100
yıl sonraki derin yoksulluk ve “kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet”
Mustafa
Durmuş
2 Kasım 2023
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girdiğimiz bugünlere,
dışarıda İsrail devletinin Filistin halkına yönelik soykırıma dönüşmeye
başlayan saldırıları, içeride ise iktidarın daha da sertleşmesi, daha da
otoriterleşmesi ve yüksek enflasyon gibi ciddi ekonomik sorunlar damgasını vuruyor.
Aslında bir gerçeği görmek gerekiyor: Ülke 2015
yılından bu yana adım adım daha otoriter, militarist/milliyetçi- siyasal
İslamcı totaliter bir yapıya dönüştürülüyor ve buna bir türlü içinde çıkılamayan
ekonomik krizler, gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksullaşma eşlik ediyor.
Üstelik bu yoksulluk giderek toplumun daha fazla
kesimini içine alıyor ve özellikle de emekçiler, emekliler, işsizler, kadınlar,
gençler ve çocuklar açısından bir “derin yoksulluğa” dönüşüyor.
"Büyük
Filistin Mitingi" vs yüzbinlerin Anıt Kabir ziyareti
Öncelikle, Cumhuriyetin 100’ncü yıl kutlamaları sırasında
yaşanan gelişmeler ülkedeki uzunca bir süredir var olan bir toplumsal ve
ideolojik bölünmeyi bir kez daha sergiledi.
Öyle ki iktidardaki AKP’nin 28 Ekim’de düzenlediği
Hamas’a desteğe dönüşen “Büyük Filistin mitingi” ile ağırlıklı olarak muhalefetin
öncülüğünde yapılan bir gün sonraki Cumhuriyet kutlamaları önemsizleştirilmeye
çalışıldı. İktidarın Cumhuriyet kutlamaları ise, beklendiği gibi, geçiştirildi.
Buna karşılık, bir milyonu aşkın yurttaş mevcut gidişata tepki olarak, “Cumhuriyet’e
sahip çıktığını”, hep yaptığını yapmakla yetinerek, yani Anıtkabir’i ziyaret
ederek gösterdi.
“Geriye
kutlanacak bir şeyler kaldı mı?”
Bu iki çizginin dışında hareket edenler de vardı
kuşkusuz. Başta bazı sol-sosyalist çevreler tarafından olmak üzere, “geriye
kutlanacak pek bir şeyin kalmadığını” ileri sürenlerin yanı sıra mevcut
Cumhuriyete köklü eleştiriler yapanlar da söz konusuydu.
Bu yazının amacı topyekûn bir cumhuriyet
değerlendirmesi yapmak değil. Çünkü bu tarihsel bir değerlendirmeyi hak ediyor.
Ayrıca bütüncül bir değerlendirme, cumhuriyetin monarşiye karşı ortaya çıkmış
ve kapitalizmin gelişimiyle birlikte gündeme gelen bir devlet biçimi olması
nedeniyle, devlet teorilerinin de işin içine sokulmasını gerekli kılıyor. Böyle
kapsamlı bir değerlendirme bu yazının boyutlarını aşıyor.
100
yıl yekpare değil
Kaldı ki cumhuriyet ile geçen bu 100 yıl yekpare
değil. Öyle ki İkinci Dünya Savaşına kadar Türkiye kapitalizmini ağırlıklı
olarak yukarıdan aşağıya doğru inşa eden “devletçilik dönemi”, 1950’den sonra
ülke ekonomisi ve siyasetinin bütünüyle ABD’nin hegemonyası altına girmesiyle, son
buldu.
1963 -1980 ithal ikameci dönemin ardından gelen 12
Eylül askeri diktatörlüğü ve onu izleyen Özal dönemi ile ülke neo liberalizmle
tanıştı. Bu neo liberal gidişat en son 21 yıllık, önce neo muhafazakâr, sonrasında
siyasal İslamcı/milliyetçi AKP önderliğinde oluşan iktidar bloku ile zirveye
çıktı. Bu dönemde devlette olduğu gibi cumhuriyette de önemli dönüşümler
gerçekleşti.
