17 Ocak 2020 Cuma

ROSA VE KARL’IN KATLİ: CİHATÇI ÖRGÜTLER FREIKOPS’A DÖNÜŞÜR MÜ?


ROSA VE KARL’IN KATLİ: CİHATÇI ÖRGÜTLER FREIKOPS’A DÖNÜŞÜR MÜ?

Mustafa Durmuş

16 Ocak 2020

15 Ocak Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in bundan tam 101 yıl önce (1919 yılında) hunharca katledilmelerinin yıl dönümü.

Türkiye’de daha ziyade sol-sosyalist çevrelerce bilinen ve anılan bu iki sosyalist devrimci Avrupa’da her yılın Ocak ayının ikinci Cumartesi günü gerçekleştirilen büyük bir konferansla (Rosa Lüksemburg Konferansı / RLIC) anılıyor.
Bu konferans 1996 yılından bu yana her yıl düzenli olarak toplanıyor. Dünyada 70’den fazla örgüt, sendika, siyasal parti tarafından destekleniyor.  Berlin’de düzenlenen bu yılki anma konferansına 3000’den fazla insan katıldı. (1)

“REFORM MU DEVRİM Mİ?”

Rosa, Alman Komünist Partisi’nin öncüsü ve “Reform mu, Devrim mi”, “Sermaye Birikimi” gibi çok önemli yapıtların sahibi bir kadın devrimci ve 1919 yılında Berlin’deki sosyalist devrimin aktif örgütleyicilerinden biri.​​​​​​

Birinci Paylaşım Savaşının başladığı 1914 yılında, bir yandan savaşta kendi burjuvazilerinin ve devletlerinin yanında yer alan sol-komünist partileri eleştirirken, diğer yandan da kapitalizmin yıkılmasının gerekli olduğunu ileri sürmüştü Rosa. Ona göre, sosyal gelişmenin belli bir aşamasında mevcut sosyal düzen ortadan kaldırılmalı ve yerine daha ileri bir düzen olan sosyalizm kurulmalıydı.

Rosa işçi sınıfının neden savaş karşıtı olması gerektiğini ise özetle şöyle izah ediyordu: (2) Kapitalist ekonomilerde kârın realizasyonu giderek zorlaşır. Bu nedenle de kapitalizm, kapitalist olmayan dünya ile sürekli olarak etkileşim içine girmenin yollarını aramak durumunda kalır.  Dışa açık bir sistem olan kapitalizm kendi dışındaki kapitalist olmayan dünya ile bağlantı kurabildiği ölçüde gelişip serpilebilir, piyasa dışı alanları sömürgeleştirerek ayakta kalabilir.

Rosa için sömürgeleştirilecek dünya tam olarak 20. Yüzyılın emperyalist sömürgelerinden oluşuyordu ve Birinci Dünya Savaşı gibi emperyalist savaşlar da böyle bir sömürgeleştirmenin ve yeniden paylaşımın temel aracıydı. Bu yüzden de bu savaşlardan sadece kapitalizm, burjuvazi fayda sağlarken, bunun bedelini savaşan ülkelerin işçi sınıfları öderdi.

EMPERYALİST SAVAŞLARLA DOĞAYA KARŞI AÇILAN SAVAŞLAR ÖZDE AYNI

Diğer taraftan günümüz kapitalizminde insan aklının, boş zamanın, insanların ticari olmayan faaliyetleri gibi (örneğin ev işleri) işler ya da faaliyetler biçiminde kapitalist olmayan dünyada sömürgeleştirilecek çok sayıda alan mevcut. Ayrıca  “gezegenin kaynakları da giderek artan biçimde sömürgeleştiriliyor.

Yani kapitalizmin bugün Rosa’nın düşündüğünden çok daha fazla potansiyel kaçış rotası mevcut. Kuşkusuz Rosa bu kaçış rampalarını o günün koşullarında göremezdi ama emperyalist savaşlar, kapitalizm ve işçi sınıfının neden savaş karşıtı olması gerektiği gibi konularındaki savları bugün de geçerliliğini koruyor.

KAPİTALİST DÜZEN VE EMPERYALİST SAVAŞ KARŞITLIĞI CEZASIZ KALMADI

Hem militan bir kadın eylemci, hem de sosyalist teori alanındaki katkılarıyla bir teorisyen olarak egemen sınıfları tehdit eden Rosa’nın kendisi de, yoldaşı Karl da cezasız kalamazdı. Nitekim bu iki devrimci Alman devletinin hedef tahtasındaydı.
Ancak ölümleri Freikorps adı verilen ve daha sonra Alman faşizminin kurucusu Nazi Partisi’nin askeri kolu haline gelen ve Hitler’in en yakınındaki faşist liderlerden olan Heinrich Himmler tarafından kurulan SS’lere (Schutzstaffel)  dönüşecek olan bir paramiliter grubun üyelerinin elinden oldu. (3)

PRO-FAŞİST SOSYAL DEMOKRAT İŞBİRLİĞİ

Cinayetleri yöneten Waldemar Pabst adlı ve Freikorps’un önemli üst düzey yöneticilerinden olan fanatik bir milliyetçiydi. Cinayetlerin onayını veren ise henüz birkaç hafta önce iktidara gelmiş olan Sosyal Demokrat Parti’nin Savunma Bakanı olan Gustav Noske idi. Tarih bu ikiliyi hem Berlin’deki devrimin bastırılmasından, hem de Rosa ve Karl’ın öldürülmesinden sorumlu tutuyor. (4)

Kökeni 18.Yüzyıla kadar giden Freikorps “düzensiz ama silahlı birlikler" anlamına geliyor. 1918 yılından itibaren, I. Dünya Savaşından yenik olarak ülkeye dönen askerlerle beraber ortaya çıkan böyle düzensiz ama silahlı birlikler bu isimle anılmaya başlamıştı.

Bu eski askerlerin bir kısmı sivil hayattan kopartılmış oldukları ve tekrar normal hayata uyum sağlayamadıkları için, diğerleri ise komünistlere karşı duydukları nefretten dolayı Freikorps’a katılmışlardı.

Bu noktada önemli bir ayrıntı ise bu birliklerin, yukarıda sözü edilen  o zamanki Savunma Bakanı ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) üyesi Gustav Noske’den maddi destek almasıydı. Öyle ki Freikorps (bizzat bakanın çağrısıyla) Almanya Komünist Partisi’nin öncülü konumundaki Marksist Spartakistler Birliği’nin (Spartakusbund) başlattığı devrimi kanla bastırdı ve 15 Ocak 1919’da bu hareketin önderlerinden Karl ve Rosa’yı öldürdü. Bu birlikler ayrıca aynı yıl Bavyera Sovyet Cumhuriyetine son verdi.(5)

Rosa ve Karl’ı sorgulayan ve katleden Freikorps birliğinin komutanı olan Waldemar Pabst, 18 Nisan 1962 tarihli “Der Spiegel” dergisine verdiği röportajda, katliamdan önce sosyal-demokrat bakan Noske ile telefon teması kurduğunu ve Noske ile Ebert’in onayını aldığını belirtti (6) .

1919 Baharında Berlin’de sosyalist devrimciler yenilgiye uğratıldılar ama sosyal demokratların kurtarıcı olarak çağırdıkları Freikorps’un yol açtığı tahribat çok büyük oldu.  Freikorps Almanya kentlerinin sokaklarında terör estirmeyi sürdürdü. Sadece komünistler değil, sendikacılar, Yahudiler ve hatta sosyal demokratlar, kısaca her türden muhalif ve iktidar odaklarına göre devlet ve toplum düşmanı sayılan her kesim şiddetle ezildi.

O yıllarda bu birliklerin liderlerinden biri olan Heinrich Schultz’un şu sözleri faşist güçlerle işbirliği yapmanın ne anlama geldiğini de ortaya koyuyordu: “ Suçlu birinin kaçmasına izin vermektense, çok sayıda suçsuzu öldürmek daha iyidir. Onları öldürün, sonra da size saldırdıklarını ya da kaçmaya çalıştıklarını açıklayın”. Alman devleti ile kurdukları organik bağ sayesinde bu birliklerin üyeleri korunup kollandılar, işledikleri cinayetlerden sorumlu tutulmadılar, yargılanmadılar.(7) 

TARİHSEL HATA

Sosyalist devrime karşı kapitalizmi koruma çabası içindeki sosyal demokratların bu tutumu belki de tarihsel hatalarının en büyüklerinden birini oluşturuyor. Çünkü sadece sosyalist bir devrimi önlemekte kalmadılar, Almanya başta olmak üzere dünya halklarının başına bela olan Alman faşizminin de önünü açtılar.

Tarih kuşkusuz ki tekerrür etmez (etseydi iyi bir gelecek için mücadele etmenin anlamı kalmazdı), ancak benzer olaylar ortaya çıktığında benzer sonuçların görülmesi de beklenir.

Yani Rosa ve Karl’ın Freikorps tarafından katledilmelerinden bu yana 101 yıl geçti ama Freikorps benzeri gruplar ya da birlikler hala dünya halkları için ciddi bir tehlike oluşturmayı sürdürüyorlar.

Örneğin İran’da “Devrim Muhafızları”na bağlı paramiliter milislerden oluşan Besiç, Ukrayna uçağının düşürülmesine yönelik protestolar sonrası sokakları bastırma işini üstlendi ve halkın üzerine gerçek mermilerle ateş açtı.

CİHATÇI ÖRGÜTLER BUGÜNÜN FREIKORPS’U MU?

Başta Irak ve Suriye olmak üzere Orta Doğu’da Freikorps benzeri onlarca, yüzlerce silahlı grup mevcut. Bunlar bölge devletlerince Orta Doğu’daki iç savaşlarda kullanılıyorlar. Bunlara her türlü maddi ve askeri destek sağlanıyor. Bunlara genel olarak “İslami Cihatçı Örgütler” deniliyor.

Sayıları on binleri aşan ve her türlü insanlık dışı uygulamayı sergilemekten çekinmeyen bu silahlı grupların Bölgede savaş bittiğinde ne yapacakları, bundan böyle hangi amaçlar için kullanılacakları hususu ise bugünden hepimizin kendine dert etmesi gereken çok önemli bir husus.

Bölgede emperyal amaçlar güden devletlerin kendi içlerindeki toplumsal hareketleri bastırmak için bu grupları 101 yıl önce Berlin’de olduğu gibi kullanmaları yüksek bir ihtimal. Çünkü içine düştükleri ekonomik ve politik krizler, gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik ve yoksulluk ve ekolojik krizler gibi sorunlar nedeniyle kapitalizm hegemonya kaybetmeye başladı. Neo-liberal, otoriter devletler ve yönetimler çareyi daha fazla otoriterleşmekte buluyorlar.

Bu yolda tarih tekerrür ederse ve Cihatçı Örgütler Freikorps’a dönüşürse bu şaşırtıcı olmaz. Bunu önlemek de sosyal demokratların da aralarında yer aldığı özgürlük,  demokrasi-adalet ve barış cephesine düşüyor.  Umarız sosyal demokratlar bir kez daha 101 yıl öncesine benzer bir tarihi hataya düşmezler ve burjuva demokrasisinin dahi yok edildiği günümüzde özgürlük, demokrasi-adalet ve barış için kimlerle ittifak yapmaları gerektiğini bilirler ve ona göre tutum alırlar.

