19 Kasım 2023 Pazar

Savaş ve ekonomi

 

Savaş sadece insanları ve doğayı öldürmüyor, Filistin ekonomisini de çökertiyor

Mustafa Durmuş

19 Kasım 2023


İsrail-Filistin savaşının 44’ncü gününe girildi. Gazze’nin kuzeyini işgal eden İsrail ordusu Güney’e doğru işgali genişleterek sürdürüyor. Bu arada İsrail dün Gazze’nin güneyindeki bazı bölgelerde binlerce broşür dağıtarak halkı bölgeyi tahliye etmeleri konusunda uyardı. Bunun karşısında uluslararası yardım kuruluşları bu kitlesel göçün Gazze’deki insani krizi daha da kötüleştirdiği uyarısında bulunuyorlar.

İsrail'in kara harekâtını genişletme ihtimali Gazze’de iletişimin kesildiği bir döneme denk geldi. BM kesinti ve yakıt sıkıntısı nedeniyle yardım teslimatlarını askıya aldı. BM Dünya Gıda Programı yaptığı açıklamada sivillerin “acil açlık tehlikesiyle” karşı karşıya olduğunu ve Mısır'ın Refah Sınır Kapısının açılmasından bu yana Gazze’ye giren kamyonların insanların günlük asgari kalori ihtiyacının yalnızca yüzde 7’sini karşılayacak kadar gıda yardımı taşıdığını belirtti. (1)

Bugünlerde Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komisyonu (ESCWA) tarafından bu savaşın bazı ekonomik sonuçları ile ilgili önemli bir rapor yayımlandı.

“Filistin Devleti Üzerinde Beklenen Sosyoekonomik Etkiler” başlıklı' bu rapora göre (2), Gazze'deki savaş şu ana kadar Filistin halkının yoksulluğunu daha da artırdı, Filistin’in ulusal gelirini (GSYH) düşürdü, işsizliği artırıp, istihdamı azalttı, temel kalkınma göstergeleri olan eğitim ve sağlık hizmetleri ciddi biçimde kesintiye uğradı. Savaş devam ederse durum daha da kötüleşecek.

Evleri yıkılmış 1,5 milyon Filistinli

Bilindiği gibi, savaşın başlangıcından bu yana 2 milyondan fazla nüfusa sahip Gazze’de yaklaşık 1,5 milyon Filistinli İsrail devletinin saldırıları ve zorlamaları yüzünden yerlerinden edildiler. Bu insanların evlerinin büyük ölçüde yıkıldığı ya da hasar gördüğü ve çoğunluğunun gidebilecekleri bir evleri ya da yerlerinin olmadığı bildirilen bu raporda, savaşın neden olduğu ekonomik tahribatın “insani gelişme göstergelerini” de kötüleştireceği öngörülüyor.

Dahası, rapordaki değerlendirmeler bu savaşın etkilerinin uzun süreli olacağını ve Gazze ile sınırlı kalmayacağını da gösteriyor. Çatışmalar Gazze'de yaşanıyor olsa da, yayılma etkileri Batı Şeria'nın yanı sıra Lübnan, Ürdün ve Mısır'da da hissediliyor.

Filistin ekonomisi büyük zarara uğradı

Ayrıca bu savaş sadece insani bir felakete neden olmakla kalmıyor, Filistin açısından kalkınma ve gelişme çabalarının ciddi biçimde sekteye uğratılması anlamına da geliyor. Öyle ki işgal altındaki Filistin topraklarında yıllardır iyi- kötü süren kalkınma ve gelişme bütünüyle sonlanabilir.

UNDP Genel Sekreter Yardımcısı ve Arap Ülkeleri Bölgesel Bürosu Direktörü Abdallah Al Dardari’nin sözleriyle, “iki aylık bir çatışmanın ardından, sadece Gazze değil, Filistin 16-19 yıllık insani gelişim, sağlık, eğitim, altyapı ve ekonomik büyümeyi kaybetmiş olacak ve Filistin 2005 yılına geri dönecektir.” (3)

Raporda, Gazze'deki savaşın işgal altındaki Filistin topraklarının tamamı üzerindeki etkileri 1, 2 ve 3 aylık sürelere göre aşağıda özetlediğimiz tablodaki gibi öngörülüyor.

Kısaca, rapora göre, savaşın üçüncü ayında, Filistin'in ekonomisi yüzde 12,2 oranında küçülürken (2,5 milyar dolarlık bir kayıp), yoksulluk yüzde 45,3 oranında artarak nüfusun yüzde 26,7’sinden yüzde 38,8’ine çıkacak ve yoksul sayısı 663.497 kişinin daha yoksulluğa itilmesiyle toplamda 2.127.578 kişiye yükselecek.

390,000 işin hâlihazırda kaybedildiği ülkede; Gazze’de 182,000 işe eşdeğer istihdamın yüzde 61’i ve Batı Şeria’da 208 bin işe denk gelen istihdamın yüzde 24’ü yok oldu. Yaşam beklentisindeki düşüş, okullaşma süresinde azalma ve gayri safi milli gelirdeki düşüş nedeniyle ülkenin İnsani Gelişme Endeksindeki yeri 19 yıl önceki yerine gerileyecek (1,00 puan üzerinden 0,656 puan).

 

 

GSYH’deki düşüş

Yoksulluk düzeyi

İşsizlik düzeyi

İnsani Gelişme Endeksi (Eğitim, Sağlık vb) Kaybı

1 ay sonra

% 4,2 (857 milyon dolar kayıp)

% 31,9

(1.749.220 kişi)

390.000 işin hâlihazırda kaybedildiği tahmin ediliyor. Gazze'de: 182 bin işe eşdeğer istihdamın % 61'i ve Batı Şeria'da: 208 bin işe denk gelen istihdamın % 24'ü kaybedildi.

Gazze için: 19 yıl gerileme (2004 seviyesi 0,656);

Batı Yakası için: 11 yıl gerileme (2012 seviyesi 0,706) bekleniyor.

2 ay sonra

% 8,4 (1,7 milyar dolar)

% 35,8

(1.963.075 kişi)

 

 

3 ay sonra

% 12,2 (2,5 milyar dolar)

% 38,8

(2.127.578 kişi)

 

 

 

Savaşlar önlenebilir

Oysa Filistin’deki soykırım önlenebileceği gibi, hiçbir savaş kaçınılmaz değildir. Savaşları, başta ideolojik mücadele olmak üzere, örgütlü bir biçimde sokaklara çıkarak yapacağımız kitlesel savaş karşıtlığı eylemleriyle önleyebilmek mümkün.

Bu çerçevede sokak eylemlerinin yanı sıra örneğin, yaygın boykotlar, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun diğer emekçilerinin savaşa karşı başvuracağı genel grev ya da toplu iş bırakma eylemleri etkili olabilir. Nitekim İsrail devletinin saldırılarına karşı dünyanın her yerinde bu saldırılara son verilmesini, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve derhal bir ateşkesin yapılmasını isteyen milyonlarca insan sokaklara döküldü. Dünya çapında İsrail halkı ile dayanışma eylemlerine tanık oluyoruz.

Savaş propagandası pompalanıyor

Diğer yandan bu süreç, özellikle de başta İsrail’in yanında yer alan ABD gibi devletlerde olmak üzere, savaşçı politikalara yönelimi ve savaş harcamalarında artışları da beraberinde getirdi. Savaş propagandası giderek daha da yaygınlaştı.

İşte bu noktada asıl üzerinde durup düşünmemiz gereken şey, mevcut militarist gündemi ve savaşçı iklimi nasıl değiştirebileceğimiz ve bu amaçla elimizde hangi mücadele araçlarının bulunduğudur.

Kaldı ki savaşların önlenebileceği ve dünya barışının inşa edilebileceği konusundaki savımızı destekleyecek bilimsel araştırmalar da mevcut. Örneğin bazı antropolojik araştırmalara göre, savaşmak insanlığın doğasında var olan bir şey değildir. Aksine insanların içinde yaşadıkları topluma bağlı olarak kültürel olarak öğrenilebilen bir şeydir. Bu yüzden de bilinçli barış inşa sistemleri ile savaşlar önlenebilir.

Savaşların kökenlerini araştırmak için 40 yıldan fazladır emek harcayan tarihçi- antropolog R. Brian Ferguson, 2018’de Scientific American’da savaşa bakışını ayrıntılarıyla anlattığı "Savaş insan doğasının bir parçası değildir" başlıklı makalesinde, savaşların insanlar için doğuştan, evrimsel ve kaçınılmaz bir davranış biçimi olmadığını savunuyor:

“İnsanların,  savaşa katılmak için bariz bir kapasiteye sahip olduğunu iddia ediyorlar, ancak beyinleri, toplu çatışmalara karışan yabancıları tespit edip öldürmek için bir donanıma sahip değil. Ölümcül grup saldırıları, yalnızca avcı-toplayıcı toplumlar boyut ve karmaşıklık açısından büyüdüğünde ve daha sonra tarımın doğuşuyla ortaya çıktı. (4)

Özetle, eğer savaşların kültürel bir veçhesi varsa, bilinçli olarak kendimizi bir barış kültürüne sokarak savaşları önleyebilmek mümkün olabilir. Bunu örneğin, savaş ekonomisi alışkanlıklarımızı kırmaya başlayarak ve savaş ekonomisinin hayatımıza hâkim olduğu yollardan mümkün olan her yerde kendimizi aktif olarak uzaklaştırarak yapabiliriz. Yerel düzeyde, genellikle barış ekonomisi olarak adlandırılan şeye, yani etrafımızda zaten var olan dayanışmacı, paylaşımcı, destekleyici ekonomilere bilinçli olarak yatırım yaparak gerçekleştirebiliriz. .(5)

Savaşların meşruiyeti sorgulanmalı

Bunun için öncelikle, iktidardaki savaş savunucusu ve kışkırtıcısı yöneticilerle ve onların medyadaki sözcüleriyle mücadele edilmesi gerekiyor. Çünkü bu kesimler sıradan yurttaşları, “toplumun güvenliği ve refahını sağlamak için” savaş yaptıklarına inandırmaya çalışıyorlar. Medyanın yarattığı dezenformasyon aracılığıyla böyle bir savaş toplum nezdinde meşrulaştırılıyor.

Savaş propagandası yapılırken, öncelikle savaşlar “barışı sağlamanın bir ön koşulu” olarak savunuluyor. Öyle ki “eğer kalıcı bir barış ve huzur istiyorsanız öncelikle teröristlerle olan savaşı kazanmalısınız” söylemi yaygın bir biçimde kullanılıyor. Örnek olarak İsrail devleti bölgedeki kalıcı bir barış için terörist olarak ilan ettiği Hamas’ın yok edilmesi gerektiğini” ileri sürüyor ve başta batılı devletler, hatta birçok Arap devleti bu fikri destekliyor.

Savaşlar “barış” aracı olamazlar !

Oysa Hamas’ı var eden işgal gibi maddi koşulları ortadan kaldırmadan, savaşı barışın önünü açan bir yol olarak tanımladığınızda düşünce dünyamız alt üst olur. Öyle ki artık kendimiz için düşünemez duruma geliriz ve müesses nizamın otoritesine ve söylemlerine boyun eğeriz.

İkinci olarak, savaş araçlarının üretimi (silah, mühimmat, savaş uçakları, İHA ve SİHA’lar, savaş gemileri gibi) ülkenin ihracatına ve ekonomisine fayda sağlayan masum ekonomik faaliyetler gibi ya da ülkenin teknoloji alanındaki medarı iftiharı gibi sunulup meşrulaştırılıyor. Başta bütçedeki kamu kaynakları olmak üzere toplumsal kaynaklar ağırlıklı olarak bu tür bir askeri sanayi üretimi için kullanılıyor.

Oysa 21’nci yüzyılda, milyonlarca insanını ve doğasını deprem, sel ve orman yangınlarına karşı koruyamayan, çocuklarına okullarda bir öğün bedava yemek veremeyen,  emeklilerini ve işçilerini açlığa mahkûm eden, ulaştırma ve barınma sorununu çözemeyen, hastanelerde çalıştıracak doktor ve diğer sağlık emekçisi bulamayan müesses nizam ve egemenlerinin silah ve savaş sanayi ürünleri ile övünmeleri ciddi bir çelişkidir.

Bu yüzden savaşların meşruiyeti konusu mutlaka gündem yapılmalı ve sorgulanmalıdır. Aksi takdirde tek başına savaş karşıtı duygular ya da eylemler militarist/savaşçı gündemi ve yönelimleri etkisiz kılamaz.

Terörizme karşı savaş mı (?)

Üçüncü olarak, ulus devletlerin vazgeçmedikleri bir gündem olan “ulusal güvenlik” konusunun temellerini “terörizme karşı savaş” oluşturduğu unutulmamalıdır.

Öyle ki “kötü niyetli insanların-teröristlerin- ya da dış güçlerin pusuda bekledikleri, ülkeyi ele geçirmeye çalıştıkları” söylemi sıklıkla başvurulan bir söylemdir. Bunun üzerine oturtulan bir savaşçı politika, bazen “ayrılıkçı/terörist” olarak nitelenen ulusal kurtuluş hareketlerine bazen de  “İslami cihada” ya da “Haçlı seferlerine” karşı bir “kutsal savaş” söylemiyle yürütülür.

Ya da ipin ucu kaçtığında bu savaş, Türkiye’de son günlerde yaşandığı gibi, iktidarın istediği her kararı vermeyen Anayasa Mahkemesi’nin bazı üyelerinin “terör örgütlerine kapı aralamakla” suçlanmasıyla yapılır ve bu yargıçlar yandaş medya aracılığıyla afişe edilirken, haklarında suç duyurunda bulunularak kriminalize edilirler.

“Terörizmle savaş” söylemi iktidarı sağlamlaştırmanın bir yolu

Kısaca, “terörizme karşı savaş” propagandası olmadan egemenlerin, kendi seçmen tabanlarını konsolide etmeleri ve iktidarlarını sağlamlaştırmaları kolay olmaz. Bu yüzden de işsizliğin, yoksulluğun ve hayat pahalılığının arttığı dönemlerde, mutlaka bir düşman (terörist) hareket ya da kitle, siyasal parti bulunur ve bu düşmana karşı verilecek olan savaşın ardına manipüle edilmesi hedeflenen kitleler takılır. Bu özellikle de seçim dönemlerinde yapılır ve genellikle de işe yarar.

Bu süreç milliyetçi ve dini duyguların da en fazla ön plana çıkartıldığı bir süreç olduğundan, iktidarın ömrünü uzattığı gibi, ciddi ekonomik ve yoksulluk ve işsizlik gibi sosyal sorunların üstünü de örtmeye yardımcı olur.

Savaşçı propagandaların ardındaki gerçekler teşhir edilmeli

Ancak böyle propagandaların içinin boş olduğu ortaya çıktığında savaşçı politikaları yürütenlerin foyaları da ortaya çıkar ve meşruiyetleri sarsılır. Bu yüzden de yapılacak işlerden biri, “terörizme karşı savaşın” ardındaki yalanları tamamen ortaya çıkarmak, hatta bu yalanları söyleyenlerin yasa dışı suç örgütleriyle, mafyatik örgütlenmelerle olan bağlarını gözler önüne sermektir.

Kuşkusuz, savaş baronları, savaş sanayinde faaliyet gösteren büyük sermaye şirketleri, bu şirketlere destek veren politikacılar, bunları fonlayan bankalar ve diğer finans kurumları ve artık savaş propaganda makinesinin ayrılmaz bir parçası haline gelen kurumsal medya da dâhil olmak üzere, tüm savaş ve savaş suçlarının kurumsal destekçileri ve sponsorları da teşhir edilmelidir.

Sonuç olarak

Başta Orta Doğu halkları olmak üzere, dünyadaki tüm mazlumların işgaller ve savaşlarla öldürüldüğü, soykırıma uğratıldığı ve bir bütün olarak insanlığın nükleer bombalar yoluyla yok olma tehdidi altında olduğu bir dönemde, insanları savaşların yok ediciliği konusunda aydınlatacak, onlara “terörle mücadele söyleminin çoğu kez başka ajandaları uygulamak için kullanıldığını” anlatabilecek, devletten ve sermayeden özerk, cesur entelektüellere her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç var.

Bu yöndeki çabaların amacı insanı, ırkçı, militarist, dinsel önyargılardan arındırmak olmalıdır. Çünkü savaş karşıtı mücadelede karşılaşılan sorunların başında insanların böyle önyargılarına teslim oldukları gerçeği geliyor. Bu kitleler siyasi elitler tarafından başka halklara ya da uluslara karşı savaşı kışkırtmanın denenmiş ve test edilmiş araçları olarak görülüyor ve kullanılıyorlar.

Ancak savaşların, sömürgeci işgallerin, insana, doğaya ve ekonomiye verdiği ciddi zararlar konusunda insanları aydınlatma çabasının bir bütün olarak onların bilincine, duygularına ve davranışlarına hitap ederse etkili, başarılı ve kalıcı olabileceği unutulmamalıdır.

Dip notlar:

(1)  “ Israeli Forces Search Gaza Hospital, Prep for Potential Push Into Enclave’s South”, dailybrief@e.cfr.org (17 November 2023).

(2)  ‘The Gaza War: Expected Socio-Economic Impacts on the State of Palestine’, https://www.undp.org/arab-states/publications/gaza-war-expected-socio-economic-impacts-state-palestine (8 November 2023).

(3)  https://www.undp.org/press-releases/poverty-state-palestine-set-soar-more-third-if-war-continues-second-month (9 November 2023).

(4)  https://www.counterpunch.org/war-is-not-innate-to-humanity-a-more-peaceful-future-is-possible (22 January 2021).

(5)  Agm.

7 Kasım 2023 Salı

Filistin

 

Filistin halkı için dökülen “timsah gözyaşları”

Mustafa Durmuş

7 Kasım 2023


Hamas’ın 7 Ekim’deki kanlı saldırısını gerekçe göstererek İsrail devletince başlatılan Filistin halkına yönelik soykırım dünyanın gözleri önünde sürüyor.

Resmi verilere göre, bu saldırılarda hayatını kaybeden Filistinli sayısı 10,000’i aşarken, İsrailli sayısı 1,400’ü buldu. Öldürülenlerin 4,000’den fazlası ise çocuk. Birleşmiş Milletler, Gazze’deki saldırılarda yaralanan çocukların yaşadıkları travmalara ve uygulanan ampütasyon (organ kesme) gibi tıbbi müdahalelere dikkat çekmeye başladı.(1)

Bu saldırılara, dünyanın her yanında ayağa kalkmış olan barış ve insanlık yanlıları karşı çıkıyor kuşkusuz. Keza Bölgedeki Arap devletleri ve Türkiye de tepki veriyor. Çünkü böyle bir insanlık dramı karşısında sessiz kalmamak gerekiyor.

Ancak gerçekten barış yanlısı insanların ve örgütlerin dışında, verilen tepkilerin ardında asıl olarak hâkim sınıfların uzun vadeli çıkarları, politikacıların iktidarda kalma ihtiyacı, iç politika hesapları, kendi ülkelerindeki ezilen halkların isyan etme korkuları gibi güdüler ve korkular da yatıyor.

Birkaç örnek sunalım bu tür tepkilerden.

Arap hâkim sınıflarının çıkarları ağır basıyor

1. Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE)  bir önemli devlet yetkilisi, Ulusal Federal Meclis Savunma, İçişleri ve Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ali Al Nuaimi, ülkesinin İsrail ile ilişkilerinin ve 2020 tarihinden bu yana geçerli olan   ‘Abraham Anlaşmaları’nın devam ettiğini ve bundan böyle de devam edeceğinin şu sözlerle altını çizdi:

“Bu anlaşmalar bizim geleceğimizdir. Bunlar sadece iki hükümet arasındaki bir anlaşma değil, aynı zamanda herkesin güvenlik, istikrar ve refahtan yararlanacağı Bölgeyi dönüştürmesi gerektiğine inandığımız bir platformdur.” (2)

Bu açıklama, Arap hâkim sınıflarının maddi çıkarlarının ve siyasal iktidarlarının kendi geleceklerinin ve güvenliklerinin Filistin halkının soykırıma uğratılmasından çok daha önemli olduğunu gösteriyor.

ABD savaş uçaklarının İncirlik’teki yakıt ikmali?

2. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları sürerken, 31 Ekim 2022 tarihli bir haberde, aynı günlerde ABD Hava Kuvvetlerine ait 2 adet B-1 Lancer Bombardıman Uçağının, Adana İncirlik ABD Hava Üssüne ilk kez, “hot pit” yakıt ikmali için iniş yaptığı bilgisi yer aldı. Pentagon’un Savunma Görsel Bilgi Dağıtım Servisi tarafından yapılan basın açıklamasında, İncirlik ziyaretinin B-1’lerin İncirlik Üssü’nde gerçekleştirdiği ilk “hot-pit” yakıt ikmalini içerdiği vurgulandı.

Hot pitting (sıcak çukur yakıt ikmali), uçağa yer ekipleri tarafından yakıt ikmali yapılırken motorların çalışır durumda tutulması anlamına geliyor. Bu taktik, eğitim sorti oranlarının arttırılmasından, savaş sırasında düşman hatlarına yakın ileri harekat noktalarındaki savaş uçaklarının daha hızlı bir şekilde savaşa geri dönmelerini sağlamak için hızla yakıt ikmali ve yeniden silahlandırılmasına kadar her şey için kullanılıyor. (3)

Savaş sürerken ticarete devam

3. “Hamas'ın üç hafta önce gerçekleştirdiği sınır ötesi saldırılara karşılık olarak İsrail'in Gazze Şeridi'nde düzenlediği acımasız askeri operasyonlar nedeniyle İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin neredeyse çökmesine rağmen, İsrail'in petrol ithalatı Türkiye üzerinden geçmeye devam etti.

Bloomberg'in haberine göre, “Malta’da kayıtlı bir petrol tankeri olan Seaviolet kısa bir süre önce Türkiye'nin Akdeniz'deki petrol merkezi Ceyhan Limanı'ndan İsrail'in Eilat Limanı'na 1 milyon varil Azerbaycan ham petrolü taşıdı. İsrail'in yıllık petrol tüketiminin yaklaşık yüzde 40’ı Ceyhan’a nakledilen ham petrolden karşılanıyor”. (4)

Kısaca, İsrail saldırıları sürerken, İsrail’in Azerbaycan’dan ithal ettiği ham petrol Türkiye üzerinden İsrail’e ulaştırılmaya devam etti.

Erdoğan “savaş suçu işleniyor” diyor, ancak…

Bunlar yaşanırken, Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, Filistinli sivillerin hayatlarını acımasızca hiçe saydığı için İsrail'i eleştiren sert bir konuşma yaptı. Batının muhtemelen yeni bir kutsal savaş başlatmak istediğini ve İsrail’in savaş suçu işlediğini söyledi.

Keza, “bazı yorumcular Erdoğan’ın Hamas ile arasına mesafe koymaya çalıştığını öne sürse de, Erdoğan, 25 Ekim’de yaptığı konuşmada, Hamas’ın bir terör örgütü değil, özgürlük savaşçıları ve “mücahitler” ya da inançları için savaşan insanlardan oluşan bir grup olduğunu söyledi. Ayrıca tüm vatandaşları 28 Ekim’de İstanbul’da düzenleyeceği “Büyük Filistin” mitingine davet etti”. (5)

Gazeteci-yorumcu C. Gallagher, 2 Kasım tarihli makalesinde, Erdoğan'ın savaş ile ilgili yorumlarını Mart 2024’te Türkiye’de yapılacak yerel seçimler bağlamında da değerlendirmek gerektiğini çünkü Erdoğan’ın İstanbul’u (ve Ankara gibi diğer büyük belediyeleri) geri almak istediğini ve yaklaşık 1 milyonluk bir kalabalığa konuşma fırsatı bulduğunu, böylece onlara istediklerini verdiğini yazdı.

“Erdoğan'ın yangına körükle giden cesur açıklamaları Erdoğan'ın siyasi manevraları olarak görülebilir ancak gerçek şu ki Türk kamuoyu giderek Batıya daha fazla karşı çıkıyor. İsrail’in Filistinlileri katletmesinin arkasında Batı ile birlikte durmak Erdoğan için siyasi bir intihar olur (Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 99’u Müslüman) ve ABD ve Avrupa İsrail’in tek destekçileri olduğu için bu çatışma giderek Doğu-Batı dinamiğine dönüşüyor. Erdoğan muhtemelen bu yeni soğuk savaşın sonsuza dek sürmesini diliyor. Washington’un Erdoğan’a baskı uygulayıp ondan kurtulma çabalarının aslında onun iktidarda kalmasına yardımcı olduğunu düşüncesini göz ardı etmeyelim.” (6)

“Militarist kafa” her yerde aynı

4. İsrailli Milletvekili, Knesset üyesi ve eski Kamu Diplomasisi Bakanı Galit Distal Atbaryan ise Facebook'ta yaptığı bir paylaşımda, “İsrailli yetkililerin tüm enerjilerini Gazze’nin tamamını yeryüzünden silmek için harcamaları gerektiğini” yazdı.

Filistinlileri kast ederek, “Gazzeli canavarlar Güney Çitine uçacak ve Mısır topraklarına girmeye çalışacak ya da ölecekler ve ölümleri kötü olacak” dedi. (7)

Bu tür insanlık adına ürkütücü yaklaşımlar İsrail ile sınırlı değil. Devlet Bahçeli de 2016 yılında, “Nusaybin’de taş üstüne taş, baş üstüne baş koymayın” diye dönemin başbakanına seslenmişti. (8) Bahçeli ayrıca, “Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin 25 Eylül'de yapmayı planladığı bağımsızlık referandumuyla ilgili olarak, “bu referandum Türkiye için gerekirse savaş sebebi sayılmalıdır” demişti. (9)

Tüm bunları nasıl okumalı?

Ulusal çıkarların savunulması mı, savaş baronlarının çığırtkanlığı mı, iktidarların tribünlere oynaması mı, kötü uluslararası politika mı, kapitalist emperyalist sistemin çürümüşlüğü mü, yoksa insanlığın yok oluşuna doğru son adımlar mı, hangisi ya da hangileri?

Nasıl değerlendirirsek değerlendirilelim, Filistin ve İsrail halkı için dökülen gözyaşlarının “timsah gözyaşları olduğunu” akılda tutalım. Ne Hamas ne İsrail devleti ne Bölgedeki hâkim sınıflar ve onların iktidarları ne de ABD ve Avrupa, Rusya ya da Çin, Filistin ve İsrail halklarının gerçek dostlarıdır.  Ezilen, katledilen bir halkın gerçekte tek bir dostu vardır: Diğer ezilen halklar. Bu, Filistin ve İsrail halkları için de geçerlidir.

Tarih, sadece Orta Doğu coğrafyasında değil, kendi coğrafyamızda ve dünyanın her yerindeki ezilen uluslara ve halklara yönelik katliamları, soykırımları, bunlara sessiz kalanları ve sözde “dengeli” tutum sergileyenleri ve daha kötüsü, “ulusal çıkarlar” gibi gerekçelerin ardına saklanarak, bunları savunanları affetmedi, affetmeyecektir.

Dip notlar:

(1)    “Toll of Israel-Palestine crisis on children beyond devastating”, https://news.un.org/en/story (31 Octoer 2023).

(2)    https://breakingdefense.com/2023/11/as-tensions-rise-over-israels-fight-in-gaza-why-a-uae-official-says-abraham-accords-will-endure (2 November 2023).

(3)    https://www.thedrive.com/the-war-zone/b-1b-bombers-just-made-historic-visit-to-turkey (31 October 2023).

(4)    https://www.nakedcapitalism.com/2023/11/turkiyes-middle-ground-position-becomes-untenable-as-us-intensifies-conflicts.html (2 November 2023).

(5)     https://www.cfr.org/article/turkey-united-states-and-israel-hamas-war (25 October 2023).

(6)    https://www.nakedcapitalism.com/2023/11/turkiyes-middle-ground-position-becomes-untenable-as-us-intensifies-conflicts.html (2 November 2023).

(7)    https://twitter.com/muhammadshehad2/status/1719742662796833156).

(8)    https://www.facebook.com/watch/?v=10153605861317921 (5 Nisan 2016). 

     (9) https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (24 Ağustos 2017).

4 Kasım 2023 Cumartesi

Enflasyon tahmini

 

Enflasyon neden doğru tahmin edilemiyor?

Mustafa Durmuş

4 Kasım 2023


Orta Vadeli Program (OVP: 2024-2026), 12’nci Beş Yıllık Kalkınma Planı ve 2024 Merkezi Yönetim Bütçesi Teklifi gibi üç önemli ekonomi belgesinin iç tutarsızlıkları ve hedeflerinin irrasyonelliği tartışılırken, bugünlerde bunlara bir de bu yılın son Enflasyon Raporu ve TCMB Başkanı G. Erkan’ın sunuş konuşması eklendi.

Malum OVP’nin yayımlanmasının hemen ardından açıklanan yüksek cari açık verisi bu programın en azından dış açık hedeflerinin tutmasının mümkün olamayacağını, bu yönüyle de çöktüğünü göstermişti. Bir önceki OVP’deki tahminler ile son OVP tahminleri arasında ise deyim yerindeyse “dağlar kadar fark” vardı.

Ekim ayı enflasyonu

Bu ayın başlarında Ekim ayı enflasyon verisi TÜİK ve ENAG tarafından ve bu yılın son enflasyon raporu TCMB tarafından açıklandı. (1)

Bunlara ilişkin söyleyebileceğimiz ilk şey “batı cephesinde yeni bir şeyin olmadığıdır”. Zira öncelikle, manşet enflasyon olarak da tanıtılan tüketici fiyat endeksi (TÜFE) yüksek düzeylerde seyrediyor ve bu da bizi yoksullaştırmaya devam ediyor. Dahası, bağımsız iktisatçılar grubu ENAG’ın manşet enflasyonu hala resmi TÜİK enflasyonunun iki katından fazla.

Öyle ki TÜİK’e göre, TÜFE yıllık yüzde 61,36 ve aylık yüzde 3,43 oldu. ENAG’da ise bu veriler sırasıyla yüzde 126,18 ve yüzde 5.09. Bu da resmi enflasyon verilerinin olduğundan daha düşük gösterildiği yönündeki iddiaları güçlendiriyor.

“Şeytan ayrıntıda gizli”

Bazı mal ve hizmet kalemlerindeki yıllık ve aylık enflasyon ise manşet enflasyonunun çok üzerinde seyrediyor.

Öyle ki, gıda ve alkolsüz içecekler ve ulaştırma hizmetlerinde bu oran manşet enflasyonun 11 puan üzerinde yani yaklaşık yüzde 72. Eğitim ve sağlık hizmetlerinde ise yüzde 81 civarında yani manşet enflasyonun neredeyse 20 puan üzerinde. Konutta ise aylık resmi fiyat artışı yüzde 7,5. Yani aylık manşet enflasyonunun iki katından fazla. Aylık artışlara ilişkin rakamların ENAG’da çok daha yüksek olduğunu tahmin edebilirsiniz.

Bu durum bize ne söylüyor?

Çok açık bir biçimde bu veriler bize, en çok ihtiyaç duyduğumuz gıda/su ve diğer alkolsüz içecekler, ulaştırma, konut, eğitim ve sağlık gibi mal ve hizmetlere, özellikle de emekçilerin ve emeklilerin mevcut düşük ücret ve maaşlarıyla erişebilmesinin giderek imkânsız olduğunu söylüyor.

Bunlardan gıda, içme suyu ve alkolsüz içecekler gibi malların üretim ve dağıtım anlamında, iktidara yakın az sayıdaki büyük tekelin (iskonto market türünden zincir marketler başta olmak üzere) kontrolünde olduğunu ve onların fiyatlamasına tabi olduğunu biliyoruz. Buna rağmen Erkan konuşmasında ücret artışlarının enflasyonu yukarı çektiğinden söz edebiliyor.

Demokratik bir toplumun temelinde ücretsiz, nitelikli kamusal hizmet sunumu vardır

Öte yandan ulaştırma, barınma, iletişim/alt yapı, eğitim ve sağlık gibi çağdaş bir toplumun olmazsa olmazı niteliğindeki hizmetlerin metalaştırılıp özelleştirmesi bizi bugünlere getirdi.  Ülke tarihinin özelleştirmesinin yüzde 85’inden fazlası son 21 yılda AKP Hükümetlerince yapıldı.

Özetle, bugün enflasyondaki bu yüksekliğin ve bu hizmetlere yeterince erişemememizin nedeni, bu hizmetleri “babalar gibi satarım” diyerek (2) özelleştirmeler yapan AKP iktidarlarıdır.

Oysa insan gibi yaşayabilmek için, içinde yaşadığımız toplumun demokratik bir toplum olması gerekiyor. Demokratik bir toplum olabilmek içinse, her bireyin bireysel ve sosyal gelişimi için gerekli olan kültürel, ekonomik ve sosyal haklara eşit yurttaşlık temelinde erişimi anayasal güvence altında olmalıdır. Bizde eksik olanlar asıl olarak bunlardır.

Şimşek-Erkan Ekibi enflasyonu düşüremiyor

İşin bir diğer tuhaf yanı da, bu yılın ortalarında işbaşına getirilen M. Şimşek- G. Erkan ekibinin de, faiz artırımları ve yeni vergilerle halka ağır bir bedel ödetmesine rağmen, yüksek enflasyonu düşürememesi. Üstelik yakın zamanda bu mümkün olabilecek gibi de görünmüyor.

Zira açıklanan Enflasyon Raporu, enflasyon beklentilerinin yükseldiğini ve enflasyonda düşüşün yerel yönetim seçimlerinden sonraya kaldığını gösteriyor. Nitekim Erkan 2023 ve 2024 yılsonu enflasyon beklentisini sırasıyla yüzde 65’e ve yüzde 36’ya yükseltti. Hatta Erkan enflasyonun 2024 Mayıs’ında yüzde 70-74'lerde zirve yapmasının beklendiğini, enflasyonda düşüşünse bundan sonra başlayabileceğini açıkladı. (3)

Enflasyonun suçlusu yine işçiler mi?

Bu arada Erkan, “ücretlerdeki her 10 puanlık artış enflasyonda 1 ila 1,2 puan artışa yol açıyor” açıklamasıyla yüksek enflasyonun suçunu bildik bir biçimde emekçilere yükledi.

Oysa bunu kanıtlayabilecek (gerçek dışı varsayımlarla kurulmuş olan modellerin dışında) bir delil yok. Konuşmasında kârlardaki artışın enflasyonu nasıl yükselttiğine (en azından nasıl etkilediğine) dair her hangi bir tespit ise, beklendiği gibi, mevcut değil. Malum iktisatçılarımız sermayeyi ve sermaye iktidarını karşısına almak istemezler.

Seçim ekonomisi yolda, enflasyon seneye yeni zirve yapabilir

Kısaca, geleceğe ilişkin enflasyon tahminleri yükseltildi, buna karşılık enflasyondaki düşüş seçimlerden sonraya kaldı. Bu açıklama bile enflasyonla mücadele programının yerel seçimlere (özellikle de İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin AKP tarafından geri alınması bağlamında) endekslendiğini gösteriyor.

Bu yıl ve gelecek yıl için açıklanan rekor düzeydeki bütçe açığı ve borçlanma programı (4) seçimler öncesinde iktidar blokunun bir kez daha kesenin ağzını açarak kendinden kopan seçmeni ve kararsız seçmenleri avlamaya çalışacağını, bunun da enflasyonun yüksek seyretmeye devam etmesine neden olacağını gösteriyor.

 “Kılavuzu karga olan” bir iktisadi bakış başarılı olabilir mi?

Enflasyon tahminlerindeki sürekli sapmanın bir diğer nedeni daha var: Ekonomiyi yönetenlerin rehber olarak kabul ettikleri burjuva iktisadının bir versiyonu olan neo klasik iktisadın defoları. Çünkü mevcut ekonomi yönetimi bu iktisada dayalı teorileri, politika metinlerini ve önerileri kutsal metinler gibi ele alıyor ve ona uygun politikalar uyguluyor.

İşin aslı dünya çapında burjuva iktisadı artık bir dinsel ideolojiye dönüşmüş durumda. Öyle ki bilim dışı varsayımlardan ve bunların üzerine kurulu modellerden hareket ediyor.

“Ana akım iktisadın temel kusurlarından biri, teorileştirme ve hesaplamaları ‘izlenebilir’ hale getirmek için basitleştirici varsayımları benimseme eğiliminde olmasıdır. Bu elbette herhangi bir teorileştirmenin gerekli bir parçasıdır. Bire bir ölçekli harita pek kullanılmaz. Ancak sorun, ekonomistler politikalar ve tavsiyeler sunarken, soyutlanmış olan tüm bu gerçek dünya karmaşıklıklarını yeniden ortaya koymakta başarısız olduklarında ortaya çıkar. Böylece, gerçekçi olmayan varsayımlara dayanan sonuçlar üretilir ve tavsiyeler verilir. Bunun nedeni, genellikle, gerçekliğin tamamen eski haline döndürülemeyecek kadar karmaşık olmasıdır”. (5)

“Piyasalar her yerdedir, her şeyi bilir, her şeyin sahibidir!”

Üstelik bu dinin vaizleri öyle kibirliler ki eleştiri de kabul etmezler. Öyle ya teorileri (Tanrı gibi) “her şeyi bilendir (omniscient), her şeyin sahibidir (omnipotent) ve her yerdekidir (omnipresent). İnsanın görebilme yetisinden uzak olsa da bunlar geçerlidir ve bunu ancak inananlar bilirler. Piyasa da öyledir, her zaman biz ölümlüler kanıtlarını göremesek de, piyasa da her türlü gücün üstündedir, her şeyi bilir ve her yerdedir. Tanrısal her şeye sahip olmak neyin gerçek olduğunu tanımlayabilmek, yoktan var etmek, vardan yok edebilmek demektir”. (6)

Bizimkilerin “rasyonel politikalar” dedikleri de, aslında bu dinselleştirilmiş iktisadın üzerine sözde mantık ve bilim kılıfının geçirilmesinden ibarettir.

“Birçok yönden sıradan insanların yaşamından kopuk olan böyle iktisatçılar, özellikle mantıkla şeylerin mantığını karıştırmaya meyillidirler. Teorileri ve modelleriyle büyülenme ve rakamların ve soyutlamaların ardında gerçek insanların olduğu gerçek bir dünya olduğunu unutma eğilimindedirler. Temelden hatalı ideolojik doktrinlerin ve tavsiyelerin bedelini ödemek zorunda kalanlar ise biz gerçek insanlarız”. (7)

Sonuç olarak

Çoklu krizlerin iç içe geçtiği ve birbirini tetiklediği bir çağda, öncelikle böyle bir bilim dışılığı reddetmeden ekonomiye, enflasyona ilişkin doğru tahminler yapabilmek ve bu yönde çözümler üretebilmek mümkün değil. Bu nedenle de, her şeyden önce dünyanın ekonomi alanında entelektüel bir devrime ihtiyacı var ve bu devrim ana akım neo klasik düşüncenin acımasızca hâkim olduğu  “önde gelen” üniversitelerden gelmeyecek.

Asıl olarak, ekolojist/doğayı gözeten, toplumsal cinsiyet eşitlikçi, farklı kimlikleri eşitleyici ve en önemlisi emekten yana sol sosyalist değerlere ve bakış açısına sahip “yeni bir iktisat anlayışını ” bulup çıkarmaya, öğrenmeye ve öğretmeye ihtiyacımız var.

Aslında böyle bir iktisadi anlayışı K. Marx (ve sonrasında F. Engels) 19’ncu yüzyılda işçi sınıfı ile buluşturdu. Bugün, başta işçiler olmak üzere, tüm emekçilere ve ezilen halklara yol göstererek tüm toplumu bu karanlıktan çıkartacak olan bu “yeni iktisadi anlayış”, özünde Marksist Ekonomi Politiğin bu yüzyıldaki değişikliklerle güçlendirilerek, hayata geçirilmesidir.

Dip notlar:

(1)    https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Ekim-2023; https://twitter.com/ENAGRUP/status (3 Kasım 2023).

(2)    https://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/genel-haberler/babalar-gibi-sattilar-ozellestirme-rekoru-kirdilar (30 Aralık 2005).

(3)    https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/c93937ef-cfa8-49c1-b9be-3b71cfc25f8a/enf23_iv_tam.pdf;  https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tr/tcmb+tr/main+menu/duyurular/baskanin+konusmalari (2 Kasım 2023).

(4)    2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ve Bağlı Cetveller (Ekim 2023).

(5)    Jonathan Michie, Advanced Introduction to Globalisation, Cheltenham: Edward Elgar, 2017, p.12.

(6)    Mustafa Durmuş,  “Anaakım İktisadın Bazı Açmazları.”,Fiscaoeconomia, 6(1), 1-19, 2022, s. 10.

(7)    https://rwer.wordpress.com/economics-and-ideology (30 October 2023).

 

2 Kasım 2023 Perşembe

Yoksulluk ve Cumhuriyet

 

100 yıl sonraki derin yoksulluk ve “kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet”

Mustafa Durmuş

2 Kasım 2023


Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girdiğimiz bugünlere, dışarıda İsrail devletinin Filistin halkına yönelik soykırıma dönüşmeye başlayan saldırıları, içeride ise iktidarın daha da sertleşmesi, daha da otoriterleşmesi ve yüksek enflasyon gibi ciddi ekonomik sorunlar damgasını vuruyor.

Aslında bir gerçeği görmek gerekiyor: Ülke 2015 yılından bu yana adım adım daha otoriter, militarist/milliyetçi- siyasal İslamcı totaliter bir yapıya dönüştürülüyor ve buna bir türlü içinde çıkılamayan ekonomik krizler, gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksullaşma eşlik ediyor.

Üstelik bu yoksulluk giderek toplumun daha fazla kesimini içine alıyor ve özellikle de emekçiler, emekliler, işsizler, kadınlar, gençler ve çocuklar açısından bir “derin yoksulluğa” dönüşüyor.

"Büyük Filistin Mitingi" vs yüzbinlerin Anıt Kabir ziyareti

Öncelikle, Cumhuriyetin 100’ncü yıl kutlamaları sırasında yaşanan gelişmeler ülkedeki uzunca bir süredir var olan bir toplumsal ve ideolojik bölünmeyi bir kez daha sergiledi.

Öyle ki iktidardaki AKP’nin 28 Ekim’de düzenlediği Hamas’a desteğe dönüşen “Büyük Filistin mitingi” ile ağırlıklı olarak muhalefetin öncülüğünde yapılan bir gün sonraki Cumhuriyet kutlamaları önemsizleştirilmeye çalışıldı. İktidarın Cumhuriyet kutlamaları ise, beklendiği gibi, geçiştirildi. Buna karşılık, bir milyonu aşkın yurttaş mevcut gidişata tepki olarak, “Cumhuriyet’e sahip çıktığını”, hep yaptığını yapmakla yetinerek, yani Anıtkabir’i ziyaret ederek gösterdi.

“Geriye kutlanacak bir şeyler kaldı mı?”

Bu iki çizginin dışında hareket edenler de vardı kuşkusuz. Başta bazı sol-sosyalist çevreler tarafından olmak üzere, “geriye kutlanacak pek bir şeyin kalmadığını” ileri sürenlerin yanı sıra mevcut Cumhuriyete köklü eleştiriler yapanlar da söz konusuydu.

Bu yazının amacı topyekûn bir cumhuriyet değerlendirmesi yapmak değil. Çünkü bu tarihsel bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ayrıca bütüncül bir değerlendirme, cumhuriyetin monarşiye karşı ortaya çıkmış ve kapitalizmin gelişimiyle birlikte gündeme gelen bir devlet biçimi olması nedeniyle, devlet teorilerinin de işin içine sokulmasını gerekli kılıyor. Böyle kapsamlı bir değerlendirme bu yazının boyutlarını aşıyor.

100 yıl yekpare değil

Kaldı ki cumhuriyet ile geçen bu 100 yıl yekpare değil. Öyle ki İkinci Dünya Savaşına kadar Türkiye kapitalizmini ağırlıklı olarak yukarıdan aşağıya doğru inşa eden “devletçilik dönemi”, 1950’den sonra ülke ekonomisi ve siyasetinin bütünüyle ABD’nin hegemonyası altına girmesiyle, son buldu.

1963 -1980 ithal ikameci dönemin ardından gelen 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve onu izleyen Özal dönemi ile ülke neo liberalizmle tanıştı. Bu neo liberal gidişat en son 21 yıllık, önce neo muhafazakâr, sonrasında siyasal İslamcı/milliyetçi AKP önderliğinde oluşan iktidar bloku ile zirveye çıktı. Bu dönemde devlette olduğu gibi cumhuriyette de önemli dönüşümler gerçekleşti.

100 yılın ortak noktası emek ve öteki kimliklere olan karşıtlık

Ancak bu 100 yıllık sürecin ortak noktası emekçi sınıflar ve ötekileştirilen kimlikler konusundaki düşmanca tavırdır. Öyle ki bu süreç sermaye birikimini hızlandırıp sermaye kesimini hem ekonomik hem de politik olarak güçlendirirken, emekçiler (kısa süreli uygulanan planlı kalkınma dönemi kapitalizminin kısmi getirileri dışında), bu süreçlerden giderek zayıflayarak çıktılar. İşçiler kazanılmış haklarının önemli bir kısmını kaybettiler, reel ücretleri sürekli olarak geriledi, yoksullaştılar, sendikasızlaştırıldılar, güvencesiz, düşük ücretli istihdama mahkûm edildiler.

Toplumsal sınıfların ötesinde ötekileştirilmiş kimlikler açısından bakıldığında, bu sürecin kaybedenlerinin asıl olarak Kürtler, Aleviler ve kadınlar olduğu da, bu kesimlere yapılan ayrımcılıkla, açıkça görülüyor.

Mevcut cumhuriyet emeğin cumhuriyeti mi?

Tüm bunların ötesinde, sosyoekonomik bir gerçeklik olarak ülkenin 100 yıl sonra özellikle de yoksulluk (başta emekçilerin yoksulluğu olmak üzere), gelir ve servet dağılımı eşitsizliği açısından geldiği durumun çok kötü olduğu da ortada.

Öyle ki en az yüz yıllık bir kapitalizmin üzerinden şekillenen Cumhuriyet rejiminin aslında (bırakın bir halk demokrasisi olmayı) burjuva demokrasisinin asgari gereklilikleri anlamında dahi, demokratik olmadığı gibi, emekten yana da olmadığı ortaya çıktı. Bu da kuşkusuz önümüze ikinci yüzyılda “demokratik, sosyal ve laik bir cumhuriyet” inşa etme görevini koyuyor.

Kârlar artıyor, reel ücretler azalıyor, adaletsizlik büyüyor

Bazı verilere yakından bakalım. İlk olarak, 2022 yılının sonu itibarıyla, ekonomideki 17 özel sektörün toplam aktif büyüklüğü yıllık bazda yüzde 69 artışla 26,4 trilyon liraya, öz kaynak toplamı yüzde 93 artışla 7,6 trilyon liraya, net satışları yüzde 113 artışla 31,5 trilyon liraya, toplam net dönem kârları ise yüzde 423 artışla 1,5 trilyon liraya ulaştı. Bu yılın Eylül ayı itibarıyla bankaların toplam net kârı ise yüzde 54 artışla 440 milyar lira oldu. (1)

İkinci olarak, İstanbul Sanayi Odası’nın “Türkiye’nin İkinci 500 Büyük Sanayi Kuruluşu-2022” araştırması burjuva sınıfının daha alt- orta katmanlarında yer alanların sahibi olduğu KOBİ’lerin durumunun da fena olmadığını gösteriyor.  

Öyle ki 2022 yılında KOBİ’lerin yüksek enflasyon, finansman darlığı ve pazar daralmasına rağmen ciro ve kârlılıkta yüksek performans sergiledikleri görülüyor. Nitekim bu firmaların üretimden satışları yüzde 105 artarak yaklaşık 695 milyar liraya ulaşırken, faaliyet kârları yüzde 91 oranında artarak 53 milyar liradan 100 milyar liranın üzerine çıktı. Firmalar bu dönemde ayrıca 6,5 milyar liralık üretim faaliyeti dışı gelir elde ettiler.(2)

100 yıllık sürecin kaybedeni işçiler oldu

Bölüşüm ilişkileri açısından bakıldığında geçen yılın kaybedeninin işçiler olduğu açıkça görülüyor. Öyle ki istihdamın sadece binde 1’lik bir artışla 261,000 kişi olabildiği bu süreçte, yaratılan katma değer içinde ücretlerin payı yüzde 33 ile en düşük seviyeye inerken, kârların payı yüzde 50’nin üzerine çıktı (faizin payı yaklaşık yüzde 17 oldu).(3)

Diğer yandan Ekim ayında (TÜRK-İŞ’ e göre), dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 13,684 liraya, yoksulluk sınırı ise 44,573 liraya yükseldi. Bekâr bir işçinin aylık yaşama maliyeti 17,803 liraya ulaştı. (4) Kısaca patronların artan kârları, işçilerin artan yoksulluğunun asıl nedenini oluşturuyor.

Böyle bir bölüşüm bu yüz yıl boyunca aşağı yukarı böyle gerçekleşirken, özellikle 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü döneminde (1980-1989) ve 2015 yılından bu yana AKP-MHP Koalisyonu döneminde çok daha kötüleşti.

Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi

Kaldı ki yoksulluk sadece parasal gelir ile ele alınabilecek bir olgu değil. Bu yüzden 2010 yılında, İngiltere'deki Oxford Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, BM Kalkınma Programı (UNDP) ile birlikte çalışarak “Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi”ni (MPI) oluşturdular.

Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi, yoksulluğun daha gerçek bir resmini elde etmek için bir ülkedeki hane halklarının yüzdesini üç boyuta (parasal yoksulluk, eğitim ve temel altyapı hizmetleri) göre ölçen bir endeks. Yani, refahın boyutlarını parasal yoksulluğun ötesinde değerlendiren, yoksulluğun karmaşıklığını yakalamanın bir yolu. Bu, eğitim ve temel altyapıya erişimin yanı sıra, kişi başı 2,15 dolarlık uluslararası yoksulluk sınırı dâhil edilerek, yoksulluğu parasal yoksunlukların ötesinde anlamaya çalışan bir yöntem.

Böylece endeks, yeterli barınma, çocuk ölüm oranı, temiz su, hijyen, yemek pişirme olanakları ve elektrik arzı dahil olmak üzere 10 temel gösterge ile ölçüldüğünde, yoksunlukla karşı karşıya kalan hane sayısını gösteriyor. (5)

Bu bağlamda, nitelikli eğitim, sağlık, ulaştırma, barınma ve alt yapı gibi kamusal hizmetlerin metalaştırılıp özelleştirilmesi yüzünden düşük gelirli insanlarımızın bu hizmetlere yeterince erişememesi, ülkedeki gerçek yoksulluğun çok daha büyük boyutlarda olduğunun bir göstergesidir.

“Devenin iğne deliğinden geçmesi zenginin cennete gitmesinden daha kolaydır” (İncil).

Bir başka anlatımla, ülkedeki yoksulluğun asıl nedeni (bazılarınca ileri sürüldüğü gibi) yüksek enflasyon değil, adaletsiz gelir dağılımı ve devletin uyguladığı iktisat ve maliye politikaları gibi politikalardır.

Çünkü birinci gelir dağılımı (piyasaların yol açtığı bölüşüm) her geçen gün giderek daha da kötüleşip, daha adaletsiz bir biçim alırken, uygulanan emek karşıtı vergi ve kamu harcaması politikalarıyla (ikinci bölüşüm) bu adaletsizlik daha da derinleştirildi (özellikle de neo liberal dönemde).

Bunun sonucunda öyle bir noktaya geldik ki, ülkedeki ultra zengin yüzde 1’lik nüfus, milli gelirin yüzde 19’una, toplam servetinse yüzde 37’sine sahip bir konumda.  En zengin yüzde 10’luk nüfus ise milli gelirin yüzde 52’sine, toplam servetinse yüzde 68’ine el koyuyor. En alttaki, yani en yoksul yüzde 50’nin payına ise milli gelirin sadece yüzde 14’ü ve toplam servetin sadece yüzde 3’ü düşüyor. (6)

Dahası milli gelir sadece son altı yılda yüzde 6’ya yakın, kişi başı gelir ise yüzde 10 civarında geriledi (2021 yılında milli gelir 850 milyar dolara kadar indi). Emekçilerin milli gelirden aldığı pay üçte birin altına düşerken, yoksulluk arttı.

Küresel İşçi Hakları Endeksi ve Cumhuriyet

Diğer bazı göstergeler mevcut Cumhuriyetin emeğin cumhuriyeti olmadığı savını daha da güçlendiriyor. Örnek olarak  “Küresel İşçi Hakları Endeksi” (7) bu göstergelerden sadece biri.

Bu endekste dünya ülkeleri 1’den 5’e kadar sıralanıyor. Derecelendirmesi 1 olan ülkeler işçi hakları açısından “en iyi durumda” olan ülkeler iken, derecesi 5 olan ülkeler, “işçilerin fiilen (yasalarda belirtilen) haklara erişiminin olmadığı ve bu nedenle otokratik rejimlere ve adil olmayan çalışma uygulamalarına maruz kaldıkları” şeklinde tarif edilen, “hak garantisi olmayan” ülkeler olarak tanımlanıyor. Bu ülkeler arasında Brezilya, Çin, Kolombiya, Ekvator, Hindistan, Filipinler, Güney Kore ve Türkiye yer alıyor.

Bu veriler, Cumhuriyetin 100’ncü yılında başta bazı bankalar olmak üzere büyük sermaye çevrelerinin neden kutlama etkinliklerinde başı çektiklerini de kısmen açıklıyor.

Bölgesel yoksulluk (Kürt yoksulluğu)

Türkiye’de yoksulluk bölgelere ve etnik kimliğe göre önemli farklılıklar gösteriyor. Öyle ki ülkenin Güney Doğu ve Doğusunda yaşayanlar daha yoksul konumdalar. Zira bu Bölge hem gelirden hem de tüketimden Türkiye ortalamasının ancak yarısından az bir pay (yüzde 49) alabiliyor.

Nitekim TÜİK’ in “2021 Yılı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması” nın sonuçlarına göre (8); Türkiye’de yıllık ortalama eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert geliri 2021 yılında 37,400 lira iken, İBBS 2. düzey bölgeleri itibarıyla en yüksek olduğu bölge 51,765 lira ile TR10 (İstanbul) bölgesi oldu. Bu bölgeyi, 47,595 lira ile TR31 (İzmir) bölgesi ve 46,516 lira ile TR51 (Ankara) bölgesi izledi. En düşük yıllık ortalama eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert geliri ise 18,278 lira ile TRB2 (Van, Muş, Bitlis, Hakkâri) bölgesinde gerçekleşti.

Yani Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı TRB2 bölgesinde elde edilen ortalama kişi başı gelir İstanbul’dakinin ancak yüzde 35’i, İzmir’dekinin yüzde 38’i ve Ankara’dakinin yüzde 39’u kadar ve üstelik bu gelir eşit de dağılmıyor.

Paralel bir biçimde, eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert medyan gelirinin yüzde 50’sine göre hesaplanan yoksulluk sınırına göre, gelire dayalı göreli yoksulluk oranının en yüksek olduğu bölgeler sırasıyla; yüzde 14,4 ile TR62 / Adana, Mersin, yüzde 13,7 ile TRC3 / Mardin, Batman, Şırnak, Siirt) ve TRA2 / Ağrı, Kars, Iğdır ve Ardahan ve yüzde 14,3 ile Kürt nüfusun önemli boyutlarda olduğu bilinen TR31 (İzmir) illeri. (9) Kuşkusuz Bölgede sınıfsal ayrışmaya göre alt sınıfların yoksulluğu çok daha fazla.

Özetle, bu derin yoksulluk durumu sadece kapitalist sisteme içkin birinci ve ikinci bölüşüm ilişkilerinden değil, aynı zamanda kendini bölgeler arası kalkınma farklılıkları biçiminde de gösteren ama aralarında Kürt Sorununun bulunduğu ciddi sorunlardan da kaynaklanıyor.

Yoksulluk kader değil, kaçınılmaz hiç değil

Artık, mevcut yüksek enflasyon altında, “bir hafta öncesine göre bile daha yoksul olduğumuzu” rahatça söyleyebiliriz. Oysa yoksulluk kader değil, kaçınılmaz değil, sıradan insanların kişisel başarısızlığı hiç değil. Bu yöndeki iddialar tarihte hep aşırı zenginliği meşru gösterebilmek için egemen ideoloji tarafından ortaya atılan iddialar oldular.

İşin aslı, yoksulluk (kapitalizm altında), ekonomik gücü ve iktidarı elinde tutan azınlık sayıdaki zenginin, sermaye sahibinin, başta emekçiler olmak üzere bu güçten yoksun çoğunluk nüfusa dayattığı bir sosyoekonomik şiddettir. Yani yoksulluk kapitalizmin ve devleti yönetenlerin politik tercihlerinin bir sonucudur.

Kısaca, yoksulluğun bir nedeni de kapitalist ulus devletlerin bizatihi kendileridir. Çünkü yoksulluk zenginlerin, sermaye sınıfının yanında, hizmetinde olan siyasal iktidarların yıllardır hayata geçirdikleri emek karşıtı politikaların da bir sonucudur. Böyle siyasal iktidarlar yoksulluğu ortadan kaldırmak istemezler, aksine onu yönetmek, iktidarlarını sürdürebilmek için onu bir araç olarak kullanmak isterler.

Sermaye dostu burjuva cumhuriyeti

ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere en gelişmiş burjuva cumhuriyetlerinden bizdeki gibi oligarşik devlet biçimlerinin bir tezahürü olan cumhuriyette yoksulluğun azalmayıp giderek artmasının asıl nedeni de işte onun özünde sermaye dostu/emek karşıtı bu niteliğidir.

Öyle ki ülkede, bankalardan alınan resmi kurumlar vergisinin resmi oranı yüzde 30 olmasına rağmen, vergi muafiyeti, istisnası ve indirimi gibi adlar altında bu sektöre sağlanan teşvikler yüzünden bankacılık sektörünün bu yılın ilk dokuz ayında ödediği kurumlar vergisinin efektif oranı sadece yüzde 7’de kaldı. (10) Ayrıca 2024 Merkezi Yönetim Bütçesinde bu kesimlerden yeterli vergi almaya dönük her hangi bir düzenleme yok.

Keza Bütçede ya da OVP’de emekçilerin üzerindeki vergi yükünü azaltacak ne bu yönde bir irade ne de bunu sağlayabilecek politikalar ve bunun için ayrılmış mali kaynak mevcut. Oysa emekten yana sosyal politikalarla, gelir, vergi ve harcama politikalarıyla yoksulluğu büyük ölçüde azaltabilmek, onu ciddi bir sorun olmaktan çıkartabilmek mümkün.

Sonuç olarak

Cumhuriyetin 100’ncü yılını kutladığımız bugünlerde Türkiye toplumunun çok önemli bir yüzdesinin yoksulluk sınırının altında, yani çok zor koşullarda yaşıyor olması son derece düşündürücü ve rahatsız edici olmalı. Zira 100 yıl sonra yoksulluk bırakın azaltılmayı bütünüyle ortadan kaldırılmalıydı. Bu da mevcut Cumhuriyetin yoksul “kimsesizlerin kimsesi olduğu” yönündeki resmi iddiaları hafifletiyor.

Bu yüzden de cumhuriyetin ikinci yüzyılında asıl hedefimiz “demokratik” ve “laik” olduğu kadar “emekten yana (sosyal) bir cumhuriyeti” kurmak olmalıdır.

Aksi takdirde, “savaştan çıkmış yoksulluk içindeki bir halkın zaferi” olarak tanımlanan mevcut Cumhuriyete yapılan övgüler, ona karşı gündeme getirilen bir tür “Sultanlığa” yapılan haklı eleştirilerden ya da kendimizi avutmaya yarayan, yitirmekte olduğumuz az sayıda kazanıma yapılan vurgulardan öteye gidemeyecektir.

Dip notlar:

(1)    TÜİK, Sektör Bilançoları, 2022, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (13 Eylül 2023); BDDK, Aylık Bankacılık Sektörü Verileri, https://www.bddk.org.tr/BultenAylik (31 Ekim 2023).

(2)    https://www.ekonomim.com/ekonomi/finansmana-sikisan-kobiler-karlilikta-govde-gosterisi-yapti-haberi (1 Kasım 2023).

(3)    https://www.iso500.org.tr/ikinci-500-buyuk-sanayi-kurulusundan aktaran https://www.ekonomim.com/ekonomi/finansmana-sikisan-kobiler-karlilikta-govde-gosterisi-yapti-haberi (1 Kasım 2023).

(4)    https://www.turkis.org.tr/turk-is-ekim-2023-aclik-ve-yoksulluk-siniri (30 Ekim 2023).

(5)    https://www.worldbank.org/en/topic/poverty/brief/multidimensional-poverty-measure (31 Ekim 2023).

(6)    National Income Share, https://wid.world (26 Kasım 2022).

(7)    International Trade Union Confederation (ITUC). Global Rights Index, 2023, s. 38

(8)    TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması Bölgesel Sonuçları 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (12 Mayıs 2022).

(9)    TÜİK, Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri 2022, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (8 Mayıs 2023).

(10)  BDDK, Aylık Bankacılık Sektörü Verileri, https://www.bddk.org.tr/BultenAylik (31 Ekim 2023).