4 Ağustos 2020 Salı

Korona ile mücadelede vergi indirimleri


Korona ile mücadele: Tavşana kaç tazıya tut!

Mustafa Durmuş

4 Ağustos 2020

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki basın toplantılarıyla yapılması gereken resmi açıklamalar, artık konudan sorumlu bakanların ya da bürokratların tweetlerinde yer alan bir iki kısa cümle ile yapılıyor.

Böyle bir yöntem belki politikacıların işini kolaylaştırıyor, ancak halkın ülkede olup bitenle ilgili olarak tam ve doğru bilgi edinme hakkını da ortadan kaldırıyor.

İki tweet

Nitekim son bir hafta içinde atılan ve birbiri ile (en azından görünürde) çelişen iki resmi tweet ülkede hem Korona salgını, hem de ekonomik kriz ile ilgili olarak kafaları karıştırdı.  

İlk tweeti Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak attı. Bakan, Kurban Bayramı arifesinde, bazı mal ve hizmetlerden alınan KDV oranlarının düşürüldüğünü açıkladı. (1)
Bu indirimleri “zor durumdaki esnafa bir bayram müjdesi” olarak sunsa da, hangi mal ve hizmetlerin KDV’sinin düşürüldüğüne bakıldığında, bu indirimlerin esnaftan ziyade, krizdeki turizm sektörü patronları için yapıldığı görülüyor.

“Korona sahile indi, dikkatli olun”

İkinci tweet Sağlık Bakanı Koca’ya ait. Bakan Bayramla birlikte dolup taşan sahilleri görünce “birinci dalga sahillere indi, dikkatli olalım” diye kısa bir açıklama yaptı. (2)
Halkımızın ne kadarının twitter kullanıcısı olduğu bir yana, böyle ciddi bir uyarının bu yolla yapılması da son derece düşündürücü. Belli ki son günlerde günlük vaka sayısındaki artışı bir türlü durduramayan, açıkladığı verilerin de gerçek durumu tam olarak yansıtmadığı yönünde eleştirilen Bakanlık, salgının tekrar patlama yapmasından endişelendiğinden (düşük profilde de olsa) uyarıda bulunma ihtiyacı duyuyor. Nitekim dün Bakan yeni bir açıklama ile vakaların ülke genelinde artışa geçmesinden söz ederek, endişe duyduğunu vurguladı.(3)

Ya biri ya diğeri

Ancak bu ülkenin yönetiminde görev alan bakanların bir gerçeğin farkında olmaları gerekiyor: Turizmi destekleyerek ekonomiyi canlandırma çabaları kaçınılmaz olarak insan hareketliliğini, mobilizasyonu artırır. Bu durum, salgın sonrasında dünya çapında da kanıtlanmış bir olgu. (4) Bu hareketlilik de salgını artırır. Yani  “tatile çıkın ama dikkatli olun” demenin toplumda bir karşılığı bulunmuyor.

Lafı eğip bükmenin bir gereği de yok. Bir süredir izlenmekte olan ‘sürü bağışıklığı stratejisi’nin önemli bir unsuru olan “sorumluluğu bireylerin kendilerine bırakma” biçimindeki epidemiyolojik neo-liberalizmin kaçınılmaz sonuçlarını yaşıyoruz.

Kısaca, büyüklerimiz: “normalleşiyoruz ancak kendi önleminizi kendiniz almalısınız” dediğinde, halkımız bunu bireysel özgürleşme çağrısı olarak algılıyor, kendini dışarı atıyor ve göstermelik maske takma dışında önlem de almıyor.

Yabancı turist gelmeyince

Ancak işin derininde, kusuru “sorumsuz” insanımıza yıkmayı önleyen önemli zorlayıcı faktörler mevcut. Şöyle ki:

Hatırlayalım; üniversiteye giriş sınavlarının ertelenmesi; bu sınavların salgın vakalarını artıracağı gerekçesiyle, hem öğrenciler, hem veliler, hem de sınavda gözetmenlik yapacak olan öğretmenler tarafından talep edilmişti. Ancak bu talep, turizme zarar vereceği gerekçesiyle kabul edilmedi ve bu sınavlar ciddi riskler alınarak da olsa yapıldı.
Bununla da kalınmadı, ülkedeki reel faiz oranları enflasyonun çok altında olmasına rağmen, ısrarla düşürüldü ve bankalar tarafından insanlara düşük faizli, bol miktarda tatil kredisi verildi.

Ardından turistik konaklama tesisleri açıldı. Ancak kendilerine “Özal Zenginleri” adı da verilen, çoğunluğu da 1980’lerde devlete taahhüt işleri yaparak büyümüş, gelişmiş olan inşaatçı sermaye grupları tarafından, üstelik devletten sağlanan ve maliyetin yüzde 40’ına varan nakit teşvikleriyle ve üstelik normalden büyük kapasitelerle sahillerimizde kurulan 5 yıldızlı oteller, tatil köyleri ve diğer irili ufaklı konaklama tesislerinden oluşan turizm sektörü, Korona salgını nedeniyle ciddi bir krize girdi. Çünkü ülkeye turist gelmedi.

Dünya Turizm Örgütü uyarmıştı

Zaten, Dünya Turizm Örgütü yıllık 1,5 trilyon dolarlık gelir kapasitesine sahip küresel turizm sektörünün Korona nedeniyle bu yılki zararının 300-450 milyar doları bulacağını, yani geçen yılki gelirlerin üçte birinin yok olacağını ve gelen turist sayısında geçen yıla göre yüzde 20-30’luk bir azalma olacağını (hazırladığı bir raporla (5) dünyaya duyurmuştu.

Bu uyarılara rağmen, siyasal iktidar (biraz da turizm sezonunda geleceğini düşündüğü dövize güvenerek), Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini eritme pahasına, kura sürekli müdahalelerde bulundu. Ancak bu hesap tutmadı, döviz fırladı ve ülke 2018’dekinden çok daha derin bir döviz krizine doğru giderken, sektörde çalışan on binlerce turizm emekçisi işsiz, gelirsiz, aşsız kaldı.

Salgını artırma pahasına yerli turistler devreye sokuldu

Bu işletmeleri açabilmek için bu kez yerli turistler devreye sokuldu. Normalleşme programı ve söylemleri altında alınan önlemlerden birer birer vazgeçildi ve sonunda Kurban Bayramı tatili ile birlikte yerli turistler otellere, tatil köylerine, sahillere akın ettiler. Düşük faizli tatil kredisinin yanı sıra, Bayram öncesinde KDV oranlarının yüzde 1’e düşürülmesi de bu gelişmede etkili oldu.

Korona salgını sonrasında azalan vergi gelirleri ve artan kamu harcamaları nedeniyle tarihsel büyüklükte bütçe açıkları vermeye başlayan Hazine ise (vergi gelirlerinin daha da azalması) bu indirimleri yaptı. Bakan Albayrak bu indirimleri sosyal medya hesabında şöyle duyurdu:

"Bayram öncesinde başta esnafımız olmak üzere tüm vatandaşlarımıza müjdemiz var. İş yeri kira stopajını yüzde 20’den yüzde 10’a, yolcu taşımacılığı, düğün, nikâh organizasyonu, konut bakım onarımı, tamir, kuru temizleme, terzilik gibi esnaf hizmetlerinde KDV’yi yüzde 18’den yüzde 8’e indirdik. Ayrıca; KDV oranı yüzde 8 olan konaklama yeme-içme hizmetlerinde ve sinema, tiyatro, müze giriş ücreti gibi kültürel faaliyetlerde KDV’yi yüzde 1’e indirdik. Esnafımızı her alanda desteklemek için üzerimize düşeni yapıyoruz. Bu indirimler esnafımıza ve milletimize hayırlı olsun."(6)

KDV yüzde 8’den yüzde 1’e düşürüldü

Kısaca, talebin canlandırılması için yılsonuna kadar geçerli olmak üzere, daha ziyade küçük üretici faaliyetleri olarak nitelendirilen bazı mal ve hizmetlerin sunumundan alınan KDV yüzde 18’den yüzde 8’e ve turizm ve konaklama ve ilgili faaliyetlerden alınan KDV yüzde 8’den yüzde 1’e düşürüldü.

Yeme-içme ve konaklama gibi faaliyetlerde KDV oranının yüzde 1’e düşürülmesinin nedeni kuşkusuz turizm sektörünün Korona’dan dolayı içine girdiği kriz.
Öyle ki Türkiye bir süredir (başta Avrupa ülkeleri tarafından olmak üzere) seyahat edilmesi riskli ülkeler grubuna dâhil edildi. Salgınla ilgili bu endişelere bir de ülkenin uluslararası alanda yalnızlaşmasına neden olan jeopolitik faktörler ve ülkedeki demokrasi kayıpları eklenince, ülke yabancıların gözünde güvenli bir ülke olmaktan çıktı ve bu yıl yabancı turist potansiyelinin neredeyse tamamını kaybetti.

Gelen turist sayısı yüzde 99 azaldı

Öyle ki resmi verilere göre; bu yılın Nisan ayında ülkeye gelen yabancı turist sayısı (önceki yılın aynı ayına göre) yüzde 99 azalarak 3,3 milyondan 24 bin 238’e geriledi.(7)

Bu yüzden (Bayram vesilesiyle) yapılan KDV indirimleriyle bu zararın kısmen de olsa yerli turist ile telafi edilmesi öngörülüyor. Ancak bir yandan iyice derinleşen ekonomik kriz, artan işsizlik ve belirsizlikler,  diğer yandan dünyada olduğu gibi ülkede de giderek artan Korona vakaları, yerli turistlerin bu yıl tatil planları yapmasını önemli ölçüde önledi. Nitekim Bayram öncesinde oteller ve restoranlar neredeyse bomboştu.

Daha önce de vurgulandığı gibi, eve kapanmanın neden olduğu baskıdan kurtulma isteği, normalleşme programı ve uygulamaları, Korona’nın bittiğine dair oluşturulan algı, düşük faizli tatil kredileri ve ardından gelen KDV indirimleri bir kısım tüketicinin Bayram tatilini de fırsat bilerek fikir değiştirip turistik bölgelerine gelmesiyle sonuçlandı.

Bu da daha önce asker uğurlamaları, düğünler, taziyeler gibi etkinliklerde yaşanan ve fiziksel mesafelenme ve korunma kurallarının bütünüyle bir kenara atılmasıyla sonuçlanan durumun tatil yörelerinde de yaşanmasıyla neticelendi. Bu kalabalık ortamlarda virüsün ne kadar etkili olduğunu daha sonraki gün ve haftalarda göreceğiz.

Ekonomi canlanmaz, Salgın artar

Vergi indirimlerinin turizm ve onunla ilişkili alt sektörleri ne kadar canlandıracağını tam olarak kestirebilmek mümkün değil, çünkü böyle vergi indirimlerinin tüketiciye yansıtılarak fiyatların düşeceğinin bir garantisi yok.

İşin aslı bu indirimlerin işe yaramadığını dünya genelindeki örneklerle kanıtlayan çok sayıda akademik çalışma da mevcut. Yani bu çalışmalarda yapılan vergi indirimlerinin genelde tüketici fiyatlarına yansımadığı ortaya konuluyor. Örneğin bir bilimsel çalışma(8) Fransa’da bu indirimlerden sadece işletmelerin yararlandığını gösteriyor.

Diğer taraftan bu indirimlerin (turizmi teşvik eden diğer uygulamalarla birlikte) Korona salgınını artıracağına kesin gözüyle bakabiliriz. Yani Türkiye’yi yöneten büyük sermaye gruplarına ait lüks oteller ve tatil köyleri başta olmak üzere sektördeki işletmelere verilen bu teşvikler, talepte ve ekonomide beklendiği gibi bir canlılık sağlamasa da, salgını artıracak gibi görünüyor (Sağlık Bakanının son açıklamasını bunun bir teyidi olarak okumak da mümkün). 

Esnaf zaten büyük ölçüde kayıtdışı

İndirimlerin ikinci boyutu esnaf ile ilgili. Hem işyeri kiralamalarında yapılan KDV stopajı yüzde 20’den yüzde 10’a, hem de yolcu taşımacılığı, tamirat-tadilat gibi daha ziyade küçük ölçekli hizmet sunumundan alınan KDV yüzde 18’den yüzde 8’e düşürülüyor.

Yani düğün-nikâh organizasyonu, oto, motosiklet, bisiklet, ayakkabı tamirciliği, terzi tadilatları gibi vergileme açısından önemli ölçüde kayıt dışında kalan faaliyetlerde tahsil edilen KDV oranı düşürülüyor.

Ancak bu faaliyetlerin en belirgin özelliği büyük ölçüde kayıtdışı olarak yapılması. Yani alınan hizmet sonucunda tüketiciye (genelde) fiş ya da fatura verilmediğinden kamu açısından ciddi bir vergi kaybı doğuyor.

Bu yüzden, hali hazırda vergilendirilemeyen bir sektörde yapılan KDV indiriminin, esnafın işlerini artırarak bu sektörü canlandırmak ya da kayıt dışılığı önleyerek vergi gelirlerini artırmak biçiminde bir katkısının olmasını beklemek gerçekçi olmaz.

Vergi ayrımcılık aracı olarak kullanılır mı?

Turizm- konaklama sektöründe yüzde 1’e düşürülen KDV ile ilgili bir detayın da altını çizmek gerekiyor.

Gıda ve alkolsüz içkilerde oran yüzde 1’e düşürülürken,  alkollü içkilerde yüzde 18 olarak uygulanmaya devam edilecek. Yani turistik bir otelde yenilen yemeğin yanında içilen alkollü içeceğin KDV’si hala yüzde 18 olarak ödenmeye devam edilecek.

Siyasal iktidarın alkollü içkiler konusundaki tutumu sır değil. Devletin vergi gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturmasına rağmen, bir süredir bu vergiler de alkollü içki kullananları ve bunları üretenleri cezalandırma politikasının araçlarından biri olarak kullanılıyor.

Rakıdan alınan toplam vergi 103 lira

Öyle ki KDV’nin dışında bu içeceklerden yüzde 63 oranında ÖTV alınıyor. Sonuçta 50’lik bir şişe biradan ÖTV ve KDV olarak 6 liranın üzerinde, 70’lik bir şişe şaraptan 7 liranın üzerinde ve 70’lik bir şişe rakı ya da viskiden 103 lirayı aşan tutarda bir vergi alınıyor.(9) Böyle olunca da markette 70’lik bir Yeni Rakının fiyatı 170 lirayı, restoranlarda ise 300-400 lirayı bulabiliyor.

Turizm, tatil ve alkollü içecekler birbirinden ayrılması zor bir üçlü. Bu nedenle de alkollü içkiden tahsil edilen vergi, bu denli yüksek olduğunda ve geçici de olsa yapılan indirimlerin dışında tutulduğunda, bunun turistik tesislere, konaklamalara ve yeme içme mekânlarına olan talebi artırmayacağı açık.

Sigarada vergi oranı yüzde 86

Benzer bir durum tütün içeren sigaralar için söz konusu. Bunlardan tahsil edilen ÖTV ve KDV satış fiyatının yüzde 86’sını oluşturuyor. Yani en düşük sigara fiyatı olan 14,5 liralık bir paket sigaranın 12,46 lirası bu iki vergiden oluşuyor.(10)

Benzinde ise hem ÖTV, hem de KDV uygulaması nedeniyle verginin oranı Mart ayındaki düzenlemeler neticesinde yüzde 69’u aştı. Benzin istasyonuna her gidişimizde KDV haricinde, benzin için sadece ÖTV olarak 2,65 liraya yakın ve motorin için 1,8 liraya yakın ÖTV ödüyoruz.(11)

Kuşkusuz petrol, içki ve sigara fiyat esnekliği en katı olan ürünler. Bu yüzden de bunlara konulan vergiler fiyatı artırsa da, talepte o kadar bir düşüş yaratmıyor. Bunu bilen iktidarlar da ne zaman gelire ihtiyaç duysalar hep bu ürünlerin vergilerine yükleniyorlar. Ancak bu bir süre sonra tüketicilerin kendi içkilerini kendilerini üretmesiyle ve kaçak sigaraya yönelmeleriyle sonuçlanıyor.

Amaç sadece gelir yaratmak ya da sağlığa zararlı faaliyetleri caydırmak değil

Bu vergileri sürekli artırarak iktidarın sadece gelir yaratma peşinde ya da sağlığa zararlı faaliyetleri önleme çabası içinde olduğunu düşünmemek gerekir. Zira bacalarında filtresi olmayan santraller ve zehrini derelere akıtan çok sayıda işletme var bu ülkede. Keza kadınların yasal bir güvencesi niteliğindeki İstanbul Sözleşmesi ortadan kaldırılmak isteniyor.

Yani fiziksel, ruhsal, toplum sağlığı açısından çok sayıda zararlı mal ve hizmet, davranış,  tutum söz konusu. Eğer amaçlanan zararlıları ortadan kaldırmaksa önce buralardan başlamak gerekiyor.

Politikleştirilmiş vergiler

İşin gerçeği, bir süredir Siyasal İslam gömleğini giymiş bulunan iktidar, vergileri kendisi gibi düşünmeyen, kendi inandığına inanmayan, kendi gibi yaşamayan kesimleri cezalandırma aracı olarak kullanıyor.

Bu bağlamda da siyasal iktidarın KDV indirimlerinde dahi tüketiciler arasında (içki içen ve içmeyen) biçiminde bir ayrımcılığa gitmesi sürpriz bir uygulama değil.

Sağlık ve eğitimde neden KDV indirilmiyor?

Bu ayrımcılığın aklımıza getirdiği bir diğer soru kuşkusuz bugün Salgından en çok etkilenmiş olan sektörlerin başında gelen sağlık hizmetleri ve eğitim hizmetleri sektörünün durumu.

Zira özel sağlık ve eğitim hizmetlerinde KDV hala yüzde 18 olarak uygulanıyor. Üstelik bu sektörler büyük ölçüde kurumsallaşmış sektörler, dolayısıyla da bir KDV indiriminin sektör bileşenlerini rahatlatması söz konusu olabileceği gibi kayıtdışılığı da azaltarak vergi gelirlerini artırabilir.

Asıl soru: Zorunlu mal ve hizmetlerden neden hala vergi alınıyor?

Korona Salgını sonrasında; ekonomik kriz, devasa biçimde artan işsizlik, enflasyon, yoksulluk, kapıdaki açlık en temel sorunlarımız iken, neden temel gıda maddelerinin ve başta temizlik malzemeleri olmak üzere diğer zorunlu tüketim maddelerinin KDV’si indirilmiyor?

Yani neden hala et, balık, süt ve süt ürünleri, çay, yumurta, peynir, zeytinde KDV sıfırlanmıyor da, hala yüzde 8’den vergilendiriliyor? Çoğunluğu yüzde 18 KDV oranına tabi temizlik, hijyen dezenfektandan alınan KDV yüzde 1’e düşürülmüyor? 

Günlük 39 liraya mahkûm edilerek zorunlu izne çıkartılanlar ya da günlük 77 lira ile hayatta kalmaları istenen asgari ücretlilerin temel gıda maddelerinden neden hala vergi alınıyor?

Günlük bir öğünü dahi karşılamakta zorlanan asgari ücretli, işsiz ve zorunlu ücretsiz izinli işçiler,  KDV’si yüzde 1’e düşürülen turistik tesislerin patronlarından daha mı iyi durumdalar ki onların vergisi indirilmiyor?

Ya da neden hala litre başına uygulanan en fazla vergi nedeniyle dünyanın en pahalı benzinini kullanan tüketicilerin ve en pahalı mazotunu kullanan çiftçilerin vergileri indirilip böyle bir kriz döneminde biraz da olsa nefes almaları sağlanmıyor?

KDV’yi adilce indiren ülkeler de var

Korona sürecinde adaletli vergi indirimi yapan ülkeler mevcut. Örneğin Almanya 1 Temmuz- 31 Aralık 2020 arasında 20 milyar avroluk KDV indirimi yapacağını açıkladı. Bu indirimlerle;  standart oran olan yüzde 19 yüzde 16’ya; aralarında bazı gıda, içecek, sağlık malzemesi, kitap, dergi, kültürel faaliyetler, kısa vadeli otel konaklaması, ülke içi ulaştırma gibi faaliyetlerin bulunduğu mal ve hizmetlerden alınan KDV yüzde 7’den yüzde 5’e düşürüldü.(12)

Sorunun yanıtı açık aslında: Korona’nın tetiklediği kriz ile birlikte sınıf mücadelesinin üzerindeki örtü kalktı. Hükümetleri arkasına almış bulunan sermaye sınıfı, işçilere, emekçilere karşı acımasız bir sınıf savaşı yürütüyor ve Salgının ve ekonomik krizin neden olduğu zararı başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıflara, halklara ödetiyor.
Özetle bugünlerde yaşamakta olduğumuz şey bu.

Dip notlar:

(1)     https://twitter.com/BeratAlbayrak (30 Temmuz 2020).
(2)     https://twitter.com/drfahrettinkoca (1 Ağustos 2020).
(3)     https://www.milliyet.com.tr/gundem/son-dakika-haberi-bakan-koca-endise-duyuyoruz-diyerek-kritik-durumu-acikladi (3 Ağustos 2020).
(4)     Biao Xiang, “Hostages of Mobility”, https://www.indiachinainstitute.org/hostages-of-mobility (18 May 2020).
(5)     https://webunwto.s3.eu-west-1.amazonaws.com/s3fs-public, Coronavirus.pdf (24 March 2020).
(6)     https://twitter.com/BeratAlbayrak (30 Temmuz 2020).
(7)     İrem Köker, “Koronavirüs, Türkiye'de turizm sektörünü nasıl etkiledi?”, https://www.bbc.com (17 Haziran 2020).
(8)      “Who Really Benefits from Consumption Tax Cuts? Evidence from a Large VAT Reform in France”, https://www.aeaweb.org ( February 2019).
(9)     https://gazetemanifesto.com/2020/alkollu-iceceklere-ve-sigaraya-yeni-zam (4 Temmuz 2020).
(10)  Agm.
(11) https://www.gib.gov.tr/fileadmin/mevzuatek/otv_oranlari_tum/otv02042020_1sayili.pdf (3 Ağustos 2020).
(12)   Daniel Bunn, “Germany Adopts a Temporary VAT Cut”,  https://taxfoundation.org (16 June 2020).

 


1 Ağustos 2020 Cumartesi

Korona vakaları artıyor, salgın küresel bir açlık salgınına dönüşüyor


Korona vakaları artıyor, salgın küresel bir açlık salgınına dönüşüyor

Mustafa Durmuş

1 Ağustos 2020

Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ)  dünkü önceki Koronavirüs raporuna göre (1); dünya çapında virüse yakalanan insan sayısı 17 milyonu aştı. Salgın nedeniyle şu ana kadar 668,910 kişi hayatını kaybetti. Dünya çapında günlük vaka sayısı 292,527; günlük ölen sayısı ise 6,812 oldu.

Salgın (özellikle de dünyanın bazı bölgelerinde) artarak sürüyor. Üstelik birinci dalga sürerken, Belçika ve İspanya gibi ülkelerde ikinci dalga vakaları da görülmeye başladı.
Günlük vakaların yüzde 59’u ABD ve Latin Amerika ülkelerinde (özellikle de Brezilya’da) görülüyor. Bunu Hindistan’ın da içinde yer aldığı Güney Asya Bölgesi izliyor.

Resmi veriler gerçek durumu yansıtmıyor

Ancak bu raporlarda yer verilmeyen diğer bazı gerçekler de var:  

İlk olarak, bu raporlar ülkelerden gelen resmi veriler esas alınarak düzenleniyor. Yani hükümetler ne gönderirlerse DSÖ’nün raporunda onlar yer alıyor. Öte yandan dünyanın her yerinden, ülkelerin resmi vaka ve ölüm sayılarını gerçek rakamların çok altında bildirildiklerine dair ciddi bilgiler geliyor. Yani salgının olduğundan daha hafif gösterildiği güvenilir kaynaklar tarafından da ileri sürülüyor.

Bu konudaki en güncel değerlendirmelerden biri bu ayın başlarında The Economist Dergisi’nde yer alan bir makalede yapıldı.(2)  Dergi günlük yeni vaka sayısındaki inanılmaz artışa dikkat çekti ve 1 Şubat tarihinde 2.115 olan bu sayının 28 Haziran’da 190.000’e yükseldiğini, böylece o gün itibariyle, 1 Şubat’ta kaydedilen toplam vaka sayısı kadar yeni vakanın her 90 dakikada bir kaydedilmeye başlandığını açıkladı (dünkü raporda bu sayının 292 binin üzerinde olduğunu hatırlayalım).

Daha da önemlisi Dergi, Koronavirüs verilerinin gerçek durumu yansıtmaktan çok uzak olduğunu, Massachusetts Institute of Technology’deki bir ekibin 84 ülkede yaptığı bir araştırmaya dayanarak ileri sürüyor. Buna göre; kayıt altına alınan her 1 vakaya karşılık 12 vaka kaydedilmiyor ve kayıtlara geçen her iki Covid-19 kaynaklı ölüme karşı üçüncü ölüm “başka sebeplerden dolayı ölüm” olarak kaydediliyor.

DSÖ’nün açıkladığı günlük vaka sayısının 292 bini aştığı dikkate alınırsa birinci dalganın hala hız kesmeden sürdüğü ve salgının çok tehlikeli bir boyuta eriştiği ortaya çıkıyor.

Türkiye: Bir türlü düşmeyen günlük resmi vaka sayısı

Bilindiği gibi Türkiye’de de 1 Haziran normalleşmesi ile birlikte günlük resmi vaka sayısı birden fırlamış Haziran ortasında 1,500’ün üzerine kadar çıkmıştı. Bir ara 900’ün altına düşen vaka sayısının dün itibarıyla 982’ye kadar yükselmiş olması ve Bayram tatilinde olmamız endişelenmemiz için yeterli bir durum oluşturuyor.

Ayrıca basına yansıyan bazı bilgilere göre;  başta Ankara olmak üzere bazı kentlerdeki vaka sayısının resmi açıklamaların ötesinde ve hastanelerdeki yoğun bakım yataklarının tamamen dolu olması, durumun ne denli ciddi olduğunu gösteriyor.(3)

Dünya çapında 4 milyona yakın ölüm bekleniyor

Dergi, aşı bulunmadığı sürece, 2021 baharı itibariyle toplam vaka sayısının 200 milyon - 600 milyon aralığına tırmanabileceğini, bu durumda 1,4 milyon ile 3,7 milyon civarında insanın hayatını kaybedeceğini; üstelik böyle bir halde dahi dünya nüfusunun yüzde 90’nından fazlasının halen enfeksiyona karşı korumasız olacağını ve bağışıklığın geçici olması durumunda bu sayının daha da artacağını iddia ediyor.(4)

Bir virolog ise Koronavirüsün bizim geçirdiğimiz evrimden çok daha hızlı bir mutasyona (başkalaşıma) uğradığını ileri sürüyor: “Bu durumun aşı çalışmaları açısından öneminin büyük olduğu açık. Çünkü mutasyona uğrayan bir virüse karşı etkili aşıların geliştirilebilmesi imkânsız. Yani virüs kaçış mutantları adı verilen formlara dönüşme riskini taşıyor. Böyle olunca vücuda aşı ile yerleştirilmiş olan antikorlar virüsü tanımakta ve virüsle mücadele etmekte zorlanıyorlar”. (5)

Emekçiler açısından salgın açlığa dönüştü

Kuşkusuz bunlar salgının insan sağlığıyla ilgili etkileri. Bir de salgının neden olduğu tarihsel olarak en büyük krizlere denk düşen bir ekonomik kriz boyutu var. Bu da kendini dünya çapında ekonomilerin ciddi oranlarda küçülmesi, işsizliğin devasa boyutlara erişmesi,  yoksulluğun ve açlığın artmasıyla kendini gösteriyor.

Nitekim dünyanın en büyük ekonomisi olarak nitelenen ve Korona’dan ölen sayısının 151,000’i bulduğu, her 1 dakikada 1 insanın salgından öldüğü ABD’ de ekonomi ikinci çeyrekte (Nisan-Haziran)  yüzde 33’e yakın küçüldü. Bu daralma 1947’den bu yana görülen en sert daralma olarak nitelendiriliyor.(6) Bunun işsizliği, yoksulluğu ve açlığı artıracağı kesin.

Aynı zamanda salgın sonrasında devletlerin ve IMF gibi uluslararası örgütlerin ekonomileri toparlayabilmek için sermaye kesimine tarihsel olarak en büyük destekleri (onlarca trilyon dolarlık) sunduğu bir dönemdeyiz. Buna rağmen toparlanmaya ilişkin öngörüler kötümserliğini sürdürüyor.

Bu durumu (yukarıdaki gibi) sadece açıklanan çeyreklik ekonomik büyüme verilerinden değil, aynı zamanda büyük sermaye çevrelerinde yapılan geleceğe ilişkin beklenti anketlerinden de görebiliyoruz.

Toparlanma beklentileri daha ziyade kötümser

McKinsey adlı kuruluş düzenli aralıklarla dünyadaki büyük sermaye şirketlerinin yöneticileri ile anketler düzenliyor. Temmuz ayında düzenlediği ve “Covid-19’un küresel ekonomik beklentileri nasıl etkilediğine” ilişkin sorular içeren son ankette, (7) dünyada genel olarak iyimser bir beklenti söz konusu iken, özellikle Kuzey Amerika ve Yükselen Ekonomilerde bu beklentinin kötüleştiği tespitleri yer alıyor.

Ankete göre, ülkesinin ekonomisinin önümüzdeki 6 ay içinde daha iyiye gideceğini düşünenlerin sayısı Temmuz’da (Haziran’a göre) Kuzey Amerika ülkelerinde yüzde 13 ve genel olarak Yükselen Ekonomilerde yüzde 10 azalmış durumda. Yani aralarında bizim de bulunduğumuz grupta beklentilerde bozulma söz konusu (bunu destekler biçimde Türkiye’deki reel kesim güven endeksi son 5 aydır yükselirken, Temmuz ayında “iyimserim” diyenlerin sayısı azaldı). (8)

Ankette yer alan senaryolardan biri olan A1 senaryosunda; önümüzdeki 1 yıl içinde, Korona salgını sonrası izlenen kamusal sağlık ve ekonomi politikalarının ülkelerinde kısmen etkili olacağını öngörülüyor, ancak ekonomik büyüme, gelir ve kârların salgın öncesi düzeylere gelmesinin zaman alacağı kabul ediliyor. Bu senaryoyu daha gerçekçi bulanlar da çoğunluğu oluşturuyor. Yani uluslararası sermaye çevreleri kısa vadede bir toparlanma beklemiyor.

Virüs en çok sistemin ezilenlerini vuruyor

İkinci olarak, DSÖ’nün raporunda salgından en çok hangi sosyal sınıfların- kesimlerin ya da kimliklerin etkilendiğine ilişkin bilgi yok. Oysa ABD’de olduğu gibi salgından en fazla Afrika ve Latin kökenliler ve siyahlar, kadınlar gibi hem en çok yoksullar, hem de ezilen kimlikler etkileniyorlar. Çünkü bu kesimler sağlık hizmetlerine erişmekte zorluk çektikleri gibi, yetersiz beslenme ya da hijyen sorunları gibi sorunlar yaşıyorlar.
Financial Times Gazetesi yazarı Wolf salgının ekonomik olarak en fazla hangi kesimleri etkilemekte olduğunu şöyle açıklıyor:  

Salgınla birlikte ABD’de en fazla 16-24 yaş arasındaki gençler işsiz kaldı. Öyle ki 2008 finansal krizinde yüzde 15 olan işsizlik oranı salgın sonrasında yüzde 25’e yükseldi. En fazla lise diploması olmayanlar işsiz kaldı. Finansal krizde bu kesimde işsizlik oranı yüzde 9 iken salgınla birlikte yüzde 22 oldu. En fazla Hispanik kadınlar işsiz kaldılar. Bu kesimde işsizlik oranı yüzde 22’ye fırladı. Bunu yüzde 19 ve yüzde 17 ile Asyalı kadınlar ve siyahi kadınlar takip ediyor (göreli olarak en az etkilenen beyaz kadınlarda bu oran yüzde 13). En fazla Asyalı erkekler işsiz kaldılar. Bu kesimde işsizlik oranı yüzde 17 oldu. Bunu yüzde 15 ile Hispanik ve yüzde 13 ile siyahi erkekler izliyor. Beyaz erkeklerdeki işsizlik oranı ise yüzde 9’da kaldı.(9)

Sömürgeci faşist zihniyet ve virüs

Brezilya’da ise salgın Amazon ormanlarında yaşayan yerliler arasında tam anlamıyla patlama yapmış durumda .(10) Ama bu durum ülkenin devlet başkanı Bolsanaro’nun umurunda bile değil. 500 yıldır sömürülen, köleleştirilen, topraklarından kopartılan, katledilen yerlilerin salgından ölmesini, bu ormanları metalaştırmak için iyi bir fırsat olarak görüyor. Dünyadaki diğer benzerleri gibi Bolsanaro da, salgını toprak ve su kaynaklarını yağmalama ve neo-liberal gündemlerini hayata geçirebilmek için Tanrı’nın lütfu olarak görüyor.

Kuşkusuz toparlanma hiç yaşanmıyor değil. Öyle ki toplumun büyük bir kesimi dipte hayatta kalmaya çalışırken, piramidin en üstündekiler standartlarını salgın öncesi gibi korudular, hatta zenginliklerini daha da artırdılar.

Asimetrik ya da “k” tipi toparlanma

Yani Korona sonrası göreli bir toparlanma yaşanıyor ama bu V, W tipi bir bütün olarak ekonominin toparlanması şeklinde değil. Daha ziyade, salgın öncesi iyi durumda olanların daha iyi, kötü durumda olanlarınsa daha kötü durumda kaldığı asimetrik bir toparlanma yaşanıyor. Öyle ki beyaz yakalılar işlerini koruyup evlerinden çalışabilirken (‘k’nın üstü kısmı), virüse yakalanma riskleri çok az oluyor. Buna karşılık birikmiş nakitleri olmayan, özellikle de salgında da çalıştırılanlar, yani sağlık, bakım, temizlik, gıda, ulaştırma, kolluk hizmetleri gibi zorunlu işlerde çalışanlar (‘k’nın alt kısmı) bu imkâna sahip değiller.

Daha büyük bir nakdi olan sermaye şirketleri ve zengin iş insanları mevcut konumlarını genelde korurken, diğerleri piyasadan siliniyorlar. Örneğin büyük sermayeli zincir işletmeler önceki yıllara yakın bir toparlanma yaşarken, küçükler bir bir yok oluyorlar.
ABD’den somut bir örnekle bu durumu açarsak;  bazı dev şirketler Salgın sırasında çok hızlı büyüdüler. Amazon ve Tesla’nın hisseleri (ekonominin diğer sektörleri küçülürken) yeni zirveler yaptı. Reel ekonomi çakılırken borsalarda inişli çıkışlı da olsa, bir yükseliş söz konusu. Facebook, Amazon, Netflix, Google (FANG) hisseleri fazlasıyla iyi bir performans sergiliyor. Açıkçası salgın bu şirketlere yaradı. Kısaca yeni normale, salgın kısıtlamalarına ve yeniden açılmaya uyum sağlamak ile sahip olunan sermayenin ve nakdin büyüklüğü arasında doğrusal bir ilişki var.(11)

Sırada açlık var!

Diğer taraftan dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için tablo çok farklı görünüyor.
Öyle ki uluslararası yardım kuruluşu Oxfam son raporunda (12) en az Koronavirüs kadar büyük bir tehlikeye dikkat çekiyor: Açlık. Örgüte göre bu yılsonuna kadar ciddi düzeyde açlık çeken insan sayısı 270 milyonu bulacak ve eğer önlem alınmazsa her gün 12,000 yoksul açlıktan ölecek.

Rapordan hareketle, DSÖ’nün verilerine göre Korona pandemisinden günde 6 binden fazla insanın öldüğünün, buna karşılık açlıktan bunun 2 katı kadar insanın ölmesinin beklendiğinin altını da çizmemiz gerekiyor.

Korona sonrası açlık ve gıda sorunu ile ilgili bir diğer uluslararası rapor “dünyadaki gıda güvenliği ve beslenmenin durumu” adıyla, bu ay yayınlandı. (13).

Bu rapora göre pandemi küresel gıda sisteminin zayıflıklarını ve yetersizliklerini daha da artırıyor. Böylece 2020 yılının sonuna kadar 83 milyon ile 132 milyon arasında insanın daha (salgın nedeniyle ekonomilerin kapatılmasından dolayı) aç kalması bekleniyor.

3 milyardan fazla insan sağlıklı beslenemiyor

Rapor ayrıca sağlıklı beslenmenin günlük 1,90 dolardan çok daha fazlasını gerektirdiğini, şu anda 3 milyardan fazla insanın (dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 57’sinin) sağlıklı beslenemediğini ileri sürüyor. Sağlıksız beslenmenin neden olduğu sağlık sorunlarının faturasının (2030 yılında) yılda 1,3 trilyon doları, sera gazlarının sağlıklı beslenme ile ilgili sosyal maliyetinin 1,7 trilyon doları bulacağı ileri sürülüyor. (14)

IMF’nin resmi sitesinde yer alan bir makale ise adeta özeleştiri niteliğinde. Çünkü: “Gıda sistemlerinin yaşamak ve çalışmak için gereksinim duyduğumuz enerjinin ana kaynağını oluşturmasına rağmen, makro ekonomistlerin uzun zamandır bunun önemini ihmal ettikleri; bu insanların şu anda hayli mekanize olmuş, sübvanse edilmiş ve merkezileşmiş olan küresel gıda sanayinin ihtiyaç duyduğumuz gıdayı bize sunabileceklerine, yanlış bir biçimde, inandıklarını” (15) ileri sürülüyor.

Açlık salgını

Yazarlara göre,  2020 yılı gıda sistemlerinin hesaplaşma yılı olacak. Çünkü Korona sadece birkaç ay içinde dünyanın yarısını eve kapattı. Panik alımları, boş raflar ve gıda bankaları önündeki kilometreleri bulan kuyruklar bize gıda sistemlerinin hayatımız için ne denli önemli olduğunu, buna karşılık bu sistemlerin ne kadar dengesiz ve yetersiz bir durumda bulunduğunu gösterdi.

Pandemi küresel gıda arzı zincirinin arz yönlü şoklara karşı ne kadar hassas olduğunu da ortaya koydu. Öyle ki birçok ülkede hasat yapmak, hatta gıdanın paketlemesini yapmak dahi imkânsız hale geldi. Çünkü işçiler sınırlarda tutuldular ya da virüs nedeniyle hastalandılar. Bazı ülkelerde ise restoranlar kapatıldığı için devasa gıda malzemesi israf edildi, çöpe atıldı.

Kısaca uluslararası raporlara ve yorumlara göre, bu yıldan itibaren başta azgelişmiş ülkelerde olmak üzere ciddi bir açlık salgını yaşanması söz konusu. Açlık o kadar büyüyebilir ki bu mevcut salgını dahi geride bırakabilir.

Önerilen çözümler neler?

Sağlıksız beslenme ve açlık sorunlarına çözüm olarak yukarıda sözü edilen ortak raporda; gıda sistemlerinin değiştirilmesi; küresel gıda arz zincirine bağımlılığın ortadan kaldırılması,  uluslararası gıda ticaretini belirleyen ekonomi politikalarına müdahale edilmesi; kamusal harcamaların ve yatırım politikalarının bu amaçla kullanılması zorunluluğu gibi dönüşümler ön plana çıkartılıyor.(16)

Ek kâr vergisi

Oxfam ise salgının neden olduğu açlık ile mücadelede kullanılmak üzere, salgın sonrasında büyük sermayenin artan kârlarından ek bir kâr vergisi alınması gerektiğini savunuyor. Bu verginin yıllık 500 milyon dolardan daha fazla ciro elde eden şirketlerden alınması öneriliyor. Böyle bir vergiden 80 milyar dolarlık bir vergi gelirinin sağlanması hedefleniyor.(17)

İşin aslı böyle bir vergi alınırsa bu tarihte bir ilk olmayacak. Çünkü böyle bir vergi Birinci Dünya Savaşı sırasında 22 ülkede ve 2. Dünya Savaşı sırasında ABD’de uygulanmıştı.

Umarsız  ya da umursamaz hükümetler

Uluslararası kuruluşların açlık ve büyük çatışmalarla sonuçlanabilecek Korona sonrası gelişmelere dikkat çeken raporları biliniyorken, dünyayı yöneten finans kapital, onların sözcüleri gibi hareket eden hükümetler, bu çaptaki küresel bir soruna karşı birlikte hareket edemiyorlar, aşı çalışmalarını bile koordineli yürütmüyorlar. Böylece hem salgına, hem de onun derinleştirdiği işsizliğe, yoksulluğa ve açlığa çözümler üretmiyorlar.

Militarizm,  siyasallaşmış dincilik ve rant el ele yürüyor

Tersine, uluslararası ticaret savaşlarını derinleştiriyorlar, bölgesel askeri savaşları körüklüyorlar. Salgın yüzünden iyice daralan kamu kaynaklarını ya finans kapitali desteklemek için ya da militarist-emperyalist amaçlar için kullanıyorlar. Militarist ve siyasallaşmış dinsel söylemlerle tabanlarını konsolide etmeye ve yarattıkları sahte gündemlerle insanları oyalamaya çalışıyorlar.

Bu arada da topluma ve doğaya büyük zararlar verecek olsa da büyük rant projelerini tekrar gündeme getiriyorlar. Hepimize ait olan, bu yüzden de piyasalarda alınıp satılmaması, ticarete konu edilmemesi, metalaştırılmaması, özelleştirilmemesi gereken başta; su, toprak, orman ve kültürel varlıklarımız olmak üzere sayıları iyice azalmış olan müştereklerimize de ekonomik ya da siyasi rant sağlamak için el koymayı sürdürüyorlar.

Paradigma değişimi şart

Bu salgın ne mevsimsel, ne de bir kerelik. Eğer virüs mutasyona uğrarsa tekrar salgın gelecektir. Ayrıca yıllardır sürdürülen ekolojik tahribat nedeniyle ortaya çıkan biyoçeşitlilik kaybı, ormansızlaştırma ve iklim değişikliği yüzünden önümüzdeki yıllarda yeni salgınlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olacak.

Diğer taraftan, bu salgın hayatlarımızı ciddi biçimde etkilerken, aynı zamanda da gerçek önceliklerimizin, dayanışmanın, direncin, dik durmanın (ki bunlar sağlıklı bir geleceğin yapı taşlarını oluşturuyor) kısmen de olsa farkına varmamızı sağladı.

Keza kamunun da ne denli önemli olduğunu bize gösterdi. Çünkü az sayıda da olsa (Küba ve Yeni Zelanda’da olduğu gibi) bazı hükümetler hayatlarımızı kolaylaştırırken, diğer bazıları fırsatçılık yapıp neo-liberal, neo-otoriter gündemlerini uygulamayı sürdürüyorlar.

Küresel tedarik zincirinin Korona ile dağılmasının bize, başta tarım olmak üzere temel sanayilerimizin artık yerelleştirilmesi gerektiği gerçeğini göstermiş olması lazım. Yani artık son 40 yıldır geçerli olan ve büyük ölçekli (ama  stoksuz), büyük çaptaki uluslararası tedarik zincirlerine ve sadece kısa vadede kâr elde etmeye dayalı kapitalist küreselleşmeye de karşı çıkılmalı.

Çünkü neo- liberalizmin hayata geçirilmesinin temel kanalı olan emperyalist küreselleşme altında ulusal gıda güvenliği ve yeterliliği ortadan kaldırıldı, köylüler topraklarından sökülüp atıldı. Çiftçiler üretici olarak sahip oldukları sosyal, ekonomik ve kültürel kimliklerini kaybettiler ve çok uluslu şirketlerce üretilen ve yerel büyük toprak sahipleri ve tefecilerin aracılığıyla dağıtımının yapıldığı pahalı tohum ve kimyasalların müşterilerine dönüştürüldüler.(18)

Ayrıca kapitalist küreselleşme sadece uluslararası düzeyde bir emek sömürüsünü pekiştirmekte kalmıyor,  aynı zamanda insanlığı böyle pandemilere karşı direnebilecek etkin sağlık sistemlerinden ve dirençli ekonomik temellerden de yoksun bırakıyor.

Sonuç: Yereli güçlendirmeliyiz

Bu çerçevede uzun vadedeki çözümümüz; ekosistemimizin tüm insanlığın ve diğer canlıların ortak varlığı olduğu gerçeğinden yola çıkan, böylece insanlığı ve doğayı her türlü tahakküm ve sömürüden kurtaracak olan bir işçi sınıfı enternasyonalizmi, kısa vadedeki çözümüz ise ise bunun ilk hazırlığı olan küreselden yerele dönüş ve yerelin güçlendirilmesidir.

Bu çerçevede sosyal olarak her hangi bir faydası olmayan, hatta hem sosyal, hem de ekolojik olarak zararlı olan üretimden vazgeçip,  sosyal olarak yararlı, ekoloji,  toplumsal cinsiyet ve farklı kimliklerin eşitliği ile uyumlu temel mal ve hizmet üretimini de, bölüşümünü de sosyalist bir tarzda yeniden örgütlemek gerekiyor.

Bunun için (bugünden başlayarak) kapitalist işletmelerin yerine, hem etkin ve adil bir üretimin, hem de doğrudan demokrasinin temel unsurları olan demokratik işçi- çiftçi ve tüketici kooperatiflerini, komünleri ve yerel meclisleri, belediyeler başta olmak üzere yerel yönetimlerle işbirliği içinde, yerelde örgütlemek ve yaygınlaştırmak gerekiyor.

Yüzyılımızın koşullarında böyle örgütlenmeleri (küçümsemeden), ayakları yere basan ve devrimci bir dönüşümün başlangıcı olabilecek örgütlenmeler olarak görmeliyiz.

Böyle bir anlayış ve bunu hayata geçirme mücadelesi yüzyılımızın devrimci mücadelesinin özüdür. Radikal reformlar olarak nitelenebilecek, halkın; yoksulluk, işsizlik, güvenli ve ucuz gıdaya erişim sorununu çözebilecek, aynı zamanda da halkın sosyalist demokrasiyi bugünden deneyimlemesini sağlayacak olan böyle örgütlenmelerin kalıcı hale gelmesi ise başarılı bir devrimin ana hedeflerinden biridir.

Dip not:

(1)     WHO, Coronavirus Disease (COVID-19) Situation Report 193,  https://www.who.int (31 July 2020).
(2)       “Covid-19 is here to stay. People will have to adapt”, https://www.economist.com (4 Temmuz 2020).
(3)       https://www.birgun.net/haber/ankara-alarm-veriyor-iddiasi-kamu-hastanelerinde-bos-yatak-kalmadi (29 Temmuz 2020).
(4)       Agm.
(5)       Claire Crossan, “Mutating coronavirus: what it means for all of us”, https://theconversation.com (23 June 2020).
(6)       Martin Crutsinger ve Paul Wiseman, “Record economic plunge, bleak jobs numbers reveal virus toll”, https://apnews.com (30 July 2020).
(7)        “The coronavirus effect on global economic sentiment”, https://www.mckinsey.com (27 July 2020).
(8)       https://www.dunya.com/kose-yazisi/reel-sektorun-guveni-simdilik-yerine-geldi (28 Temmuz 2020).
(9)       Martin Wolf, ‘Democracy will fail if we don’t think as citizens”, https://www.ft.com (6 July 2020).
(10)   https://www.nytimes.com/world/americas/coronavirus-brazil (25 July 2020).
(11)   Catherine Thorbecke, “As COVID-19 financial crisis wages on, some economists warn of a divergent 'K-shaped' economic recovery”, https://abcnews.go.com (16 July 2020).
(12)   Oxfam International newsletter@oxfam.org (28 July 2020).
(13)   Bu rapor;  BM Gıda Örgütü (FAO), Uluslararası Tarım Fonu (FAD), BM Çocuk Fonu (UNICEF), BM Dünya Gıda Programı (WFP) ve Dünya Sağlık Örgütü’nce (WHO) ortak olarak hazırlandı.   Bkz. FAO, Transforming food systems for affordable healthy diets, Rome, State of Food Security and Nutrition in the World (SOFI) Report 2020, https://doi.org (8 July 2020).
(14) Agr.
(15)   Nicoletta Batini, James Lomax, Divya Mehra, “Why Sustainable Food Systems are Needed in a post-COVID World”, https://blogs.imf.org (14 July 2020).
(16)   FAO, agr.
(17)   Julia Conley, “Oxfam America Calls for Tax on 'Pandemic Profiteers' to Fund Covid-19 Recovery and the Common Good”, https://www.commondreams.org (22 July 2020).
(18)  Walden Bello, Mara Baviera,  “Food Wars”, Agriculture and food in crisis - Conflict, resistance and renewal (Edts, Fred Magdoff, Brian Tokar), Monthly Review Press, 2010 içinde, s. 46.