100
yılın ortak noktası emek ve öteki kimliklere olan karşıtlık
Ancak bu 100 yıllık sürecin ortak noktası emekçi
sınıflar ve ötekileştirilen kimlikler konusundaki düşmanca tavırdır. Öyle ki bu
süreç sermaye birikimini hızlandırıp sermaye kesimini hem ekonomik hem de
politik olarak güçlendirirken, emekçiler (kısa süreli uygulanan planlı kalkınma
dönemi kapitalizminin kısmi getirileri dışında), bu süreçlerden giderek
zayıflayarak çıktılar. İşçiler kazanılmış haklarının önemli bir kısmını
kaybettiler, reel ücretleri sürekli olarak geriledi, yoksullaştılar, sendikasızlaştırıldılar,
güvencesiz, düşük ücretli istihdama mahkûm edildiler.
Toplumsal sınıfların ötesinde ötekileştirilmiş kimlikler
açısından bakıldığında, bu sürecin kaybedenlerinin asıl olarak Kürtler,
Aleviler ve kadınlar olduğu da, bu kesimlere yapılan ayrımcılıkla, açıkça görülüyor.
Mevcut
cumhuriyet emeğin cumhuriyeti mi?
Tüm bunların ötesinde, sosyoekonomik bir gerçeklik
olarak ülkenin 100 yıl sonra özellikle de yoksulluk (başta emekçilerin
yoksulluğu olmak üzere), gelir ve servet dağılımı eşitsizliği açısından geldiği
durumun çok kötü olduğu da ortada.
Öyle ki en az yüz yıllık bir kapitalizmin üzerinden
şekillenen Cumhuriyet rejiminin aslında (bırakın bir halk demokrasisi olmayı)
burjuva demokrasisinin asgari gereklilikleri anlamında dahi, demokratik
olmadığı gibi, emekten yana da olmadığı ortaya çıktı. Bu da kuşkusuz önümüze
ikinci yüzyılda “demokratik, sosyal ve laik bir cumhuriyet” inşa etme görevini
koyuyor.
Kârlar
artıyor, reel ücretler azalıyor, adaletsizlik büyüyor
Bazı verilere yakından bakalım. İlk olarak, 2022
yılının sonu itibarıyla, ekonomideki 17 özel sektörün toplam aktif büyüklüğü
yıllık bazda yüzde 69 artışla 26,4 trilyon liraya, öz kaynak toplamı yüzde 93
artışla 7,6 trilyon liraya, net satışları yüzde 113 artışla 31,5 trilyon liraya,
toplam net dönem kârları ise yüzde 423 artışla 1,5 trilyon liraya ulaştı. Bu
yılın Eylül ayı itibarıyla bankaların toplam net kârı ise yüzde 54 artışla 440
milyar lira oldu. (1)
İkinci olarak, İstanbul Sanayi Odası’nın “Türkiye’nin
İkinci 500 Büyük Sanayi Kuruluşu-2022” araştırması burjuva sınıfının daha alt-
orta katmanlarında yer alanların sahibi olduğu KOBİ’lerin durumunun da fena
olmadığını gösteriyor.
Öyle ki 2022 yılında KOBİ’lerin yüksek enflasyon,
finansman darlığı ve pazar daralmasına rağmen ciro ve kârlılıkta yüksek
performans sergiledikleri görülüyor. Nitekim bu firmaların üretimden satışları
yüzde 105 artarak yaklaşık 695 milyar liraya ulaşırken, faaliyet kârları yüzde
91 oranında artarak 53 milyar liradan 100 milyar liranın üzerine çıktı.
Firmalar bu dönemde ayrıca 6,5 milyar liralık üretim faaliyeti dışı gelir elde
ettiler.(2)
100
yıllık sürecin kaybedeni işçiler oldu
Bölüşüm ilişkileri açısından bakıldığında geçen yılın
kaybedeninin işçiler olduğu açıkça görülüyor. Öyle ki istihdamın sadece binde 1’lik
bir artışla 261,000 kişi olabildiği bu süreçte, yaratılan katma değer içinde
ücretlerin payı yüzde 33 ile en düşük seviyeye inerken, kârların payı yüzde 50’nin
üzerine çıktı (faizin payı yaklaşık yüzde 17 oldu).(3)
Diğer yandan Ekim ayında (TÜRK-İŞ’ e göre), dört kişilik
bir ailenin açlık sınırı 13,684 liraya, yoksulluk sınırı ise 44,573 liraya yükseldi.
Bekâr bir işçinin aylık yaşama maliyeti 17,803 liraya ulaştı. (4) Kısaca
patronların artan kârları, işçilerin artan yoksulluğunun asıl nedenini
oluşturuyor.
Böyle bir bölüşüm bu yüz yıl boyunca aşağı yukarı
böyle gerçekleşirken, özellikle 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü döneminde (1980-1989)
ve 2015 yılından bu yana AKP-MHP Koalisyonu döneminde çok daha kötüleşti.
Çok
Boyutlu Yoksulluk Endeksi
Kaldı ki yoksulluk sadece parasal gelir ile ele
alınabilecek bir olgu değil. Bu yüzden 2010 yılında, İngiltere'deki Oxford
Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, BM Kalkınma Programı (UNDP) ile birlikte
çalışarak “Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi”ni (MPI) oluşturdular.
Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi, yoksulluğun daha gerçek
bir resmini elde etmek için bir ülkedeki hane halklarının yüzdesini üç boyuta
(parasal yoksulluk, eğitim ve temel altyapı hizmetleri) göre ölçen bir endeks.
Yani, refahın boyutlarını parasal yoksulluğun ötesinde değerlendiren,
yoksulluğun karmaşıklığını yakalamanın bir yolu. Bu, eğitim ve temel altyapıya
erişimin yanı sıra, kişi başı 2,15 dolarlık uluslararası yoksulluk sınırı dâhil
edilerek, yoksulluğu parasal yoksunlukların ötesinde anlamaya çalışan bir
yöntem.
Böylece endeks, yeterli barınma, çocuk ölüm oranı,
temiz su, hijyen, yemek pişirme olanakları ve elektrik arzı dahil olmak üzere 10
temel gösterge ile ölçüldüğünde, yoksunlukla karşı karşıya kalan hane sayısını
gösteriyor. (5)
Bu bağlamda, nitelikli eğitim, sağlık, ulaştırma,
barınma ve alt yapı gibi kamusal hizmetlerin metalaştırılıp özelleştirilmesi
yüzünden düşük gelirli insanlarımızın bu hizmetlere yeterince erişememesi,
ülkedeki gerçek yoksulluğun çok daha büyük boyutlarda olduğunun bir göstergesidir.
“Devenin
iğne deliğinden geçmesi zenginin cennete gitmesinden daha kolaydır” (İncil).
Bir başka anlatımla, ülkedeki yoksulluğun asıl nedeni
(bazılarınca ileri sürüldüğü gibi) yüksek enflasyon değil, adaletsiz gelir
dağılımı ve devletin uyguladığı iktisat ve maliye politikaları gibi politikalardır.
Çünkü birinci gelir dağılımı (piyasaların yol açtığı
bölüşüm) her geçen gün giderek daha da kötüleşip, daha adaletsiz bir biçim alırken,
uygulanan emek karşıtı vergi ve kamu harcaması politikalarıyla (ikinci bölüşüm)
bu adaletsizlik daha da derinleştirildi (özellikle de neo liberal dönemde).
Bunun sonucunda öyle bir noktaya geldik ki, ülkedeki ultra
zengin yüzde 1’lik nüfus, milli gelirin yüzde 19’una, toplam servetinse yüzde 37’sine
sahip bir konumda. En zengin yüzde
10’luk nüfus ise milli gelirin yüzde 52’sine, toplam servetinse yüzde 68’ine el
koyuyor. En alttaki, yani en yoksul yüzde 50’nin payına ise milli gelirin
sadece yüzde 14’ü ve toplam servetin sadece yüzde 3’ü düşüyor. (6)
Dahası milli gelir sadece son altı yılda yüzde 6’ya
yakın, kişi başı gelir ise yüzde 10 civarında geriledi (2021 yılında milli
gelir 850 milyar dolara kadar indi). Emekçilerin milli gelirden aldığı pay üçte
birin altına düşerken, yoksulluk arttı.
Küresel
İşçi Hakları Endeksi ve Cumhuriyet
Diğer bazı göstergeler mevcut Cumhuriyetin emeğin
cumhuriyeti olmadığı savını daha da güçlendiriyor. Örnek olarak “Küresel İşçi Hakları Endeksi” (7) bu
göstergelerden sadece biri.
Bu endekste dünya ülkeleri 1’den 5’e kadar sıralanıyor.
Derecelendirmesi 1 olan ülkeler işçi hakları açısından “en iyi durumda” olan
ülkeler iken, derecesi 5 olan ülkeler, “işçilerin fiilen (yasalarda belirtilen)
haklara erişiminin olmadığı ve bu nedenle otokratik rejimlere ve adil olmayan
çalışma uygulamalarına maruz kaldıkları” şeklinde tarif edilen, “hak garantisi
olmayan” ülkeler olarak tanımlanıyor. Bu ülkeler arasında Brezilya, Çin,
Kolombiya, Ekvator, Hindistan, Filipinler, Güney Kore ve Türkiye yer alıyor.
Bu veriler, Cumhuriyetin 100’ncü yılında başta bazı
bankalar olmak üzere büyük sermaye çevrelerinin neden kutlama etkinliklerinde
başı çektiklerini de kısmen açıklıyor.
Bölgesel
yoksulluk (Kürt yoksulluğu)
Türkiye’de yoksulluk bölgelere ve etnik kimliğe göre önemli
farklılıklar gösteriyor. Öyle ki ülkenin Güney Doğu ve Doğusunda yaşayanlar
daha yoksul konumdalar. Zira bu Bölge hem gelirden hem de tüketimden Türkiye
ortalamasının ancak yarısından az bir pay (yüzde 49) alabiliyor.
Nitekim TÜİK’ in “2021 Yılı Gelir ve Yaşam Koşulları
Araştırması” nın sonuçlarına göre (8); Türkiye’de yıllık ortalama eşdeğer hane
halkı kullanılabilir fert geliri 2021 yılında 37,400 lira iken, İBBS 2. düzey
bölgeleri itibarıyla en yüksek olduğu bölge 51,765 lira ile TR10 (İstanbul)
bölgesi oldu. Bu bölgeyi, 47,595 lira ile TR31 (İzmir) bölgesi ve 46,516 lira
ile TR51 (Ankara) bölgesi izledi. En düşük yıllık ortalama eşdeğer hane halkı
kullanılabilir fert geliri ise 18,278 lira ile TRB2 (Van, Muş, Bitlis, Hakkâri)
bölgesinde gerçekleşti.
Yani Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı TRB2
bölgesinde elde edilen ortalama kişi başı gelir İstanbul’dakinin ancak yüzde
35’i, İzmir’dekinin yüzde 38’i ve Ankara’dakinin yüzde 39’u kadar ve üstelik bu
gelir eşit de dağılmıyor.
Paralel bir biçimde, eşdeğer hane halkı kullanılabilir
fert medyan gelirinin yüzde 50’sine göre hesaplanan yoksulluk sınırına göre,
gelire dayalı göreli yoksulluk oranının en yüksek olduğu bölgeler sırasıyla; yüzde
14,4 ile TR62 / Adana, Mersin, yüzde 13,7 ile TRC3 / Mardin, Batman, Şırnak,
Siirt) ve TRA2 / Ağrı, Kars, Iğdır ve Ardahan ve yüzde 14,3 ile Kürt nüfusun
önemli boyutlarda olduğu bilinen TR31 (İzmir) illeri. (9) Kuşkusuz Bölgede
sınıfsal ayrışmaya göre alt sınıfların yoksulluğu çok daha fazla.
Özetle, bu derin yoksulluk durumu sadece kapitalist
sisteme içkin birinci ve ikinci bölüşüm ilişkilerinden değil, aynı zamanda
kendini bölgeler arası kalkınma farklılıkları biçiminde de gösteren ama
aralarında Kürt Sorununun bulunduğu ciddi sorunlardan da kaynaklanıyor.
Yoksulluk
kader değil, kaçınılmaz hiç değil
Artık, mevcut yüksek enflasyon altında, “bir hafta
öncesine göre bile daha yoksul olduğumuzu” rahatça söyleyebiliriz. Oysa yoksulluk
kader değil, kaçınılmaz değil, sıradan insanların kişisel başarısızlığı hiç değil.
Bu yöndeki iddialar tarihte hep aşırı zenginliği meşru gösterebilmek için egemen
ideoloji tarafından ortaya atılan iddialar oldular.
İşin aslı, yoksulluk (kapitalizm altında), ekonomik
gücü ve iktidarı elinde tutan azınlık sayıdaki zenginin, sermaye sahibinin,
başta emekçiler olmak üzere bu güçten yoksun çoğunluk nüfusa dayattığı bir
sosyoekonomik şiddettir. Yani yoksulluk kapitalizmin ve devleti yönetenlerin
politik tercihlerinin bir sonucudur.
Kısaca, yoksulluğun bir nedeni de kapitalist ulus devletlerin
bizatihi kendileridir. Çünkü yoksulluk zenginlerin, sermaye sınıfının yanında,
hizmetinde olan siyasal iktidarların yıllardır hayata geçirdikleri emek karşıtı
politikaların da bir sonucudur. Böyle siyasal iktidarlar yoksulluğu ortadan
kaldırmak istemezler, aksine onu yönetmek, iktidarlarını sürdürebilmek için onu
bir araç olarak kullanmak isterler.
Sermaye
dostu burjuva cumhuriyeti
ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere en
gelişmiş burjuva cumhuriyetlerinden bizdeki gibi oligarşik devlet biçimlerinin bir
tezahürü olan cumhuriyette yoksulluğun azalmayıp giderek artmasının asıl nedeni
de işte onun özünde sermaye dostu/emek karşıtı bu niteliğidir.
Öyle ki ülkede, bankalardan alınan resmi kurumlar
vergisinin resmi oranı yüzde 30 olmasına rağmen, vergi muafiyeti, istisnası ve
indirimi gibi adlar altında bu sektöre sağlanan teşvikler yüzünden bankacılık
sektörünün bu yılın ilk dokuz ayında ödediği kurumlar vergisinin efektif oranı sadece
yüzde 7’de kaldı. (10) Ayrıca 2024 Merkezi Yönetim Bütçesinde bu kesimlerden
yeterli vergi almaya dönük her hangi bir düzenleme yok.
Keza Bütçede ya da OVP’de emekçilerin üzerindeki vergi
yükünü azaltacak ne bu yönde bir irade ne de bunu sağlayabilecek politikalar ve
bunun için ayrılmış mali kaynak mevcut. Oysa emekten yana sosyal politikalarla,
gelir, vergi ve harcama politikalarıyla yoksulluğu büyük ölçüde azaltabilmek,
onu ciddi bir sorun olmaktan çıkartabilmek mümkün.
Sonuç
olarak
Cumhuriyetin 100’ncü yılını kutladığımız bugünlerde
Türkiye toplumunun çok önemli bir yüzdesinin yoksulluk sınırının altında, yani
çok zor koşullarda yaşıyor olması son derece düşündürücü ve rahatsız edici
olmalı. Zira 100 yıl sonra yoksulluk bırakın azaltılmayı bütünüyle ortadan
kaldırılmalıydı. Bu da mevcut Cumhuriyetin yoksul “kimsesizlerin kimsesi
olduğu” yönündeki resmi iddiaları hafifletiyor.
Bu yüzden de cumhuriyetin ikinci yüzyılında asıl
hedefimiz “demokratik” ve “laik” olduğu kadar “emekten yana (sosyal) bir
cumhuriyeti” kurmak olmalıdır.
Aksi takdirde, “savaştan çıkmış yoksulluk içindeki bir
halkın zaferi” olarak tanımlanan mevcut Cumhuriyete yapılan övgüler, ona karşı
gündeme getirilen bir tür “Sultanlığa” yapılan haklı eleştirilerden ya da
kendimizi avutmaya yarayan, yitirmekte olduğumuz az sayıda kazanıma yapılan
vurgulardan öteye gidemeyecektir.
Dip notlar:
(1) TÜİK,
Sektör Bilançoları, 2022, https://data.tuik.gov.tr/Bulten
(13 Eylül 2023); BDDK, Aylık Bankacılık Sektörü Verileri, https://www.bddk.org.tr/BultenAylik (31 Ekim 2023).
(2) https://www.ekonomim.com/ekonomi/finansmana-sikisan-kobiler-karlilikta-govde-gosterisi-yapti-haberi (1
Kasım 2023).
(3) https://www.iso500.org.tr/ikinci-500-buyuk-sanayi-kurulusundan
aktaran https://www.ekonomim.com/ekonomi/finansmana-sikisan-kobiler-karlilikta-govde-gosterisi-yapti-haberi
(1 Kasım 2023).
(4) https://www.turkis.org.tr/turk-is-ekim-2023-aclik-ve-yoksulluk-siniri
(30 Ekim 2023).
(5) https://www.worldbank.org/en/topic/poverty/brief/multidimensional-poverty-measure
(31 Ekim 2023).
(6) National
Income Share, https://wid.world (26
Kasım 2022).
(7) International
Trade Union Confederation (ITUC). Global
Rights Index, 2023, s. 38
(8) TÜİK,
Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması Bölgesel Sonuçları 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (12
Mayıs 2022).
(9) TÜİK,
Yoksulluk ve Yaşam Koşulları İstatistikleri 2022, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (8 Mayıs 2023).
(10) BDDK, Aylık Bankacılık Sektörü Verileri, https://www.bddk.org.tr/BultenAylik (31
Ekim 2023).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder