Dünya
Bankası ile yapılan kredi anlaşmasının ekonomi politiği ve jeopolitiği
Mustafa
Durmuş
15
Nisan 2024
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dünya Bankası
(WB) ile Türkiye arasında 2024-2028 yılları arasını kapsayan bir dönem için
geçerli olmak üzere, 18 milyar dolarlık ek finansman anlaşması imzalandığını
duyurdu. Bu anlaşma ile birlikte Dünya Bankası’nın Türkiye’ye sağlayacağı
toplam kredi miktarı 35 milyar dolara yükselmiş oldu. (1) Bakan ayrıca bu hafta
içinde ABD’de Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkililerine Türkiye’de uygulanan
ekonomi politikaları ile ilgili bir de sunum yapacak.
Yeniden
Bretton Woods İkizlerinin kapısına mı gidiyoruz?
Bu noktada, öncelikle, sözde “IMF’ye borç veren ülke”
konumundan, nasıl oldu da hem Uluslararası Para Fonu’ndan hem de Dünya
Bankası’ndan (Bretton Woods İkizleri) yeni kredi alabilmek için çabalayan bir
ülke olduk” sorusunun yanıtlanması gerekiyor.
Ayrıca, ana akım iktisat ideolojisinden kopamayan bazı
yerli ekonomistler, yeterli olmasa da uzun vadeli kaynak girişi anlamında, Dünya
Bankası kredilerindeki bu son gelişmeyi olumlu buluyor.
Biraz daha eleştirel bakan iktisatçılarsa, “Dünya Bankası
kredilerinin hangi projelere yöneleceği”, “bu kredilerin ülkenin içinde bulunduğu
ödemeler dengesi krizini aşmaya yardımcı olup olmayacağı” soruları üzerinde yoğunlaşıyorlar.
Ana akım medya ve sosyal medyada ise konu sadece bu sınırlar içinde ele alınıyor.
Ödemeler
dengesi krizi ve dış borç krizi bir arada
Kuşkusuz ki bu sorular çok önemli. Zira ülke ekonomisi
ciddi bir ödemeler dengesi (ve dış borç) krizi riski ile karşı karşıya. 2023
yılı sonu itibarıyla 500 milyar doları olan dış borç stoku, döviz cinsinden iç
borçlar ve KKM dâhil dövizli borçlarla birlikte toplamı 633 milyar doları buluyor.
Vadesine 1 yıl kalmış özel sektör kısa vadeli dış borçları ve Hazine ve Merkez
Bankası’nın kısa vadeli dış borçlarıyla birlikte bir yıl içinde ülkenin
çevirmesi gereken borç miktarı 226 milyar doları buluyor. Merkez Bankası’nın
net döviz rezervlerinin eksi 65 milyar dolar civarında olması durumu daha da kötüleştiriyor.
(2) Yani mesele sadece bir döviz krizi ile sınırlı değil, dış borç geri ödeme
krizi de (temerrüt) gündeme gelebilir. Yakın tarihte Yunanistan, Sri Lanka ve
Arjantin bu tür bir borç temerrüdüne düştüğünden bu durum Türkiye için de geçerli
olabilir.
İşte bu yüzden de özel finans piyasalarından yeni borç
temin etmekte zorlanan, sıcak para girişleri de yeterli olmayan Türkiye’deki ekonomi
yönetimi, denize düşenin yılana sarılması gibi, Dünya Bankası ve IMF
kredilerine sarılmaya başladı.
Dünya Bankası kredileri projelere yönelik
Ancak 18 milyar dolarlık yeni Dünya Bankası kredi
anlaşması ödemeler dengesi sorunlarını çözmeye yönelik bir anlaşma değil zira
bu krediler, işin kuralı gereği, sadece adı önceden konulmuş olan özel ve
kamusal projeler için kullanılabiliyor. Bu yüzden de Hazine ya da Merkez
Bankası, bu kredileri kısa vadeli ödemeler dengesi ihtiyaçlarını karşılamak
için kullanamaz. Diğer tür kredileri IMF veriyor ki bu konuda bir süredir IMF
ile görüşmelerin yapıldığı tahmin ediliyor.
Kısaca, bu süreç böyle giderse bu yıl içinde IMF ile
de büyük çapta bir kredi anlaşması (stand by) yapılması kaçınılmaz olabilir
zira artan turizm gelirleri dışında ülkeye dönük ciddi bir döviz girişi yok. Yıllık
50 milyar dolar civarındaki turizm döviz geliri ise ancak cari açığın
kapatılmasına yardımcı olabilir.
Diğer yandan bu iki kuruluştan sağlanacak krediler,
verilecek siyasal tavizlerin dışında, ülkenin borç stokunu ve borç yükünü daha
da artıracağı için hem kalkınma çabalarını geriletecek hem de ülke halklarının
daha fazla yoksullaşmasıyla, temel bazı kamusal hizmetlerin budanmasıyla (kemer
sıkma) ve halkın üzerindeki vergi yükünün artmasıyla sonuçlanacaktır.
Bu yüzden de, Dünya Bankası’nın (ve IMF’nin) kredilerinin
ekonomi politik ve jeopolitik açılardan ele alınması ve Dünya Bankası ile yapılan
son kredi anlaşmasının bu açılardan da analiz edilmesi gerekiyor.
Kredilerin
ekonomi politik ve jeopolitik analizi
Dünya Bankası’nın genel merkezinde şu slogan
yazılıdır: “Yoksulluğun olmadığı bir dünya düşümüz var.” IMF’nin misyonu ise “kısa
vadeli ekonomik istikrarsızlığı gidermek” olarak tanımlanır. Yani ilki kalkınma
sorununu (yanlış bir biçimde) yoksulluk sorununa indirgeyerek yoksullukla
mücadeleyi, diğeri ise üye ülkelerin kısa vadeli ekonomik ve finansal
istikrarsızlıklarla mücadelesine destek olmayı üstlenmiş durumdalar.
Misyonları yukarıdaki gibi açıklansa da, gerçekte bu
iki örgüt, kuruluş yılı olan 1944 yılından bu yana, Güneyin azgelişmiş
ekonomilerini emperyalist kapitalist sisteme bağlı tutmak ve Kuzeyin merkez
ekonomilerinin sıklıkla içine düştüğü aşırı birikim (ve kâr oranlarının düşmesi
biçimindeki) krizlerinin aşılması için çalıştı.
Bu nedenle de bu iki kuruluşun ortaya çıkışlarını,
buna neden olan somut maddi ihtiyaçlar üzerinden (yani tarihsel maddeci bir
bakış açısı ile) ele almak ve bu kuruluşlarla olan ilişkiyi teknik bir kredi alış
verişi ilişkisinin ötesinde değerlendirmek gerekiyor.
Aşırı
birikim ve kârlılık krizi
Kapitalizmin, özellikle de 1970’lerin ortalarından
itibaren içine girdiği stagnasyon (uzun süreli durgunluk) nedeniyle, yeni değer
yaratmakta ve kârlar üretmekte zorlandığı biliniyor.
Öyle ki, ulusal pazarlar doyduğunda, ekolojik tahribat
sınırlarına ulaştığında ve böylece kaynaklar azaldığında ve sınıf karşıtlıkları
büyük sınıf çatışmalarına dönüşmeye başladığında (reel ücret artışı talepleri,
grevler gibi) sermayenin büyük kârlar elde etmesi zorlaşmaya başladı.
Bu durum bazı Marksist yazarlarca “aşırı birikim krizi”
olarak adlandırlıyor. Böyle bir kriz ortaya çıktığında sermaye değer yitirmeye
başlıyor, kârlı sermaye birikim süreci tıkanıyor. Bu da aşırı sermayenin bir
şekilde azaltılmasını ve daha kârlı yatırımlara yönlendirilmesini gerekli
kılıyor ki buna iktisat literatüründe “Sermayenin Demir Yasası” da deniliyor.
Aşırı
birikim ve düşük kârlılık sorunu nasıl çözülüyor?
Kapitalizmin tarihi bize aşırı birikimin neden olduğu
sorunların kabaca şu yollarla çözüldüğünü gösteriyor:
(i)
Devletin geçici düzenlemeleri: Yatırımlar,
alt yapı, eğitim, ar-ge gibi sermayenin gelecekteki verimliliğini yükseltecek alanlara
yönlendirilir (örneğin New Deal). Bu yol geçmişte iyi işledi ama servetin
yeniden bölüşümünü gerektirdiğinden ve sermayenin getirisi gecikmeyle sağlandığından
(daha uzun vadeli) günümüzde sermayedarlar arasında pek popüler değil.
Günümüzde sermayedarlar sadece çok değil, aynı zamanda en hızlı biçimde kâr
elde etme, buna karşılık maliyetleri kamuya yıkma peşindeler.
(ii) Petrol
fiyatları küresel olarak düşürülür ya da göçmen emeğinin kullanılmasına izin
verilerek üretim maliyetleri azaltılır. Keza kadınlar işgücüne daha fazla dâhil
edilir.
(iii) Emek ve meslek örgütleri ve işçi sendikaları
zayıflatılır. Özelleştirmelerle yeni kârlı faaliyet alanları açılır (eğitim ve
sağlıkta olduğu gibi).
(iv)
Finansallaşma: Tüketici ya da uzun vadeli konut kredileri gibi sermayenin
yöneleceği yeni kârlı alanlar açılır ya da kitleler kredi kartlarıyla
borçlandırılmaya ve daha fazla tüketmeye teşvik edilirler.
(v) Mekânsal
düzeltmeler: Daha sağlam bir yol ise (içerdeki emek örgütlerinin gücünü azaltacak
bir biçimde) yurt dışında yeni yatırım ve üretim mekânları oluşturmak, yeni
tüketim pazarları, yeni kredi pazarları ve ucuz ve örgütsüz işgücü bulmak gibi mekânsal
düzeltme yoludur. (3)
Uluslararası kredilerin geriye dönüşlerinin garantörleri
İşte bu yolların (asıl olarak da bu mekânsal
düzeltmenin) temel araçları tarihsel olarak, Dünya Bankası, Uluslararası Para
Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası örgütler oldu. Böylece merkez
ekonomiler 1970’lerin uzun süreli durgunluğundan biraz da bu örgütlerin faaliyetleriyle
çıkabildiler. Çünkü özellikle de ilk iki örgüt, bol kredilerin garantili geri
ödemeler ve yüksek faiz oranlarından çevre ülkelere satılmasına (bir kısmı da
iyi koşullu kredi ya da uluslararası yardım yardım adı altında) yardımcı oldu.
Keza Dünya Bankası ve IMF, azgelişmiş ülkelerdeki ucuz
ve örgütsüz emeği sömürebilmek için küresel çapta sanayi kaydırmalarını ve buna
izin veren serbestleştirme ve Yapısal Uyarlama Politikalarını hayata geçirdi.
Bunun sonucunda örneğin ABD dış yatırımları 10 trilyon dolardan fazla arttı ve 1990
yılında bu yatırımlardan sağlanan kâr içerde elde edilen kârın yüzde 80’ine
ulaştı. Kısaca 1975-1990 döneminde ABD’li şirketlerin kârlılığı iki kattan
fazla arttı (yüzde 5’ten yüzde 11’e çıktı). Keza Dünya Bankası ve IMF’nin
desteklediği özelleştirmeler de kârlılığı artırdı. Öyle ki 1984-2012 döneminde
sadece Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerde 2 trilyon dolardan fazla özelleştirilme
yapılmasını sağladı. (4)
Soğuk
Savaş dönemi yeni dünya düzeninin iki önemli örgütü
Bir başka anlatımla, emperyalist kapitalist sistemin
ABD hegemonyası altında yeniden şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen
görev; yollar, enerji santralleri, hava limanları gibi alt yapı projeleri için
kredi sağlamaktı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük ölçüde tahrip
edilen Avrupa’nın yeniden inşası kâr oranlarındaki azalmanın da restore
edilmesine yardımcı oldu ve 1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’
adı verilen döneminin yaşanmasını sağladı.
Uluslararası Para Fonu ise, proje kredileri dışında
kalan ve uluslararası finansal piyasalardan, kreditör ülkelerden ya da banker
kuruluşlardan sağlanabilecek olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar
vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere ulus ötesi şirketler ve başta ABD
olmak üzere büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük
politikaları uygulatmakla görevlendirildi. Son dönemlerde ise, özellikle de
1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan uluslararası
piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle baş başa kalan ülkelere kurtarma
paketleri (bail-out) vermeye başladı. (5)
ABD asıl patron!
Kısaca Dünya Bankası ve IMF merkez ekonomilerin iktisadi
güçlüklerinin ve iç çatışmalarının aşılarak azgelişmiş ülkelerin onlar için
yeni emek ve doğa sömürüsü alanları ve sermaye birikimi kaynağı olmalarını
sağlayan politikalarla, ulus ötesi şirketlere ve emperyalizme hizmet etti.
Bu yapılmasaydı iç pazar doygunluğu yüzünden ABD ve AB
çok daha önceden ve çok daha sık krizlere girecekti. Bu nedenle her iki kurum
da ABD devleti ve finans kapitali için son derece önemli. Her iki kurumda asıl
söz sahibi olan da ABD’dir. Bu bağlamda ABD’nin onayı olmadan bu iki kuruluşun
kredi vermesi genel olarak mümkün değil.
“Söz
konusu olan emperyalist sermayenin çıkarlarıysa gerisi teferruattır”
Meselenin bir diğer boyutu da hem Dünya Bankası hem de
IMF’nin kredi verirken, kredi verdiği ülkelerdeki hukukun üstünlüğü, insan
hakları ya da demokrasiden uzaklaşma ve diktatörlüklere yönelme biçimindeki
yönelimlere kulak asmaması, hatta böyle otoriter rejimleri destekliyor
olmalarıdır.
Örneğin Dünya Bankası, son raporunda, hukukun
üstünlüğünün yabancı yatırımcılar açısından çok önemli olduğunu kabul ederken, Türkiye’de
hukukun üstünlüğünün olmadığı gerçeğini inkâr ediyor. (6)
Tüzüğe aykırılık
Tüzüğünün 4’ncü maddesinin 10’ncu fıkrasına aykırı
olarak, Dünya Bankası (ve IMF), iç siyaseti etkilemek amacıyla ulus devletlere
sistematik olarak borç verdiler.
Nitekim bu gerçeği ele alan bir bilimsel çalışmada sunulan
örnekler (7), kredilerin elde edilmesinde büyük kapitalist güçlerin siyasi ve
stratejik çıkarlarının belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Böyle güçlerin
desteğine sahip rejimler, ekonomi politikaları resmi Uluslararası Finans Kurumu’nun
kriterlerine uymasa ya da insan haklarına saygıda başarısız olsalar bile, mali
yardım alabildiler. Öte yandan, emperyalist güçlere karşı duran halktan yana rejimlerse,
bu kurumlar tarafından belirlenen ekonomik kriterlere uymadıkları bahanesiyle, bu
kredilerden mahrum bırakıldılar.
İşin daha da kötüsü, bu iki örgütün bu politikaları, ‘Soğuk
Savaş’ın sona ermesiyle birlikte terk edilmek şöyle dursun, günümüze kadar
devam etti. Bu kurumlar Muhammed Suharto'nun Endonezya’sını 1998’de iktidardan düşene
kadar, Idriss Deby'nin Çad’ını günümüze kadar, Bin Ali'nin Tunus’unu 2011’de
devrilene kadar, Mübarek'in Mısır’ını 2011’de devrilene kadar desteklediler ve
şimdi de General El Sissi’yi destekliyorlar.
12
Eylül askeri diktatörlüğünün destekçisi Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu
Aslında örnekler açısından, çok uzağa gitmeye gerek
yok. Dünya Bankası ve IMF’nin nasıl bir işleve sahip olduklarını anlayabilmek için
Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi sonrasında bu iki kuruluşun ülkeye verdiği
kredilerine bakmak yeterli.
Dünya Bankası'nın Türkiye’ye dönük stratejisi, 1972’de
Filipinler'de F. Marcos ve 1973’te Şili'de A. Pinochet diktatörlüklerine karşı
izlediği stratejiye benziyor. Bu noktada özellikle de jeopolitik nedenler
belirleyici bir faktör zira Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumundaki
Türkiye, Orta Doğu satranç tahtasında önemli bir piyon konumunda. Dolayısıyla
otoriter bir rejime tam destek vererek bu ülkeyi Washington’un çıkarlarına tabi
kılmak gerekiyordu. Dünya Bankası, askeri liderlerle tam bir mutabakat içinde,
ulus ötesi şirketlerin yatırımlarına kapıları sonuna kadar açan ve hem
sendikaları hem de sol-sosyalist partileri ve örgütleri bastıran neo liberal
ekonomi politikaları geliştirdi. Böyle politikalar Türkiye’nin ABD açısından
önemini pekiştirdi.
Dünya Bankası tarihçileri bile bu gerçeği açıkça kabul
ediyor: “Dönemin Dünya Bankası Başkanı ve küresel bir devlet adamı olan McNamara,
Türkiye’nin jeopolitik önemini göremeyecek kadar kör değildi”. İran’da Şah’ın
devrilmesinin ardından ABD düşmanı Molla Humeyni rejiminin kurulması karşısında
Türkiye bir alternatif olarak desteklenmeliydi. Bunun için de ülke ekonomisi ve
siyaseti istikrara kavuşturulmalıydı. Türkiye'deki 12 Eylül askeri darbesinin
ABD’nin ve CIA’nın yardımlarıyla hazırlanmasının ardında yatan faktörlerden
biri de işte bu İran faktörüdür. (8)
Türkiye
prototip olarak kabul edildi
Dünya Bankası yöneticileri 12 Eylül askeri
darbecilerini asla karşısına almadıkları gibi, darbecileri incitmeyen son
derece nazik bir dil de kullandılar:
“Banka, Türk ordusuna iyi niyet atfetmek ve
müdahalelerinden duyduğu hoşnutsuzluğu göstermekten kaçınmak için özel bir çaba
sarf etti. Kurumun, 1980’de ordunun yönetime el koymasının Bankanın kredi verme
niyetini ortadan kaldırmayacağı yönündeki resmi yorumları açık ve netti. Ayrıca
Türkiye’ye uygulanan program kurumun yapısal uyum kredileri serisi için bir
prototip de oluşturdu.” (9)
Bugün çok kutupluluğa doğru bir gidişatın söz konusu
olduğu dünya konjonktüründe, Türkiye, özellikle de Ukrayna’nın Rusya tarafından
işgali sonrasında, NATO ve ABD için Orta Doğu’ya ek olarak, Avrupa bölgesi için
de son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip bir ülke.
Bu bağlamda, Dünya Bankası’nın Türkiye ile yeni bir kredi
anlaşması yaptığı bir sırada İran ve İsrail arasında sıcak çatışmaların
başlaması, tarihsel olarak Türkiye’nin bir kez daha batılı güç odakları
nezdinde Orta Doğu’da önem kazanmasına neden olacak gibi görünüyor.
Bu durum IMF ile yapılacak olası bir standby
anlaşmasının hızlandırılmasıyla sonuçlanacaktır. Bu da kuşkusuz ciddi dış
kaynağa sıkışmış olan ve giderek güç kaybeden AKP-MHP iktidar bloku için “Allah’ın
lütfu” olarak görülebilecek bir gelişme olabilir.
Beş
yılda beş yapısal uyum kredisi
1980’li yıllara tekrar dönersek, askeri cunta 1983
yılında siyasal iktidarı sivillere (sözde) devretti. Anavatan Partisi ilk
seçimde iktidar oldu ve büyük sermayenin olduğu kadar Dünya Bankası’nın da
makbul adamı olan Turgut Özal başbakan oldu. Ardından 1985 yılına kadar ülkeye Dünya
Bankası beş yapısal uyum kredisi verdi. Dünya Bankası bu durumu 1989 yılında
şöyle anlatıyordu: “Türkiye, Banka'nın müşterileri arasında en çarpıcı başarı
öykülerinden birini temsil ediyor”.(10)
12 Eylül askeri darbesinin ardından aslında, OECD
ülkeleri başta olmak üzere, emperyalist kapitalist sistemin tüm tarafları, iki
taraflı kreditörler ülkede başlatılan neo liberal politikalara ciddi boyutlarda
destek verdiler. Öyle ki bu destek dış borçlar konusunda iktidarı
rahatlatırken, ödemeler bilançosu sorunlarını da hafifletti. OECD Yardım
Konsorsiyumu aracılığıyla sağlanan dış borç desteği 1980–1985 döneminde 4,6
milyar dolara ulaştı. Bu, hem büyüklük hem de zamanlama açısından ekonomiyi çok
rahatlatan bir durumdu. IMF-Dünya Bankası destekli imtiyazlı kredi sözleşmeleri
ve benzeri uygulamalarla, en sıkıntılı 1980–1983 döneminde net dış tasarruf
girişi 2 milyar dolar civarında oldu. (11)
Bu krediler karşılığında IMF, standart performans
kriterlerini uygulatırken (faiz oranlarını serbest bırakılması, KİT‘lere verilen
kredilere tavan konulması, yeni dış borç alım sözleşmelerine sınır konulması, özelleştirmeler,
devalüasyon gibi döviz kuru düzenlemeleri). Dünya Bankası ise kamusal
yatırımların rasyonalize edilmesi ve neo liberal dış ticaret politikaları
konusunda çok ısrarcıydı.
Yılda
1 milyar dolara yakın kredi
Kısaca, Dünya Bankası askeri rejimi ve ardından gelen sözde
demokratik rejimi yılda bir milyar dolara yakın kredilerle istikrarlı bir
şekilde destekledi. IMF ise,darbenin birkaç ay öncesinde (Haziran 1980
tarihinde), Türkiye ile yeni bir standby anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşma çok
önemliydi çünkü üç yıllık ve 1,25 milyar SDR‘lik bir kredi sunumunu içeren bu
anlaşma Türkiye‘nin kotasının yüzde 625 aşılması anlamına geliyordu. Aslında
eski kullanımlarla beraber bu kota fiilen yüzde 870 aşılmıştı. Bu durum IMF
tarihinde o ana kadar verilmiş en uygun taahhüttü ve daha önce benzeri
görülmemişti. Öyle ki o dönemde benzer ekonomik sıkıntılar yaşayan diğer
ülkelere bu kolaylıklar sağlanmadı. Nisan 1984‘te ise bu kez bir yıllık bir
anlaşma daha yapıldı.
Kayırılan
yarı askeri yönetim
Böylece, 1980–1985 döneminde askeri
diktatörlük vesayetinde Türkiye‘de hayata geçirilen neo liberal politikalar,
ödemeler bilançosu dengesizliklerini giderecek yönde Dünya Bankası ve IMF başta
olmak üzere uluslararası kuruluşlardan ve kreditörlerden büyük desteklerin
gelmesini sağladı.
Örneğin, Kazgan‘a göre, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasıyla Türkiye‘ye 5 milyar dolar borç ertelemesi ve 9 milyar dolar taze kredi amaçlı olmak üzere büyük miktarda kaynak aktarıldı. Haggard ve Kaufman’a göre, 1978‘den sonra Türkiye‘nin yaklaşık 10 milyar dolarlık dış borcu yeniden yapılandırıldı ve 5,5 milyar dolarlık yeni borç OECD hükümetlerince müzakere edildi (1982’ye kadar ilave 3 milyar dolarlık yardım yapıldı). Bir diğer kaynağa göre, aslında finansal destek adı altında ülkeye olan net sermaye girişleri 1978 yılından itibaren başladı ve 1980’li yıllarda hızlanarak devam etti. 1978–1981 arasında bu tür desteklerin toplamı 12 milyar doları buldu. Bu desteklerde OECD konsorsiyumunun payı yüzde 29, iki taraflı devlet yardımlarının payı yüzde 26 ve başta Dünya Bankası ve IMF olmak üzere çok taraflı kuruluşların payı yüzde 22 oldu. Bunun dışında gizli para girişleri de söz konusuydu. (12)
Sonuç: Dış borç sadece borç değildir!
Dış borçları sadece borç ya da zamanı geldiğinde
faizleriyle birlikte ödenecek bir teknik finansman anlaşması olarak görmek bizi
yanıltır. Maalesef bugünlerde Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşması genelde
bu şekilde ele alınıyor ve kendilerini “muhalif” olarak tanımlayan bazı
ekonomistler bile ekonominin ihtiyaçları çerçevesinde bunu destekliyorlar.
Oysa dış borçların (kredilerin), ister özel banker
kuruluşlar, isterse Dünya Bankası ve IMF tarafından verilsinler, bir tür yeni
sömürgecilik biçimidir. Tarihte Osmanlı’nın son dönemlerindeki Duyun-u Umumiye İdaresi
bunun en somut örneğidir. Yine dış borçlar hem küresel hem de ülkedeki yoksulluğun
nedenlerinden biridir.
Ayrıca az gelişmiş ülkelerin dış borçlarının büyük bir
kısmı diktatörler döneminde ya da Türkiye’de olduğu gibi neo liberal siyasal
İslamcı AKP iktidarları tarafından alınmış borçlardır. Nitekim 2003 yılında dış
borç stokunun 130 milyar dolardan bugün 500 milyar dolara çıkmış olması bunun
bir kanıtıdır. Üstelik bu süreçte onlarca milyar dolar tutarında faiz
ödenmiştir.
Kaldı ki ne 1980’li yıllarda bu borçlar karşılığında
ülkeye dayatılan ekonomi politikaları ülkeyi ekonomik istikrara kavuşturup,
kalkınmasını sağlamış ne de toplumsal refahı yükseltmiştir. Bu nedenle de bugün
Dünya Bankası ve IMF’den sağlanacak kredilerin de ülkedeki oligarşiyi ayakta
tutmak, AKP-MHP iktidar blokuna can suyu olmak ve alacaklı kreditör
kuruluşların alacaklarını garantilemek dışında Türkiye ekonomisine ve toplumuna
her hangi bir faydası olmayacaktır.
Çünkü borçlu azgelişmiş ülkelerin otokratları ülke
halklarını yoksullaştıran dış borçlar kendilerini zenginleştirdiği için,
borçların geri ödenmesine karşı çıkmazlar, hatta bu borçların ortağı gibi işlev
görürler.
Daha bağımsız davranabilen halktan yana hükümetlerse
İran, Guatemala, Kongo ve Şili’de olduğu gibi borçlar inkâr edildiğinde devreye
askeri darbeler girdiğinden, bu borçları
geri ödemeyi reddedemezler. Ayrıca dış
borçların reddedilmesi doğrudan yabancı yatırımlarının ülkeden çıkışı ve
ekonominin krize girmesiyle de sonuçlanabilir.
Keza Dünya Bankası ve IMF ile ilişkileri
emperyalist-kapitalist sistemle olan ilişkilerden bağımsız ilişkilermiş gibi,
yani sadece finansman ihtiyacının karşılanması olarak görmek de çok büyük bir
yanılgıdır.
Zira günümüzdeki emperyalist hegemonya özünde iktisadidir
ve bu dünya piyasalarının ulus ötesi şirketler tarafından ele geçirilmesiyle,
uluslararası finansal kuruluşlarla ve yoğun bir askeri güçle muhafaza ediliyor.
Gerektiğinde emperyalizm, kapitalist piyasaları koruyabilmek için, askeri
olarak da müdahale ediyor. Hızla gelişen teknoloji, büyük ölçekli sanayiler ve
devasa bir finansal gücü barındıran ulus ötesi şirketler ve büyük kapitalist ulus
devletler dünyanın kaderini belirliyor. Kapitalizmin krizlerinden çıkabilmek ve
iktidarlarını ve kârlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik kısımlarını
savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde görüyor.
Emperyalist sermaye bu bağlamda Dünya Bankası, IMF (ve
DTÖ’yü), kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde
hali hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için kullanıyor.
Hem Dünya Bankası hem de IMF sapkın ya da şeytani
kurumlar olmasalar da izledikleri politikalar özerk politikalar değil. Bu
kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere finans kapitalin araçları konumunda.
Politikaları neo liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade
kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve eğilimlere hizmet ediyor.
Kapitalist ulus devletleri, Dünya Bankası ve IMF’yi neo liberal programları
izlemeye zorlayan şey ise emperyalist kapitalist sistem. Bu iki kuruluş emperyalist
kapitalist sistemin bürokratik metaforları konumundalar.
Yani, Dünya Bankası ve IMF’nin, emperyalizmin güçlü
birer enstrümanı olarak yarı ya da yeni sömürge dünyanın ekonomik ve politik
kontrolünün sürdürülmesinde kullanıldığını görmek gerekiyor. Bu bağlamda, örneğin
krediler karşılığında Türkiye’ye dayatılacak olan ‘Yapısal Uyarlama
Politikaları’ emperyalist kapitalist sistemin ülkeyi yönetmede kullandığı
politik bir şantajdır.
Ayrıca bir bütün olarak, bu yapısal uyarlama politikaları
azgelişmiş ülkeleri borç ödeme makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin
bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan kârlar yaratıyor.
Temmuz 2024’te Dünya Bankası ve IMF 80 yaşında olacak.
Bu kuruluşlar, esasta, bunca yıldır azgelişmiş ülkelere finansal yeni sömürgecilik
ve borç geri ödemesi adına kemer sıkma politikalarının dayatıyorlar.
Son olarak, dış borçlar asla etik bir konu değildir. Borç
verenlerin dayattığı ekonomi politikalarının da borç alan ekonomileri ve
ülkeleri kurtardığına tanık olunmamıştır. Aksine Dünya Bankası ve IMF
tarafından sağlanan krediler sadece alıcı ülkelerin borcunu artırıyor. Bu
yüzden de ülke halklarını yoksullaştıran, özellikle de otokratik rejimleri
korumaya ve savaşları desteklemeye dönük olarak alınan dış borçların geri
ödemesi (en azından faizleri) reddedilmelidir.
Dip notlar:
(1) https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/kredi-anlasmasi-mujde-diye-sunuldu-bu-para-nereye-harcanacak
(11 Nisan 2024).
(2)
Hazine
ve Maliye Bakanlığı ve TCMB verileri.
(3) Jason
Hickel, The Divide, A Brief Guide to
Global Inequality and its Solutions,Windmill Books, 2017, s. 167-172.
(4) Agk.
(5) Mustafa
Durmuş, IMF Üzerine Söyleşi – Gelenek, sayı 110 (Mart 2010), s. 63-89.
(6) World
Bank ECA Economic Update Spring 2024, Unleashing the Power of the Private
Sector, ww.worldbank.org (April
2024).
(7) Eric
Toussaint, “World Bank and IMF support to dictatorships”, https://www.cadtm.org/World-Bank-and-IMF-support-to-dictatorships
(6 March 2024) .
(8) Kapur,
Devesh, Lewis, John P., Webb, Richard, The World Bank, Its First Half Century, Volume 1: History, Brookings Institution
Press, 1997.Washington, D.C., not 62, s. 549.
(9) Agk., s. 547.
(10) Agk., s. 550.
(11) Merih
Celasun and Dani Rodrik,Turkey, Developing Country Debt and Economic
Performance, Volume 3: Country Studies - Indonesia, Korea, Philippines, Turkey,
Jeffrey D. Sachsand Susan M. Collins, (der.), University of Chicago Press,
Chicago and London. http://www.nber.org,
1989.
(12) Mustafa
Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, Cilt 6 Sayı 15, 2011/15, s.
128-129.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder