Normalleşme:
Nasıl bir normal, kimin normali?
Mustafa
Durmuş
21
Mayıs 2024
31 Mart Yerel Seçimlerinden sonra siyasette bir “yumuşama”
ve “normalleşme” söylemi ve tartışması başlatıldı. Ana muhalefet partisi lideri
Özel bu söylemi benimsemiş görünürken, Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “seçim
sonuçlarından ders çıkardık, yanlışlarımızdan arınarak normale dönüyoruz”
algısı yaratarak, aslında giderek kendinden uzaklaşmaya başlayan seçmen
tabanının ve siyasi muhalefetin gazını alma çabasıyla, benzer sözler etti.
Söylemler
ne kadar samimi?
Diğer taraftan, başta demokratik Kürt siyaseti olmak
üzere, ülkede canlı olan her muhalif grup üzerindeki baskılar daha da arttırıldı.
Kavala ve Demirtaş’ın serbest bırakılmaları gerektiğine ilişkin AHİM
kararlarına rağmen, Kobane Davasından adaletsiz ve kamu vicdanını yaralayan cezalar
çıktı. Gezi Davası sanıkları hala içerde tutulurken, Cumhurbaşkanının yetkisini
kullanmasıyla içerdeki yaşlı generaller tahliye edildiler. Grevler, işçi
eylemleri gibi hak arama eylemleri hala yasaklı, mahkeme kararlarıyla
görevlerine iade edilen Barış Akademisyenleri ise tekrar ihraç ediliyorlar.
İktidar Bloku “böl- yönet” stratejisini uygulamaya
devam ediyor. Mahkûm edilmiş generalleri serbest bırakarak ulusalcı-Kemalist
muhaliflerin ağzına bir parmak çalarken, devletin geleneksel tutumuna uygun
olarak Kürt siyasetçilere en ağır cezaları veriyor. Kendisini geçmişte onları en
fazla korkutan eylemlerden biri olan Gezi Direnişi ile ilgili olarak içeride
tutulan başta O. Kavala olmak üzere Gezi tutsaklarına ne yapılacağı ise henüz
bilinmiyor.
Anayasa’yı (Can Atalay’ın tahliye kararı üzerinden) yok
sayma kavgasının önde gidenlerinden bir Yargıtay hâkiminin, göz göre göre Yargıtay
Başsavcısı olarak atandığı bir ortamda hala iktidarın yumuşamasından ya da normalleşmeden
bahsedilebilir mi?
“Yeni
faşizm ve yargı darbesi”
Aslında şu gerçeği görmek zorundayız: Günümüzde faşizm,
geçen yüzyılda olduğu gibi cuntalar ya da yaygın örgütlenmelere sahip sivil
faşist milis güçlerinin örgütlediği halk hareketleri aracılığıyla değil, artık
devletin meşru bir organı olan yargı eliyle inşa ediliyor. Kuşkusuz devletin
seçilmemiş polis gibi güvenlik ve ordu gibi askeri organlarının faşist (hatta
mafyatik) ve/veya siyasal İslamcı tarikatlar tarafından kontrol edilmesiyle de
pekiştiriliyor.
Bu arada muhalefetin kafası da net değil. Zaten, alternatif
bir güçlü sosyalist ideolojinin sözünü söyleyemediği bir konjonktürde, sınıf
perspektifinden uzak ve devleti nasıl bir yere oturtacağını bilemeyen bir bakışın
böyle gelişmeler karşılığında yetersiz kalması son derece doğal.
Nitekim muhalefetin siyasi kadroları da büyük ölçüde
hem sınıf perspektifinden uzak hem de kapitalist ulus devlete ve onun
ideolojisine olan bağımlılıklarından kurtulamadıkları için, ne yapacaklarını büyük
ölçüde bilemez durumdalar. Diğer taraftan attıkları adımlarla, bilerek ya da
bilmeden, aslında giderek zayıflayan
İktidar Blokunun meşrulaştırılmasına da katkı veriyorlar.
Bu yüzden de belki analizimize, “normalin ne olduğu ya
da ne olmadığı” ile başlayabilir ve bunu yaparken de sınıf perspektifini ve
devlete eleştirel bakışı ihmal etmeyerek yapabiliriz.
“Normal
ve normalleşme” nedir?
Normal ve normalleşme kavramları kural, ölçü veya
standart gibi anlamları olan norm sözcüğünden gelir. Bunlar hem emredici bir kural
hem de var olan insan davranışlarının değerlendirilmesini mümkün kılan bir ölçüdür.
Böylece, “normal”, norma, yâni kurala, bir diğer deyişle ölçüye, standarda
uygun anlamındadır. Bunun zıddı, yani kurala, ölçüye standarda uygun olmayan
ise, “anormal” –normal olmayan- terimiyle karşılanır.
Dolayısıyla, normalleşme dediğimiz zaman, normal
olmayan, yani norma, kurala, ölçüye, standarda uygun olmayan, kısaca “anormal”
demek oluyor. Siyasette normalleşme ise mutlaka siyasi hayat için geçerli
normlara geri dönüşü anlatıyor. Anayasalar ise normalin ana ölçütü olarak kabul
ediliyorlar. Ancak 2018 Temmuzundan bu yana
uygulanmakta olan son hâli, Türkiye’nin artık bir anayasa düzenine değil,
siyasi iktidarın kendi varlığına göre istediği gibi davranabilmesine imkân
veren bir “anormalliğe” dönüşmüş durumda. Hatta bu durumdan 31 Mart Yerel Seçim
yenilgisi sonrası iktidar da şikâyetçi görünüyor. (1)
Normal
aynı zamanda statükodur
Bir başka anlatımla, normal; doğal, uygun ve kalıcı
olarak kabul edilen fikirleri, inançları veya tutum ve davranışları tanımlar. Bu
bağlamda da, bir çeşit “doğuştan gelen ve tartışılmaz”, anlamına gelir. Çünkü normal
olanı değiştirmeyiz, sorgulamayız. (2)
Yani, normal statükoyu temsil eder. Normalin
karşılığında başka bir seçenek yoktur, onun karşıtı anormalleşmedir. Bu nedenle
de statüko karşıtı bir bakış açısından, normal ve normalleşme kavramına
getirilebilecek en önemli eleştiri onun statükoya karşı çıkmayı, sorgulamayı ve
eleştirelliği, dolayısıyla de iyi yönde gelişmeyi de önlediğidir.
Ancak Türkiye’de özellikle de 2015 yılında bu yana o
kadar “anormal” şey söz konusudur ki “yumuşama” ve beraberinde gelecek olan
bir “normalleşme” iyi şeyler olarak
algılanıyor. Hatta kendisi yüzde 80 oranında değiştirilmiş ve bir askeri darbe
anayasası olan 1982 Anayasasının uygulanması bile normalleşme adımı olarak görülebiliyor.
Kime
göre normal ya da anormal?
Kısaca, bu bakış açısından, Anayasaya uymamak anormal,
uymaksa normal bir durumdur. Tek adam rejimi olarak da nitelenen otokratik
rejim anormal ama güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye geri dönüş normaldir.
Mahkemelere açıktan siyasal iktidarın talimat vermesi anormal ama yıllardır bu
ülkede var olan Yargıtay 9’uncu Dairesinin işleyişi ve verdiği siyasi kararlar
normaldir. Balyoz Davası hükümlülerinin içerde tutulmaları anormal, serbest
bırakılmaları normal ama Kobane Kumpas ve Gezi Kumpas Davalarının sanıklarının
görülmemiş ağırlıkla cezalara çarptırılmaları normal ama serbest bıkılmaları
anormaldir.
Kısaca, kimine göre normal olan bir şey, kimine göre
anormal olabiliyor. Sosyal sınıflara, kimliklere, inançlara ve cinsiyet
eşitsizliklerine göre derin bir biçimde bölünmüş ve kutuplaştırılmış kapitalist
toplumlarda bu farklılık da normal kabul edilebilir.
Kutuplaştırmaya son vermek normalleşmedir
İktidar Bloku, özellikle de son 10 yıldır, toplumu
ayrıştırmak ve kutuplaştırmak konusunda son derece başarılı oldu ve son yerel
seçimlere kadar da bu konuda hep kazançlı çıktı.
Oysa toplumun büyük bir kesiminin yararına bir
normalleşmeyi sağlayabilmek mümkündür. Bunun üstelik binlerce yıl eskilere
kadar giden örnekleri de mevcuttur. Aşağıda yer verdiğimiz bazı antropolojik ve
arkeolojik araştırmalar bu konuda bize yardımcı olabilir. O halde normalleşmek
için öncelikle ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya son vermek gerekiyor.
Kutuplaştırma basit değil, aksine son derece tehlikeli
bir olgudur. Çünkü en temel düzeyde, toplumsal amaçlar üzerinde uzlaşmaya varmayı
zorlaştıran katı görüş ve düşünce farklılıkları tarafından üretilir. Her mesele
çözülmez bir karşıtlık olarak kristalleştirilir: Öyle ki Beyazlar Siyahlarla, istihdam
imkânları ekolojiyi koruma çabalarıyla, laikler dindarlarla, muhafazakârlar
modernlerle, başörtülüler başını örtmeyenlerle, Türkler Kürtlerle, Sünniler
Alevilerle ve erkekler kadınlarla karşı karşıya getirilir.
Böyle bir bölünmüşlükte, medeni bir tartışma bile
imkânsız hale gelir ve şiddet kaçınılmaz göründüğünde kutuplaşma zehirli bir
hal alır. Bu da halk hareketlerinin tiranlıklara dönüşmesi ve muhalif grupların
kitlesel katliamlarıyla, hapislerle ya da idamlarla sonuçlanır. 12 Eylül 1980
askeri darbesi öncesinde yaşanan Kahramanmaraş katliamı, daha sonraki Sivas
Madımak katliamı ve 10 Ekim 2015 Gar Katliamı bunun somut örnekleridir.
Toksik
kutuplaşma
Toksik (zehirli) kutuplaşma, bireysel ve toplumsal
gelişimde üç faktörün ürünüdür ve bunların hepsi aslında insan toplumlarının başlangıcına
kadar gidebilir. Bunlar, “kötücül bağlılıklar”, “kurumsal kıtlıklar” ve “tarihsel
travmalardır”. Her bir faktör bağımsız olarak gelişir, ancak birbirlerini
güçlendirerek inatçı ve şiddetli bölünmelere eğilimli bir toplum üretir.(3)
Diğer yandan, zehirli kutuplaşmalarla parçalanmış ve
kurumsal kıtlıklarla boğulmuş bir gelecek yaşamaya mahkûm değiliz zira seçeneklerimiz
var. Kısaca tarihe baktığımızda, insanlık tarihinin dışlamak kadar içermek için
de verilen mücadelelerle dolu olduğunu görebiliriz.
Öncelikle, insan beyni katı değil, esnektir ve
irademiz ve duygusal kapasitemiz travmaların üstesinden gelmek için yeterlidir.
İkinci olarak, insanlar binlerce yıl boyunca değişik toplumsal örgütlenme
biçimleri yarattılar ve hala da yaratıyorlar. Biri ortadan kalktığında onlarca
yeni örgütlenme biçimi yaratılabilir ki bu da kurumsal kıtlığı bir sorun
olmaktan çıkartır. Daha önce dışlanmış insanlar olarak sosyal adalet ve
içerilme için mücadele etme konusunda oldukça zengin tarihsel deneyime sahibiz.
Bunlar geçmişte bizi baskılardan kurtarabildi.
“Ben”
yerine farklılıklarımızla birlikte “Biz”
Kısaca, toksik kutuplaşmayı iyi niyete dayalı bir
vizyonla ele almamız ve “ben” yerine “biz” olmanın yollarını açmamız gerekiyor.
“Biz” kavramı ne kadar genişletilirse toksik kutuplaştırma ve onun ölümcül
sonuçları o kadar etkisiz hale getirilebilir.
Bu çerçevede normalleşme, farklı cinslerin,
kültürlerin, dillerin ve etnisitelerin varlığını ve onların eşitliğe dayalı
kardeşliğini kabul ederken, ırkçılığa, dini bağnazlığa, farklı ideolojilere ve
inançlara olan düşmanlığa, kadın düşmanlığına ve toplumdaki LGBT+ gibi farklı
kimliklere olan düşmanlığa, homofobiye son vermeyi gerekli kılar.
Normalleşme
aktif bir sosyalleşmeyi gerektirir
Bugünkü siyasal İslamcı iktidar kadınları evlerine
kapatmak, insanların özellikle de hak arama mücadelelerinde bir araya
gelmelerini önlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Her türden sanatsal ve
kültürel faaliyetin yasaklanması, toplu mekânlara alkollü içki yasağı, alkollü
içkilere getirilen fahiş vergi zamları, 1 Mayıs alanının işçilere kapatılması
gibi önlemler aslında böyle bir sosyalleşmeden duyulan korkunun bir sonucu.
İktidarın kontrolündeki TV kanallarındaki birbirinin benzeri dinsel içerikli
programlar ve yoz eş arama, dedikodu, programları gibi programlar aslında bu
amaca hizmet ettiğinden teşvik ediliyorlar: Yeter ki emekçiler gerçek gündemden
kopsunlar!
İşte normal olmayan, dolayısıyla da normalleştirilmesi
gereken işlerin başında bunlar geliyor: Bırakın insanlar diledikleri gibi giyinsinler,
kadınlar geceleri korkmadan sokağa çıkabilsinler, gençler eğlenebilsinler.
Homosapiens
dünyaya nasıl yayılabildi?
Bu konuda bize yol gösterebilecek antropolojik
araştırmalar da söz konusudur. Örneğin, paleoantropolog Curtis Marean, homosapiens’i
yaklaşık 70.000 yıl önce Afrika'yı terk etmeye ve dünyanın her yerini
kolonileştirerek diğer mevcut hominin popülasyonlarının yerini almaya iten
şeyin ne olduğuna dair araştırma ve arkeolojik kanıtların bir sentezine dayanan
kapsamlı bir açıklama geliştirdi.(4)
Homosapiens, akraba olmayanlarla yüksek düzeyde
işbirliği yapan tek türdür. Örneğin, ilk insanlar yiyeceklerini paylaşmış,
grupta hasta olanlara bakmış ve diğer akraba olmayan gruplarla savunma ve eş
bulma amacıyla işbirliği yapmıştır.
Yazara göre, bu sürecin anahtarı ‘hiperprososyallik’tir.
Marean bununla akraba olmayan insanlarla işbirliği yapabilme becerisini kastediyor.
Burada sanat da dâhil olmak üzere, dil ve kültürel iletişim çok önemli hale
geliyor. Çünkü beynin büyüklüğü, iklim ve yeni teknolojiler tüm süreci
açıklayamazken, davranışsal ve kültürel özellikler insan evrimini tanımlayabiliyor.
Kültür ise en güçlü biyolojik içgüdüleri bile geçersiz kılabiliyor. Bu bağlamda
toplulukların kültürlerine ve anadillerine sahip çıkmaları çok önemseniyor.
Özetle, farklı olanla tanışmanın, bir arada yaşamanın
insani gelişimin önemli bir teşvik edicisi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu
da, ötekileştirmeyi, kutuplaştırmayı esas alan ideolojilerin ileri
sürdüklerinin aksine, farklılıklarımızla bir arada yaşayabileceğimizin
paleontolojik bir kanıtını oluşturuyor.
Aşırı
merkezileştirme anormal, demokratik yerelleştirme normal
Türkiye aşırı merkeziyetçi ve tekçi despotik bir rejim
altında yönetilmeye çalışılıyor, dolayısıyla da iyi yönetilemiyor. Ülkedeki
ekonomik, sosyal ve siyasal ciddi birçok sorunun kaynaklarından biri de böyle
bir yönetim tarzı. Biz bunun zararlarını Covid-19 Pandemisi ve Kahramanmaraş
depremleri sırasında ağır bir biçimde gördük.
Oysa yerelleştirme ve yerinden demokrasi insan
doğasına çok daha uygun. Bunun bugün olduğu kadar binlerce yıl öncesine ait çok
sayıda kanıtı ve örneği mevcut. Öyle ki Asya, Afrika ve Batı Yarımküredeki
başarılı erken dönem toplumlarının yapısı hakkında ortaya çıkan yeni deliller
ve anlayışlar, erken toplumların otokrasi ve despotizme yöneldiği yönündeki
popüler varsayımı çöpe atıyor.
Yani arkeolojinin de anlatacak değerli bir hikâyesi
var: Kolektif eylem ve yerelleştirilmiş ekonomik üretim, sürdürülebilirlik ve
daha geniş refah için vazgeçilemez bir reçete. Bu konuda 1300 yıl boyunca
önemli bir bölgesel şehir merkezi olan Mezoamerikan şehri Monte Albán parlak
bir örnek ve kamu altyapısına ve mallarına yapılan erken yatırımların daha uzun
vadeli sürdürülebilirliği teşvik ettiği güçlü bir vaka çalışmasıdır. (5)
Bir başka anlatımla, Eski Mezoamerika'dan ortaya çıkan
son arkeolojik deliller, bu dünyada yaşayan insanlar ve kurumlar hakkındaki
yaygın inanışı tersine çeviriyor. Yakın zamana kadar, çoğu toplumun ve ilk
devletlerin nasıl geliştiğine dair anlayışımız, ağırlıklı olarak Avrasya’daki
kentsel toplumların yorumlarına dayanıyordu. Despotik, zorlayıcı bir yönetim olduğu
kabul edildi (antik Atina ve cumhuriyetçi Roma hariç), seçkinlerin eylemlerine
büyük önem atfedildi ve ekonominin temel işlevlerinin hükümdarın elinde olduğu
varsayıldı.
Oysa kanıtlar bize kooperatif ve çoğulcu iktidarların
en az despotik devletler kadar yaygın ve fakat onlardan daha dayanıklı olduğunu
gösteriyor. Örnek olarak, sömürge öncesi Mezoamerika bu basit çerçeveye uymuyor.
Ne ekonomik üretim ya da dağıtım despotik yöneticiler tarafından merkezi olarak
kontrol ediliyordu ne de çok büyük nüfusa sahip toplumlarda yönetişim evrensel
olarak zorlayıcıydı.(6)
İyi araştırılmış 32 Mezoamerikan şehrinin güncellenmiş
ve genişletilmiş bir örneğini içeren daha sonraki bir çalışmada, yönetimlerinde
hem aşağıdan yukarıya hem de kolektif olan merkezlerin daha dayanıklı olduğu
ortaya çıktı. Bu şehirlerden bazılarının odak noktası olarak saraylar ve hükümdarlara
ait anıtlar bulunurken, diğerleri daha ortak paylaşılan ve eşit şekilde
dağıtılmış kentsel altyapı biçimlerine sahipti. Bu, apartman sitelerini,
mahallelerdeki ortak terasları veya duvarları, mahalle plazalarını, tapınakları
ve diğer sivil binaları ve paylaşılan yollar ve geçitler içeriyor ki bunların
tümü inşaatları ve bakımları için işbirliği ve toplu emek gerektiriyordu ve
daha düzenli yüz yüze etkileşimi ve periyodik halk toplantılarını kolaylaştırıyordu.
(7)
Bu arkeolojik araştırma normal olanın binlerce odalı,
şatafat içinde sürdürülen sarayların değil, kamusal alanların, açık iletişimin,
halkın doğrudan denetimine açık yönetimlerin normal olduğunu gösteriyor.
Kolektif
özyönetim ve dayanışma normal, özel mülkiyet ve rekabet anormaldir
Kolektif özyönetim patronların olmadığı, üretime
katılanların temel kararları ortaklaşa aldıkları, ücretlendirme ve gelirin güce,
mülkiyete veya çıktıya göre değil de, konulan çabaya ve ihtiyaca göre
belirlendiği, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete tabi olduğu, ekolojinin
evimiz olarak kabul edildiği, kolektif refahı beslemek için bireysel refaha, bireysel
refahı beslemek içinse kolektif refaha ihtiyaç duyulduğu antikapitalist bir
yaşam ve yönetim biçimidir. (8)
Böyle bir toplumda insanın ve ekolojinin hakları
kadar, çocuk hakları, yaşlı ve hasta hakları da vardır. Sistem empati, sabır, saygı, eşitlik ve sosyal adalet üzerine
kuruludur. Sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim hizmetleri evrenseldir ve ücretsizdir.
Kolektif özyönetim sosyal açıdan anlamlı bir çalışmadır.
Herkesin özgürce konuşması, yazması, ibadet edebilmesi ve bir araya gelmesi
için alan ve araç ve yine herkesin özgürce muhalefet edebilmesi için alan, araç
ve hatta destek demektir. Amaç sosyal, güvenli yaşam, gerektiğinde
rehabilitasyon, araç ise işbirliğidir. (9)
Kolektif özyönetim pratikleri bugün batı dünyasında
olduğu gibi, Chiapas (Meksika) ve Rojava’da da (Suriye) görülüyor. Ancak bu
pratiklerin yeni olmadığı yüzyıllar öncesinde de benzer uygulamaların var
olduğunu arkeolojik araştırmalar ortaya çıkarıyor.
İndus
Vadisi Medeniyeti
Örneğin, bir yüzyıldan uzun bir süre önce, İngiliz ve
Hintli arkeologlar, İndus Vadisi'nde daha önce bilinmeyen bir medeniyetin
varlığını keşfettiler. Pakistan ve Hindistan'ı birbirine bağlayan ve
Afganistan'a kadar uzanan bu coğrafya da kâşiflerin ortaya çıkardığı kültür,
eski Mısır ve Mezopotamya’dakilerle aynı zamanda var olmuştu ve çok daha geniş
bir alanı kapsıyordu. Aynı zamanda şaşırtıcı derecede gelişmişti: Sofistike,
karmaşık, büyük, özenle düzenlenmiş şehirler, görece varlıklı bir nüfus,
yazıya, sıhhi tesisata ve banyolara, geniş ticaret bağlantılarına ve hatta
standartlaştırılmış ağırlık ve ölçülere sahip bir uygarlık. (10)
1990’ların sonlarında İndus arkeologları “heterarşi”
kavramını kullanmaya başladılar. Bu, şehirler de dâhil olmak üzere karmaşık
siyasi organizasyonun, bir seçkinin yukarıdan aşağıya kararlarından ziyade,
birçok farklı, sıralanmamış sosyal grubun etkileşimi yoluyla ortaya
çıkabileceğini iddia ediyor, tahakkümün değil, işbirliğinin kolektif eylemi
ürettiğini ileri sürüyor. İndus şehirlerinin inşasına birden fazla sosyal
grubun katkıda bulunduğu ve içlerinde gerçekleşen ve hiçbirinin diğerine hâkim
olmadığı görünen ekonomik faaliyetler artık yaygın bir şekilde tartışılıyor.
İndus Vadisi Uygarlığı, M.Ö. 2600’den M.Ö. 1900’e
kadarki altın çağında, dünyanın belki de en eşitlikçi erken karmaşık toplumunu
yarattı. Öyle ki bu geçmişte kentleşme ve eşitsizlik arasındaki ilişki hakkında
uzun süredir devam eden varsayımlara meydan okuyor. Ana şehirleri genişti,
planlıydı ve geniş konutlar da dâhil olmak üzere büyük ölçekli mimari vardı ve
çevre bölgelerdeki daha küçük yerleşim birimleri benzer bir yaşam standardı ile
benzer bir kültürü destekliyor gibi görünüyordu.
Antik İndus Vadisi bulgularının en çarpıcı yanı ise bir
yönetici ya da seçkinler sınıfının olmayışıydı. Bu da herhangi bir karmaşık
toplumun tabakalaşmış sosyal ilişkilere sahip olması gerektiğine dair uzun
süredir devam eden teorik varsayıma meydan okuyor.
Yani bu kalıntılar, kolektif eylem, kentleşme ve
ekonomik uzmanlaşmanın yalnızca tepeden yön verilen çok eşitsiz bir kültürde
geliştiğini ve tüm toplumsal yörüngelerin ortak ve evrensel bir sonuca (devlete)
doğru geliştiğini ileri süren görüşü reddediyordu. Çünkü burada, devletsiz,
rahip-krallar veya tüccar oligarklar ve katı bir kast sistemi veya savaşçı
sınıfı olmayan, yüzyıllarca bu şekilde kalmış gibi görünen istikrarlı, müreffeh
bir uygarlık vardı.
Özetle, kanıtlara göre kentleşme, kolektif eylem ve
teknolojik yenilik, dışlayıcı bir yönetici sınıfın gündemleri tarafından
yönlendirilmiyor ve bunların tamamen yokluğunda gerçekleşebiliyor. Indus
Vadisi, karmaşıklıktan yoksun olduğu için değil, yönetici sınıfın toplumsal
karmaşıklık için bir ön koşul olmadığı için eşitlikçiydi. Bu haliyle arkeolojik
kalıntılar bizleri kolektif eylem ve eşitsizlik arasındaki temel bağlantıları
yeniden düşünmeye davet ediyor.