DİP NOTLAR:

(1)  https://www.telesurenglish.net/news/Workers-Remember-Rosa-Luxemburg-and-Karl-Liebknechts-Legacies (12 January 2020).
(2)  Rosa Luxemburg, “Either Or”, https://www.marxists.org/archive/luxemburg( April 1916).
(3)  G.S. Graber, History of the SS, Robert Hale Limited, London, 1981, s. 5-16.
(4)  Klaus Gietinger, “The Man Who Murdered Rosa Luxemburg”, https://www.jacobinmag.com (15 January 2020).
(5)    https://tr.wikipedia.org/wiki/Freikorps (16 Ocak 2020).
(6)    https://en.wikipedia.org/wiki/Rosa_Luxemburg#German_Revolution_of_1918–1919.
(7)  Graber, agk.



6 Ocak 2020 Pazartesi

PROVOKATİF BİR SUİKASTTEN BÜYÜK BİR SAVAŞ ÇIKAR MI, NE YAPMALI?



PROVOKATİF BİR SUİKASTTEN BÜYÜK BİR SAVAŞ ÇIKAR MI,  NE YAPMALI?

Mustafa Durmuş

6 Ocak 2020

Türkiye’de Meclis’in Libya’ya asker gönderme kararını aldığı günlerde, ABD İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi Irak’ta öldürdü. Ardından da Üçüncü Dünya Savaşının fitilinin ateşlendiği yönünde yorumlar yapılmaya başlandı.

Süleymani’nin geçmişte binlerce İranlı Kürt’ün öldürülmesinden sorumlu bir ölüm makinası olduğu biliniyor. Ancak savaş hali mevcut değilken, yerinin insansız hava aracıyla belirlenip, ardından bombardıman ile öldürülmesi bir savaş suçu. Bu kışkırtıcı cinayet Trump yönetiminin de (kendinden öncekiler gibi), burjuva demokrasisinin sınırlarını fazlasıyla aşabilen terörist bir yönetim olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya koyuyor.

GERGİNLİK VE ÇATIŞMA YAYILACAK

Böyle bir saldırı bölgedeki çatışmaları, sürmekte olan savaşları daha da büyütüp yeni bir büyük genel savaşın da kıvılcımı olabilecek ciddiyette, bu nedenle de dünya halkları için endişe verici.

Çünkü bu kışkırtıcı cinayet ABD’nin İran ile bir savaşı başlatmış olmasıyla sınırlı kalmayacak, ayrıca sadece İran’dakiler, Lübnan’dakiler ya da Irak’takiler değil, bölgede yaşamakta olan milyonlarca Şii’nin karşı eylemlerini kışkırtarak bölgedeki istikrarsızlığı daha da artıracak. Olaylar kontrolden çıktığında ise savaşın yayılarak genel bir savaşa dönüşmesi işten bile değil.

SAVAŞLAR REFAH DEĞİL, FELAKET GETİRİYOR

Böyle bir savaşın neden olacağı insani kayıplar, ölümler, sakatlıklar ve ekolojik tahribatın yanı sıra ekonomik zararları da çok büyük olacak. Silah şirketleri başta olmak üzere savaş sanayi bu işten kârlı çıksa da, ortaya çıkan genel toplumsal ve ekonomik zarar bunu misliyle aşacak.

Savaşın enflasyon, işsizlik ve yoksulluk artışı ve yeni göç dalgaları biçimindeki etkilerinin yanı sıra, muhtemelen petrol fiyatları 1973-74’dekine yakın bir oranda (tahminen iki- üç kat) artacak. Çünkü dünya petrol sevkiyatının yüzde 20’sinin yapıldığı bir boğaz olan Hürmüz Boğazı olası bir savaşta petrol sevkiyatına kapatılacak.

ABD YENİ BİR SAVAŞI NEDEN KIŞKIRTIYOR?

İlk Irak işgalinden bu yana bölgedeki savaşların ABD ekonomisine maliyetinin 5-7 trilyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor (1). Buna rağmen ABD neden böyle bir savaşı kışkırtıyor, savaş istiyor?

Bu soruya kabaca; “yapı” ya da “özne”den yola çıkılarak iki şekilde yanıt verilebilir. Bu da aslında olay ve olguları açıklamada kullanılan iki farklı yaklaşım demektir.   
Bunlardan yapıyı ya da sistemi esas alan ilk yaklaşımda;  savaşlar kapitalizmin ve emperyalizmin (dolayısıyla da ABD emperyalizminin) kaçınılmaz sonuçları olarak ele alınırken, özneyi ön plana çıkartan ikinci yaklaşımda savaşlarda daha çok liderlerin, politikacıların davranışları, tutumları ve psikolojileri önemseniyor.

Oysa hem yapı, hem de özne önemli. Bunlar birbirini dinamik evrimci bir biçimde etkiliyor. Birey (ya da yönetim biçiminde kolektif özne) yapı-sistem tarafından şekilleniyor, geliştiriliyor ya da kısıtlanıyor. Diğer taraftan kurumsal yapılar tarihin geçmişteki insan öznesinin ürünleri ve onları günümüze güncelleyerek taşıyorlar. (2)

Bu yüzden de analizlerde bunları karşı karşıya getirmek yerine birlikte ele almak, yani sorumlu özneyi, sorumlu yapı-sistem ile birlikte değerlendirmek gerekir. Aksi yapıldığında özne olarak kişi ya da yönetim suçlu gösterilirken, kapitalizm-emperyalizm aklanıyor ya da kişinin sorumluluğu inkâr edilerek sorumluluk bütünüyle sisteme yıkılıyor ve kişi-özne aklanıyor.

İşin gerçeği (her ne kadar ikincisi daha ziyade metafizik bir yaklaşım olsa da), daha çok ilgi ve kabul görüyor. Zira sistemi sorgulamak istemeyenler ya da savaşların sistem ile bağlarını kuramayanlar kolayca özneleri sorumlu tutuyorlar.

SAVAŞLARI MEGALOMAN LİDERLER Mİ ÇIKARTIR?

Bu yaklaşımın somut bir örneğini “Neo-liberalizm Belası: Reagan’dan Trump’a ABD Ekonomi Politikaları (The Scourge of Neoliberalism: US Economic Policy from Reagan to Trump', Clarity Press, January 2020) adlı bu ay yayınlanmış olan kitabın yazarı olan Amerikalı Jack Rasmus oluşturuyor.

Rasmus’a göre (3) savaşlar; ideologlar ve/veya güçlü pervasız-sorumsuz liderlerin (çoğu zaman halkın dikkatini artan ülke içi sorunlardan uzaklaştırmak için) yüksek riskli askeri maceralara angaje olmalarından çıkar. Megalomanlıkları yüzünden çoğu zaman düşmanca tavırlarının ne tür sonuçlara neden olabileceğini kestiremezler.

Rasmus aşağıdaki tarihsel örnekleri bu savını desteklemek için gösteriyor (4):

▪ Avusturya Arşidükünün suikast sonucunda öldürülmesine karşılık olarak 1914 yılında Almanya Kayser’inin müttefikleri askeri olarak harekete geçirmesi;
▪ Hitler’in, İngiltere ve Fransa’nın Polonya vakası karşısında (Çekoslovakya’da olduğu gibi) hiç bir şey yapmayacaklarını varsayması;
▪ Japon Tojo’nun, ABD donanmasının Pasifik gücünün Hawai’de yok edilmesi ve Filipinlerden uzaklaştırılması halinde, ABD ile yapılacak bir savaşın kısa süreceğine inanması;
▪ Güney Kore Devlet Başkanı Syngman Rhee’nin 1950 Kore Savaşını başlatan Kuzey Kore işgali:
▪ Lyndon B. Johnson’un, Kuzey Vietnam güçlerinin çatışmaya girmeyeceği öngörüsüyle Vietkong’u yok etmek için Tonkin Körfezinde ve akabinde Vietnam’da çıkardığı askeri gerginlik:
▪ Saddam Hüseyin’in ABD’nin karşılık vermeyeceğine yönelik ABD’den aldığı sahte güvenceler sonucunda Kuveyt’i işgal etmesi;
▪ Osama Bin Ladin ve Taliban’ın 11 Eylül’den sonra ABD’nin harekete geçmeyip, işgale girişmeyeceği öngörüsü;
▪ George W. Bush’un ABD’li Yeni Muhafazakârların (neocon) “Irak’ın askeri olarak fethedilmesi durumunda oradaki savaşın başlamadan sona erdirileceği” yönündeki düşünce ve önerilerini benimsemesi;
▪ Son olarak, İran’ın en kıdemli generalini öldürterek Trump’ın savaş provokasyonu yapması.

Kısaca ona göre, bütün bu savaşlar, büyük çapta risk alan politik liderlerin yanlış hesapları, pervasızlıkları, umursamazlıkları ve çoğu zaman savaşa yol açan dinamikler konusundaki kıt kavrayışlarının sonucunda ortaya çıkıyor. 

Savaşlar, askeri maceralara atılmaktan çekinmemelerini, risk almalarını tavsiye ettikleri politik liderlere akıl veren radikal ideologlar ve askeri olmayan entelektüeller ve bürokratlar tarafından başlatılıyor. Politikacılarsa savaşı başlatan dinamikler ve bir savaşın başlaması durumunda kolay kolay durdurulamayacağı gerçeği konusunda miyoplar.

Diğer yandan, çatışmalar bir süre sonra kontrolü mümkün olmayan kendi dinamiklerini devreye soktuğunda, umursamaz, yüksek risk alan politikacılar savaşın gücü tarafından sürükleniyorlar yani onlar savaşı değil, savaş onları kontrol ediyor. (5)

KOF FETİH HAYALLERİ

Benzer bir yaklaşımı Oya Baydar Libya’ya asker gönderme konusu ile ilgili olarak sergiliyor (6):

“Suriye ya da Libya seferleri ve iktidarda kaldıkça başka benzer seferler beka ile ve millî menfaatlerle açıklansa da liderin hayalinde Osmanlı toprakları ve bu topraklar üzerinde nüfuz sahibi olmak var. Günümüz dünyasında bu megalo hayallerin geçerliliği ve sürdürülebilirliği yok, yarın ne olacağı, kof fetih hayalleri peşinde ülkemizin neler yitireceği de ayrı bir konu”.

LİBYA SEFERİ: BİR TAŞLA BİRDEN FAZLA KUŞ VURMAK

Kuşkusuz bunların dışında da yazılar mevcut. Bunlardan biri de meseleyi neredeyse tüm yönleriyle ele alan bir Baskın Oran yazısı. Baskın Hoca özetle Libya’ya asker gönderme nedenlerini şöyle açıklıyor (7):

“Dünyadaki 7 askerî üssümüze bir Müslüman ülke daha ekleyerek büyük devletliğimizi iyice tescil ettirmek. Mısır’da Müslüman Kardeşler’imizi düşüren Sisi’yi sindirmek. Akdeniz’i aramızda taksim ederek Libya’nın petrol ve doğalgaz zenginliğine vaziyet etmek. 1911’de İtalyanların bağrımızdan söküp aldığı bu Libya’da (mesela, Fizan’da!) bayrağımızı tekrar dalgalandırmak suretiyle yurdumuzda milliyetçi/ulusalcı desteğini sağlamak, milli birlik ve beraberliğe taze kan vermek. Hatta müteahhitlerimizin içeride kalmış toplam 25 milyar dolarını tahsil etmek”.

Bu çözümlemeler savaşların karar alıcıları, başlatıcıları olan bireyler ya da öznelerin ortak karakterleri konusunda oldukça önemli ipuçları veriyor. Dünya halklarının barış içinde bir arada yaşamaları için bu tür öznelerden kurtulmanın haklı gerekçesini oluşturuyor.

SAVAŞLAR KAPİTALİST-EMPERYALİST SİSTEMİN SONUCUDUR

Diğer yandan savaşlar (ya da ekonomik krizleri) sadece öznelerin davranışları ya da ruh halleri üzerinden açıklamak yeterli olmaz, hatta abartıldığında bu bizi yanlış sonuçlara da götürebilir.

Konuyu Diyalektik ve Tarihsel Maddeci Felsefenin ışığında ele alan “yapı ya da sistem yaklaşımına” göre,  küresel militarizm ve emperyalizmdeki yükseliş dünya liderlerinin kişilik bozukluklarına ya da hükümetlerin politika değişikliklerine indirgenemez.  Çünkü bu gelişmeler anlık yönetim-hükümet politikaları olmaktan ziyade sürekli hale gelmiş olan devlet politikalarıdır.

HÜKÜMET DEĞİL, DEVLET POLİTİKASI

Örneğin Irak’ın işgali sırasında yaşananlar emperyalist politikaların, ABD Hükümetinin değil, ABD devletinin bir stratejisi ya da politikası olduğunu gösteriyordu. Çünkü ABD egemen sınıfları 200 yıldır zamanlarının belli bir bölümünü tüm dünyada çıkarlarını en iyi koruyacak askeri yöntemleri bulup uygulamaya ayırdılar.(8)

Nitekim Süleymani’nin öldürülmesine en çok alkış tutanlar “şahin” olarak da adlandırılan üst düzey askeri yetkililer ve çok sayıda senatör oldu. Bu kesimler ayrıca Trump’ın daha da ileri giderek İran’daki tüm petrol rafinerilerini bombalamasını talep ettiler. (9)

Keza bu suikast ABD müesses nizamının sözcülerinden olan Wall Street Journal tarafından da desteklendi, hatta Trump’tan Suriye’deki İranlı milislerin de vurulması istendi. (10)

Kaldı ki ABD Savaş Yetkileri Yasası uyarınca, ABD Kongresinin onayı olmadan Trump tek taraflı olarak İran ile savaşa giremez. Bunu yapması durumunda, ABD Anayasasını çiğnemiş olur. Ancak, böyle bir savaşı başlatabilmek için İran’ı ABD askeri güçlerine saldırması için provoke edebilir ki bu durum aynı yasa çerçevesinde ona, istediği kadar güçlü karşı saldırıda bulunmasına izin veriyor. (11)

KRALDAN FAZLA KRALCI SAVAŞ KIŞKIRTICILARI

Benzer bir yaklaşımı bizim yandaş medyaız da sergiledi. Yeni Şafak Gazetesinin yazarlarından Yusuf Kaplan, Süleymani’nin ABD saldırısıyla öldürülmesini bir “oyun” ve “İran provokasyonu” olarak yorumlarken, bölgeyi de asıl olarak ABD’nin değil İran’ın kana buladığını öne sürdü.(12)

 SAVAŞA KARŞI NE YAPMALI?

Yeniden büyük bir savaşın hazırlığı yapılıyorsa tavır ne olmalıdır? Kuşkusuz savaş kışkırtıcılığı yapmak değil, savaşa karşı çıkmak gerekiyor. Bu konuda Birinci Dünya Savaşı sırasında sosyalistlerin kendi aralarında yaşadıkları tartışma ve buna bağlı olarak da takındıkları tutum çok öğretici olabilir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında savaşa taraf olan ülkelerin sosyalistleri “bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını esas aldıklarından büyük çoğunlukla savaşa karşıydılar. Ancak bu ülkelerin sosyalist partilerinin liderleri bu savaşta kendi devletlerini ve burjuvazilerini desteklediler.

Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) savaşa karşı çıkmadı. Çünkü önderlerinden olan Kautsky’e göre savaş ile kapitalizm doğrudan ilişkilendirilebilecek şeyler değildi. Emperyalizm ise sadece bir güç konusuydu ve asla ekonomik bir gereklilik değildi.

Yani Kautsky emperyalist savaşı, savaş baronlarının, finansal manipülatörlerin ve politikacıların ele geçirdikleri bir güç olarak tanımlıyor ve bunu işçi sınıfının sermayenin belli bir kesimi ile yapacağı ittifakın bozabileceğini, böyle bir ittifakın dünyaya barışı getirebileceğini ileri sürüyordu. (13)

Hem Lenin hem de Rosa Lüksemburg bu savı reddettiler ve savaşa karşı çıktılar. Bu süreçte Lenin (1916 yılında) “Emperyalizm” adlı kitabını yazdı. Burada Birinci Dünya Savaşının kaza ile ya da  güç düşkünü politikacıların hırsları ya da egemen sınıfların içindeki bazı sert unsurların tutumları yüzünden çıkmadığını, tersine savaşın kapitalizmin küresel çaptaki geldiği noktanın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ileri sürdü.

Rosa ise savaşı kapitalizmin içinde düştüğü kâr realizasyonu sorununu aşmaya yarayan, yani burjuvazi için yeni sömürgeler edinerek genişlemesine imkân veren bir çözüm olduğunu ileri sürerek kapitalizmin sonunun barbarlık olacağına dikkat etti. Çıkış yolu olarak da barbarlığa karşı sosyalizmi gösterdi.

Özcesi dünya halklarının egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden ve barbarlığın önünü açacak olan savaşlara değil barışa ihtiyacı var. Öte yandan kapitalizm ve emperyalizm var oldukça insanlık barışa da, huzura da kavuşamayacak.

DİP NOTLAR:

(1)  Chris Hedges, “War With Iran”, https://www.truthdig.com/articles/war-with-iran (3 January 2020).
(2)  Nick Johnson, “Structure, agency and the micro-macro divide”, https://peofdev.wordpress.com (25  February 2019) .
(3)  Jack Rasmus, “Trump vs. Iran: Has the US Crossed the Escalation to War Rubicon?” (3 January 2020). Yazıda sözü edilen Rubicon, İtalya’nın Ravenna şehrinin güneyinde yer alan bir nehir. Roma İmparatorluğu döneminde sembolik bir öneme sahipti. Savaştan dönen ordu için sınır kabul edilen bu nehrin herhangi bir Roma ordusu tarafından aşılması yasadışı kabul edilir ve bir iç savaş sebebi sayılırdı.
(4)  Agm.
(5)  Agm.
(6)  https://t24.com.tr/yazarlar/oya-baydar/ulkemizi-megalomanik-hayallere-kurban-etmeyin (3 Ocak 2020).
(7)  Baskın Oran, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23418/libyaya-nicin-ve-derhal-asker-gondermeliyiz (2 Ocak 2020).
(8)  Todd Chretien, “What's the cause of endless wars?”, http://socialistworker.org (30  October 2014).
(9)  Jake Johnston, “‘World War III’ trends as Hawks rejoice at Trump decision to assassinate Iranian military leader”, https://mronline.org (4 January 2020).
(10)               “The Iranians Escalate in Baghdad”,  https://www.wsj.com (31 December 2019).
(11)               Rasmus, agm. 
(12)               https://gazetemanifesto.com/2020/yusuf-kaplan-bolgeyi-abd-israil-degil-iran-kana-buluyor (6 Ocak 2020).
(13)               Chretien, agm.

1 Ocak 2020 Çarşamba

BU YIL BORÇ TAHSİLDARLARI KAPINIZI ÇALABİLİR



BU YIL BORÇ TAHSİLDARLARI KAPINIZI ÇALABİLİR

Mustafa Durmuş

1 Ocak 2020

Geçen yılın son haftalarına Libya’ya asker gönderme, Kanal İstanbul ve “Yerli ve Milli” Otomobil tartışmaları damgasını vurdu. Kamuoyu bunlarla oyalanırken 2019’u iki haneli enflasyon, çok yüksek işsizlik, artan hayat pahalılığı ve yoksulluk ile uğurladık. Yılın kendi gitti ama sorunları devam ediyor. Özellikle de işsizlik ve yoksulluk artık sosyal bir sorun haline geldi.

Geçen yıldan bu yıla aktarılan ve artık o da bir sosyal sorun haline dönüşen bir sorun daha var: Borç sorunu. Türkiye’nin tüm borçlarının (özel ve kamusal) 5 trilyon lirayı, dış borç oranının yüzde 62’yi aştığı ve gerçek kamu borç oranının yüzde 50’ye yaklaştığı bir durumdan bahsediyoruz. (1)

Bu durum Türkiye kapitalizminin son 15 yıldır yaşamakta olduğu ve  daha önce görülmemiş ölçüde yaşadığı finansallaşmanın bir sonucu. Kendi üretim ve verimlilik dinamikleri ile büyüyemeyen sermaye-servet ikilisi artık finansallaşma ve bununla ilişkili inşaat ve alt yapı aracılığıyla büyümeye çalışıyor.

Madalyonun bir yüzünde finansallaşma, diğer yüzünde borçlar yer alıyor. Türkiye toplumu bir bütün olarak hiç olmadığı kadar borç içinde ve bu borçların geriye ödenmesi her geçen gün zorlaşıyor. Bu durum da karşımıza “batık krediler” biçiminde çıkıyor. Ancak kredisi geri dönmeyen bir banka için bu sadece batık bir kredi iken, bunu ödeyemeyen insan için tam bir felaket anlamına geliyor. İşte teknik olarak adına “batık kredi sorunu” denilen bu sorun bu yıldan itibaren sosyal bir sorun olarak karşımıza çıkacak gibi duruyor.

BANKA KÂRLARINDAKİ AZALMA SORUNUN BİR GÖSTERGESİ

Batık kredi sorununun ilk göstergesi ya da sonucu bankaların kârlarındaki düşüşler. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre; Türk bankacılık sektörünün 2019 yılının ilk 11 ayındaki toplam kârı yıllık yüzde 8,1 düşüşle 46,6 milyar lira oldu (bir önceki yılın aynı döneminde 50,7 milyar lira idi).(2)

Bu kuşkusuz ki ortalama bir rakam. Bankaların hepsinin kârlılığı aynı değil. Hatta kamu bankaları ticari faaliyetlerinden zarar etmeye devam ediyorlar. Zararlarının asıl nedeni ise alınan politik kararlar sonucunda bu bankaların piyasaya daha düşük faiz oranlarından kredi vermeleri ve daha düşük kurdan döviz satmaları ve kuşkusuz geriye dönmeyen krediler.

Nitekim Ziraat Bankası'nın 2018’in üçüncü çeyreğinde 1.55 milyar lira olan ticari zararı 2019’un aynı döneminde 1,8 milyar liraya çıktı. Bunun sonucunda 2019 yılının üçüncü çeyreğindeki net kârı 2018 yılının aynı çeyreğine göre yüzde 39,2 düştü ve 1 milyar liraya geriledi.(3)

BATIK KREDİLER BORÇ TAHSİLDARI ŞİRKETLERE SATILIYOR

Bankaların tahsili gecikmiş alacaklarının toplam alacaklarına (kredilerine) oranı ise (batık kredi) 2019 yılının Kasım ayında yüzde 5.23 oldu. Bu oran aynı yılın Eylül ayı itibariyle yaklaşık 152,3 milyar liraya denk düşüyor.(4) 2018 yılının aynı ayında bu rakamın 97,8 milyar lira olduğu düşünüldüğünde batık kredilerdeki bir yıllık artışın yüzde 56 civarında olduğu görülüyor.

Bankalar ortalama iki-üç yıl hukuki takipten sonra tahsil edemedikleri alacaklarını ihale yoluyla varlık yönetim şirketlerine temlik ediyorlar (satıyorlar). Yani bankaların kredilerden doğan alacaklarını başka kurumlar takip ve tahsil ediyorlar.

Nitekim bankacılık sektörünün en büyüklerinden olan Akbank, takipteki kredi alacakları portföyünün 714,5 milyon liralık kısmını toplam 32,8 milyon lira bedel karşılığında, İstanbul Varlık Yönetim A.Ş. ve Gelecek Varlık Yönetim A.Ş.' ye sattı. (5) Yani banka her 100 liralık alacağını sadece 4,6 liraya aracı şirkete devretmiş oldu.

Bu borç tahsildarı konumundaki şirketler BDDK onayı ile kurulan ve faaliyet gösteren, bankalar ve diğer finansal kurumların tahsili gecikmiş alacaklarını satın alıp borçları yeniden yapılandıran şirketler. Bu şirketler söz konusu batık alacaklar için borçlularla telefon, mektup ve e-posta yolu ile yollarla iletişime geçiyorlar. (6)

Böyle bir “haberdar etme” biçimindeki iletişimin bu alacaklar tahsil edilemediğinde ne tür yöntemlerle devam ettiği ise tartışmalı bir konu. Bu çerçevede her türlü baskı yönteminin kullanılabileceğini öngörmek zor değil. Bunun da büyük çaptaki işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra borç tahsildarlarının eline düşen milyonlarca insanın durumunu anlatan yeni bir sosyal kriz işareti olduğu açık.

KOBİ’LER ZORDA

İnşaat ve enerji sektöründeki kredilerdeki geri dönüşlerin çok sorunlu olduğu biliniyor. Ancak bunlara son birkaç yıldır batık KOBİ kredilerinin de eklendiği görülüyor. Öyle ki KOBİ'lerin bankalardan kullandıkları toplam kredi 2019 yılının Ağustos ayı sonu itibarıyla 610 milyar liraya yükseldi. Bu kredilerin yüzde 8,6’sının icra yoluyla tahsil edilmeye çalışılıyor. Ekonomik kriz nedeniyle zor durumdaki KOBİ sayısının ise 356 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.(7)  

İNSANIMIZ BORÇ BATAĞINDA DEBELENİYOR

Yurttaşlarımızın bankalara ve finansman şirketlerine olan tüketici kredisi ve kredi kartı borçları ise (1 Ocak-27 Eylül 2019 tarihleri arasında) toplam 28,2 milyar lira artarak 540,3 milyar liraya ulaştı. Bu borcun 431,9 milyar lirası tüketici kredilerinden, 114,4 milyar lirası da kredi kartlarından oluşuyor.(8)

Bu kredilerden, bireysel kredi şeklinde kredi kullanan 31 milyon yurttaşın takibe alınan tüketici, konut ve ihtiyaç kredisi gibi kredilerinin tutarı ise geçen yılın Eylül ayında 42,6 milyar liraya yükseldi. (9) Buna 26 milyon civarındaki kredi kartı kullanıcısının ortalama kişi başı riski olan 4,482 liralık riski de eklemek gerekiyor.

FİNANSALLAŞMANIN DOĞAL SONUCU

Batık krediler kuşkusuz sadece Türkiye’de değil, gelişkin kapitalist ülkelerde de ciddi bir sorun. Örnek olarak Avro Bölgesinde batık kredi oranı yüzde 6,2 (ki bu ABD ve Japonya’daki düzeyin 6 katı). Bu borçların üçte biri tüketici kredisi biçimindeki borçlardan oluşuyor. (10)

Ayrıca sorun yalnızca borçlu bireylerin ya da şirketlerin değil, bankaların ve bir bütün olarak finans sektörünün sorunu haline geldi. Çünkü bankaların kârları azalıyor, bu da yeni kredi verilmesini zorlaştırıyor,  kredi kuruması biçiminde bir finansal kriz riskini canlı tutuyor.

BORÇ TAHSİLDARLARI İÇİN KÂRLI BİR İŞ

Diğer yandan bankalar tarafından tahsil edilemeyen batık krediler borç tahsilat şirketleri ve küresel varlık yöneticisi şirketler için çok kârlı bir işe dönüştü. Öyle ki Ernest & Young denetim şirketi raporlarında Yunan bankalarındaki, PIMCO & Fortress ise İtalyan bankalarının batık kredilerini anlatıyorlar ve buralardan sağlanacak kârlara vurgu yapıyorlar. Örneğin tek başına İtalyan Bankası Unicredit’in 17 milyar dolarlık bir batık kredisi küresel varlık şirketlerince yüzde 40-60 oranında bir iskonto ile devir alınmış durumda. 2018 yılında ABD’li 10 büyük banker kuruluş toplamda 205 milyar dolarlık Avrupalı batık krediyi satın aldı. (11)

Bankaların batık kredilerinden kurtulmasının diğer yolu ise menkul kıymetleştirme. Bu yolla banka batık kredilerine dayalı kredilerden oluşan bir havuza dayalı olarak menkul kıymet çıkartıp satıyor.

Türkiye’de bankalar henüz bu yola başvurmuş değiller. Batık kredi miktarı artıp sorun derinleştiğinde bu yola başvurabilirler ki bu da menkul kıymetleştirme biçiminde bir krizin tetikleyicisi olur. (12)

Kısaca küresel çapta batık kredilerin finansallaştırıldığı bir süreçteyiz Bu işten küresel hedge fonları, yatırım fonları, varlık yönetim şirketleri gibi kimilerinin “akbabalar” diye tabir ettiği kuruluşlar büyük kârlar elde ediyorlar. Diğer taraftan borç batağındaki insanların ıstırapları da giderek artıyor.

Adaletsizlik artıyor, çünkü batık kredilerin sorumlusu olan finans sektörü bu işten de yeni kârlar sağlayarak çıkıyor. Bu adil olmadığı gibi, mevcut gelir adaletsizliğini daha da artıran bir durum.

Bu durum, giderek bir sosyal krize dönüşmekte olan borçluluk sorununu çözmede, sorunun asıl kaynağı olan bankalara ya da bir bütün olarak finansal sisteme güvenmenin ne denli saçma olduğunu da gösteriyor.

Öyle ki ülkede son 17 yıldır, emekçiler giderek artan ihtiyaçlarını ücret gelirleri ile karşılamakta zorlandığından bankalardan borçlanmaya yöneldiler. Örneğin çok kötü durumda olan eğitim sistemi karşısında (özellikle de orta sınıf aileler) bankalardan aldıkları kredilerle çocuklarını özel okullarda okutmak durumunda kaldılar.

Chomsky’nin vurguladığı gibi, “eğitimin özelleştirilerek, borçlanma ile finanse edilmesi orta sınıfı teslim almanın bir yolu” (13)  aynı zamanda. Yani finansallaşmış (borca dayalı) eğitim sermaye için sadece yeni bir kârlı alan değil, aynı zamanda kitleleri kontrol edebilme yöntemi.

ÇÖZÜM SOSYAL OLMAK ZORUNDA

Batık kredi ya da aşırı borçluluk sorununu tamamıyla iktisadi bir sorun gibi algılayıp, piyasa ve kâr mantığı ile çözebilmek mümkün değil. Bu sorun artık tıpkı işsizlik ve yoksulluk gibi sosyal bir soruna dönüştü. Bu yüzden de çözümü sosyal olmak zorunda.

Bu çerçevede öncelikli olarak, bu kredileri ödeyemeyecek durumda olanlara kredi vererek onları tuzağa düşüren bankaları sorumlu tutmak ve bu işten doğan zararı kendilerinin karşılamasını sağlamak gerekiyor.

Şöyle ki bankalar tahsil edemedikleri kredi alacaklarını yüzde 90’ın üzerinde iskonto oranından aracı şirketlere devir edebiliyorlarsa, yani alacaklarının yüzde 90’ından fazlasından vaz geçebiliyorlarsa, aynı imkânı doğrudan borçlulara da sağlayabilirler (özellikle de ihtiyaç kredisi-bireysel tüketici kredisi borçlularına).

Böylece sadece faizler değil, anaparanın çok büyük bir kısmı da silinerek ve kalanı da uygun bir ödeme planına bağlanarak böyle bir sosyal sorun büyük ölçüde ortadan kaldırılabilir, borçlular rahatlatılabilir.

Sayıları onlarca milyonu bulan tüketici, işçi, memur, çiftçi ve öğrenci borçlarının etkin ve adaletli çözümü böyle bir sosyal çözümdür.

DİP NOTLAR:

(1)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı,  https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri (31 Aralık 2019).
(2)  https://www.bloomberght.com/bddk-bankacilik-sektoru-tga-orani-kasim-da-yuzde-523-oldu(30 Aralık 2019).
(3)  https://www.sozcu.com.tr/2019/ekonomi/ziraat-bankasinin-ucuncu-ceyrek-net-kari-aciklandi(13 Kasım 2019).
(4)  https://www.riskmerkezi.org/Content/Upload/istatistikiraporlar/ekler/2037/Risk_Merkezi_Aylik_Bulteni_Eylul_2019.pdf, s. 3-4.
(5)   http://www.milliyet.com.tr/ekonomi/akbank-kredi-alacaklarini-satti (26 Aralık 2019).
(6)  https://istanbulvarlik.com/iletisim.html (er.tar: 31 Aralık 2019).
(7)  https://t24.com.tr/haber/chp-nin-ekonomi-raporundan-kredilerin-her-100-lirasinin-8-6-lirasi-icralik (9Ekim 2019).
(8)  Agm.
(10)               Caroline Metz, “Bad debts make good profits - but what are the social costs?”, https://www.opendemocracy.net (2 October 2019).
(11)               Agm.
(12)               Mustafa Durmuş, “İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olur…” (II): Kredi kurumasına karşı menkul kıymetleştirme çözüm olacak mı?”, https://sendika63.org (12 Aralık 2018).
(13)               Noam Chomsky, “The Callous System of Student Debt and the Structure of the “Free Market”, Interview with William Hodgkinson, Breakwater Review, https://chomsky.info (14 May 2013),