İktidarın
meşruiyet krizi ve ana muhalefetin tutumu
Mustafa
Durmuş
8
Mayıs 2024
Son günlerde siyasetin gündeminde CHP Gn. Bşk. Özel
ile AKP Gn. Bşk. Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında gerçekleştirilen ancak içeriği
kamuoyu ile paylaşılmayan yüz yüze bir görüşme var.
Erdoğan’ın Özel’e iadeyi ziyaret yapması beklenirken
ülkede siyasette bir yumuşama, normalleşme olacağı algısı da medya tarafından
pompalanıyor. Gerçekten öyle mi? Özellikle de son 9 yıldır ülkeyi
kutuplaştırarak, muhalefeti Şeytanlaştırarak yöneten İktidar Bloku acaba neden
uzlaşma ya da normalleşme yolunu seçer?
Kaybedilen yerel yönetim seçimlerinin verdiği mesajı
mı aldılar, yoksa ekonominin daha fazla gerginliği kaldıramaz durumda olması mı
bunda etkili oluyor?
Ya da bu sadece zamana oynamak ve yükseliş içine giren
muhalefetin enerjisini soğurmak, bu arada karşı karşıya kaldığı meşruiyet
krizini aşmak için mi tüm bunlar yapılıyor?
Bu yazının asıl konusu bu son soru. Ancak bu soruyu
yanıtlayabilmek için biraz derine inmek gerekiyor.
Meşruiyet krizi nedir?
31 Mart 2024’ta yapılan yerel seçimler başta Erdoğan’a
ve AKP’ye olmak üzere, İktidar Blokuna ağır bir darbe indirdi. Öyle ki AKP 2002
yılında iktidara geldiğinden bu yana ilk kez ülke genelinde yapılan bir seçimde
ikinci siyasal parti konumuna düştü. Kaybetmeye alışık olmayan Erdoğan, şimdi
hem iç hem de dış politika açısından sonuçları olacak ciddi bir meşruiyet
kriziyle karşı karşıya bulunuyor.
“Meşruiyet Krizi”
kavramı 1970’li yılların başlarından itibaren kullanılan bir kavram. Bu kavramın
gelişkin ekonomilerde dönemin kapitalist refah devletlerinin inişe geçişi ile
birlikte meşruiyet kaybına uğramasını anlattığı ve ilk olarak Alman sosyolog ve
filozof J. Habermas tarafından kullanıldığı ileri sürülüyor.
“Ekonomik
olanın siyasi olanla yeniden ilişkilendirilmesi meşrulaştırma ihtiyacını
artırmaktadır. Devlet aygıtı artık liberal kapitalizmde olduğu gibi sadece
genel üretim koşullarını güvence altına almakla kalmıyor, aynı zamanda aktif
olarak üretimin içinde yer alıyor. Bu nedenle – pre-kapitalist devlet gibi -
meşrulaştırılmalıdır ...” (1)
Britanyalı iktisatçı J. O’ Connor da 1973 yılında yayımlanan
kitabında, kapitalist devletin sırasıyla; özel sermaye birikimini hzlandırmak
ve bunu yaparken de sermayeye verdiği bu desteği toplum nezdinde meşrulaştırmak
ihtiyacı içinde olduğunu ileri sürer.
Özellikle de “sosyal harcamaların” böyle bir
meşrulaştırmayı sağlamaya hizmet ettiğini, ancak bu birbiriyle çelişen iki
işlevin zaman içinde devletin mali bir krize girmesine, böylece devletin
meşrulaştırıcı harcamalarını yapamamasına neden olduğunu ve bu durumun da
devletin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtığını yazar. (2)
Eskisi
gibi yönetememek durumu
Özetle söylemek gerekirse, meşruiyet krizi bir
toplumdaki yönetenlerin yönetsel işlevlerini
tam olarak yerine getirememesini ve kamu kurumlarına ve politik liderliğe olan
toplumsal inanç ve güvendeki düşüşü, dolayısıyla da iktidara olan toplumsal
desteğin ciddi biçimde azaldığı bir durumu ifade ediyor.
Bir başka anlatımla bu kavramla, ciddi ekonomik
krizlerle birlikte topluma daha önceki yüksek ekonomik büyümenin sağladığı
göreli refahın artık sunulamamasının, yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri,
kendi iç çatışmalarının üstesinden gelemedikleri ve böylece yeni bir yönetim
döneminin de önünün açıldığı bir politik duruma yol açması kast ediliyor.
Türkiye bir süredir böyle bir krizin emarelerine
sahip. Ekonomi 2015 yılından bu yana inişte, yüksek enflasyon ve işsizlik,
devasa bütçe açıkları ve kamu borçları ve geçen yıldan bu yana uygulanmakta
olan kemer sıkma politikaları İktidar Blokunun gücünü ve toplum nezdindeki
meşruiyetini zayıflattı. Özellikle de 31 Mart Yerel Yönetim Seçimleri böyle bir
meşruiyet krizini iyice açığa çıkardı.
Otoriter
sağ popülizmin bir sonucu
Erdoğan sağ popülist bir siyasetçi. Dolayısıyla da
uygulamakta olduğu siyasetin önemli bir ayağını popülizm oluşturuyor (Hazine ve
Merkez Bankası kaynaklarını ve ekonomi politikalarını ağırlıklı olarak hâkim sınıfların
çıkarları için kullanmasının yanı sıra).
Erdoğan, 31 Mart Seçimlerine kadar, yozlaşmış seçkinlerle
ve eski düzenle mücadele eden bir “halk adamı” görüntüsünü başarıyla sunabilmiş
olsa da, bu yerel seçimlerin sonuçları artık halkın büyük bir kesiminin buna
inanmadığını ortaya koydu. Çünkü yerel yönetimlerin büyük bir çoğunluğu ana
muhalefet partisinin eline geçerken, Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı illerde DEM Parti
belediyeleri büyük ölçüde kayyumlardan geri almasını bildi.
Özellikle de siyasal kariyerine başladığı İstanbul’u
bir kez daha açık ara kaybetmesi, partisini besleyen rant kaynaklarının
kuruması anlamına geldiği gibi, İmamoğlu karşısındaki bu kaybı, toplum nezdinde
bir meşruiyet kaybı da demek oluyor.
Bir türlü düşürülemeyen yüksek enflasyon ve
beraberindeki derin yoksullaşma, AKP seçmenlerini küstüren ana nedenlerden
biriydi. Haziran 2023’te Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak
yeniden atanması yüksek enflasyona neden olan düşük faiz politikalarından
geriye dönüş anlamına gelse de, yerel seçimlerin arifesinde resmi enflasyon
yüzde 70’ e yaklaşmıştı ve hala da artmaya devam ediyor.
Farklı
kimlikleri çatıştırma siyaseti bir yere
kadar etkili
“Tek Adam Rejimi” yıllardır kimlikler üzerinden ayrıştırıcı
ve kutuplaştırıcı bir siyaset izliyor. Ancak bu siyaset ekonomi iyi giderken
işe yarasa da, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı krizi sırasında pek işe
yaramıyor.
Çünkü hızlı büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan'ın
cazibesinin en önemli kısmıydı, kimlik meseleleri ise kıyısından ona yardımcı
oluyordu. Ancak 31 Mart Seçimlerinde her ikisi de çöktü. Yıllardır Erdoğan’ın
en büyük gücü olan ekonomi şimdi onun en zayıf karnı haline dönüştü. (3)
Artık Türkiye ekonomisi, kısa vadeli tasarruf açığını
kapatmak, ithalatı finanse etmek, vadesi gelen ciddi boyutlardaki kısa vadeli dış
borç servisini yapabilmek ve yabancıların kâr paylarını ödeyebilmek için akbaba
fonların, yabancı yatırımcıların iyi niyetine ve ABD ve Avrupa devletlerinin
desteğine çok daha fazla bağımlı hale geldi.
İktidarın
iktisadi manevra alanı hala çok dar
Cari açığın hala yüksek düzeyde seyretmesi, buna
karşılık döviz gelirlerinin yetersizliği ve MB net döviz rezervlerinin (eksi)
50 milyar dolar civarına kadar düşmüş olması iktidarın uluslararası manevra
alanını iyice kısıtlayan etmenler. Ayrıca izlenen daraltıcı para ve maliye
politikalarının yüksek enflasyonu aşağıya çekme konusunda yeterli olmadığı da
ortada.
Üstelik bu program başarıyla uygulanıp gereken yabancı
kaynak akışı sağlansa bile, Şimşek’in kendi ifadesiyle, “uyguladığı programın
ekonomi açısından olumlu sonuçlar vermesi (örneğin enflasyonun tek haneye
düşmesi) en az iki yıl alacak”.
Diğer taraftan, bu süreçte Türkiye ekonomisi istikrara
kavuşturulsa dahi, izlenmekte olan emek karşıtı ekonomi politikalarının (AKP’nin
tabanını bu seçimlerde nasıl erittiği göz önüne alındığında), bu politikaların
daha ne kadar sürdürülebileceğini kestirebilmek çok zor.
Kaldı ki gerek ekonomi yönetimi gerekse de
uluslararası kuruluşlar, ekonomide iç ve dış istikrar sağlansa dahi, ekonominin
AKP’nin ilk iktidar yıllarındaki büyüme oranlarını yakalayamayacağını kabul
ediyorlar. Bu durum da Erdoğan ve AKP için ciddi bir sorun çünkü ekonomi
yönetimlerine olan güveni yeniden tesis etmeleri uzunca bir zamanı alacak. IMF ya da Dünya Bankası’nın, ülkede uygulanmakta
olan programa dönük destek açıklamaları ise halkın sıkıntılarını örtmeye, onun düşüncesini
değiştirmeye yetmeyecektir.
Cam
tavan yıkıldı
Ekonomideki bu olumsuz tablonun yanı sıra, son
seçimlerde toplumda mevcut otoriter yönetimin alt edilebileceği umudunun
yeşermesi de Erdoğan’ın meşruiyet krizini derinleştiriyor. Erdoğan’ın
yenilmezliği efsanesi çöküyor, bu da potansiyel devrimci dönüşümlerin önünü
açıyor.
Ancak Erdoğan'ın direksiyonunda olduğu İktidar Bloku hala
devleti ve merkezi iktidarı yönetiyor ve eğer demokratik muhalefet etkili bir
erken seçim çağrısı yapmaz ve buna uygun demokratik kitlesel mücadeleleri
örgütlemezse, örneğin sadece 2028’de yapılacağı bilinen genel seçimleri
beklemekle yetinirse, çok önemli bir krizi fırsata çevirme şansını tepmiş olacak.
Zira önümüzdeki
bu seçimsiz 4 yıllık süreçte köprülerin altından çok sular akar, yabancı
sermaye ve ABD ve AB gibi devletlerin desteğiyle NATO üyesi Türkiye
ekonomisinin krizi ve mevcut meşruiyet krizi (bu kesimlerce jeopolitik çıkarlar
ve mülteci sorunu gerekçe gösterilerek) atlatılır. Bu konuda Erdoğan’ın ne
denli tecrübe kazandığını ve yetenekli olduğunu unutmamak gerekiyor.
Diğer yandan CHP yönetiminin 2028 Genel Seçimlerine
hazırlanmak ve kendilerinden birini Cumhurbaşkanı seçtirmek dışında bir
stratejileri yok gibi görünüyor. Daha öncekiler gibi, mevcut yöneticiler de
siyaseti toplumsallaştırmaktan ve toplumu siyasallaştırmaktan kaçınıyorlar ve
siyaseti parlamentoya sıkıştırılmış bir temsil siyaseti olarak sürdürmeyi
tercih ediyorlar. Bu nedenle de Erdoğan ile yapılan görüşmenin içeriği hakkında
halkı bilgilendirme zahmetine katlanmıyorlar.
İktidarın
önündeki seçenekler
Diğer taraftan, demokrasiden pek de haz etmeyen otoriter
bir lider olarak Erdoğan’ın içine düştüğü meşruiyet krizi bu durumunu düzeltebilmesinin
ilk yolu muhalefet üzerindeki baskıyı artırmak ve bazı illerden başlayarak
ortaya çıkan seçim sonuçlarını kabul etmemekti. Bunu Van’da denedi ama başarılı
olamadı. Kürtler demokratik haklarına sahip çıkarak direndiler ve CHP de
açıktan onlara destek verdi.
İkinci yol ise dikkatleri dışarıya çekmekti. Bunu
özellikle de Kuzey Irak ve Suriye’deki askeri politikalarıyla bir süredir
yapıyor ama milliyetçilik de karnı aç insanlarda eskiden olduğu kadar etkili
olmuyor artık.
Kaldı ki iktidar, Bölge’deki bu girişimlerinde ABD,
Rusya ve İran gibi diğer oyun kurucuları da dikkate almak zorunda. Bir başka
yumuşak karnı olan Filistin topraklarının işgali ile ilgili söylem üstünlüğünü
ise seçimlerin bir diğer kazananı olan Yeni Refah Partisi’ne kaptırmış gibi
görünüyor.
Yeni
bir “çözüm süreci” beklentisi ne kadar gerçekçi?
Bu denli sıkışmış bir Erdoğan Rejimi, tıpkı 2003-2010
arasında olduğu gibi, neo liberal piyasacı ekonomi modeli üzerine oturtulmuş liberal
parlamenter demokrasi ve Kürtlerle yeni bir çözüm süreci gibi bir seçeneği
tekrar gündeme getirir mi?
Bir yandan, çok ağır bir kemer sıkma politikası
uygularken, sokakta en son 1 Mayıs’ta görüldüğü gibi, tam bir polis devleti
görüntüsü çizerken ve İktidar Blokunun küçük ortağı MHP’nin açık diktatörlük
hevesleri sürerken, diğer yandan Erdoğan’ın böyle bir seçeneğe yönelmesi zor gibi
görünüyor ama bütünüyle de imkânsız değil. Bu ancak iç toplumsal muhalefetin ve
dışarının basıncıyla mümkün olabilir.
İktidara
can suyu olma riski
Elbette başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere,
toplumun önemli bir kesimi artık barış istiyor, eşitlik ve adalet istiyor, iş
ve ekmek istiyor. Çatışmalara, kutuplaştırıcı dile son verilmesini istiyor. Ancak
bu taleplerin Erdoğan rejimi tarafından kolayca manipüle edilebileceği
unutulmamalıdır.
Bu konuda özellikle de ana muhalefet partisi CHP’nin
yönetiminin müesses nizam tarafından kolaylıkla ikna edilme riski var. Bu ülkede
söz konusu muhalefet partisinin bir önceki lideri, “Anayasa’ya aykırı ama bunu
yapmak zorundayız” diyerek çok sayıda muhalif Kürt siyasetçinin içeri
atılmasına yol açmamış mıydı? CHP’nin yeni yönetimini benzer bir hataya
düşmekten alıkoyacak bir akıl ve irade partide mevcut mudur, yaşayıp göreceğiz.
Emek,
barış ve demokrasi güçleri artık sahneye çıkmalı
Tam da bu noktada emek, demokrasi ve barış güçlerinin
nasıl bir tutum takınması gerektiği son derece önemlidir. Burada yanıtlanması gereken
soru şu olmalıdır;
“Öznel niyetimiz farklı da olsa, meşruiyetini
giderek yitirmekte olan bir otoriter rejime nesnel olarak yeniden meşruiyet
kazandıracak, ona can suyu olabilecek işleri yapmalı mıyız?”
Bu bağlamda, örneğin, kendini muhalefette gören bazı
siyasetçilerin ya da liberal iktisatçıların, ekonomiyi krizden çıkararak,
yabancı sermaye girişlerini hızlandırarak, ödemeler dengesi krizini önleyerek
ve bu süreçte ekonomiyi daha hızlı büyüterek yaratılacak olan kısmi istihdam ve
gelirlerle yoksulların derdine çare olacağına inanmaları bizleri gerçekten endişelendirmelidir.
Uçuruma doğru son sürat gitmekte olan freni patlamış bir
otobüste direksiyonu kontrol altına almak çok önemlidir ama bu müdahale otobüs
yolcularını kurtarmaya yetmez. Önce otobüsü durdurmak, ardından da onun güvenli
bir yoldan yolculuğuna devam etmesini sağlamak da gerekiyor.
Kısaca, İktidar Blokunun olası tuzakları konusunda,
başta CHP olmak üzere, gerçek durumu göremeyen her yapıyı, her bireyi bilgilendirmek,
bu konuda iktidarın politikalarını ve hamlelerini teşhir etmek ve bizi bekleyen
daha büyük tehlikeler konusunda uyarmak gerekiyor. Unutmayalım ki faşizme giden
yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
Sonuç: Sadece meşruiyet krizinin varlığı devrimci değişim için yeterli değil!
Emekten, ekolojiden ezilen kimliklerden ve halklardan
yana radikal bir değişim gerekiyor. Ancak bu değişim için, “yönetenlerin
yönetemez duruma gelmeleri” anlamına gelen politik krizin varlığı (ekonomik
krize ilave olarak) yeterli değil.
Ayrıca tarih bizlere defalarca kapitalizmin çok derin
krizlerinden bile beslenerek daha güçlü biçimde çıktığını ve kendiliğinden de çökmediğini
de kanıtladı. Onu çökertecek bir özneye ve örgütlü bir harekete ihtiyaç var.
Yani vizyonu olan, canlı bir özneye (siyasal hareket/siyasal
parti) ihtiyaç var. Bu özne doğru politikalarla işçi sınıfı ve ezilen halklar
içinde hızlı bir biçimde kitleselleşebilir.
Radikal değişimin, zaman içinde ortaya çıkacak bir
liderliği, örgütlü bir kitle hareketinin inşa edilmesini ve sabırlı, örgütlü
bir mücadeleyi gerektirdiği unutulmamalıdır. Bu bağlamda kendiliğinden karşı
çıkışlar ya da protestolar yeterli değildir. Keza hayata geçirilebilir bir devrimci,
antikapitalist seçeneğin ve buna uygun
bir paradigmanın da ortaya konulması gerekiyor.
Ayrıca, dürüstçe bir hesap verilebilirlik olmaksızın
her hangi bir durumu doğru okuyabilmek ve doğru yönlendirebilmek de mümkün değildir.
Kötümser analizler pasifizme, aşırı iyimserlikse maceracılığa neden olur ki bu
da uzun vadede hayal kırıklığı ve sonrasında pasifizm ile sonuçlanır.
Dürüstlük ve şeffaflık, aşırı güveni ve faydasız
kötümserliği yenebilecek tek güçtür. Bunları kendi de müesses nizamın (kurulu
düzen) bir parçası olan ana muhalefet partisinin yapabilmesi (en azından
şimdilik) mümkün değil. Böyle bir duyarlılığı ancak ezilen halkların ve işçi
sınıfının yanında yer alan sol-sosyalist bir siyasal parti gösterebilir.
Ancak bugün hala böyle bir özne oluşturulabilmiş
değil. Bu nedenle de asıl yapılması gereken, nesnel koşulların
elverişliliğinden de hareketle, böyle bir özneyi hızla inşa etmektir. Çökmekte
olan bir rejime “ülke ekonomisinin çıkarları” gibi soyut kavramlardan yola
çıkarak cankurtaran simidini atmak, tarihsel olarak geriye dönüşü mümkün
olmayan ama daha tehlikeli bir diğer yanlışı daha yapmaktan öte anlam
taşımayacaktır.
Muhalefet olabildiğince çabuk sokaklara geri dönmeli
ve iktidarı, neo-liberalizmi ve eşitsizlikleri teşhir edip, eleştirirken, aynı
zamanda kitlelere ekonomik ve politik alternatifler anlamında neler
yapabileceğini de gösterebilmeli ve halkın iktidar blokuna olan güvensizliğini,
kendine olan güvene çevirebilmelidir. Çünkü halk sadece iyi sözler duymak
değil, kararlılık görmek ve yanında olacağı özneye güvenmek ister.
Son olarak, olumlu bir boyutuyla, yaşamakta olduğumuz çoklu
krizler, insan, barış ve doğa merkezli bir uygarlığın inşası için toplumsal
enerjiyi de harekete geçiriyor. Emek, ekoloji, kadın hareketi, kimlik
mücadeleleri gibi çok sayıda cephede aktif olan bu heterojen yükseliş, tarihsel
yörüngeyi “barbarlaşmadan büyük devrimci demokratik bir değişime” doğru yeniden
yönlendirerek muazzam bir güce dönüşebilir.
Dip notlar:
(1) Jurgen Habermas, Legitimation Crisis. London: Heinemann. 1976, s. 36.
(2) James
O’Connor, The Fiscal Crises Of the State, St.Martin’s Press, New York, 1973, Bölüm 2, s. 40-64.
(3) https://www.nakedcapitalism.com/the-economy-finally-doomed-erdogan-in-major-defeat-in-turkish-local-elections-what-comes
(3 April 2024).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder