12 Temmuz 2023 Çarşamba

Memur maaş zamları ve iktisat teorisi

 

Birkaç aya kalmaz emekçiler uyanır (mı)? İktisat teorisi bize ne söylüyor?

Mustafa Durmuş

12 Temmuz 2023

Geçtiğimiz haftanın emekçiler açısından en önemli konuları kuşkusuz, memur ve emekli maaşlarına yapılan zamlar, Katma Değer Vergisi oranlarının 2’şer puan artırılarak sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 20’ye yükseltilmesi, bu yıl hali hazırda yüzde 61 oranında artırılmış olan Motorlu Taşıtlar Vergisinin iki kat olarak alınmasına karar verilmesi ve Meclis’e gelen 1,119 trilyon TL’lik ek bütçe kanun teklifi idi.

Diğer taraftan memur ve emekli maaş zamları hesaplanırken TÜİK’in 6 aylık TÜFE hesaplaması olan yüzde 17,55 esas alındı. Memurlara ilave olarak seyyanen 8,077 TL’lik bir artış yapılırken, emekliler bundan mahrum bırakıldı ve onlara yapılan zam yüzde 25 ile sınırlı tutuldu.

Önümüzde ise gelecek yıl geçerli olacak kamu emekçilerinin ücret artışlarının görüşüleceği bir toplu iş sözleşmesi dönemi var.

Memur ve emekli ücretlerine yapılan zamlar yeni vergiler ve enflasyonla geri alınıyor

Memur ve emeklilere yapılan sınırlı zamlar,  bir yandan hali hazırda çalışmakta olan toplamda 19 milyona yakın işçi ve memur arasındaki eşitsizlikleri artırırken, diğer yandan sayıları 16 milyonu aşan emekliler açısından büyük bir haksızlık oluşturuyor. Aslında siyasal iktidar bu yolla işçi ve emekçi sınıfları da bilinçli bir biçimde bölerek onların birlikte mücadelelerinin önünü kesmeye çalışıyor.

Ancak yapılan bu zamların açıklanan vergi artışlarıyla ve yılın geri kalan kısmında artmasına kesin gözüyle bakılan enflasyonla geri alınacak olması, emek örgütlerinin haklı tepkilerine de yol açıyor.

Kaldı ki ek bütçede kamu personelinin ücretlerinde ve SGK primi ödemelerinde her hangi bir artışa gidilmemiş. Bu da yaklaşık 600 milyar TL’lik ilave bir harcama yapılacağını ve bunun da yeni vergilerle karşılanacağını gösteriyor. Kısaca yeni vergi artışları ve elektrik, su, ulaştırma gibi hizmetlere yapılacak zamlar kapıda bekliyor.

Yandaş sendikalar ücret zamlarından memnun

Ayrıca bir gerçek daha var, o da iktidarın yanında yer alan memur sendikalarının ve bunlara üye memurların önemli bir bölümünün yapılan bu zamlardan rahatsızlık duymamaları, hatta memnun olmaları. Zira ilk bakışta (gerçek enflasyon oranı dikkate alınmadığında), en düşük memur maaşının yüzde 86 oranında artırılarak 22 bin TL’ye yükseltilmesi de dahil olmak üzere memurlara yapılan zamlar nominal olarak oldukça yüksek görünüyor.

Böyle bir yanılsamanın nedeni zam oranlarının önceki yıllara göre yüksek olması ama asıl olarak da enflasyon oranının bilinçli bir biçimde düşük gösterilmesi. Böyle olunca da yapılan zamlarla “sizi enflasyona ezdirmedik” sözü tabanda karşılık bulabiliyor.

Enflasyon hesabı yanlış, maaş zammı yetersiz

Oysa ne TÜİK’in enflasyon hesabı doğru ne de yapılan maaş zamları yeterli. Öncelikle, ENAG’ın enflasyon rakamları TÜİK’in rakamlarının en az 2,5 katı büyüklüğünde. Hatta bir patronlar örgütü olan İstanbul Ticaret Odası bile İstanbul için yıllık enflasyon oranını (İstanbul Ücretliler Geçinme İndeksi) yüzde 55,2 olarak açıkladı. Yani yapılan zamlara rağmen, Yoksulluk Sınırının üzerine bir türlü çıkamamayı bir kenara bırakın, reel ücretlerimiz ekside kaldı.

Bu yüzden de, yüksek enflasyon ve son KDV artışları karşısında bu sözde maaş artışları bir iki ay içinde eriyecektir. Bunun için “ekonomist” olmaya da gerek yok, son bir yıl içinde asgari ücrete yüzde 80’in üzerinde zam yapılmış olmasına rağmen işçilerin durumlarının iyileşmediğini, hatta daha da kötüleşerek açlık sınırının biraz üstünde bir gelir ile geçinmek durumunda kaldıklarını bilmek yeterli.

Neden toplumsal bir tepki yok?

Normal koşullar altında iktidar blokunun bu emekçi karşıtı ücret ve gelir politikalarına büyük tepkilerin oluşması beklenir. Ancak ülkede, bir yandan demokratik hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanmasının yanı sıra işçi haklarının da fiilen ortadan kaldırılmış olması, diğer yandan da işçilerin ağır bir ideolojik saldırı altında bırakılarak, kendilerini “yurttaş” ve “işçi sınıfının bir üyesi” olarak görmek yerine, sıradan bir “birey” ya da “tebaa” gibi görmeleri böyle örgütlü tepkilerin ortaya çıkmasını önlüyor.

Bu yüzden de iktidar asgari ücrete zam yapıldığı ya da memurların toplu iş sözleşmesinin yapıldığı dönemlerde, emekçilerin ekonomik hakları için verdikleri mücadeleyi göstermelik toplantılarla savuşturabiliyor ve sonuç olarak da adeta emekçilere bir “lütuf” ya da “iyilik” yapmış gibi sunarak ücret ve maaş zamlarını istediği düzeyde tutabiliyor. Yandaş sendikalar da bu oyunun bir parçası olmaktan rahatsız olmuyorlar, hatta bu sendikaların yöneticileri bu sayede işçilerin gözünde kendi konumlarını da koruyorlar.

Ana akım muhalefet partilerinin ise bir iki basın açıklaması yapmak dışında bu oyuna gerçek bir tepkileri olmuyor. Örneğin emekçileri haklarını savunmak için protesto gösterileri yapma ya da iş bırakma ve grev gibi eylemliliklerde bulunmaya cesaretlendirmekten kaçınıyorlar zira bu eylemleri sermaye düzeni için tehlikeli buluyorlar.

Din insanlarının ve emekçilerin ödediği vergilerden oluşan bütçeden aldığı büyük payla tartışılan Diyanet’in ise şu ana kadar emeğin ve emekçilerin yanında yer aldığına pek rastlanmadığı gibi, bu kesimler yaptıkları açıklamalarda sıklıkla işçilerin grev ve direniş gibi eylemlerde bulunmalarının yanlış ve “günah” olduğundan söz edebiliyorlar.

Burjuva iktisadı oyunun ideolojik arka planını oluşturuyor

İşin bir diğer ayağında ise iktisat teorileri var. Öyle ki işçilerin haklarını aramaları ve örneğin ücret artışları için verdikleri mücadeleler (gösteri yapma, iş yavaşlatma ya da bırakma ve grev gibi) burjuva iktisat teorilerince, bilimsel kılıflar altında, işe yaramayacağı, hatta işsizliği artıracağı gibi gerekçelerle mahkûm edilmeye çalışılıyor. Bu teoriler oldukça etkili zira yalnızca üniversitelerde öğretilmiyor aynı zamanda da siyasette ve ekonomi bürokrasisinde de yol gösterici oluyor.

Bir başka anlatımla, meseleleri sınıfsal mücadele bağlamında ele almayan burjuva iktisat teorilerinin emek-sermaye çatışmasına öz itibariyle statükodan, dolayısıyla da sermaye sınıfından yana bir bakışı söz konusu.

Örneğin kapitalist sistemde işçilerle patronların fiilen eşit güçlere sahip oldukları gibi yanlış bir varsayıma sığındıklarından, piyasa mekanizması içinde işçilerin yürütecekleri toplu sözleşme görüşmeleriyle yüksek ücretler talep ederek reel ücretlerini koruyabilecekleri görüşünü savunurlar. Böyle olunca da kapitalist sistemi değiştirmeye gerek kalmayacak, mesele işçi örgütleri ve patronlar arasındaki müzakereler yoluyla çözümlenebilecektir.

Burjuva iktisadının meseleyi nasıl ele aldığını bir model üzerinden anlatmaya çalışalım.

İnkâr edilen “sosyal sınıflar” ve “devlet” gerçeği

Öncelikle, burjuva iktisadının iktisadi olayları sadece iktisadi faktörlerle ve araçlarla açıklamakla yetindiğinin altını çizelim. Yani analizlerinde sınıflar arası mücadele veya devletin rolü ya da ideolojilerin etkileri gibi hususlara yer vermezler.

Olayları açıklamakta kullandıkları iktisadi modeller ve bunların dayandığı varsayımlar genellikle çürüktür çünkü gerçeklerden kopuktur. Bu yüzden ekonomik krizleri öngörmekte sıklıkla yanıldıkları gibi, krizlerden çıkış için doğru önlemler öneremezler ve genelde de uygulamada krizlerin faturası emekçilere ödettirilir.

“Rasyonel politikalar” olarak adlandırdıkları politikalar ise aslında rasyonel de, tarafsız da değildir. Bugünlerde yapılan vergi artışlarının, KKM ödemesi sorumluluğunun Hazine’den alınıp Merkez Bankası’na verilmesi (emisyon ve enflasyon artışıyla sonuçlanacağı için) bunun en somut örneğidir.

Biz de yazımızın geri kalan kısmında, böyle bir iktisat ekolünün yaygın olarak başvurduğu bir modeli kullanarak, “emekçilerin bir süre sonra reel ücretlerinin azaldığının farkına vararak, izlenmekte olan ekonomi politikalarına itiraz edip etmeyecekleri ve bu itirazın nasıl sonuçlanacağı” sorularının yanıtlarını arayacağız.    

“Rasyonel Beklentiler” Yaklaşımı

Ana akım burjuva iktisadı içinde çok sayıda makroekonomi yaklaşımı var. Bunların geçtiğimiz yüzyılda en etkili olanlarından biri kuşkusuz Keynesyen Makroekonomi Yaklaşımıydı. Ancak 1970’lerin ortalarından itibaren bu yaklaşımın, özellikle de stagflasyon karşısında çaresiz kalması gibi bazı nedenlerden dolayı gözden düşmesi, onun yerini Rasyonel Beklentiler Yaklaşımının almasına neden oldu. Özellikle de 1980 ve 1990’larda (neo liberal dönemde) oldukça etkili bu yaklaşım Lucas, Barro, Sargent, Phelps, ve Grey gibi bir kısmı da Nobel ödüllü iktisatçılarca temsil ediliyor.

Bu yaklaşıma göre, bir ekonomideki aktörler “homo economicus” olmanın da gereği olarak, gelecekle ilgili beklentilerini ön planda tutarak uzun vadeli faydalarını maksimize etme peşindedirler. Bu yüzden de, “ekonomik aktörlerin rasyonel beklentilerini olumsuz yönde etkilediği için”, devletçe uygulanan maliye ve para politikaları gibi müdahalelere izin verilmemelidir.

Yaklaşım böyle müdahalelerin ya da politikaların ekonomiyi sadece kısa vadede büyütebileceğini ancak uzun vadede bu büyümenin duracağını, istihdamın artmayacağını, işsizliğin azalmayacağını, sadece enflasyonun artacağını ileri sürer. Bunu yaparken de “asimetrik bilgi” kavramını modelinde temel analiz aracı olarak kullanır.

“Asimetrik Bilgi”

Özetle, Rasyonel Beklentiler Modeline göre; patronların ve işçilerin nominal ücret artışları ve tüketici fiyat artışları (TÜFE/enflasyon) konusundaki bilgileri asimetriktir (aynı değildir).

Öyle ki patronlar, hem karar alıcılar olarak piyasaların bizzat içinde oldukları için, hem kendi örgütleri aracılığıyla hem de devlet bürokrasisi ve akademi ile yakın ilişkileri sayesinde nominal ücretlerin durumunu da, enflasyonun gerçekte ne düzeyde olduğunu da (dolayısıyla da reel ücretlerin düzeyini) çok iyi bilirler. Nitekim İTO’nun yıllık enflasyonunun TÜİK’in rakamının 17 puan üzerinde olması bu iddiayı destekler niteliktedir.

İşçiler, emekçiler ise karar alma mekanizmasının dışında bırakılıp sadece edilgen bir üretim faktörü gibi görüldüklerinden ve Türkiye’de olduğu gibi büyük ölçüde sınıf sendikası olmayan sarı sendikalarda yer aldıklarından (ayrıca çok büyük bir çoğunluğu iktidar medyasının propagandasının etkisi altında olduğundan) gerçek enflasyon rakamlarının ve reel ücret düzeyinin ne olabileceği konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip değildirler. Bu yüzden de “ücret ya da maaşlarına yapılan nominal zamları reel ücret artışları olarak” değerlendirirler.

Patronlar işin farkında

Kısaca, ücretlerin ve tüketici enflasyonunun (TÜFE) gerçek düzeyleri konusunda patronların ve işçilerin bilgisi simetrik (aynı) değildir. Patronlar işin farkında iken (reel ücret artışlarının enflasyonun çok gerisinde kaldığının), işçiler bu durumun farkında değildir.

Bu yüzden de özellikle de, genel ya da yerel seçimler öncesinde ücretlerine ya da maaşlarına yapılan nominal artışları reel artış gibi görürler, bu ücretlerle çalışmaya itiraz etmezler, yani istihdamda kalmaya devam ederler. Bu durum istihdam artışını, bu da ekonomik büyümeyi, milli gelir artışını (Y) beraberinde getirir.  

Model

Bu durum bir model çerçevesinde aşağıdaki grafiklerle de açıklanabilir. (1)

Grafik 1: Kısa Dönem/Asimetrik Bilgi Hali


Modele göre süreç şöyle işlemektedir:

1. Başlangıçta ekonomide denge  Y0 - P0.  (P0= 2, W0 = 12 TL) düzeyindedir. İşgücü piyasasında denge ise n0 - Y0  gibi bir resesyon durumunu yansıtmaktadır.

2. Ekonomiyi resesyondan çıkartabilmek için hükümet talep yönlü maliye politikaları uygular, böylece toplam talepte bir büyüme gerçekleşir. Yani toplam talep eğrisi (AD0 ), ( AD1)’e dönüşür. Bunun ilk sonucu enflasyon artışı biçiminde kendini gösterir ve fiyatlar genel seviyesi, P0 =2’den p1 = 5’e çıkar. Yani enflasyonda yüzde 250’lik bir artış olur. Bu arada nominal işçi ücretleri enflasyon kadar artmaz, örneğin toplu iş sözleşmesi ile (W); W0 = 12’den W1 =15’e çıkar (yani sadece yüzde 25’lik bir artış olur). Özetle işçi ücretleri enflasyon artışının sadece onda biri kadar artmıştır.

3. Modele göre patronlar nominal ücretler (W) ve enflasyondaki (P) gelişmelerin ne anlama geldiğini tam olarak bilirler. Oysa işçiler sadece kendi ücret artışlarının bilincinde olup, enflasyondaki bu devasa artışın farkında değildirler, bu yüzden de nominal ücretlerindeki yüzde 25’lik artışı bir kazanım olarak görürler. Bu nedenle de (W1 =15) yeni ücret düzeyinde daha fazla işgücü arz ederler.

4. Reel ücretlerin düşük kaldığının bilincinde olan patronlar ise daha fazla işgücü talep ederler (çünkü reel ücretler (W0 / P0) = 12/2= 6 TL’ den (W1/ p1) = 15/5 = 3 TL’ye gerilemiştir). İşçiler reel ücretin 15/2= 7,5 TL olduğunu düşünürken, patronlar bunun gerçekte 15/5= 3 TL olduğunu bilirler (asimetrik bilgi durumu).

5. Böylece işçilerin uğradığı bu yanılsama ile (asimetrik bilgi) artan işgücü arz ve talebi toplam istihdam düzeyini artırır (n0’dan n1’e).

6. Modele göre, üretim istihdamın bir fonksiyonu olduğundan, istihdam artışı üretim fonksiyonunu artırır ve böylece GSYH büyür (Y0 ’dan Y1’e çıkar).

7. Sonuç olarak, toplam arz eğrisi (AE -AS eğrisi) Keynesyen yaklaşımınkine benzer pozitif yönlü bir arz eğrisine dönüşür. Böylece hükümet, toplam talebi artıran maliye ve para politikası önlemleriyle (enflasyonu artırma pahasına), istidamı artırabilir, işsizliği azaltabilir, ekonomiyi ve kişi başı milli geliri büyütebilir.

Ancak Rasyonel Beklentiler Yaklaşımına göre ekonomideki bu olumlu gelişme sadece kısa dönemde görülebilecek bir durumdur. Çünkü bu gelişme aslında bir yanılsamaya (asimetrik bilgiye) dayanır, yanıltıcıdır. Ekonomi bir süre sonra (örneğin 1 yıl içinde) eski haline döner.

“Uzun dönemde işçiler işin farkına varırlar”

Öyle ki istihdam ve GSYH büyümesini sağlayan bu asimetrik bilgi hali (yani işçilerin enflasyonu tam olarak hesaplayamamalarından dolayı nominal ücret artışını reel ücret artışı gibi algılamaları durumu), enflasyonun yükselmesi karşısında ücretlerinin artık yeterli olmadığı gerçeği ortaya çıkınca, etkisini yitirir.

Özetle, asimetrik bilgi simetrik hale gelir, işçiler de gerçek durumun ne olduğunu kavrarlar. Bu da işçilerin yeni toplu sözleşme döneminde, reel ücretlerini koruyacak bir biçimde daha yüksek ücretler talep etmeleriyle sonuçlanır.

Uygulamada reel ücretlerin düşüş halinde olduğu bir gerçektir. Nitekim bu anlatıya uygun bir biçimde, aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, Avrupa Birliği ülkelerindeki işçilerin reel ücretlerinin 2020 yılının ardından düşüşe geçtiği ve 2022 yılında bu düşüşün yüzde 5,2 olduğu görülmektedir. (2)


Kısaca, yeni toplu sözleşme döneminde, işçiler (ya da kamu emekçileri) bu kez nominal ücret olarak 30 TL talep ederler (W1=30 TL). Böylece daha önce 6 TL olan reel ücretlerini (W0 / P0)= 12/2 = 6) korumuş olurlar (W1 / p1 = 30/5 = 6). 

Böylece grafikten de görüleceği üzere (3), pozitif eğimli AE-AS toplam arz eğrisi, sıfır esnekliğe sahip RE-AS toplam arz eğrisine dönüşür. Bu, uygulanan genişletici maliye ve para politikalarının uzun dönemde istihdam ve GSYH’yi artırmadığı, sadece enflasyonu artırdığı anlamına gelir.

Grafik 2: Uzun Dönem/Simetrik Bilgi Hali

İki önemli koşul

Ancak bu modelin bu sonuçları üretebilmesi için iki önemli koşulun yerine getirilmesi gerekir:

(i) Enflasyon ile ilgili tam ve doğru bilginin üretilmesi, topluma sunulması ve sadece sermaye kesiminin değil, işçi sendikalarının da bu tam ve doğru bilgiye sahip olmaları. (ii) Nominal ücretlerini enflasyon artışı düzeyinde yükseltme gücüne ve örgütlülüğüne sahip bir işçi sınıfı örgütlülüğünün (gerçek sınıf sendikalarının, emek örgütlerinin) varlığı.

İşte modelin özellikle de azgelişmiş ülkeler açısından geçersizliği bu noktalarda kendisini göstermektedir. Bu yüzden de bu modeli esas alarak Türkiye’deki ne son memur maaşı zamlarını, ne de önümüzdeki toplu iş sözleşmesi döneminde kamu emekçilerinin reel ücretlerinin ne düzeyde olacağını açıklayabilmek mümkündür. Bunun için başka yaklaşımlara başvurmak gerekecektir.

Zira öncelikle,  resmi enflasyon rakamları gerçek enflasyon düzeyini yansıtmıyor. Bunun için TÜİK’in verileriyle ENAG’ın verilerini karşılaştırmak yeterlidir. Öyle ki ikisi arasında yüzde 10-15’lik ihmal edilebilecek bir fark değil, yüzde 250’lik (2,5 kat ) ciddi bir fark mevcuttur.

Yani emekçilerin ne doğrudan ne de sendikaları aracılığıyla gerçek enflasyon verilerini elde etmeleri ve toplu iş sözleşmesi süreçlerinde bu gerçeğe uygun olarak nominal ücret artışı talebinde bulunmaları mümkündür.

İkinci olarak, ülkedeki işçi ve memur sendikalarının durumu kelimenin tam anlamıyla iç karartıcıdır. Öyle ki 2019 yılında işçi sendikalarında örgütlü işçi oranı sadece yüzde 9,9’dur (OECD ortalaması yüzde 15,8). (4)

Memurların sendikalaşma oranının (2023 yılında) yüzde 75’e yaklaşmış olması bizi yanıltmamalıdır zira bu memurların yüzde 45,5’i doğrudan iktidar yanlısı bir sendika olan MEMUR-SEN’de, yüzde 26’sı ise öz itibarıyla sağcı bir sendika olan KAMU-SEN’ de örgütlü olup, sadece yüzde 7,7’si bir sınıf sendikası niteliğindeki KESK’te örgütlüdür. (5)

Benzer bir durum toplu pazarlık kapsamındaki işçilerle ilgili olarak mevcuttur. Öyle ki ülkede bir bütün olarak emekçilerin (işçiler ve memurlar) toplu pazarlık sistemindeki kapsanma oranı sadece yüzde % 8,5’tir (OECD ortalaması yüzde 32,1). (6) Yani ülkede her 1,000 işçiden sadece 85’i toplu pazarlık sistemine dâhildir. 

Memurların toplu iş sözleşme pazarlığı ise her yıl bir “orta oyunu” biçiminde iktidar ile yetkili konfederasyon olan MEMUR-SEN arasında yapılmaktadır. Grev hakkından yoksun böyle bir toplu pazarlık sisteminin gerçek bir toplu pazarlık olmayacağı da çok açıktır. Bu yüzden de toplu iş sözleşmesi dönemlerinde asıl olarak bu oyunun ifşa edilmesi ve emekten yana alternatiflerin emekçilere anlatılması mücadelesi esas olmalıdır.

Sonuç

Kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğunu, bu sistemde sermaye birikiminin asıl kaynağının “artı değer sömürüsü” olduğunu ve sosyal sınıflar arasında bu sömürüyü artırma ya da azaltma mücadelesinin” esas olduğunu reddeden ana akım burjuva iktisat teorileri, işçilerin reel ücretlerinin neden gerilediğini açıklamak ve bunun nasıl telafi edilebileceği konusunda hakiki çözümler üretmek konusunda yetersizdir. Çünkü bu teoriler ciddi defolara sahiptir.

Bu yüzden de, Rasyonel Beklentiler Modelinin öngördüğü gibi, işçilerin, emekçilerin her hangi bir örgütlü mücadeleye girişmeksizin,  bir süre sonra sadece yüksek enflasyon konusunda bilgilerini revize ederek daha yüksek nominal ücret zammı talep etmeleriyle reel ücretlerini koruyabilmeleri mümkün değildir.

Bunun için sınıf mücadelesinin, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesinin devreye girmesi ve bu kesimlerin ekonomik mücadelelerini yükseltmeleri gerekir.

Bu mücadele de devlet de genelde sermaye sınıfının yanında yer aldığından, işçilerin, emekçilerin yürüttükleri ekonomik mücadele aynı zamanda bir politik mücadele ve demokrasi mücadelesi olmak zorundadır. Yani ekonomik mücadele, politik mücadele ve demokrasi mücadelesi ile birlikte (ve kuşkusuz barış mücadelesi ile birlikte) yürütülmelidir.

Bu çerçevede, işçilerin bir süre sonra enflasyonun ve hayat pahalılığının artmasından dolayı kendiliğinden hızlıca bilinçleneceklerini ve yeni ücret artışı mücadelesine girişeceklerini de beklemek gerçekçi olmaz.

Özellikle de “bireyci” olduğu kadar, “siyasal İslamcı, ırkçı ve militarist” ideolojilerle emekçilerin ideolojik bir bombardımana tabi tutulup uyutuldukları otoriter rejimlerin inşa edildiği böyle dönemlerde, kendiliğinden bir sınıfsal bilinçlenmenin gerçekleşmesi beklenmemelidir.

Bu durum da kuşkusuz sosyalistlere (özellikle de emek örgütleri ve halkçı kitle partileri içindekilere), tarihsel bir görevi yani ekonomik/ demokratik, politik mücadele kadar, işçileri, emekçileri bilimsel sosyalist görüşlerle buluşturmayı hedefleyen ideolojik mücadeleyi de yükseltmeleri görevini vermektedir.

Dip notlar:

(1)    Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s. 235.

(2)    https://www.wsi.de (8 Temmuz 2023).

(3)    Langdana, agk. S. 239.

(4)    https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode (8 Temmuz 2023).

(5)    KESK 10. Dönem VII. Genel Meclisi Toplantısı Faaliyet Raporu (9 Temmuz 2023).

(6)    https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode (8 Temmuz 2023).


6 Temmuz 2023 Perşembe

Memur maaş zamları

 

Temmuz memur maaş zamları ve emekçi hakları ilişkisi

Mustafa Durmuş

7 Temmuz 2023

Bu hafta ülkede ve Meclis’te ekonomi gündemi oldukça yoğundu. Malum bir yandan ek vergiler, bazı vergilerin oranlarındaki artışlar ve borçlanma yetkisini artıran düzenleme yasalaşırken, diğer yandan da on milyonlarca memur ve memur emeklisi, işçi ve esnaf emeklisini ilgilendiren Temmuz-Aralık dönemi maaş ve ücret zamları belirlenecek.

TÜİK bildiğiniz gibi…

Bunun için de her zamanki gibi TÜİK’in enflasyon rakamlarını açıklaması beklendi. TÜİK bunu iki gün gecikmeli olarak yaptı ve Haziran ayı için aylık enflasyonunu yüzde 3,92; yıllık enflasyonu yüzde 38,21 ve 6 aylık enflasyonu yüzde 19,77 olarak açıkladı. (1)

Buna karşılık bağımsız iktisatçı araştırmacıların oluşturduğu ENAG’ın enflasyon rakamları TÜİK’in rakamlarının 2,5 katı civarında. Sırasıyla: Yüzde 8,54; yüzde 108,58 ve yüzde 50,3. İstanbul Ticaret Odası ise İstanbul için aylık enflasyon oranını (İstanbul Ücretliler Geçinme İndeksi) yüzde 3,46 ve yıllık olarak yüzde 55,19 olarak açıkladı. (2)

Şimdi bunca rakamın arasında kaybolmadan söylenebilecek ilk şey, TÜİK’in bildiğini okumaya devam ettiği ve enflasyonu düşük gösterme çabasını sürdürdüğü.  

Öyle ki memur ve memur/işçi emeklilerinin maaşlarına yapılacak zamlar için esas teşkil eden altı aylık tüketici fiyat enflasyonu açısından ENAG’ın rakamı TÜİK’in rakamının 2,56 katı büyüklüğünde.  Bu da emekçilerin hak ettiklerinden daha az zam almasına ve enflasyon karşısında ezilmeye devam etmelerine neden olacak.

Ayrıca aylık enflasyonun Haziran’da tekrar yükselişe geçmiş olması ve döviz kurundaki artışların sürmesi, enflasyonun Temmuz’dan sonra resmi olarak da yukarı çıkacağının birer göstergeleri.

Enflasyon ve hayat pahalılığı aynı şey değil

Kaldı ki sözü edilen bu enflasyon “manşet enflasyon”, yani manşete çıkan enflasyon. Öyle ki çarşıda, pazarda, mağazalarda her şeyin fiyatı manşette yer aldığı gibi ortalama yüzde 38 artmadı, çok daha fazla arttı. Yüzde 300’lere varan artışlar söz konusu. Temel gıdada, ev kiralarında, ulaştırma ve enerjide, otel ve konaklamada fiyatlar manşet enflasyonunun çok çok üstünde seyrediyor.

Yani enflasyon verileri (ister resmi, ister gayri resmi), hayatın ne denli pahalı olduğu gerçeğini ya da insanlarımızın artık derin bir “yaşam maliyeti krizi” ve yoksulluk içinde olduğu gerçeğini yeterince yansıtmıyor.

Enflasyon cephesinde bunlar olurken, gelirler cephesinde durum nedir? Ülkedeki gelir dağılımı adaletsizliğinin geldiği boyutlar ortada. Bunu TÜİK dahi gizleyemiyor. Ayrıca Haziran ayında dört kişilik bir ailenin sadece aylık gıda harcamasını gösteren “Açlık Sınırı” 10,373 TL ve gıda ve diğer temel harcamalarla birlikte oluşturulan “Yoksulluk Sınırı” 33,789 TL oldu. (3)

Memurlara yapılacak zam gerçek enflasyonun çok gerisinde

Bu gerçekler ortada iken dünkü torba yasa ile vergileri artıran bazı düzenlemelerin yanı sıra, 7 Temmuz’da Meclis’te görüşülmesine başlanacak olan, memur maaşlarına, memur ve işçi ve esnaf emeklilerine yapılacak olan zamları içeren bir yasa teklifi var.

Bu teklife göre (refah payı katkısından söz edilmiyor); memurlara seyyanen 8,077 TL ve yüzde 17,55 zam verilecek. Memur emeklilerine seyyanen zam yok, maaş artışı sadece yüzde 17,55’te kalacak. SSK ve BAĞ-KUR emeklilerine yapılacak olan zam ise yüzde 19,77 olacak. Muhtemelen bu teklif kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı daha önce yaptığı gibi bir jestle küçük çapta bir artış daha yapacak.

Artan hayat pahalılığının karşısında bu zamlar emekçiler için çok komik düzeyde kalacağı gibi, emeklilere seyyanen ücret zammı verilmemesi sistemin emeklileri kendisine bir yük gibi gördüğünün bir kanıtı.

Neo liberalizm tam gaz sürecek

Bu zam düzenlemesinin arka plan felsefesini Bakan Şimşek bir twitinde şöyle özetliyor aslında:

“Programımızın üç temel bileşeni var: Mali disiplinin yeniden tesis edilmesi; yani deprem etkisi hariç, bütçe açığının Maastricht kriterleri ile uyumlu bir seviyeye çekilmesi. Enflasyonun orta vadede tek haneye düşürülmesi için kademeli parasal sıkılaştırma ve enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası.  Makro finansal istikrarı ve diğer tüm kazanımları kalıcı hale getirecek yapısal reformlar.” (4)

Yani Bakan Şimşek, neo liberal kemer sıkma politikalarını tam gaz uygulamaya yeniden başlayacaklarının müjdesini (!) veriyor. Nitekim dün yasalaşan torba yasa teklifi ile (gerçek bir servet vergisi gündeme getirilmezken), daha çok da otomobil sahibi orta sınıfı ilgilendiren Motorlu Taşıtlar Vergisi bu yıl iki kat ödenecek.

Şirketlere verilen asgari ücret desteği ayda işçi başına 500 TL’ye yükseltilirken, Kurumlar Vergisi istisna ve muafiyetlerinde her hangi bir daralma yapılmadı, sadece bu verginin oranları yüzde 5 puan artırılarak yüzde 25-30’a yükseltildi.

Ortaya çıkan devasa bütçe açıkları yüzünden, Cumhurbaşkanına kamu idareleri bütçelerinin ilgili tertiplerine “ödenek ekleme yetkisi” verildi (yani bir tür ek bütçe söz konusu). Keza bu yılki Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu kapsamında belirlenen net borç kullanımı tutarının üç kat artırılabilmesi için Cumhurbaşkanına yetki verildi. (5)

Özetle, Temmuz zamlarıyla yapılacak olan maaş ve ücret artışları; yükselmekte olan enflasyonla, yeni vergilerle ve vergi artışlarıyla ve borçlanma limitinin yaklaşık 2,2 trilyon TL’ye yükseltilmesiyle emekçilerden geri alınacak. İktidar daha fazla vergi alırken, aynı zamanda giderek daha fazla da içeriden borçlanmaya çalışacak.

Halkımız memnun mu?

Bu zamları halkımızın azımsanamayacak bir kısmı memnuniyetle karşılayacaktır. Çünkü gerçek enflasyonun, gelir adaletsizliklerinin farkında olmayan bu kesimler yeterli düzeydeki ücret/maaş artışlarını, insan onuruna yaraşır bir gelire sahip olmayı, temel bir insanlık hakkı ya da yurttaşlık hakkı olarak görme bilincine de sahip değiller. Onlar yapılan zamları muktedirin kendilerine lütuf ettiği adeta bir tür bağış gibi görüyorlar. Onun içinde hallerine şükrediyorlar.

Bu durum, ülkedeki işçi ve emekçi sınıfların, çeşitli nedenlerle, sahip olmaları gereken sınıf bilincinden onlarca yıldır mahrum olmalarının, ekonomik hak ve örgütlenme özgürlükleriyle demokrasi arasında bağ kurmakta zorlanmalarının, bu yüzden de örgütlü bir mücadele içine girmemelerinin kaçınılmaz bir sonucu.

Nitekim ITUC’un Haziran sonunda yayımlanan raporunda Türkiye’nin dünyada işçi hakları ve özgürlüklerinin en fazla ihlal edildiği 10 ülke arasında yer alması şaşırtıcı değil. Bu raporda işçi hakları ve özgürlüklerinin ihlali şu başlıklarla ele alınıyor:

“Grev hakkının kriminalize edilmesi, toplu pazarlıkların aşındırılması, sendikalaşmanın engellenmesi, işçilerin adil bir yargıya başvurmalarının zorlaştırılması, işçi sendikalarının yasal olarak kabul edilmemesi, işçilerin örgütlenme, toplanma ve açıklama yapma haklarının engellenmesi, işçilere iş yerinde şiddet uygulanması, sendikacıların gözaltına alınması, tutuklanması hatta öldürülmesi”. (6)

Bu ihlalleri en fazla yapan 10 ülke şöyle sıralanıyor: Bangladeş, Belarus, Ekvator, Mısır, Eswatini, Guatemala, Myanmar, Tunus, Filipinler ve Türkiye.

Türkiye’nin puanı 5,0

Endekste sıralanan ülkelerin puanları 1,0 ile 5,0+ arasında değişiyor. 5,0+ sadece askeri yönetimler altındaki en kötü durumu anlatıyor. Türkiye’nin içinde yer aldığı grubu tanımlayan 5,0 puansa askeri yönetimler dışında işçilerin çalışabileceği en kötü koşulları içeren otoriter ülke statüsünü anlatıyor (no guarantee of righs).

Rapora göre böyle ülkelerde işçi hakları kâğıt üzerinde mevcuttur, hatta yandaş sendikaların üye sayısı oldukça fazladır ama gerçekte işçiler bu hak ve özgürlüklerini kullanmaktan yoksundurlar.

Raporda, Türkiye’de en çok ihlal edilen işçi haklarının “yasal grevlere izin verilmemesi”, “sendikacıların ve (Şebnem Korur Fincancı örneğinde olduğu gibi) emek-meslek örgütü yöneticilerinin tutuklanması” ve “sendikalara sistematik baskı uygulanması” olduğu ileri sürülüyor.

Sonuç olarak

İşçilerin, memurların ve emeklilerin ülkede bir süredir yaşanmakta olan gelir dağılımı adaletsizliği, mülksüzleştirme ve yoksullaştırma politikalarının yol açtığı sorunlara ilave olarak yaşadıkları yüksek enflasyon ve hayat pahalılığına karşı daha yüksek ücret zammı istemeleri son derece haklı ve yerinde bir tutumdur.

Ancak emekçiler bunu yaparken, bir yandan bu zamların ya da iyileştirmelerin etkisinin geçici olacağının ve kısa bir süre sonra daha yüksek enflasyon ve vergi artışları biçimindeki kemer sıkma politikalarıyla bunların geri alınacağının bilincinde olmaları ve ona göre hareket etmeleri gerekiyor.

Bir başka anlatımla, mücadelelerini sadece ekonomik durumlarını iyileştirme, ekonomik hak elde etme mücadelesi ile sınırlı tutmamalılar zira kapitalizm bu hakları her seferinden geri alma becerisini gösteriyor. Nitekim son bir yılda ülkede asgari ücrete yapılan yüzde 80 civarında zamma rağmen ücretli emekçilerin durumunun daha da kötüleşmesi bunun bir kanıtı.

Bu nedenle de işçiler, emekçiler ve emekliler kendi sınıf sendikalarında örgütlenmeli, başta grevle desteklenen toplu sözleşme hakları olmak üzere işçi haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkmalıdır.

Ayrıca ekonomik mücadelelerini demokrasi ve barış mücadelesi ile birlikte yürütmelidirler. Çünkü ancak barış içindeki bir toplumda ve demokrasi altında işçi hakları ve özgürlükleri teminat altında olabilir.

Dip notlar:

(1)    TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Haziran 2023, https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=T%C3%BCketici-Fiyat-Endeksi-Haziran-2023 (5 Temmuz 2023).

(2)    ENAGrup Tüketici Fiyat Endeksi (E-TÜFE) Haziran 2023, https://enagrup.org/bulten/b230603.pdf (3 Temmuz 2023), https://ito.org.tr/documents/istatistik_genel_tablo_dokumanlari/basin_bulteni_haziran_2023.pdf (1 Temmuz 2023).

(3)    https://www.turkis.org.tr/turk-is-haziran-2023-aclik-ve-yoksulluk-siniri (27 Haziran 2023).

(4)    https://twitter.com/memetsimsek/status/1676842378009640961 (6 July 2023).

(5)    6/27/2023 Tarihinde Meydana Gelen Depremlerin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpların Telafisi İçin Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi İhdası ile Bazı Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi.

     (6)  International Trade Union Confederation, 2023 ITUC  Global Rights Index-The world’s worst countries for workers, https://www.ituc-csi.org/2023-global-rights-index (30 June 2023). 

3 Temmuz 2023 Pazartesi

Anne Krueger ve Türkiye ekonomisi

 

Eski IMF yöneticisi A. Krueger’den Türkiye ekonomisine ilişkin önemli tespitler

Mustafa Durmuş

4 Temmuz 2023


Dünya Bankası eski baş ekonomisti ve IMF eski yöneticisi Prof. Anne Krueger 27 Haziran’da Türkiye ekonomisinin durumunu anlatan önemli bir makale kaleme aldı. (1)

Makalesinde, “her ne kadar Erdoğan’ın tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesi bir başarı gibi görülse de, bu seçim zaferinin kısa süreceğini zira ekonominin çok ciddi bir çöküşün eşiğinde olduğunu” ileri sürüyor.

“AB çıpası ortadan kalkınca”

AKP iktidarının, 2010 yılına kadar uyguladığı Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ile uyumlu politikaların ülkeye bol miktarda yabancı kaynak getirdiğini ve bunun önemli bir ekonomik büyüme yarattığını, ancak daha sonra üyelik sürecinin aksamaya uğraması ile birlikte, iktidarın giderek Batıdan koptuğunu ve İslamcı tabanı da arkasına alarak popülist otoriterliğe yöneldiğini, bunun da ülke ekonomisinin Batıdan ihtiyaç duyduğu finansal kaynağa erişimde ciddi sorunlar oluşturduğunu” söylüyor.

Krueger, “yüksek cari açığın finanse edilebilmesinin zorlaştığının, döviz kurunu baskılamak için gündeme getirilen Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesaplarının büyüklüğünün GSYH’nin yedide biri düzeyine (125 milyar dolar) eriştiğinin, ancak bu hesap sahiplerine  ödenen kur farklarının önemli miktarlara ulaştığının, ayrıca uygulanan seçim ekonomisi sırasında aşırı kamusal harcamalar/destekler biçiminde yürütülen popülist politikaların ve yaşanan büyük büyük çaptaki depremin neden olduğu bütçe açıklarının iktidarı çok zorlayacağının” altını çiziyor.

Nitekim iktisatçı A. Aktaş’ın KKM’nin Hazine ve Merkez Bankası tarafından karşılanmak üzere kur farkı yükünün Haziran ayında 166 milyar TL ile 192 milyar TL arasında bir düzeye ulaşabileceğini öngören hesaplaması (2) Krueger’in endişesini doğruluyor.

Öyle ki KKM, neden olduğu toplumsal maliyetin ötesinde, ekonomiyi yöneten iki önemli kurum olan Hazine ve Merkez Bankası’nın da içini boşaltacak gibi görünüyor.

“Körfez ülkelerinin mali desteği sayesinde”

Krueger’in önemli tespitlerinden bir diğeri de, “Mayıs ayında yapılan seçimlere kadar ülkede bir döviz krizinin patlak vermemesinin tek nedeninin Erdoğan'ın başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinden mali destek almayı başarmış olması” (Krueger’in bu süreçte Rusya’nın Türkiye’ye sağladığı mali destekten söz etmemesi çok ilginç).

Yani Erdoğan Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak, Mayıs’taki seçimlere kadar ciddi boyutlarda kamusal harcama yapabildi. Ama şimdi bunun faturası önüne geldi.

Eğer bugüne kadar destek veren ülkeler Türkiye’ye olan bu desteklerini sürdürmezlerse ya da uluslararası finans piyasalarının gerekli gördüğü MB faiz oranlarının yükseltilmesi, liranın daha da değer kaybetmesine izin verilmesi (devalüasyon) ve gerçekçi bir bütçenin (kemer sıkma bütçesi) kabul edilmesi dâhil olmak üzere ciddi ekonomik reformlar (!) yapılmazsa,  “ülke uluslararası para ve sermaye piyasalarına erişimini kaybedecek ve ekonomik görünümü felakete dönüşecektir”.

Kısaca Krueger’e göre, bu iki koşuldan ez az biri gerçekleşmezse ülke uluslararası piyasalardan borçlanamayacak, bu da onu kaçınılmaz olarak krize sokacaktır. Şimşek ve Erkan’ın ekonomi yönetiminin başına getirilmelerini ise Batılı finans piyasaları ile bu köprünün yeniden kurulması, dolayısıyla da ülkenin uluslararası finans piyasalarına yeniden erişebilmesine yönelik bir çaba olarak değerlendiriyor.

Carstens’den “kararlı ve rasyonel politika” çağrısı

Nitekim Uluslararası Merkez Bankası gibi değerlendirilen BIS’nin Genel Direktörü A. Carstens, bankanın bu yılki genel kurulunda yaptığı açış konuşmasında (özgün olarak Türkiye’den söz etmese de): 

“Küresel ekonominin kritik bir dönemeçte olduğunun, on yıllardır ilk kez enflasyon ve finansal istikrarsızlıkların birlikte görüldüğünün, saplantılı bir şekilde kısa vadeli büyüme peşinde koşmanın zamanının geçtiğinin,  para politikasının artık fiyat istikrarını sağlamaya yönelik olarak kullanılması ve maliye politikasının konsolide edilmesi zorunluluğunun, sonuç olarak kararlı ve rasyonel politikalara dönülmesi gerekliliğinin” (3) altı çiziliyor.

Diğer yandan, Krueger anılan makalesinde, her ne kadar  “ekonomik reformlar” olarak adlandırdığı önlemlerin ülke emekçileri açısından “kemer sıkma” anlamına gelebileceğini üstü kapalı olarak söylese de,  bu toplumsal maliyetlerin neler olduğunu açıklamıyor (aslında bu kendisinden beklenebilen bir şey de değil).

Dışardaki parasal sıkılaştırma ve içerdeki yerel seçimler es geçilmiş

Ayrıca, Türkiye ekonomisini zorlayacak olan diğer iki nesnel faktörden söz etmiyor. Bunlardan ilki dışarıda devam eden parasal sıkılaştırma politikaları. Krueger makalesinde daha ziyade dış kaynak girişini “dost ülkelerin desteklerini sürdürüp sürdürmeyeceğine” ya da “rejimin Batı ile ilişkilerini restore edip edemeyeceği” ne bağlıyor.

Oysa dışarıda Merkez Bankaları hala faizleri artırmayı sürdürüyor. Bu da paranın dışarıda kalması için bir neden oluşturuyor. Bunu kırabilmek için ekonomi yönetimi TL cinsinden yatırım araçlarının getirisini (faizini) yükseltecek işler yapmak zorunda. Bu da (Erdoğan istese de istemese de) faizler yükseltilmeye devam edecek demektir.

Faiz artışlarının kuşkusuz ekonomiyi resesyona sokmak, işsizliği, yoksulluğu ve şirket iflaslarını artırmak gibi önemli ekonomik (ve muhtemelen siyasal) sonuçları olacaktır.

Keza Krueger önümüzdeki yıl Mart ayında yapılacak olan yerel yönetimler seçimlerinden hiç söz etmiyor ki bu seçimler ülke için çok önemli. Çünkü iktidar bloku bir süredir inşa etmekte olduğu baskıcı, otoriter rejimin son tuğlasını bu seçimlerde koymak istiyor. Bu yüzden de özellikle de İstanbul, Ankara, Adana gibi büyükşehirlere çok asılacaktır. 

Sonuç olarak

Bu seçimlerin iktidar bloku tarafından mutlaka kazanılması gerekliliği, en azından bu seçimlere kadar, uluslararası piyasaların talep ettiği kemer sıkma ve parasal sıkılaştırma politikalarının tam olarak uygulanamayacağının bir göstergesi.

Kaldı ki Erdoğan’ın önceki seçimler sırasında en önemli propaganda malzemesini oluşturan “Nas” söylemi faiz artışlarını değil, tersine faiz indirimlerini gerekli kılıyor. Dolayısıyla ekonomik istikrarın ve yabancı kaynak girişlerinin gerektirdikleri ile Erdoğan’ın söylemleri bu noktada birbiriyle çelişiyor.

“Bu çelişkinin ciddi bir çatışmaya dönüşmesi önlenebilir mi”, tabiri caiz ise  “köprüden geçene kadar ayıya dayı denilebilir mi”  ya da “Erdoğan, Şimşek ve Erkan’ın faiz artırma yönündeki taleplerine daha ne kadar dayanabilir” gibi sorular yakıcı biçimde hala ortada duruyor.

Son söz olarak, her ne kadar AKP son seçimleri almış olsa da, bu seçimlerin az sayıda oy farklıyla alındığı ve ülkedeki memnuniyetsizliğin temel kaynağı olan ciddi ekonomik sorunların (başta işsizlik, yoksulluk, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı olmak üzere) hala devam ettiği unutulmamalı.

İktidar bloku ister istemez  “kemer sıkma politikaları” ile seçimlere kadar ihtiyaç duyulan “popülist politikalar” arasında denge oluşturmak ya da bir ince ayar yapmak zorunda. Ancak hem dışarıdaki hem de içerideki nesnel ekonomik koşullar Mart’taki seçimlere kadar böyle bir dengenin sağlanabilmesinin zor olduğunu gösteriyor.

Dip notlar:

(1)    https://www.project-syndicate.org/commentary/erdogan-turkey-faces-post-election-economic-reckoning-by-anne-o-krueger-2023-06 (27 June 2023).

(2)    https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/kkmde-haziranin-kur-farki-yuku-inanilmaz (3 Temmuz 2023).

(3)    https://www.bis.org/speeches/sp230625.htm (25 June 2023).


1 Temmuz 2023 Cumartesi

Oyunu kurallarına göre oynamak

 

“Oyunu kurallarına göre oynamak”, en azından bir süreliğine…

Mustafa Durmuş

2 Temmuz 2023


Türkiye’de siyasal iktidar bir yandan yüzünü (Körfez ülkeleri ile yeniden kurulan ilişkilerin yanı sıra) yeni soğuk savaş dönemi dünyasında Rusya ve Çin’den oluşan Doğuya döndürdü. Diğer yandan, içinde bulunduğu derin ekonomik krizden çıkabilmek, dış borçlarını çevirebilmek ve kapıdaki döviz krizini öteleyebilmek için de (en azından 2024 yılında yapılacak olan yerel yönetimler seçimleri sonrasına) Batıdan gelecek büyük boyuttaki sıcak paraya ihtiyacı var.

Kuşkusuz her iki kutup da küreselleşmiş kapitalizmin içinde yer alıyor ve öz itibarıyla birbirinden farklı değil. Ancak liberal demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımı, insan haklarına yaklaşım ve ekonomik özgürlükler bağlamında bu iki kutup arasında küçümsenemeyecek farklılıklar var. Örneğin Batıda gelir ve servet dağılımı eşitsizlikleri çok daha fazladır ama siyasal iktidarı arkasına almış bazı gangster sermayedarların ya da politikacıların başkalarının malına, mülküne yasa dışı yöntemlerle çöktüğüne pek rastlanmaz.

Kısaca, fiili olarak, demokratik hakların kullanımı, insan hakları, özgürlükler ve ekonomik hak ve özgürlükler bağlamında Türkiye (özellikle de 2018 yılından bu yana), Rusya ve Çin’in içinde yer aldığı kutba daha yakın gibi duruyor.

Diğer yandan, ülkenin bu ikircikli durumu onu Batı kaynaklı sermayeyi ülkeye çekme konusunda dezavantajlı bir duruma sokuyor. Ülkede bir süredir yaşanmakta olan ekonomik krizin yanı sıra, ülkeyi yöneten iktidar blokunun Batı karşıtı söylemleri ve genel olarak ekonomik ve siyasal özgürlükler karşısındaki tutumları (hukukun üstünlüğü kuralına ters düşen)  yabancı sermaye üzerinde caydırıcı bir etki yaratıyor. Gelen sermaye de ya konut alımı ya da yüksek faiz getirisi gibi spekülatif diğer yatırım fırsatlarından yararlanmak için geliyor.

Oysa Türkiye’nin de bir parçasını oluşturduğu “neo liberalizm” olarak adlandırılan günümüz kapitalizminin olmazsa olmaz üç ayağı var: “Serbestleştirme”, “deregülasyon” ve “özelleştirmeler”. Bunların hayata geçebilmesi için de “mali disiplin” ve “merkez bankası bağımsızlığı” gibi koşulların sağlanması lazım. Tüm bunların genel olarak  (burjuva) hukukunun üstünlüğü siyasal çerçevesi altında güvence altına alınması gerekiyor.

Oyun kurallarına göre oynanmalı

Bu yüzden de kapitalist sistem içinde neo liberal bir sermaye birikimi stratejisi uygulayan ülkelerden bu kurallara eksiksiz uymaları bekleniyor. Bu yapılmadığı takdirde, özellikle de finansman açısından dışa bağımlı az gelişmiş ülkelerin dışarıdan fon temin edebilmeleri ya da uzun vadeli yatırım yapan yatırımcı bulmaları zorlaşıyor.

Yani hem hukukun üstünlüğü kuralını çiğneyerek hem merkez bankasının bağımsızlığını yok ederek ve sermaye kontrolü uygulayarak hem de mali disiplinden vazgeçerek neo liberalizme sadık kalınamıyor. Bu da normal koşullar altında, yabancı sermayeye güven verilemediği ve istikrarlı bir ekonomik kazanç sunulamadığı için, kapitalist merkezlerden kaynaklı finansmana yeterince erişilemeyeceği anlamına geliyor.

Böylece, Türkiye ekonomisi gibi yapısal olarak dışa bağımlı, cari açığı yüzde 6 civarında seyreden bir ekonominin içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için (eğer IMF kapısına gidilmeyecekse) ya bu kurallara uyması ya da Rusya, Çin ve Körfez ülkeleri devletleri ve sermaye gruplarına yaslanması gerekiyor.

Türkiye’deki iktidar bloku, jeopolitik gelişmeleri de dikkate alarak,  özellikle de 2016 yılından bu yana  (ikircikli de olsa), tercihini ikinci seçenekten yana yapmış gibi görünüyor.

Ancak bu da ülkeyi krizlerinden çıkarmaya yetmeyince, bu kez yeniden “faiz lobileri” diye adlandırılan neo liberalizmin mabetlerine dönüyor ve oralardan yardım istiyor. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası’nın yeni Başkanı Hafize G. Erkan bu odaklara ulaşabilen insanlar. Onlardan beklenen de buralardaki paraların bir kısmının ülkeye akmasını sağlamak.

“Parayı kontrol eden dünyayı kontrol eder”

Bunun için de ekonominin yeni yönetimi, öncelikle MB politika faizini yüzde 15’e yükseltti ve faizdeki artış faiz oranı en az yüzde 25 olana kadar devam edecek gibi görünüyor. Buna karşılık döviz kurundaki artış da hızlandı ve örneğin doların kuru birkaç gün içinde 26 TL’yi geçti.

Diğer yandan, oyunu kurallarına göre oynamanın da ağır bir bedeli de olacaktır. Öyle ki bundan böyle Türkiye ekonomisi, ülkedeki kilit noktalardaki temsilcileri üzerinden, paranın merkezleri olan City of London ve Wall Street’in yani uluslararası finans kapitalin kontrolünde ve hizmetinde yürüyecektir. Zira bir zamanların ünlü politikacısı Kissinger’in dediği gibi, “parayı kontrol eden dünyayı kontrol eder !” (1)

Ülkenin demokrasi karnesi zayıflarla dolu

Kısaca, yeni ekonomi yönetiminden beklenenin gerçekleşebilmesi için ekonominin ciddi anlamda serbestleştirilirken, aynı zamanda en temel burjuva hukukunun kurallarına (hukukun üstünlüğü gibi) saygılı olunması ve uygulamalarda da şeffaflık gerekiyor.

Oysa ülkedeki mevcut durum bu kurallarla uyumlu değil. Öncelikle (siyasal hak ve özgürlüklerden başlarsak), Freedom House’nin bu yılki dünyada özgürlüklerin durumunu anlatan raporunda gösterildiği gibi, Türkiye toplam 100 puan üzerinden sadece 32 puana sahip olduğundan  “özgür olmayan”  bir ülke olarak nitelendiriliyor. Ülke politik haklar açısından 40 puan üzerinden sadece 16 puana ve sivil özgürlüklerde (ifade özgürlüğü ve yasalar önünde eşitlik ve basın özgürlüğü gibi) 60 puan üzerinden sadece 16 puana sahip. (2)

“Ekonomik Özgürlükler Endeksi”

Bu tablo ekonomik özgürlüklere ilişkin verilerle daha da kötüleşiyor. Öyle ki The Heritage Foundation tarafından hazırlanan “Ekonomik Özgürlükler Endeksi” ne göre Türkiye giderek “büyük ölçüde ekonomik özgürlüklere sahip olmayan” bir ülke konumuna düştü.

“Ekonomik özgürlüklere sahip olmayan” bir ülke!

Ekonomik Özgürlük Endeksi (3), 184 ülkedeki ekonomik özgürlükler ve politikaları kapsamlı bir biçimde analiz eden bir endeks. Endeks, ticaret, yatırım, mülkiyet hakları ve devlet müdahalelerini ve bunların ekonomik büyüme ve refah üzerindeki etkilerini değerlendiriyor. Çünkü ekonomik özgürlüklerin bireysel ve kurumsal sektörün ekonomik kararlarında çok etkili olduğuna inanılıyor. Ekonomik özgürlüklerin düşük düzeyde kaldığı ülkelerdeki siyasal iktidarların, özgürlükleri kısıtlayarak ya da kullanımını büyük ölçüde engelleyerek karar alıcıların özgürce ve etkin bir biçimde kararlar almalarını önledikleri varsayılıyor.

Bu bağlamda, son yıllarda uygulanan para-kredi, döviz ve vergi politikaları ile Türkiye çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Zira bu politikaların, kamu açıklarını fonlamak, cari açığı kapatmak ya da döviz kurunun aşırı yükselmesini önlemek için uygulandığı ileri sürülse de, bunlar yüksek enflasyon, dış borç stoklarının artması, gelir dağılımının daha da adaletsiz bir hal alması, derin yoksullaşma, yolsuzluklar ve döviz rezervlerinin erimesi gibi ciddi sorunlara neden oldu.

Bu endekste ülkelere 0 ila 100 puan arasında değerler veriliyor. Bu değerler için mülkiyet hakları, vergi yükü ve emeğin özgürce kullanımı gibi göstergelere bakılıyor. Baz alınan dört ana kategori her biri üçer anahtar gösterge olmak üzere hem niteliksel hem de niceliksel olarak ekonomik özgürlüklerin ölçülmesinde kullanılıyor (bunların ölçmedeki ağırlıkları eşit kabul ediliyor).

Dört ana kategori ve üç anahtar gösterge şunlardan oluşuyor:

(i) Hukukun üstünlüğü: Mülkiyet haklarına saygı, yargı bağımsızlığı, kamu yönetiminin tutarlılığı, (ii) kamu ekonomisinin büyüklüğü: Vergi yükü, kamu maliyesinin sağlıklılığı, kamu harcamalarının boyutu, (iii) devlet düzenlemelerinin etkinliği: Emeğin, paranın ve kurumların (şirketlerin) özgürce kullanımı, (iv) serbest piyasalar: Finansal özgürlük, ticaret özgürlüğü ve yatırım özgürlüğü.

Toplam 184 ülke arasında 80 ve üzerinde bir puana sahip olan ekonomilere “özgür ekonomiler” denilirken, (70-79,9) puan aralığındakiler “büyük ölçüde özgür ekonomiler”, (60-69,9) puan aralığında olanlar “makul düzeyde özgür ekonomiler”, (50-59,9) puan aralığında olanlar “büyük ölçüde özgür olmayan ekonomiler” ve (0-49,9) puan aralığında olanlarsa “özgür olamayan, ciddi baskı altındaki ekonomiler” olarak adlandırılıyor.

Türkiye’nin endeksteki yeri 104’üncü sıra

Türkiye 56,9 puan ile “büyük ölçüde özgür olmayan ekonomi” olarak kendisine ancak 104’üncü sırada yer bulabiliyor. Sıralamada Senegal, Namibya ve Gambia gibi ülkeler Türkiye’nin üzerinde bulunuyor. Ülkenin genel puanı dünya ortalamasının altında ve ülke Avrupa bölgesindeki 44 ülke arasında 41’nci sırada yer alıyor. (4)

Dahası, dünya ortalamasının 59,3 puan ve Avrupa ortalamasının 68,2 puan olduğu değerlendirmede Türkiye’nin ekonomik özgürlükler puanının 2018 yılından bu yana düştüğü görülüyor. Yani ülke demokrasiden uzaklaştıkça ekonomik özgürlükler de giderek azalıyor ve bu özgürlükler büyük ölçüde siyasal iktidarla hemhal olmuş dar bir sermaye kesiminin kullanımı ile sınırlı kalıyor.

 


Hukukun üstünlüğü

Raporun Türkiye’deki ekonomik özgürlükler konusunda da detaylı tespitleri söz konusu ancak bunların içinde bir başlık son derece çarpıcı: “Hukukun üstünlüğü”.

Rapora göre Türkiye'de hukukun üstünlüğünden genel olarak söz etmek çok zor. Öyle ki bu kategori altında yer alan “mülkiyet hakları” (40,8 puan), “adaletin sağlanmasında etkinlik” (24,2 puan) ve “kamu yönetiminin tutarlılığı” (37,1 puan) olmak üzere Türkiye’nin puanları dünya ortalamasının oldukça altında seyrediyor.


Sonuç olarak

Ülkenin bugün içine düştüğü ekonomik kriz, sadece “sermaye birikim yasası” ve “kâr oranlarının azalma eğilimi yasası” gibi kapitalizme özgü ekonomi politik yasaların işleyişinin bir sonucu değil, aynı zamanda ülkeyi yöneten siyasal iktidarların; benimsediği ideolojilerin, hangi sınıfları temsil ettiklerinin, siyasete, demokrasiye ve ekonomiye nasıl baktıklarının ve bu paralelde hayata geçirdikleri ekonomi politikalarının da bir sonucudur. Yani sorumlu sadece kapitalist sistem değil, aynı zamanda bu sistemin sürücüsü konumundaki siyasal iktidardır.

Uluslararası sermaye hareketlerine göbekten bağımlı ve sadece yüksek cari açıklarla ekonominin büyütülebildiği ve sermaye ve servet birikiminin sağlanabildiği bir ekonomide bu sermaye akımlarını düzenli kılabilmenin yolu, bu akımları yönlendirenlerin asgari koşulları olan başta (burjuva) hukukunun üstünlüğü, mülkiyet haklarına saygı gibi koşulların sağlanmasıdır.

Bunun için de asgari ölçüde de olsa bir burjuva demokrasisinin tesisi ve hukukun üstünlüğünün (yargı bağımsızlığı ve mülkiyet haklarına saygı başta gelmek üzere) sağlanması gerekiyor. Oysa Türkiye bunları büyük ölçüde dikkate almayan bir siyasal rejim altında yönetiliyor ve son seçimlerde parlamenter sisteme geri dönüş şansını kaçırmış bulunuyor.

Diğer taraftan neo liberalizmin kurallarına tam olarak uyulması karşılığında beklenen yabancı sermaye gelse de, bunun başta emekçilere olmak üzere halka ağır bir faturası olacaktır. Özellikle de yerel yönetimler seçimlerinin ardından, bir yandan yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı ve yüksek işsizlik, yüksek emek sömürüsü ve derin yoksulluk, diğer yandan sosyal harcamalardaki kısıntılar ve ağır vergiler ve zamlarla halk kemerleri daha da sıkmak zorunda kalacaktır. Ayrıca, özelleştirilmemiş son kamusal varlıklarımızın içinde tutulduğu T. Varlık Fonu’ndaki varlıklar yeni borçlar karşısında ipotek edilecek ya da haraç mezat elden çıkartılacaktır.

Özcesi, siyasal iktidarın “demokrasi” gibi bir sorunu olmadığı artık apaçık ortadadır. Yani demokrasi iktidar blokunun tercihleri arasında değil. Bu çerçevede yabancı sermayeyi ülkeye çekerek, en azından bir süreliğine döviz krizini öteleyebilmek için “oyunu kurallarına göre oynamayı” seçebilir ya da tersini yapabilir.

Ancak her iki seçenek de ülkenin emekçi halklarına ciddi maliyetler getirecektir. Bu yüzden de sermayenin değil emekçilerin gerçek ihtiyaçlarını gözeten bir üçüncü seçeneğin, yani “krizden emekten yana bir çıkış stratejisinin”  hayata geçirilmesi için mücadele etmemiz gerekiyor.

Dip notlar:

(1)    https://www.globalresearch.ca/has-erdogan-fallen-into-deadly-trap (26 June 2023).

(2)    https://freedomhouse.org/countries/freedom-world/scores (12 Haziran 2023).

(3)    2023 Index of Economic Freedom, https://www.heritage.org/index (5 Haziran 2023).

(4)    https://www.heritage.org/index/country/turkey (5 Haziran 2023).