Sonuç
olarak
Ülkede herkes siyasetteki normalleşmeyi durduğu
yerden, sınıfsal ve siyasal konumuyla bağlantılı olarak tanımlıyor. İktidar
Bloku son yenilginin üstesinden gelebilmek ve kendisini ayakta tutabilecek bir
anayasa yapabilmek için yumuşama ve normalleşmeden söz ederken, muhalefet siyaset
sahnesinde aktif olarak var olabilecek bir meşruiyet elde edebilmek için bu
terimleri kullanıyor.
Kürtler, Aleviler ve kadınlar gibi bu ülkenin
yıllardır ötekileştirilenleri bu ötekileştirmenin acılarını yok edebilmek ve
kendilerine demokratik daha fazla siyaset yapma alanı bulabilmek için benimsiyor
olabilirler.
Liberaller ise ülkeye yabancı sermayenin daha fazla gelebilmesi
ve olası bir ödemeler dengesi krizinin önlenebilmesi için normalleştirmeyi savunuyorlar.
Ancak bu ülkede bu denli önemli kavramların gündemde
kalması bile ancak bir kaç hafta ile sınırlı. Nitekim İktidarın küçük ortağı
normalleştirmeyi ve yumuşamayı terörle mücadeleyi zaafa uğratacak bir tartışma
olarak görüp ortağını etkiliyor.
Kısaca gerçek bir normalleştirme mevcut müesses nizam içinde
yapılabilecek bir şey değil. Ülkenin normale dönmesi kendisi istikrarsız,
acımasız bir sömürü ve baskı düzeni olan kapitalizmin ve onun temel sürücüsü
olan ulus devletin eski kodlarına dönmesi demek değildir. Bunlar normalleşemez.
Normalleşebilecek olan ancak toplumlardır, bu da toplumun demokratikleşmesiyle
mümkün olabilir.
Yani emek sömürüsünün ve iş cinayetlerinin, doğa
sömürüsünün ve katliamlarının, kadın cinayetlerinin, farklı etnisiteler
üzerinde baskıların, kültür ve anadilinde eğitim yasağının olmadığı, yurttaşlarının gerçekten de eşit olarak kabul
edildikleri, patronların olmadığı, sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız ve devletsiz
bir toplum insan doğasına uygun normal bir toplumdur.
Herkes için yeterli gıda, su, doğa, bilgi, beceri, istihdam,
gelir, sanat, spor, onur, saygı, sevgi ve dayanışmanın olduğu bir toplumun
normal olduğunu hayal edin. Böyle bir toplumun inşası da gerçek bir
normalleşmedir. İnşa etmemiz gereken toplum böyle bir toplumdur.
Dip notlar:
(1) Levent
Köker, Normsuz normalleşme (!) ve anayasa sorunu, https://artigercek.com/makale/normsuz-normallesme-ve-anayasa-sorunu
(14 Mayıs 2024).
(2) https://znetwork.org/znetarticle/normalize-this
(12 June 2023)
(3) https://www.scoop.co.nz/stories/WO2404/S00009/widening-the-we.htm
(4 April 2024).
(4) https://www.resilience.org/stories/a-compelling-theory-to-explain-a-key-trait-of-modern-humans (5 January 2024).
(5) Linda
M. Nicholas and Gary M. Feinman, “An Ancient Recipe for Social Success”, https://go.ind.media/e/546932/recipe-for-social-success-html
(26 January 2023).
(6) Agm.
(7) Gary
M. Feinman, David M. Carballo, “Archaeology Is Flipping the Script on What We
Know About Ancient Mesoamerica”, https://www.resilience.org/stories/archaeology-is-flipping-the-script-on-what-we-know-about-ancient-mesoamerica
(29 June 2023).
(8) Mustafa
Durmuş, Demokratik Katılıcı
Ekonomi-Demokratik Cumhuriyet Yolunda Bir Geçiş Ekonomisi, İMGE Kitabevi,
2023.
(9) Adam
S. Green, “Why Are Archaeologists Unable to Find Evidence for a Ruling Class of
the Indus Civilization?”. https://www.resilience.org/stories/why-are-archaeologists-unable-to-find-evidence-for-a-ruling-class-of-the-indus-civilization
(23 June 2023).
(10) Agm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder