eğitim, sağlık ve zorunlu alt yapı gibi verimli kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi oluyor. Ya da bu yatırımlar asıl olarak büyük sermaye gruplarına, inşaat şirketlerine ve bankalara yarayan kamu-özel ortaklığı modeliyle yapılıyor. Bu model ise Hazine garantileri ve koşullu yükümlülükler biçiminde özel sektörün risklerini ve zararını kamunun sırtına yüklüyor.
Düşük kurumlar vergisinden asıl bankalar yararlanıyor
Böylece ekonomik büyüme açısından kurumlar vergisi ya da zenginlerin gelir vergisini düşürmek değil, yükseltmek gerekiyor. Ayrıca düşük kurumlar vergisi oranları verimliliğe ters, zira bundan gerçekte üretimde bulunan firmalardan ziyade bankalar yararlanıyor. Yani işleyiş biçimi olarak reel sektör için gerçek anlamda bir teşvik değil.
Oysa kurumlar vergisi oranı artırılırken reel üretimde yatırım indirimi yüzde 100’e çıkartıldığında bankalar gereksiz yere teşvik edilmezken, reel üretim kat be kat teşvik edilmiş olacaktır. Ayrıca gelir adaletsizliğinin giderek arttığı bir ekonomide kurumlar vergisi oranının yükseltilmesi kadar gerekli bir şey olamaz (bu konuda iki farklı oran uygulamasına gidilerek küçük işletmeler korunabilir). Bu düzenleme istihdamı, ekonomik büyümeyi, verimliliği ve ücretleri artırır. Tüm bunlar da vergi gelirlerini artırır.
Böylece Corbyn’in sunduğu seçim bildirgesi, vergilemeyi sihirli bir araç olarak sunma hatasına düşmeksizin, sırasıyla vergiden kaçınmayı, vergi gelirlerini artırmayı, gelir bölüşümü adaletsizliğini azaltmayı, yatırımları teşvik etmeyi ve ekonomik büyümeyi sağlamayı hedefleyen bir bütüncül vergi reformu önerisi içeriyor.
Bu anlamda vergi gelirlerimizin giderek düştüğü, 2011’den bu yana dördüncü kez çıkardığımız vergi afları ile sermayeden vergi toplamaktan neredeyse vazgeçtiğimiz, artan özellikle de güvenlik ve seçim vb harcamalarıyla bütçe açığının son bir yılda iki katından fazla arttığı, finansman modeli olarak ağırlıklı olarak iç ve dış borçlanmaya yüklendiğimiz ve bunun yüksek faiz, Hazine garantileri nedeniyle kamuya risk oluşturduğu bir dönemde bu önerilerden öğreneceğimiz çok şey var.
Çıkartılan vergi afları vb düzenlemelerle bir yere varamayacağımızı, bunların sorunu sadece ertelemek olduğunu, bunların vergi bilincini zayıflattığını ve vergi gelirlerini daha da düşüreceğini kabul ederek işe başlayabiliriz.
Yukarıdaki bildirgede sunulan perspektiften hareketle ilave olarak şunları talep etmeliyiz:
Özellikle de kentsel dönüşüm, arsa rantı biçimindeki ekonomik rantı vergilendiren bir rant vergisi hayata geçirilmeli, üst gelir gruplarının vergi oranları dik artan oranlı bir biçimde yükseltilmeli, servet vergisi konulmalı, kurumlar vergisi oranı küçük firmaları koruyacak bir biçimde ikili düzenlenmeli ve büyük şirketlerin oranı yükseltilmeli, üretici kuruluş- finansçı ayırımı yapılmalı, sermayeye sunulan muafiyet, istisna ve vergi matrahından indirilebilecek giderler ciddi olarak azaltılmalı, vergi idaresinin ve mükelleflerinin vergi gayreti arttırılmalı, asgari ücretten gelir vergisi alınmamalı, halkın üzerindeki KDV, ÖTV gibi adaletsiz vergiler ciddi olarak düşürülmeli ve son olarak toplanan bu vergilerle yapılan tüm kamu harcamaları etkin bir biçimde denetlenmeli, hesap verilebilir hale getirilmelidir.



Formun Üstü

28 Mayıs 2017 Pazar

YENİ UMACILAR: ROBOTLAR


YENİ UMACILAR: ROBOTLAR

Mustafa Durmuş

28 Mayıs 2017

Son yıllarda, “robotların üretimde artan kullanımı”, “dijital sanayi devrimi” ya da “Dördüncü Dijital Sanayi Devrimi” gibi tanımların giderek artan bir sıklıkla kullanıldığına tanık oluyoruz. Nitekim iktidar partisinin son kongresinde de Dördüncü. Sanayi Devrimi vurgusu yapıldı.

Meseleye soldan bakan bir kısım yazarlar, yani meseleye bu gelişmelerin işçi sınıfının geleceği üzerindeki olası etkileri açısından bakanlar,  bu yeni durumun karşımıza yeni bir işçi sınıfı çıkartacağını, bu nedenle de örgütlenme ve mücadele yöntemlerinin buna göre gözden geçirilmesi gerektiğini ileri sürüyorlar.

Zira bu kesimlere göre de robotlar ve Dördüncü Sanayi Devrimi yeni işler, meslekler yaratırken, bazılarını da ortadan kaldıracak, böylece buna paralel bir biçimde işçi sınıfı hem nicelik hem de niteliksel olarak güç kaybına uğrayacak.

Örneğin bir Oxford Üniversitesi çalışmasına göre önümüzdeki 20 yıl içinde ABD’de işçi istihdamının yüzde 47’si ve Avrupa’da yüzde 54’ü makinalar tarafından devralınacak.  Ya da bir başka öngörüye göre metropol ekonomilerde önümüzdeki 5 yıl içinde, artan robot kullanımı nedeniyle, 7 milyonun üzerinde işçi işsiz kalırken, sadece 2 milyon yeni istihdam yaratılabilecek.

Dünyada robotların üretimde kullanıldıkları ve sayılarının giderek arttığı da bir gerçek. Ancak bu durum gerçekten kapitalizmin özellikle de kâr çıkarımı, artı değer sömürüsü, sermaye-servet birikimi ve işçi sınıfının devrimci rolü gibi konularda 1850’lerden bu yana ortaya atılmış olan görüşleri ortadan kaldırabilecek bir niteliğe sahip mi?

Kâr - Toplumsal İhtiyaç Paradoksu

Geçen yüzyılın en çarpıcı gelişmesi olan artan otomasyon ve bu yüzyıla doğru artan robot kullanımı ve dijital devrim olarak nitelenen gelişmeler, olsa olsa kapitalizmin, kâr çıkarımı ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması arasındaki çelişkisinin ya da paradoksunun daha da derinleştireceği anlamına gelebilir.

Bu nedenle de, örneğin kapitalizmin sadece aşırılıklarına karşı çıkan bir ekonomist olan Keynes’in, bir zamanlar öngördüğünün aksine, artık kapitalizmin işçilerin geçinilebilir ücretle, haftada sadece bir-iki gün çalışabilecekleri, yani “rahat bir yaşam” sürebilecekleri bir topluma dönüşmesinin bütünüyle hayal haline geldiğini ileri sürmek daha gerçekçi olur.

İşsizliğe yeni bahane

Ancak bugünün ana akım burjuva iktisatçılarının ve aynı ideolojiyi benimsemiş olan politikacıların derdi başka. Onlar, örneğin robot kullanımındaki bu artışı, kapitalizmi işsizlik yarattığı biçimindeki suçlamalar karşısında aklamak için kullanıyorlar. Zira onlara göre küresel çaptaki işsizlik sistemin kendinin yarattığı bir sorun değil, robot kullanımındaki artışın kaçınılmaz bir sonucu ortaya çıkan bir sorundur.

Bir başka anlatımla bu kesimler için işsizliğin nedenlerini, insanların tembel olması, gereğinden faza gelire sahip olmaları, küreselleşme, ekonomik krizler ya da mültecilerin varlığı ile açıklamak yeterli olmuyor, zira işsiz kitleleri yeterince ikna edemiyorlar. Yeni bir umacı bulmak gerekiyor. Bu noktada robotlar imdada yetişmiş gözüküyor.

Diğer yandan, veriler onların savlarını çürütüyor. Öyle ki robot kullanımının en hızlı biçimde gerçekleştiği metropollerden biri olan ABD’de, 2010 yılından bu yana robot kullanımı hızla artmış olmasına rağmen, işsizlik oranı yüzde 10’lardan yüzde 5’in altına kadar geriledi. Yani iki olgu arasında bir korelasyondan söz edebilmek zor.

Robotu sömürmek mümkün mü?

Ayrıca, teorik olarak robotların, insanların (dolayısıyla da emek gücünün) yerini kısmen almalarının mümkün olabileceği ileri sürülebilse de, çok büyük çapta bir yer değiştirme olanaklı gözükmüyor.

Zira tarihteki ilk “ücretli emek sömürüsüne dayalı sistem” olarak tanımlanan kapitalizm, eğer robotlar emeğin yerini alırsa, robotları mı sömürecektir?  Robotlardan artı değer yaratılması, onlardan artı değer elde edilebilmesi mümkün müdür? Ya da sermaye robotları sömürerek mi büyüyecektir?

Bu soruların yanıtı ‘hayır’ olmak durumundadır. Çünkü kapitalizmde değeri sadece emek yaratır ve sermayenin büyüme kaynağı olan artı değer sadece kapitalizme özgü bir şeydir. Sermayenin kendi değer yaratmaz.  Yani robotlar mal ve hizmet üretebilirler.  Ama bunlar kâr ya da artı değer biçiminde bir değer üretmezler. Böyle olunca da sermaye yoğunlaşması nedeniyle robotlar devreye bütünüyle girmeden önce birikim durmuş olur. Böyle bir çelişkili durum kapitalist üretim tarzı altında çözümlenemez.

Bu bağlamda kapitalizm altında asla, insanların haftada sadece bir –iki gün çalışabilecekleri, buna karşılık yeterli ücret elde edebilecekleri ya da tüketim malları fiyatlarının artan robotlaşma ve verimlilik artışı nedeniyle düşeceği için insanların daha ucuza geçimlerini sağlayabilecekleri bir  “rahat toplumu” ya da robot toplumu kurulamaz.  Ekonomik krizler ve sosyal patlamalar bunlardan çok daha önce devreye girer.

Robotlar üzerinden “bir kaşık suda fırtına koparmanın” nedenleri var elbette. Bunlardan en önemlisi işçi sınıfının kendisi için bir sınıf olduğunun bilincine varmasında en önemli etken olan ve yüz elli yılı aşkın bir süredir geçerliliğini sürdüren Marksist emek-değer teorisine ve tüm insanlığın ve gezegenin kurtuluşunun, ancak uluslararası işçi sınıfının kurtuluşu ve öncülüğü ile sağlanabileceğine olan inancın hala çok güçlü bir biçimde varlığıdır.  



24 Mayıs 2017 Çarşamba

“BAŞKASININ TAŞIYLA BAŞKASININ KUŞUNU VURMAK”: İŞTE BÜTÜN MARİFET BURADA!


“ELİN TAŞIYLA ELİN KUŞUNU VURMAK”: İŞTE BÜTÜN MARİFET BURADA!

Mustafa Durmuş

24 Mayıs 2017

IIF’nin 19 Mayıs 2017 tarihli ‘araştırma notu’ (1) yazımıza tam olarak yukarıdaki başlığı koymamızda esin kaynağı oldu.

Hükümet 2017 yılının hemen başlarında liranın dolar karşısında en fazla değer kaybeden ulusal para olduğu gerçeği karşında, bu gidişi durdurabilmek,  ekonominin daha da kötüleşmesini ve yaklaşan referandum için riskli politik sonuçlar doğmasını önleyebilmek için ekonomide birçok önlem almıştı.

Maliye politikası: Tarihin en kapsamlısı…

Bunların büyük bir kısmı maliye politikası alanında oldu ve belki de tarihimizde görülmemiş ölçüde ve hızla, 2011 yılından bu yana üç kez olmak üzere, vergi ve sigorta prim afları gerçekleştirildi, öyle ki 2016’daki son düzenleme ile sermaye geliri elde edenlerden 80 milyar liralık vergi alacağından vazgeçildi.

Bu alınmayan vergilerin, SGK primlerinin ve gümrük gibi alanlardan alacakların aslının (anapara) 160 milyar lira, (bu toplamın 91 milyar lirası vergi alacaklarından, 68 milyar lirası ise SGK alacaklarından oluşuyor) ve 150 milyar liralık kısmının, bu alacakların ceza ve gecikme faizlerinden oluştuğunu ve bunun bir devlet alacağı olarak ortada durduğunu, dün Hakan Özyıldız bloğunda yazdı, paylaştı (2).

Ayrıca bu yılın başından itibaren Kredi Garanti Fonu’nun plasman imkanı 250 milyar liraya kadar çıkartılarak, kredi genişlemesi yaratıldı. Ama bundan asıl fayda sağlayanların kredi pazarını genişleten bankalar olduğu anlaşıldı. Zira bankalar aracılığıyla şu ana kadar bu fondan (Hazine garantili olmak üzere) 160 milyar liralık kredi kullanıldığı biliniyor.

Para politikası: Sessiz ve derinden…

Oysa para politikası alanında olanları, hem bu işlemlerin teknik olarak daha zor anlaşılır olmasından, hem de bu konuların medyaya taşınmamasından dolayı yeterince bilemiyoruz. Ama bildiğimiz iki şey var,  artık siyaset kurumunun Merkez Bankası üzerindeki hâkimiyeti daha da arttı ve Merkez Bankası artık bütünüyle finans kapitalin yörüngesinde hareket ediyor.


Kârlı bir takas

Öyle ki 18 Ocak tarihinden itibaren Merkez Bankası, adına “döviz / lira takası” denilen bir operasyona hız verdi.  Bu operasyon ile bankaların Merkez Bankası’ndan 1 hafta vadeli olmak üzere günlük 1,25 milyar dolara kadar, doları ihale ile satın almaları, bunun karşılığında Merkez Bankası’na lira satmaları imkânı getirildi. Buradaki önemli nokta bankaların dövizi sadece yüzde 1 faiz ile satın alırken,  Merkez Bankası’na lirayı yüzde 12.25’ten satmaları. Yani 1’e 12.25 oranında bir takas…

Siyasal iktidarın bunu liranın dolar karşısında daha fazla değer kaybetmesini ve bunun neden olacağı ekonomik ve politik sonuçları önlemek için yaptığına kuşku yok. 
Ancak bu işlem bankalar açısından çok kârlı sonuçlar doğuruyor. Bankalar deyim yerindeyse havadan para kazanıyorlar. Zira bu takas işleminde piyasalarda adına ‘arbitraj spreadı’ denilen getiri oldukça yüksek. Çünkü 1 haftalık offshore lira faizi yüzde 11.25 ve LIBOR  (dolar faizi) yüzde 0,96. Bu da ciddi bir arbitraj kazancı yaratıyor.

Şöyle ki Türk Bankaları ‘offshore’dan daha düşük faiz oranından lira satın alıyorlar ve bunu Merkez Bankası ile yaptıkları takas işlemlerinde kullanıyorlar. Bu nedenle de son dönem takas ihalelerinde (özellikle de 27 Nisan’da Merkez Bankası lira faiz oranını yüzde 12,25’e çıkartıp, dolar faizini yüzde 1’de tutmaya devam ettiğinde) bir patlama yaşanmış.

Oysa bankaların yeterince yastık olarak kullanabilecekleri likit dövizleri var ve döviz cinsinden borçlarını çevirme oranları da yüzde 85 dolayında. Yani bankalar döviz sorunu yaşamıyorlar. Dolayısıyla da bu operasyonlar onlara büyük kazançlar sağlıyor.  Bu da bankaların keyfinin yerinde olduğuna işaret ediyor.

Model aynı: Yola devam…

Bu durum tıpkı, daha önce sadece ekilebilir bir arazi iken ve buradaki ekinden sağlanan geliri sabit iken, büyük bir arazinin imarlı arsa haline getirilerek ve bunun üzerinde 20-30 katlı kuleler yapılmasına izin verilmesinin bu arsayı ucuza kapatan inşaat firmalarına sağladığı büyük çaptaki ranta benziyor.

Ekonomi maalesef artık hızlıca buna dönüşüyor. Durgunluk derinleştikçe, buna gerçek çözümler üretilmedikçe, finansallaşmaya hız veriliyor. Bu da finans kapitalin giderek daha fazla olmak üzere ekonomi politikalarına damgasını vurmasıyla sonuçlanıyor.  
Böyle kırılgan, spekülatif ve sürdürülemez üretim yapısı altında liranın döviz karşısında istikrarını sağlayabilmek ise finans kapitale daha fazla kâr sağlayan takas operasyonlarıyla, ya da serbest bir piyasa ekonomisinde hiç yeri olmaması gereken vergisel teşviklerle sermaye gruplarına aktarılan kaynaklarla mümkün olabiliyor.
Bu ağır faturayı ise daha fazla işsizliğe, daha fazla enflasyona, daha fazla hayat pahalılığına, daha fazla ekonomik ve politik krizlere maruz kalarak bizler,  en geniş emekçi yığınlar ödemek zorunda kalıyoruz.

……….
(1) IIF (Institute of International Finance), Turkey Research Note Swap Auctions Reduced Offshore Volatility, 19 May 2017.
(2) hakanozyildiz.com /2017/05/sistemin-baz-parcalarnn-bakmadegisime.html.


16 Mayıs 2017 Salı

‘BANKA SENEDİ’: HANGİ İHTİYAÇTAN KAYNAKLANIYOR VE DOĞRU BİR ÇÖZÜM MÜ?



‘BANKA SENEDİ’: HANGİ İHTİYAÇTAN KAYNAKLANIYOR VE DOĞRU BİR ÇÖZÜM MÜ?
Mustafa Durmuş
16 Mayıs 2017
Geçen hafta Bloomberg’e yaptığı açıklamalarda Başbakan Yardımcısı N. Canikli, bankalara bilançolarındaki kredi varlıkları üzerinden menkul kıymetleştirme yapılabilme imkânı tanınacağını ve bu menkul değerlerin T. Varlık Fonu tarafından satın alınabileceğini söylemişti.
Canikli iki gün önce de Bankalar Birliği genel kurulunda bir konuşma yaptı ve bu konuşmasında, özel sektöre yapılmakta olan köprü, hava limanı, tünel, otoyol gibi alt yapı projeleri için bankalar tarafından verilmiş olan büyük çaptaki kredilerin yine bu bankalar tarafından çıkartılacak olan ‘banka senedi’ aracılığıyla menkul kıymetleştirilebileceğinin ve bu kâğıtların da (bu kez) T.C. Merkez Bankası tarafından satın alınacağının müjdesini verdi.
Menkul kıymetleştirme furyası
Yani bir tür varlığa dayalı menkul kıymet çıkarma furyası başlatılacak ve milyarlarca liralık menkul kıymet Merkez Bankası’nca satın alınarak bu projeler finanse edilmiş olacak.
Görünen o ki son kertede Merkez Bankası, finans sermayenin “son çare olarak başvurduğu bir kurtarıcı olma” rolünü ilk kez bu kadar büyük bir riski göğüsleyerek oynayacak. Zira sözü edilen yatırımlara ilişkin kredilerin tutarı onlarca milyar doları buluyor. 
Bunun dışında böyle bir sürecin ülkede dolarizasyonu hızlandırması ve döviz kurunu yukarı doğru hareketlenmesi de kaçınılmaz olacak.
Finansal balon şişirme ihtiyacı
Böyle bir “denenmiş ve zararı başta ABD’de olmak üzere küresel çapta görülmüş olan finansallaşmaya Türkiye’de siyasal iktidar hangi ihtiyaçtan yöneldi” sorusunu sormak bu noktada önemli oluyor? Böylece ihtiyacı ve şiddetini anlayabilirsek meseleyi de tam olarak kavrayabiliriz.
Hükumeti ve diğer karar alıcıları bu yola iten esas ihtiyaç özellikle de 2016 yılından bu yana ekonominin kendi iç dinamikleriyle ya da dökme su anlamına gelen yabancı kaynaklarla büyütülmesinin sonuna gelinmiş olunması nedeniyle bu durumdan çıkma ihtiyacı.
Şiddetinin ölçüsü ise bu ciddi ekonomik durgunluk halinin ABD ve Avrupa gibi Merkez ülkelerde ve birçok yükselen ekonomide işlerin göreli olarak iyiye gittiği bir dönemde gerçekleşiyor olması.
Bu ekonomik durgunluk ya da kriz durumunu aşabilmek için sistemin egemenleri finansal balonlar şişirmekten başka çare görmüyorlar. Yani artık sistem her seferinde yeni finansal balonlar şişirilerek ilerleyebiliyor. ABD bunu 1999’da borsa ve 2002’den itibaren mortgage balonları biçiminde denemişti. Balonlar patlayınca 2001 ve 2008 krizleri yaşandı. Küresel kapitalizm içinden hala çıkılamayan çok uzun süreli bir krizin içine girdi.
Bu durum kalbe giden damarları büyük ölçüde tıkanmış olan bir hastanın tıkalı damarlarını ‘balon’ ile açmak biçiminde bir geçici rahatlama sağlayan tedavi uygulamaya benziyor. Bunun en büyük riski ise bu işlemin pıhtı atılması ve bu pıhtının beyin gibi zaruri bir organa yerleşmesi sonucunda hastanın kaybedilmesi.

Çözümden ziyade sorun öteleme yolu
OHAL uygulamalarının sürmesi ve referandumdan rejim değişikliği onayı ile çıkılmış olması gibi gelişmeler bu yolu politik olarak da mümkün kılıyor. Yani bu tür yasa değişikliklerini ve uygulamayı yeni bir KHK ile hayata geçirmek son derece kolay.
Finans sermayesinin dayattığı bu politikalar bankaların ve bir bütün olarak finans sisteminin kârlılığını artırmanın dışında ekonomik krize bir çözüm olur mu? Buna ‘Evet’ diyebilmek çok güç. Nitekim konu üzerine yazan iktisatçılardan Ü. Akçay bu yolu “gelecek üzerine oynanan kumar”, U. Gürses ise “nedenlere tedavi yerine sonuçlara pansuman” olarak niteliyor.
Doğru çözüm için doğru tespit gerekiyor!
Çözümümüzü anlatabilmek için tespitimizden başlayalım. Bunun için de biraz geriden, bu noktaya nasıl geldiğimizden, başlayalım. 
İnşaatı devam eden, başlatılması bekleyen onlarca milyar dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat projesi var. Hükumet bu projeleri 10 yılı aşkın bir süredir ve giderek daha da büyüterek sürdürüyor.
Projeler büyük ölçüde Kamu-Özel-Ortaklığı (KÖO) üretim ve finansman modeli ile yürütülüyor. Bu modelde Hükumet örneğin arsa gibi tahsisleri bedava yaparken, projelerin finansmanı büyük ölçüde, yerli ve yabancı sermaye gruplarının oluşturduğu konsorsiyumların büyük bankalardan (ve yerli kamu bankalarından) ve yatırım fonlarından sağladıkları dış kredilerden sağlanıyor.
Bu krediler için Hükumet, bir yandan Ziraat Bankası ya da Halk Bank gibi kamu bankalarının verdikleri kredilere garanti vererek dolaylı olarak destek sağlarken, diğer yandan hizmet satın alımı ve yolcu, hasta garantileri gibi mekanizmalarla yapımcı-işletmeci firmanın olası zararını üstleniyor. Böylece Hazine dilinde ‘koşullu yükümlülükler’ adı altında bir mekanizma ile zarar kamuca devralınıyor.
Ayrıca bu model hem örgütlenme tarzı, hem de finansman temini yöntemi açılarından geleneksel kamu ihale yöntemlerine göre hem daha pahalı, hem de daha az denetlenebilir nitelikte. Ayrıca bu projelerin toplumsal fayda ve zararlarını ortaya koymaya yeterli sosyal-maliyet fayda analizleri de yapılmış değil.
Gerçek toplumsal ihtiyaç mı?
Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Bu çapta büyük alt yapı- üst yapı proje yatırımlarına gerçekten ihtiyaç var mıydı? Bu projeler, toplumsal gelişmenin ya da ekonomik gelişmenin, büyümenin dayattığı ihtiyaçlar mıydı?
Büyüyen, gelişen bir kapitalist ekonomide üretim ve kârın realizasyonu için böyle alt yapıya ihtiyaç duyulması (özellikle de alt yapı hızlı bir biçimde aşınıyorsa, eskiyorsa) kaçınılmazdır. 
Ancak mevcut projelerin bu çaptaki büyüklüğünü, ne hızlı büyüyen bir ekonominin ortaya çıkardığı ihtiyaçlarla, ne de aşırı bir aşınma ya da yıpranma, eskime olgusu ile açıklayabilmek mümkün değil.
Öncelikle bir kıyaslama yapmak gerekirse, 17 trilyonluk ABD ekonomisinde Trump’ın hayata geçirmek istediği alt yapı projelerinin toplam tutarı 1 trilyon dolar civarında, yani milli gelirin on yedide biri iken, bizde 350 milyar dolar, yani neredeyse milli gelirin yarısına denk düşen bir alt yapı harcamasından söz ediyoruz.
Ayrıca ABD bir ekonomik toparlanma sürecine girmişken, bizde 2013 yılından bu yana ekonomik büyümede sert bir düşüş yaşanıyor. Yani ne üretim ya da ticaretin durumu, ne de halkın gelir durumu bu çapta bir alt yapı-üst yapı inşaat projesini gerektirmiyor, tersine bu durum daha ziyade bir kaynak israfını çağrıştırıyor.
Talep finans-inşaat kompleksinden geliyor
Bu projelerin yerli ve yabancı müteahhit firmalara, bankalara (büyük kısmı dış kredilerle yapılıyor) ve diğer sermaye kesimlerine sağladığı büyük çaptaki kazançlar dikkate alındığında, bu talebin asıl olarak bu kesimlerden geldiği söylenebilir. Dönemin baskın neo liberal ekonomi- politik ruhunun buna uygun düşmesi de bu çaptaki projelerin hayata geçirilebilmesini mümkün kılıyor.
Bir başka anlatımla, bu projelerin asıl kazandırdığı kesimlerin sırasıyla; büyük çapta kredi pazarlayan uluslararası finans sermaye çevreleri, bunların aracılığını yapan yerli bankalar, yerli ve yabancı inşaat şirketleri (son dönemin gözdelerinden Limak’ın sahibi N. Özdemir’in bu konuda söyledikleri son derece önemli) ve son olarak çok büyük görsellik etkisine sahip böyle projelerle seçmen üzerinde yarattığı algı ile onun politik desteğini sürekli kılabilen siyasal iktidar olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Böylece daha önceki bir yazımızda vurguladığımız siyasal iktidar bloku ile başta finans-inşaat sermayesi olmak üzere büyük sermaye arasındaki simbiyotik ilişki bağları giderek güçleniyor. Bu bağların geleceğe damgasını vurmasını ve sınıflar arasındaki ilişkinin ve yeni rejimin üst yapısının da buna göre şekillenmesini bekleyebiliriz.
Yerel halka sorulmuyor
Diğer taraftan bu projeler ne Türkiye toplumuna, ne de yapıldığı bölgelerdeki bölge halkına sorulmadan, onların görüşlerine başvurulmadan hayata geçiriliyor. Örneğin illerin ya da bölgelerin gerçek ihtiyaçlarının büyük köprüler, oto yollar, hava limanları, HES’ler, TOKİ konutları ya da yeni cezaevleri olup olmadığı yerel halka sorulmuyor.
Oysa ekonominin ve toplumun gerçek ihtiyaçlarının neler olduğunun ortaya çıkarılabilmesi için bu sorular, bu projelerin sonuçlarından öncelikli olarak etkilenecek olan yerellere sorulmalıydı.
Yani yerli ve yabancı inşaat şirketlerinin, bankaların kâr beklentilerinden değil, toplumun ve yerellerin gerçek ihtiyaçlarından yola çıkılarak bu projelerin neler olacağı, nasıl örgütlenebileceği ve finansman modellerinin ne olabileceği belirlenmeliydi. Bu yapılsaydı ölçek küçültülür, maliyetler düşürülür ve emek üzerindeki (iş kazaları) ve çevre üzerindeki etkiler hesaba katılabilirdi.
Proje finansmanında çıkmaz iki sokak
Gelinen nokta itibariyle siyasal iktidar, büyüme modeli olarak finansallaşma yolunu seçmiş bulunuyor. Yani hem T. Varlık Fonu’nun riskleri üstlenerek projeler için dış borçlanmaya başvurmasını amaçlıyor (örneğin Çay Kur’un satışı), hem de yazının başlangıcında anlattığımız ve aslında bir menkul kıymetleştirme olan ‘banka senedi’ modeli ile T.C. Merkez Bankası’nın elini taşın altına sokuyor (kuşkusuz eli asıl taşın altında olan bu Fon ya da Banka değil, Türkiye’nin emekçi sınıfları olacaktır).
Ne yapmalı?
Yapılacak olanların başında, hali hazırda başlatılmamış olanlar da dâhil olmak üzere, sürmekte olan projelerin ciddi bir toplumsal denetime açılarak, hem ticari hem de toplumsal fayda ve maliyetlerinin yeniden gözden geçirilmesi ve özellikle de çok büyük ekolojik felaketlere neden olabileceklerin ve büyük çapta dış kredi temerrüt riski taşıyanların iptal edilmesi geliyor.
İkinci olarak, Merkez Bankası böyle bir menkul kıymetleştirme için araçsallaştırılmamalıdır. Zira böyle bir uygulama sadece maliyeti çok yüksek olan bu projelere kredi veren bankalara ve büyük inşaat şirketlerine yarayacaktır.
Gerçek bir yatırım bankası kurulmalı
Üçüncü olarak, hangi projelerin seçileceğine ve gerçekleştirileceğine, öncelikle söz konusu yerelin ve tüm toplumun ihtiyaçları gözetilerek aşağıdan yukarıya doğru karar verilmeli ve bu doğrultuda bir örgütlenme biçimi olarak toplumsal denetime açık bir yatırım bankası (ulusal ya da bölgesel düzeyde) kurulmalıdır.
Proje tahvillerini Merkez Bankası satın almalı
Bölgesel düzeyde, örneğin, yerel yönetimlerin, işçi sendikalarının, üretici ve tüketici kooperatiflerinin, kısacası halkın kendi örgütlerinin etkin bir şekilde temsil edilerek karar verme mekanizmasında yer alabildiği böyle bir yatırım bankasının en geniş uzlaşı ile hazırlayacağı projeler için banka tarafından tahvil çıkartılabilir ve bu tahvilleri Merkez Bankası’nın satın alması ve böylece projeler için para yaratması zorunlu kılınabilir. Böylece Merkez Bankası’nın, bir avuç bankanın ya da inşaat şirketinin çıkarlarını değil, toplumun bütününün çıkarlarını gözetmesi sağlanmış olur.
Sermaye / servet vergisi konulmalı
Bir diğer yol olarak, böyle bir finansman yeni bir servet ya da sermaye vergisinden oluşturulacak kamusal tasarruflarla karşılanabilir. Ya da hibrid (karma) bir biçimde hem tahvil hem de vergilemeye başvurulabilir. Vergi tahsil / tahakkuk oranının KDV gibi ilk sırada yer alan bir vergide bile yüzde 25’e kadar gerilediği bir ortamda, bu projelerden asıl yarar sağlayanlardan alınacak sermaye vergilerinden daha adil ve etkin olanı yok. Kaldı ki böyle bir vergileme bu grupların bu tür projelerin dayatmalarını da caydıracaktır.
Yerinden demokrasi
Böyle bir ekonomik modelin hayata geçirilebilmesi için buna uygun bir siyasal üst yapının kurulmasının gerekli olduğu açıktır.
Böyle bir üst yapı modeli, gücün, iktidarın tepede ya da merkezde yoğunlaştığı otokratik bir devlet yapılanması olamaz. Zira böyle bir yapılanma büyük sermayenin alınacak kararlar üzerinde etkilerini çok daha güçlendiren bir mekanizma olacaktır.
Önerilen, tepenin sadece demokratik bir koordinasyonla sınırlı kaldığı, gücün asıl olarak demokratik bir biçimde tabana dağıtıldığı, yayıldığı, böylece ekonomik kaynak tahsisi başta olmak üzere kararların aşağıdan yukarıya doğru alındığı, gerçek bir doğrudan demokrasi modelidir.


14 Mayıs 2017 Pazar

BÜYÜK SERMAYENİN AĞZI KULAKLARINA VARIYOR



BÜYÜK SERMAYENİN AĞZI KULAKLARINA VARIYOR
Mustafa Durmuş
14 Mayıs 2017
Bankalardan başlayalım. 
Her ne kadar 2,9 trilyon liralık aktif büyüklüğüyle ancak bir Amerikalı Apple firması kadar ya da bir Alman bankası olan Deutsche Bank’ın yarısı kadar olabilse de, Türk bankacılık sektörünün bu yılın ilk üç ayındaki kârı adeta patlamış.
Bankacılık Denetleme Kurulu’ nun (BDDK) verilerine göre, sektör ilk üç ayda geçen yılın aynı dönemine göre net kârını yüzde 65 oranında artırmış ve toplamda kârlar 13,5 milyar liraya yükselmiş.
Sektörün kredi tutarı 1,8 trilyon lira, menkul değerleri ise 366 milyar lira. Hazırlığı tamamlanmakta olan yeni yasa ile bankalar bu kredilerinin üzerinden sınırsız bir biçimde varlığa dayalı menkul kıymet çıkartıp satabilecekler, yeni ve bol likidite imkânına sahip olabilecekler.
Ne diyebiliriz ki ? Allah bir kez daha “yürü ya kulum” demiş! Finans sermayeye verilen destek sürecek. Çünkü büyüme için finansal balonların şişirilmesi gerekiyor. Ancak bunun da “yerli bir finansal krizin tohumlarını ekmek” anlamına geldiğini daha önceki bir yazımızda anlatmıştık.
Sanayi-Ticaret Grupları
Bankacılık sektörünün önemli bankalarından Yapı Kredi ve Koç Bank’ın sahibi Koç Grubunun bu yılın ilk üç ayındaki kârı 1,1 milyar liraya ve Akbank’ın sahibi Sabancı’nın kârı 669 milyar liraya yükselmiş. Yani sadece bankaların değil, büyük sanayi, hizmetler ve ticaret sermayesinin de kârları iyi durumda.
Ancak bu kârların hepsinin son tahlilde kaynağının üretim, dolayısıyla da işçilerin yaratmış olduğu artık değer sömürüsü olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Yani kâr emek sömürüsünden kaynaklanıyor ve bu kâr sermayenin tüm dalları arasında bölüştürülüyor. Dolayısıyla işçilerin yarattığı toplam artık değer; toplam kar, rant ve faize dönüşüyor. Bunların her birine denk düşen sermaye dalları ya da sektörleri var. Her birinin payının ne olacağına piyasalardaki ilişkiler, arz-talep, rekabet, sektörlerin göreli güçlerinin farklılığı kadar devletin hangi sermaye gruplarını ya da sektörleri daha fazla kayırdığı gibi konular belirliyor.
Emeğin durumu
Diğer taraftan bu yılın Ocak ayında resmi işsizlik oranı yüzde 13 olarak açıklandı. Yani resmi olarak 4 milyon işsizimiz var. Gençlerde ise bu oran yüzde 25, yani neredeyse iki katı civarında. Ancak bu oranların gerçek işsizliği tam olarak yansıtmadığını, gerçek işsizliğin yüzde 17’lerde olduğunu DİSK raporları ortaya koyuyor. OHAL'den bu yana işsiz bırakılan kamu emekçileri ise intiharlarla ya da açlık grevleri gibi eylemlerle kendilerini hatırlatmaya çalışıyorlar.
Enflasyon ise Nisan ayında yüzde 11,9 olarak açıklandı. Yani gerçekte hayat pahalılığı gerçeğini gizlese de, artık çift haneli bir enflasyonumuz var. Bu kadar bol kredi ve gevşek mali politikalarla enflasyonu dizginleyebilmek çok zor. Diğer yandan enflasyon hem en çok yoksulu vuruyor, hem de kötü olan gelir dağılımını daha da kötüleştiriyor. Yani yoksullaştırma ve mülksüzleştirme enflasyonist politikalar aracılığıyla da gerçekleşiyor.
Açlık, yoksulluk, zenginlik
TÜRK-İŞ Nisan ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırını 1,515 lira, yoksulluk sınırını ise 4,945 lira olarak açıkladı. Asgari ücret ise sadece net 1,404 lira ve kayıtlı ve kayıt dışı olmak üzere yaklaşık 8-10 milyon işçi asgari ücretle çalışıyor. Yani işleri olduğu için şanslı sayılan işçi sınıfının yoksulluk oranı yüzde 60’ın üzerinde. İşinizin olması yoksulluktan kurtulmanıza yetmiyor.
Yoksulluk ve zenginlik ise bir madalyonun iki yüzü gibi. Yani hep aynı anda varlar. Birileri başka birilerini yoksullaştırarak zenginleşebiliyor. Nitekim 2016 ortası itibariyle kişi başı medyan (ortanca) servet sadece 4,339 dolar (Avrupa ortalamasının üçte birinden biraz fazla). Yani 54 milyon yetişkinin yarısından fazlasının birikmiş serveti (her türden) 4,000 doların biraz üzerinde.
Bu rakam 2007 yılı sonunda 9,700 doların üzerinde imiş. Yani AKP iktidarlarının ikinci döneminden itibaren servet giderek belli ellerde toplanırken, çoğunluğun payı azalmaya başlamış.
Buna karşılık Dünyanın en büyük 250 inşaat firmasından 42’sinin Türkiyeli olması ve 1 milyar doların üzerinde serveti olan 30’u aşkın zenginimizin bulunması ne demek istediğimizi daha iyi anlatıyor olmalı.
Kuşkusuz böyle bir eşitsiz, adaletsiz servet bölüşümü sonucunda Servet Gini Katsayısı 0.832 gibi rekor bir düzeye çıkıyor. Böylece aslında Türkiye’de servet gelire göre en az iki kat daha adaletsiz dağılıyor.
Kişi başı borç tutarı 2003 yılından bu yana da yine dolar cinsinden 470 dolardan 6,089 dolara fırlamış. Yani kişi başı servet iki kata yakın, buna karşılık kişi başı borç 12 kat artmış.
Milyonlarca yoksul hane
TÜİK’e göre, haneler içinde en yoksul yüzde 60’ı oluşturan hanelere giren yıllık gelir, hane başına sadece 8,868 lira. Bir başka deyimle bu aileler aylık 739 lira (asgari ücretin yarısı kadar bir gelirle) ile yaşamak zorundalar. Üstelik Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ya da İç Anadolu Bölgesi’nin bazı kesimlerinde hanelerin bir kısmı bu 700 liranın biraz üzerindeki geliri dahi sağlayamıyorlar. Urfa ve Diyarbakır’da ise Gini Katsayısı 0,420’yi buluyor.
Kapanan şirketler
Bu arada başta küçük ve orta ölçekli şirketler olmak üzere kapanan şirket sayısında rekor bir artış gözleniyor. Türkiye Odaları ve Borsaları Birliği’ne (TOBB) göre) 2016 yılının Kasım ayında, kapanan şirket sayısı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 48 artarak 1073'e çıktı. Bu dönemde kurulan şirket sayısı ise sadece yüzde 1,28 artış gösterdi.
Kıssadan hisse;
Son dokuz aydır izlenen ekonomi politikaları asıl olarak başta bankalar ve büyük sanayi grupları olmak üzere büyük sermayeye yaramış gibi görünüyor. Küçük üretici, köylü, esnaf ve işletmeler affedilen vergi ceza ve faizleri ve ertelenen vergi ve SGK primleri ve bir kısım KGF kredileri ile durumu idare etmişler. Ancak giderek piyasalardan siliniyorlar, yerlerini daha büyüklere bırakıyorlar.
Büyük olasılıkla ilk çeyrekte ekonomideki büyüme oranı 2016’ya göre yüksek çıkacak. Bunun temel nedeni yukarıda sözünü ettiğimiz banka ve sanayi kârlarındaki artış. Yani bir iki sektör yüksek kâr ettiğinde ekonomik büyüme hızı da artıyor.
Diğer yandan birilerinin durumunun daha da iyileşmesi, bankaların kârlarını patlatmaları, toplumun tümünün durumunun iyileşmesi anlamına gelmiyor.
Tam tersine genelde bireyler için tikel olarak elde edilen en iyi sonuçlar üretebilen bir durum toplum için çok kötü bir biçimde neticeleniyor. Az sayıda banka ya da büyük holding ya da büyük inşaat şirketi kârlarını yükseltirken, toplumun geri kalanı yoksullaşıyor.
Yani bundan yaklaşık 250 yıl önce, burjuva iktisadının kurucusu olan A. Smith’in, bencilliği bir erdeme dönüştüren sözü doğru çıkmıyor, herkes çıkarını maksimize ettiğinde toplumun çıkarı maksimize olmuyor.
“Gemisini kurtaran kaptan”, “her koyun kendi bacağından asılır”, benden sonrası tufan” sözleriyle bizlere onlarca yıldır dayatılan bireycilik kültürü hem emeğin hem de ekolojinin tahribatıyla, yoksullaşma ve sadece ekonomik değil, sosyal ve politik olarak da geleceğimizin ciddi risk altına sokulmasıyla sonuçlanıyor.


11 Mayıs 2017 Perşembe

BORSA, BANKA KÂRLARI, KÜLÇE ALTIN, SIRADA NE VAR?

BORSA, BANKA KÂRLARI, KÜLÇE ALTIN, SIRADA NE VAR?

Mustafa Durmuş

10 Mayıs 2017

Son haftalarda borsada ortaya çıkan yükselişi  ve bankaların  bu yılın ilk çeyreğinde karlarını yüzde 65 oranında artırmış olmasını ekonominin canlanmasının bir göstergesi olarak yorumlayanlar TÜİK’in dünkü bültenini nasıl yorumlayacaklar acaba?

Zira TÜİK’in dün yayımladığı ‘Finansal Yatırım Araçlarının Reel Getiri Oranları, Nisan 2017’ Bülteni son derece önemli sonuçlar içeriyor.

Bu bültene göre, hem aylık (Nisan), hem de yıllık olarak finansal araçlar arasında en yüksek getiriyi sağlayan araç külçe altın olmuş. Zira ÜFE-TÜFE indirgemesiyle aylıkta ortalama yüzde 1,63 ve yıllıkta yüzde 15,5 getiri sağlamış.

Yani külçe altına yatırım yapanlar, bunun ticaretini yapanlar en yüksek getiriyi sağlamışlar (külçe altından her hangi bir KDV ve ÖTV alınmadığını, borsa gelirlerinden de her hangi bir vergi alınmadığını, yani buralardan sağlanan kazancın vergi biçiminde devlet ile paylaşılmadığını hatırlatalım).

Aylık bazda diğer finansal araçların reel getirileri külçe altının çok gerisinde kalıyor. Borsa İstanbul’un (BİST 100) ve Hazine bonosu ve tahvillerinin getirisi (DİBS) sadece binde 5’lerde kalırken; mevduat faizi reel getirisi eksi binde (-) 1-2 olmuş. Dövizde bu kayıp çok daha fazla. DİBS’in altı aylık getirisi ise eksi yüzde (-) 8’in üzerinde gerçekleşmiş.

Kısaca finansal araçlar arasında, külçe altın dışında gerçek anlamda reel getiri sağlayan bir araç olmamış. Bu da siyasal iktidarın özel tasarruf hacmini artırabilmek için bel bağladığı finans sektörünün, bu işlevi ne kadar yerine getirebileceğine ilişkin önemli soru işaretlerinin varlığı anlamına geliyor.

Yatırım- Tasarruf Açığı

Bu verileri daha makro düzeyde, yatırım-tasarruf açığı bağlamında, irdelemek daha doğru olur. Zira kapitalist bir ekonomide ekonomik büyümeyi emek gücü verimliliğini artırarak ve daha fazla yatırım yaparak sürdürülebilir kılmak mümkün olabiliyor.

İlki açısından, Türkiye ekonomisinde durum pek parlak değil. OECD’ye göre (1), verimlilik artışı 2001- 2007 arasında yıllık yüzde 6 olurken, 2009-2014 döneminde yıllık yüzde 1’e geriledi. Yani verimliğin milli hâsıla büyümesine olan katkısı 2002-2007 döneminde yüzde 1,9 puan iken, bu 2010-2011’de yüzde - 0,1 puana ve 2012-2015’te yüzde - 1,0 puana kadar geriledi (2).

İkincisinde, daha fazla yatırım ise daha fazla tasarruf gerektiriyor. Oysa Türkiye’nin iç tasarruf oranı (milli hâsıla içindeki payı cinsinden ) eski hesaplamaya göre yüzde 13, yenisine göre yüzde 23 civarında. Fiilen yapılan yatırım oranı ise bunun yüzde 7-8 puan üzerinde. Bu açık kaçınılmaz olarak yabancı sermaye girişi ile kapatılıyor ama bu durum da kronik bir cari açığa neden oluyor, ülkenin dışa bağımlılığı artarak sürüyor.

Bir alternatif olarak kamusal tasarruflara yönelmek mümkün. Yani hükümet vergi ödeme gücü yüksek kesim ve sektörlerden daha fazla vergi alıp, daha az cari harcama, güvenlik harcaması yapabilir, böylece net bir kamusal tasarruf sağlayabilir ve yatırımları fonlamada bu tasarrufları kullanabilir. Ancak, özellikle son dönemde sermayeye verilen yüksek vergi teşvikleri ve neredeyse üçe katlanan bütçe açıklarına bakıldığında Hükümetin bu yolu iç düşünmediği ortaya çıkıyor.

Özel Tasarrufların Teşviki

Geriye yerli özel tasarruflara yüklenmek kalıyor. Bunun için de BES uygulaması zorunlu hale getiriliyor ama bu da bir çıkış sağlamıyor. Zira hem sistemden çıkışlar arttı, hem de IMF’nin Türkiye raporuna göre (3) bu tür bireysel emeklilik sigortası uygulamaları ile tasarruf hacmi en fazla yüzde 2 puan artırılabiliyor.

Böylece, söylem farklı olsa da, uygulamada finansal piyasaların teşvik edilmesinden başka çare kalmıyor. Bu araçlardan ve yabancıların da yoğun ilgi gösterdikleri DİBS’in yeterli reel getiri sağlamadığı, hatta yüksek enflasyon yüzünden negatif bir getiri ile sonuçlandığını TÜİK bülteninin verilerinden anlıyoruz. Borsanın ise işlem hacmi-kapasitesi düşük, kote olmuş şirket sayısı az ve bir ‘Herif’in operasyonları ile dalgalanabilecek bir manipülatifliğe sahip olduğu dikkate alındığında, uzun vadede özel tasarrufları çekecek ve bunu da beklendiği gibi potansiyel yatırımcı, girişimci ile buluşturabilecek niteliğe sahip olmadığı açık (BİST’in değeri 174 milyar dolar olarak açıklandı . Bu haliyle Apple’nin değerinin sadece dörtte birinden azına sahip).

Banka mevduatları ise hem yetersiz, hem de yüksek enflasyon oranı nedeniyle pozitif bir reel getiri sağlayamıyor. Böylece dövize yönelimin caydırılması çabalarıyla da birlikte, gerçek anlamda ne kadar tasarruf olduğu tartışmalı külçe altın ya da rant getirisi yüksek olan arsa ve arazi yatırımları gibi ‘ölü yatırımlar’a yönelim artıyor.

Yüksek Faiz- Düşük Vergi İkilemi

Finansal araçların getirisi iki yoldan artırılabiliyor. İlk yol devletin vergi biçiminde aldığı payı azaltması. Ancak uygulamaya bakıldığında finansal kazançlardan neredeyse hiç gelir vergisi alınmadığı ortaya çıkıyor. Öyle ki borsa kazançlarının vergisi sıfır, DİBS gelirlerinden sadece yüzde 10 stopaj, mevduat faizi gelirlerinden ise vadeye ve mevduatın lira ve döviz cinsinden olmasına bağlı olarak sadece yüzde 10-15 arasında bir stopaj yapılıyor.

Yani paradan para kazananlar, alın teri ile, emeği ile hayatını kazanmaya çalışan işçilerin ödedikleri minimum vergi olan yüzde 15’in dahi altında vergi ödüyorlar. Dolayısıyla da bu finansal araç sahiplerinin vergileri daha ne kadar azaltılabilir? Bu olursa ne kadar adil olur?

Geriye faiz oranlarının yükseltilmesi kalıyor. Hükumet aslında bunu bir süredir ‘geç likidite penceresi faizi uygulaması’ ile yapıyor. Ancak reel faiz getirisinin artması, özel tasarruf hacminin artmasını garantilemiyor. Yani mikro düzeyde, birey düzeyinde faiz getirisinin artması onun daha da zenginleşmesine neden olurken, makro düzeyde bu daha fazla tasarruf ile sonuçlanmıyor. Oysa ülkenin ihtiyacı zenginin daha fazla zengin yapılması değil, tasarruf hacminin artırılması. Bunun için tasarrufların faize olan esnekliğinin / duyarlılığının yüksek olması gerekiyor. Bunun Türkiye’de bir belirtisi yok. Yani yüksek faiz, düşük vergi sadece rantiyenin daha fazla zenginleşmesiyle sonuçlanıyor.

Kaldı ki yüksek faiz- düşük vergi özel tasarrufları artırdığında kaçınılmaz olarak bu kesimlerden daha az vergi alınmasıyla sonuçlandığından, net kamusal tasarruflar, yanı toplam tasarruflar azalıyor. Yani ‘kaş yaparken göz çıkartılıyor’.

Özcesi TÜİK’ in finansal araçlara ilişkin bülteni, ekonomi politikalarının giderek daha da fazla finans sermayesinin hegemonyası altına girerek faiz oranlarının yükseltileceğinin, bu sektörden alınan vergilerin daha da azaltılacağının, sektörün bir önceki yazımızda anlattığımız gibi sınırsız menkul kıymetleştirme ve ucuz kamusal mevduatları kullanma gibi yollarla daha da teşvik edileceğinin işaretlerini veriyor. Bunun sonucu ise bedeli ağır olan yapay ama sürdürülebilir olmayan bir canlanma, ekonomik büyüme buna karşılık artan işsizlik ve yoksulluktur.
………
(1) OECD, “Compendium of Productivity Indicators 2016”, 2017, s. 45.
(2) Morgan Stanley, “A Big Gurantee and a Little Concern, Turkey: Update”, 13 December 2016:

(3) IMF, “Country Report: Turkey: 16/ 105”, 8 March 2016.