11 Haziran 2023 Pazar

Kur, faiz ve seçimler

 

Kuru serbest bırak, sonra faizi yükselt, yerel seçimlere kadar durumu idare et

Mustafa Durmuş

11 Haziran 2023


Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminin ertesi günü 1 ABD doları 20,6 TL idi. Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak atandığı 3 Haziran’da kur 20,9’a ve sonrasında da 23,50’ye kadar yükseldi. Kısaca bu atama yapıldığından bu yana dolar kuru yüzde 12,4 arttı. Böylece yılbaşından bu yana dolar kurundaki artış yüzde 26 civarında oldu.

Bazı yorumculara göre bu yükseliş “piyasaların bu atamaya verdiği tepkiden” kaynaklanıyordu. Daha ikna edici bir değerlendirme ise “uzun süredir ticari bankalar üzerinden uygulanan bir takım tedbirlerle baskılanan kurun üzerindeki bu baskının kalkması” (bir benzetme ile baraj kapaklarının birden açılması gibi) döviz kurunu hızlıca yükseltti.

İşin doğrusu iktidar açısından, Merkez Bankası faizini veya döviz kurunu yükseltmekten başka çare de yoktu. İktidar, fıtratına uygun bir biçimde,    ihracatçıların taleplerini de gözeterek ikincisini seçti yani artık dağarcığımızdan neredeyse çıkmış olan “devalüasyon” yapmayı tercih etti. Şimdilik faiz artışı yapmadı ama faiz artışının da eli kulağındadır. Diğer yandan eğer Millet İttifakı iktidar olsaydı çok büyük bir ihtimalle öncelik sırasını faiz artışına verecekti.

Yüzeysel değerlendirmeler yanıltıcı olabilir

Bugün Türkiye ekonomisinde neler olup bittiğini anlayabilmek için yüzeysel değerlendirmeler yapmaktan kaçınmak ve ekonominin yapısal sorunlarına odaklanmak, yani öncelikle kapitalizmin bu yüzyılda nasıl bir gelişim içinde olduğunu iyi analiz etmek gerekiyor.

Şöyle ki Türkiye ekonomisi 1950’lerden bu yana küresel kapitalist sisteme göbekten bağımlı ve küresel piyasalara tam entegre olmuş azgelişmiş bir ekonomi konumunda. Ekonominin bu azgelişmişliği onun kapitalizmin genel olarak geçirmekte olduğu değişimden etkilenmediği anlamına gelmiyor. Tam tersine kendi özgül koşullarının da izin verdiği ölçüde, Türkiye ekonomisi küresel kapitalizmin yaşamakta olduğu değişimden fazlasıyla etkileniyor.

Türkiye kapitalizmi son 20 yılda çok hızlı finansallaştı

Kapitalizmin küresel çapta son 40 yılına (özellikle de son 20 yılına) damgasını vuran en önemli olgu ise neoliberalizmin en önemli ayaklarından biri olan finansallaşmadaki hızlı artış. Bu dönemde uygulanan neoliberal deregülasyon ve liberalizasyon politikaları sayesinde para ve kredi piyasaları başta olmak üzere finansal piyasalar devasa ve kontrolsüz bir biçimde büyüdü. Finansallaşma o denli hızlandı ki artık günümüz kapitalizmini “sanayi kapitalizmi “ yerine “finansal kapitalizm” olarak adlandıranların sayısı giderek artıyor.

Örneğin, bazı yazarlara göre finansallaşma biçimindeki bu gelişim kapitalizmin yeni bir uç vermesidir. Onlara göre, artan finansallaşma ile birlikte kapitalist kâr artık üretimden ziyade bireylerin gelirlerine, bankalarca verilen konut kredisi, tüketici kredisi, ihtiyaç kredisi ya da bankacılık işlemleri sırasında alınan yüksek komisyonlar biçiminde el koyarak elde ediliyor. Yani, ücret ve maaş gibi emek gelirlerinin bir kısmı onlardan kredi faizi ya da komisyon biçiminde geri alınarak tekrar borç verilebilir para sermayeye dönüşüyor. Böylece bankalar ve diğer finansal kuruluşlar üretim sürecinde yaratılan kârlardan kendi paylarına düşeni almalarına ilave olarak bireysel tüketiciler üzerinden de yeni kârlar sağlıyorlar. Bu süreç bu tür kârlarla beslenen yeni güç merkezleri ve yeni etki merkezleri biçiminde yeni bir tür kapitalist sınıf katmanı yaratıyor. (1)

Bu gelişimin sonucunda sermaye birikiminin de giderek finansal sektöre kaydığını, finansal rantların giderek ön plana çıktığını, büyük servetlerinse daha ziyade teknoloji ve finans ve onunla dolaylı olarak işbirliği içindeki (inşaat, emlak) gibi sektörlerde biriktiğini söyleyebiliriz.

Ayrıca kapitalizmin finansallaşması sadece özel piyasaların ya da hane halklarının (tüketicilerin) değil, aynı zamanda devletin de giderek finansallaşması anlamına geliyor. Türkiye’de kamu sektörünün biriken iç ve dış borçlarındaki müthiş artış, Kamu Özel İşbirliği Projeleri gibi projeler bunun en somut göstergeleri.

Kredilendirme otoriter faşizan bir rejimin inşası için de kullanılıyor

Finansallaşma olgusunun en önemli boyutlarından biri de kuşkusuz ekonomideki borç stoklarının hızlı artması. Bu aynı zamanda kredi demek olduğundan, ekonomideki kredi hacminin de çok büyüdüğü anlamına geliyor.

Nitekim Türkiye ekonomisinde son 20 yılda, özellikle de 2017 yılından bu yana borç stoklarının/kredi hacminin gösterdiği devasa gelişim çok çarpıcı. Özellikle de Aralık 2021-Nisan 2023 arasındaki 17 ayda yaklaşık 3,6 trilyon TL kredi dağıtıldı ve toplam kredi hacmi 8,9 trilyon TL’yi aştı. (2) Bu kredilerin hacmi 2017 yılında sadece 1,9 trilyon TL idi. Böyle bir kredi büyümesi Türkiye tarihinde ilk kez görülüyor.

Keza hane halkı kredi kullanımında bu yılın Nisan ayındaki yıllık artış oranının yüzde 82,1 ve özel şirketlerin kullandıkları kredilerdeki artış oranının yüzde 50,2 olması da böyle bir gelişimin göstergesi. (3)

Özetle, son zamanlarda dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de krediler ve kredilendirme (bugünün konjonktürü yüzünden krediye erişim zorlaşsa da) toplumu yönetmenin, statükoyu sürdürmenin, halkı biat ettirmenin ve faşizan bir rejim inşa etmenin en temel araçlarından biri haline geldi.

Bu durum bazı iktisatçılar tarafından (iddialı bulunsa da) “kredi faşizmi” olarak adlandırılıyor. Bu yaklaşım, “faşizmi kapitalizm ile devletin tam kaynaşması ve bütünleşmesi” olarak tanımlıyor ve faşizm altında finans kapitalin hegemonyasının mutlak hale geldiğine vurgu yapıyor.

Bu yaklaşıma göre, faşizm farklı kimliklere, kadına, emekçilere olan düşmanlığın ve bu kesimler üzerindeki baskının had safhaya çıkarılmasının yanı sıra, sessiz ve derinden ancak daha etkili bir biçimde işleyen bir kredi sistemi aracılığıyla yerleşiyor. Öyle ki ekonomi hiç olmadığı kadar krediye bağımlı hale geliyor. Çünkü krediler gelirleri düşük tüketicilerin satın alma gücünü ve şirketlerin yatırımlarını sürdürülebilir kılıyor, bu da kapitalizmi ve kapitalist sınıfı zinde tutuyor. Ayrıca iktidarların ekonomi programlarının ve politikalarının sürdürülebilmesine ve iktidara biat ettirmeye de imkân tanıyor. (4)

Merkez bankalarının otoriterleşmedeki rolü

Günümüzde otoriter-faşizan bir rejimin inşasında merkez bankaları da çok önemli bir rol oynuyor. Öyle ki merkez bankaları, ekonomik kriz nedeniyle tehdit altında olan kredi bağımlısı kapitalizme yönelik kredi tahsis mekanizmalarını ele geçiriyor, düşük faizlerle bankacılık sistemine sağladığı ucuz para ile  “son borç verici makam” olarak giderek kredinin toplumsal tabanı haline geliyor. Kapitalizmde kredinin biçimlerini ve koşullarını belirleyen, onu kontrol eden en önemli organa dönüşüyor.

Sistem sürdükçe büyük sermaye, merkez bankası ve devletin kalan bölümü giderek otoriterleşiyor. Bu üçlü adım adım kendi aralarındaki temel bağın, onları bir arada tutan çimentonun krediler olduğunu kavramaya başlıyor. Devasa kredi hacminin enflasyona, borsaların değersizleşmesine, finansal bir kısım servetlerin yitimine neden olabileceğinin farkında olsalar da, acil olarak kapitalizmi içinde bulunduğu krizden çıkartma ihtiyacı bu endişelerin ikinci plana atılmasıyla sonuçlanıyor. Öyle ki bir zamanlar büyük kamu açıklarından yakınanlar, borç stoklarından endişe duyan kapitalistler bu nedenle sessiz kalıyorlar. (5)

Bu yüzden de, Türkiye’de TCMB ve sistemin bir diğer ayağı olan regülatör kurum BDDK başkanlarının ve diğer yöneticilerinin liyakatli olmalarından ziyade, siyasal rejime uygun hareket edecek, muktedirin sözünden çıkmayacak bürokratlardan seçilmesi son derece önemli oluyor.

Acil sıcak para ihtiyacı

Diğer yandan kredilerle toplumu yönetebilmek için bu kredilerin sadece bol olması değil, aynı zamanda düşük faiz biçiminde sunulması, yani cazip de olması gerekiyor.

İşte bu nedenden dolayı, adına “Tek Adam Rejimi” denilen mevcut otokratik sistem düşük faiz politikasını yıllardır (her türlü sosyal ve ekonomik maliyetine rağmen) sürdürüyor. Bugün gelinen nokta itibariyle, yani döviz kurunun yükselmeye devam etmesi, çok yüksek enflasyon ve bir dış borç krizi riski nedeniyle bu politika gözden geçirilmek zorunda kalınsa da, esas itibarıyla uzun vadeli olarak bu stratejiden vazgeçilecek gibi görünmüyor.

Şöyle ki öncelikle yaklaşık dokuz ay sonra yapılacak olan yerel yönetimler seçimlerine kadar iktidar bloku ekonomik büyümeyi (yüksek enflasyon ve yoksullaşma pahasına) riske etmeyecektir. Bunun için de vitrindeki yeni Hazine Bakanı ve TCMB Başkanı aracılığıyla döviz kurunu bir miktar daha yükseltip (örneğin dolar kuru 25-27 oluncaya kadar), ardından Merkez Bankası faizini iki ay içinde iki aşamada yüzde 20-25’e kadar yükseltecektir.

Döviz kuru artarken, faizlerin de yükselmesi iktidarın acil ihtiyaç duyduğu yabancı sıcak parayı sağlamasına yardımcı olabilir (her ne kadar dışarıda faiz artışları sürdüğünden bugünkü dış konjonktür 2003 yılındaki gibi lehte olmasa da).

Böylece yüksek kurdan dövizini bozduran sıcak paracı spekülatörler satın aldıkları TL ile yüksek faiz getiren (sıfır vergili) mevduata, hazine bonolarına ve yükselmekte olan borsaya yatırım yapabilir. Yüksek sıcak para girişi bir süre sonra muktedirin istediği gibi kurun da,  faiz oranının da tekrar düşürülmesini sağlayabilir.  

Bu mekanizma kuşkusuz spekülatif yabancı sermayeye ciddi kazanç sağlar zira örneğin bugün TL cinsinden araçlara yatırım yapanlar örneğin 2024 Mart’ında dolar kuru tekrar 20’lerin altına gerilediğinde, ellerindeki yüksek faizle daha da büyümüş olan TL ile dolar satın alırlar ve gelirken getirdiklerinden çok daha fazla miktarda dolar ile evlerine geri dönerler.

İktidar bloku böylece yüksek sıcak para girişi ile olası bir döviz krizini önleyebileceği gibi, dış borç geri ödemeleri ve ithalat yapmak da kolaylaşır. Ayrıca faiz tekrar düşeceğinden siyasal İslamcı rejim verdiği düşük faiz sözüne sadık kalırken, düşük faizden yararlanan sermaye kesimi başta olmak üzere kredi kullananlar mutlu olur.

Sonuç olarak

Bu strateji genelde “mutsuz bir son” ile sonuçlanır. Öyle ki bir süre sonra malum nedenlerden dolayı, belirsizlikler ve ekonomiye olan güvensizlik arttığında, sanal bir bolluk etkisi yaratan spekülatif sıcak para girişi yavaşlar, hatta ülkeden sıcak para hızlıca çıkmaya başlar. Bu olduğunda tekrar başa dönülür, kur ve faizler tekrar yükselir. Kısaca bu kez fatura çok daha ağırlaşır. Biz bu senaryonun gerçekleştiğine defalarca tanık olduk.

Bu oyunda kimler kaybeder? Kuşkusuz bu oyunun içinde olmayanlar, yani doları, avrosu, TL’si olmayanlar, ihracat ya da ithalat yapmayanlar. Kısaca başta emekçiler olmak üzere, toplumun çok büyük bir kesimi bu oyundan yüksek enflasyon ve kurların yükselmesi nedeniyle daha fazla yoksullaşma biçiminde çok zararlı çıkar.

Döviz kurundaki (tek başına) bu yükselişin beklendiği gibi ihracatı daha da ucuzlatıp, ülke ürünlerinin rekabet gücünü ve ihracatı artırmayacağı, dolayısıyla da cari açığı azaltmayacağı, aksine enflasyonu daha da artırıp reel ücretlerin azalmasına yol açacağı da işin cabası.

Özcesi, Mehmet Şimşek’ten rejimin beklediği asıl şey yerel yönetim seçimleri öncesinde, kapitalist dünyadan ekonomiyi rahatlatabilecek büyük çapta bir sıcak para girişi sağlamasıdır. Bunun dışında verilen “reform” sözlerinin ya da “rasyonel zeminde politika yapma” iddialarının gerçekçi bir karşılığı yoktur. Şimşek ve ekibinin, bunca mevcut yapısal soruna el atmaksızın bunu ne ölçüde gerçekleştirebileceğini bekleyip göreceğiz.

Dip notlar:

(1)    Costas Lapavitsas, “A New Sort of Financial Crisis”, www. workersliberty.org (14 April 2008).

(2)    Aylık bankacılık sektörü verileri (Nisan 2023), https://www.bddk.org.tr//BultenAylik (10 Haziran 2023).

(3)    TCMB, Parasal Gelişmeler Raporu, Nisan 2023, https://www.tcmb.gov.tr (31 Mayıs 2023).

(4)    Richard D. Wolff,, “The U.S. Is Borrowing Its Way to Fascism”, https://braveneweurope.com ( 11 September 2020).

(5)    Agm.

 

6 Haziran 2023 Salı

“Boş tencere” neyle dolduruldu?

 

“Boş tencere” neyle dolduruldu?

Mustafa Durmuş

7 Haziran 2023


Seçim sonrasının en çok sorulan sorularının başında “boş tencerenin neden mevcut iktidarı devirmediği” sorusu geliyor. Özellikle de sosyal ve siyasal gelişmeleri açıklarken indirgemeci bir ekonomik determinizme başvuranlar, ülkede bunca ciddi ekonomik sorun ve derin bir yoksulluk ve adaletsizlik yaşanmasına rağmen iktidarın devrilmemesinin nedenlerini açıklamakta zorlanıyorlar.

Oysa Erdoğan gibi 21 yıldır iktidarda olan otoriter bir liderin seçimle kolayca iktidardan düşürülebileceğini düşünmeleri bir hataydı. Çünkü Erdoğan otoriter bir lider olduğu kadar popülaritesini de (giderek azalsa da) koruyabilen birisi.

Erdoğan popülaritesini nasıl koruyabildi?

Erdoğan gibi otoriter liderlerin konumlarını nasıl muhafaza ettiklerini açıklayabilecek çeşitli teoriler mevcut. Bunlardan biri, “demokratikleşmeyi modernleşme ve ekonomik refahın artışı ile ilişkilendiren” bir yaklaşım.

Buna göre, özetle, insanlar gelirleri ve refahları arttıkça daha etkin biçimlerde temsil edilmek ve sosyal sorumluluk da alarak siyasal karar alma mekanizmasının içinde olmak isterler. Bu durumun tersi de mümkündür. Yani insanlar, ekonomik kriz ya da yüksek enflasyon dönemlerinde reel gelirleri düştükçe, demokratik karar alma mekanizmasına olan inanç ve güvenleri de azaldığından bu zeminlerden çekilirler ve daha net, belirleyici (kapsayıcı olması gerekmiyor) çözümler ve politikalar için otoriter liderlere yönelirler.

Refahları azalan kitleler otoriter rejimlere daha fazla yöneliyor

Bu bağlamda, 2008 küresel finansal krizinin ardından günümüze kadar devam eden küresel çaptaki demokratik gerilemenin ve otoriterleşmedeki artışın,  2008 finansal krizinin emekçi kitlelerin gelirlerinde yol açtığı düşüşten (burjuva demokrasisinden uzaklaşmaya neden olduğundan) kaynaklandığı ileri sürülebilir.

Nitekim dünyada (özellikle de 2008 krizi sonrasında), otoriter ya da faşist rejimlere yönelimin temel nedenlerinden birinin böyle bir gelir yitimi ve demokrasiye olan güven kaybı olduğunu gösteren çok sayıda araştırma mevcut.

Örneğin Freedom House’nin bir araştırmasına göre 2008 finansal krizinden bu yana artan otoriterleşme sonucunda bugün dünyada her 10 kişiden 8’i “kısmen özgür” ya da “hiç özgür olmayan” ülkelerde yaşıyor. (1)


Küresel sermaye otoriterleşmeyi sorun etmiyor

Bu çerçevede bir diğer önemli tespit küresel sermayenin dünyadaki bu otoriterleşme yöneliminden pek de rahatsız olmaması. Öyle ki Dünya Ekonomik Forumu’nun son raporuna göre, önümüzdeki iki yılda “yaşam maliyetlerindeki belirgin artışlar”, 10 yılda ise “iklim değişikliği ile mücadeledeki yetersizlikler”  küresel riskler listesinin başında yer alıyor.

Bir başka anlatımla, “önümüzdeki 10 yıl, altta yatan jeopolitik ve ekonomik eğilimlerin yönlendirdiği çevresel ve toplumsal krizlerle karakterize edilecek. “Yaşam maliyeti krizi” önümüzdeki iki yılın en ciddi küresel riski olarak kendini gösteriyor ve bu kriz kısa vadede zirveye çıkıyor. “Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistem çöküşü”, önümüzdeki 10 yılda en hızlı kötüleşen küresel risklerden biri olarak görülüyor ve altı çevresel riskin tümü önümüzdeki 10 yıl içinde ilk 10 risk arasında yer alıyor. “Jeoekonomik çatışmalar” ve “sosyal uyumun ve toplumsal kutuplaşmanın aşınması” dâhil olmak üzere, hem kısa hem de uzun vadede ilk 10 sıralamada dokuz risk ve üst sıralara iki yeni katılan risk yer alıyor: “Yaygın siber suçlar ve siber güvensizlik” ve “büyük ölçekli zorunlu göçler”. (2)

Kısaca, büyük sermaye grupları açısından örneğin yaşam maliyeti krizi ve çevresel sorunlar ilk 10 risk arasında yer alıyor zira bunlar kâr oranlarının düşmesine neden olabilecek ve bu da sermaye birikiminin kârlı biçimde sürdürülebilirliğini aksatabilecektir.

Ciddi kriz dönemlerinde kapitalist sınıf faşizmi destekliyor

Diğer yandan dünyanın seçkinleri küresel çaptaki otoriterleşme eğilimini ya da çağdaş bir faşizmin inşa edilmesini kendileri açısından bir tehlike olarak görmüyorlar. Çünkü son tahlilde otoriter ya da faşist rejimlerde işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet tam anlamıyla susturuluyor ve kâr oranları yükseltiliyor. Böylece sistemin ekonomik bir kriz içine girmesi önleniyor.

Bu olgu geçmişte İtalya, Almanya ve İspanya gibi klasik faşizme örnek olarak gösterilen ülkelerde geçerli olduğu gibi, günümüzün Macaristan, Hindistan ve Türkiye’sindeki gibi otoriter ya da otoriterlikten faşizmin inşasına geçmiş ülkelerinde de geçerli bir olgu.

Özetle, klasik faşizm deneyimi yaşamış olan bütün ülkelerde, ülkenin büyük sermayesinin, sanayicilerinin ve finansçılarının yani kapitalist yönetici sınıfın önemli bir yüzdesi para ve diğer maddi ve maddi olmayan desteklerle faşist diktatörleri desteklediler. Çünkü faşizm büyük sanayici ve finans sermayesinin çıkarlarını korumak için dayatılan, en temel haliyle büyük sermaye adına terör uygulama stratejisi üzerine oluşturulan ve sürdürülen bir diktatörlüktür. Bu, faşist rejimlerin inşasının en can alıcı ve ortak noktasıdır.

Faşizmin farklı ülkelerde görünüşte farklı uygulamaları olmasına rağmen sınıf doğası tektir. Bir faşist hareketin retoriği ne içerirse içersin, büyük sermaye her zaman faşizmin destekçisidir ve her zaman bundan yararlanır. Ve faşizm gerçek yüzünü ve niyetini her zaman sahte bir popülizm ve sahte popülist liderlik kisvesi altında gizler. (3)

Krizin sorumlularının ülkeyi krizden çıkartacak güçler olarak görülmesi tuhaflığı

Ülkemizde emekçiler düşük gelirleri, buna karşılık çok yüksek enflasyon yüzünden derin bir yaşam maliyeti krizi yaşıyor. Ayrıca ulusal para birimi TL yabancı paralar karşısında sürekli değer kaybediyor, döviz rezervleri uluslararası takaslar dâhil edildiğinde dahi ilk kez eksiye düşmüş durumda.

Diğer taraftan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat sahiplendiği ekonomi politikaları böyle bir duruma doğrudan katkıda bulunmuş olmasına rağmen, yapılan son seçimler bazı insanların onu hâlâ kendilerini krizden çıkaracak lider olarak gördüklerini ortaya koyuyor.

Öyle ki geçen yılın sonunda yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, Türkiye’de halkın yüzde 54’ü 2023 yılının genel olarak kendileri için 2022’den daha iyi bir yıl olacağı konusunda iyimserdi. Sadece yüzde 43’ü ise 2023’ün ekonomik olarak 2022’den daha kötü olacağına inanıyordu. (4)

“Yaparsa Reis yapar!”

Bir başka anlatımla, “ekonomik krizden bu ülkeyi çıkartırsa yine Erdoğan çıkartır” biçimindeki AKP seçmenindeki genel kabule uygun bir strateji izleniyor. Seçim sonrası oluşturulan yeni kabinede daha ziyade ortodoks ekonomi politikalarının savunucusu olarak bilinen Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak yer alması bunun bir göstergesi.

Kuşkusuz iflas etmek üzere olan bir ekonomide çeşitli sermaye gruplarının taleplerine uygun olarak (sanki yeni bir hikâyesi varmış gibi), M. Şimşek’in adı dayatıldığı gibi, bu atama ile AKP-MHP tabanına, ülkede farklı ekonomi politikaları uygulanması gerekiyorsa (Şimşek’in tabiriyle “rasyonel zeminde”), “bunun için başkasına gerek yok, yaparsa bunu Reis yapar” mesajı verilmiş oluyor.

Belirsizlikler ve muhalefetin çözümsüzlüğü

Otoriter ya da faşist liderlere yönelimin bir diğer nedeni ülkedeki üst düzeye çıkmış olan belirsizlikler ve bunun karşısında demokratik muhalefetin bu belirsizlikleri bertaraf edebilecek belirlilikte çözümler sunamamış olması.

Diğer yandan, yapılan akademik araştırmalar demokrasi ile belirsizlikler arasında tersine çevrilmiş bir U biçiminde ilişkinin mevcut olduğunu gösteriyor. Öyle ki oligarşik ve otokratik rejimlerde belirsizliklerin daha düşük düzeyde olduğu, ancak böyle bir rejimden uzaklaşılıp demokrasiye yaklaşıldıkça belirsizlik düzeyinin arttığı görülüyor (daha sonra orta ve ileri düzeydeki demokrasiye doğru gidildikçe azalsa da). Belirsizlikler ekonomik döngülerle artıyor ya da azalıyor, örneğin resesyonlarda belirsizlikler de artıyor. (5)

Kendisinin, işinin, şirketinin ve bir bütün olarak ekonominin geleceğinin belirsiz olduğu gören ya da bu fikre kapılan insanların, kitlelerin korku ve panik halinde seçimlerde, sözleriyle ve eylemleriyle bu belirsizlikleri ortadan kaldırabileceği ya da azaltacağı algısını yaratan, böylece istikrar sağlayabileceğine inandığı liderlerin ve partilerin peşine takıldığına tanık oluyoruz.

Artan mutsuzluk ve kutuplaştırma siyaseti

AKP’nin iktidarda kalmasının ve Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin bir diğer nedeni, ülke insanının giderek artan mutsuzluğunun iktidar tarafından uygulanan kutuplaştırma politikası ile iktidar bloku lehine manipüle edilmesi.

Son 10 yılda küresel çapta ve Türkiye’de emekçi kitlelerin ve halkların mutsuzluğunun arttığı bir gerçek. Bunun kuşkusuz artan gelir eşitsizlikleri,  işsizlik, yoksulluk ve gelecekle ilgili olarak artan ekonomik belirsizlikler biçiminde ekonomik nedenleri olduğu gibi, insan hakları ihlalleri, farklı etnisitelere, kadına, LGBTİ+ bireylere karşı ayrımcılık ve bu kesimlere yönelik şiddetteki artış ve yükselen ırkçılık gibi sosyal ve siyasal nedenleri de var.

Bu konuda OECD tarafından yapılmış olan “OECD Ülkelerinde Yaşam Memnuniyeti” adlı bir çalışmanın bulgularından ve aynı adlı bir endeksten söz etmek gerekiyor.

Yaşam Memnuniyeti Endeksi

Yaşam Memnuniyeti Endeksi, insanların anlık duygularından çok yaşamlarını bir bütün olarak nasıl değerlendirdiklerini ölçüyor. Yaşamla ilgili genel memnuniyetlerini 0’dan (tam memnuniyetsizlik)  10’a (en yüksek memnuniyet) kadar bir ölçekte derecelendirmeleri istendiğinde, OECD ülkelerinde yaşayanlar ortalama olarak buna 6,7 puan veriyor. Bununla birlikte, yaşam memnuniyeti OECD genelinde eşit olarak dağılmıyor. Bazı ülkeler (Kolombiya, Yunanistan, Güney Kore, Portekiz ve Türkiye gibi) 6’nın altında ortalama puanlarla nispeten daha düşük bir genel yaşam memnuniyeti düzeyine sahipler. Ölçeğin diğer ucunda, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Hollanda ve İsviçre’de puanlar 7,5 veya üzerine çıkıyor.

Türkiye, istihdamda, iş-yaşam dengesinde, eğitimde, sağlıkta, çevre kalitesinde, sosyal ilişkilerde ve yaşam doyumunda ortalamanın oldukça altında performans sergiliyor. Öyle ki yaşamdan genel memnuniyetlerini 0’dan 10’a kadar bir ölçekte derecelendirmeleri istendiğinde, ülkemiz insanı buna sadece ortalama 4,9 puan veriyor. (6)


Mutsuzluk arttıkça otoriter liderlere yönelim de artıyor

Bu noktada asıl çarpıcı olan insanların memnuniyetsizliği (mutsuzluğu) arttıkça otoriter lider ve yönetimlere olan yönelimlerinin de artması ve insanların klasik burjuva demokrasilerinden giderek uzaklaşması.

Yani insanlar, protestolara, intiharlar gibi içe patlamalara ya da en zayıf halka olarak görülen mülteciler gibi gruplara, kadınlara şiddet uygulamaya yöneldikleri gibi, oy verme davranışlarını da radikalleştirerek otoriter, hatta faşist liderlere ve partilere giderek daha fazla oy vermeye başladılar.

Böyle tehlikeli bir yönelimi durdurabilecek yegâne güç dünyanın ve kapitalizmin bu yüzyılda geçirmekte olduğu değişimi dikkate alan yenilenmiş bir sosyalist ideoloji, yenilenmiş politik bir irade ve buna uygun politik-ekonomik örgütlenmeler olabilir. Emperyalizmin, savaşların ve faşizmin küresel çapta tırmanışa geçtiği bu günlerde en fazla eksikliği hissedilen ve acilen inşa edilmesi gereken gücün uluslararası işçi sınıfının merkezinde yer alacağı bir ilerici güç olduğu çok açık.

Sonuç olarak

Bir araştırmacının Türkiye’deki son seçimlerle ilgili olarak yazdığı gibi, Türkiye'de, Hindistan'da ve Brezilya’da seçmenlerin “otoriter -güçlü adama, alternatif olmadığı için oy verdiklerini” söylediklerini giderek daha fazla duyuyoruz. Ancak seçimlerde alternatif bir aday ve bir alternatif anlatı da vardı. Halkın yarısı bunu neden görmedi? Çünkü kutuplaşma, karşıt anlatının içini boşalttı ve onu yok etti. Bu anlatıları uygulanabilir seçenekler olarak görünür kılmak için kutuplaştıran meselelerle uğraşmamız, öncelikle onları çözmemiz gerekiyor. (7)

Özetle, artan mutsuzluk ile artan kutuplaşma arasında sıkı bir bağ var. Otoriter liderler toplumda başarılı bir kutuplaştırma siyaseti yürüttükleri sürece toplumun mutsuzluğunu manipüle edebiliyorlar ve mutsuz insanları peşlerine takabiliyorlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle bir kutuplaştırma siyasetini bir süredir giderek artan dozda uygulayarak, yaşanmış çok büyük bir deprem ve ciddi bir ekonomik krize rağmen bu gelişmelerden mutsuz olan seçmenin önemli bir kısmını kendi etrafında tutmayı başardı.

Bu nedenle de J. Carville'nin 1992 yılında Başkan Bill Clinton’un seçim kampanyasını yönetirken kullandığı sözün (it is the  economy stupid / sebep ekonomi sersem) (8), ülkemizde en azından son seçimlerde geçerli olmadığını söyleyebiliriz.

Bu sözün yerine artık belki de, “bireyin, emekçilerin hayatlarının nasıl yönlendirilmekte olduğu” sorusu çok daha önemli hale geliyor.

Yani S. Demirel’in ünlü sözüne atfen, “boş tencere”, yalanlarla, hayal ürünü fantastik projelerle, çarpıtılmış dini söylemlerle, militarizmle yükseltilmiş milliyetçilikle, güvenlikçi politikalar ve söylemlerle, ırkçılıkla, Kürt ve Alevi düşmanlığı ile doldurulduğu sürece, iktidarı devirmeye yetmiyor.

Dip notlar:

(1)    Sarah Repucci and Amy Slipowitz, The Global Expansion of Authoritarian Rule, Freedom in the World 2022, Freedom House, February 2022, s. 4.

(2)    https://www.weforum.org/reports/global-risks-report-2023 (11 January 2023).

(3)    https://systemicdisorder.wordpress.com/when-does-a-formal-democracy-degenerate-into-fascism (30 May 2023).

(4)    https://www.ipsos.com/en/ipsos-global-predictions-2023 (20 December 2022).

(5)    https://cepr.org/voxeu/columns/tracking-uncertainty-rapidly-changing-global-economic-outlook (17 December 2022).

(6)    https://www.oecdbetterlifeindex.org/topics/life-satisfaction (20 Mayıs 2023).

(7)    Shandana Khan Mohmand, https://www.ids.ac.uk/opinions/turkiye-election-result-why-do-people-vote-for-authoritarian-leaders (30 May 2023)

(8)    It's the economy, stupid, https://en.wikipedia.org/wiki/It%27s_the_economy,_stupid (5 Haziran 2023).

 

4 Haziran 2023 Pazar

Otokrasi altında iktisadi büyüme

 

Otokrasi altında iktisadi büyüme

Mustafa Durmuş

5 Haziran 2023


Bu yılın ilk çeyreğinde (Ocak-Mart)  Türkiye ekonomisinin, geçen yılın aynı çeyreğine kıyasla, yüzde 4 büyüdüğü açıklandı. Bir önceki çeyreğe göre büyüme ise sadece binde 3’te kaldı. (1)

Başta kötü durumdaki bütçe açığı, cari açık, enflasyon, işsizlik, dış borç stoku gibi makro ekonomik kırılganlık göstergeleri olmak üzere, ilk kez takas dahil Merkez Bankası döviz rezervlerinin ekside olması ve altın rezervlerinin azalması, CDS’in 600’ün üzerine çıkması, döviz kurlarındaki artışın sürmesi, piyasada ikili döviz kuru ve çoklu faizlerin yaygınlığı  dikkate alındığında, ekonominin yüzde 4 büyümesi nasıl açıklanabilir?

İktidar cephesi bu büyüme verisini iktidarın bir başarısı ve ekonominin sağlamlığının göstergesi olarak yorumluyor.

Ancak gerçekten de ekonomi iyi durumda mı, iktidar bize doğruyu mu söylüyor,  iktidar bloku ekonomi yönetiminde başarılı mı ve  tek başına iktisadi büyüme verisi ekonomik başarının bir göstergesi olarak kabul edilebilir mi?

Hizmetlere, bankacılığa, ithalata ve tüketime dayalı bir büyüme

Büyüme verisinin güvenirliliğine geçmeden önce bu büyümenin ardındaki etkenlere kısaca göz atmakta yarar var.

Öncelikle, büyümenin sektörler bağlamında ağırlıklı olarak hizmetler ve bankacılık gibi finans sektöründeki büyümeden kaynaklandığı anlaşılıyor. Öyle ki bu sektörler ortalama yaklaşık yüzde 12 büyümüşler.

Nitekim bu ilk üç ayda bankacılık sektörünün toplam 211 milyar TL vergi sonrası net dönem kârı elde etmesi (2) bu büyümenin nasıl bir büyüme olduğunun bir göstergesi. Yani bankalar ciddi kârlar elde edince ekonomi büyüyor.

Sanayi ve tarım küçüldü

İkinci olarak, tarım sektörü yüzde 3,8 ve sanayi sektörü binde 7 oranında küçülmüş. Yani sanayi üretimi ve tarım küçülürken, üretken olmayan (başta bankacılık olmak üzere), hizmetler sektörü büyümüş, bu da ekonomiyi büyütmüş.

Harcamalar açısından bakıldığında ise büyümenin ardındaki en önemli faktörün yüzde 16,2’lik artışla hanehalkı nihai tüketim harcaması ve yüzde 5,3 ile devletin nihai tüketim harcaması olduğu görülüyor. Ayrıca bu süreçte ithalat  yüzde 14,4 artarken, ihracat binde 3 azalmış.

Kısaca sanayi, ihracat ve tarım küçülürken, ekonomi kredilerle pompalanmış özel tüketim harcamaları, seçim harcamaları ağırlıklı devlet harcamaları, ithalat artışı ve bankacılık ve  hizmetler sektöründeki büyüme ile  büyütülmüş.

Nitekim hanehalkı kredi kullanımında Mart ayındaki yıllık  artış oranı yüzde 78 ve özel şirketlerin kullandıkları kredilerdeki artış oranı yüzde 49 oldu ve bu eğilim Nisan ayında da artarak devam etti.(3)


Kuşkusuz böyle bir büyüme nitelikli istihdam yaratmadığı ve cari açığı ve dışa bağımlılığı azaltmayıp artırdığı gibi, gelir dağılımı adaletsizliğini de azaltmayan hormonlu bir büyüme. Kuşkusuz sürdürülebilir bir büyüme de değil.

Nitekim bu ilk üç ayda, işgücü ödemelerinin katma değer içindeki payı, EYT’lilere yapılan kıdem tazminatları ödemeleri düşüldükten sonra, sadece yüzde 33,5’te kaldı.

Otokratik yönetimler büyüme verilerini abartır

Gelelim TÜİK verilerinin gerçek durumu ne ölçüde yansıttığına. Bu kurumun güvenirliliğinin (özellikle de enflasyon verileriyle ilgili olarak) ne kadar tartışmalı olduğunu biliyoruz.

Öyle ki kurum bu yılın Nisan ayında yıllık enflasyon oranını (TÜFE) yüzde 43,7 ve aylık yüzde 2,4 olarak ilan ettiğinde, bağımsız araştırmacı bir kuruluş olan ENAG aynı aya ait enflasyonu yıllık yüzde 105,2 ve aylık yüzde 4,9 olarak açıkladı. (4)

Büyüme verileri ile ilgili olaraksa, geçen yılın Eylül ayında The Economist Dergisi’nde yayımlanan bir makale otokrasilerdeki resmi iktisadi verilerin güvenilirliği konusundaki kuşkuları artırıyor.

Özetle bu makaleye göre (5), “uydu aracılığıyla alınan gece ışıklarının analizi otoriter rejimlerin ekonomik büyüme hakkında doğruyu söylemediklerini” gösteriyor.

Uydu aracılığıyla yapılan analiz

Şöyle ki: “2002 yılından bu yana otokrasilerde açıklanan resmi ekonomik büyüme hızı batılı demokratik ülkelerdekinden ortalama iki kat daha fazla. Ancak otokratların ekonomi yönetimi iddia ettikleri gibi verimli değil. Çünkü araştırmalar, otokratların ülkelerinin ekonomik büyüme verilerini büyük ölçüde abarttığını gösteriyor”.

Dergi bu savını ekonomist Luis Martinez’in Eylül 2022’de hakemli bir dergide yayımlanan  makalesine dayandırıyor. Zira bu makalesinde yazar, otokrasi ile yönetilen ülkelerdeki GSYH büyüme rakamlarını okuyucuya sunuyor. Yöntem olarak da,  uydu tarafından ölçülen ülkelerin gece ışıklarının parlaklığına ilişkin  verileri kullanıyor. Çünkü bunu elektrik enerjisi kullanımının bir göstergesi olarak, bunu da ekonomik faaliyetlerin yoğunluğunun bir işareti olarak kabul ediyor. Yazar bu verileri, bir uluslararası bir demokrasi gözetleme kuruluşu olan Freedom House'un ülkelerin siyasi sistemlerine ilişkin güncel verileriyle birleştiriyor.

Yarı yarıya fark

Sonuçta, Martinez uydu verilerini (batılı demokratik ülkelerin büyüme rakamlarını doğru bir şekilde bildirdiğini varsayarak), otokratik  ülkelerin ekonomik büyümelerinin ve GYSH rakamlarının bunun altında mı, yoksa üzerinde mi olduğunu tahmin etmek için kullanıyor. Elde ettiği sonuçlar aşağıdaki tablodaki gibi özetleniyor. 

Tablo: Ülkelere göre resmi kişi başı GSYH ve uydu ile belirlenmiş kişi başı GSYH arasındaki fark (2021) (6)

 

Resmi kişi başı GSYH ($)

Uydu ile belirlenen kişi başı GSYH ($)

Fark

Özgür ülkeler

37,176

36,467

% 2

Kısmen özgür ülkeler

2,952

2,305

% 22

Özgür olmayan ülkeler (Çin, Rusya, Türkiye)

8,849

4,332

% 51

Böylece, Martinez’in sağladığı verilere göre, 2002 ve 2021 yılları arasında içinde Türkiye’nin de yer aldığı “özgür olmayan” ülkelerde kümülatif GSYH büyümesinin gerçekte neredeyse yarı yarıya düşük olması yani bu süreçte kümülatif  yüzde 147’lik bir büyüme yerine yüzde 76 olması gerekiyor.

Yazara göre, “veriler, otokratik yönetimlerin açıkladığı büyüme hızlarının, ülkelerinin uydu görüntülerinin öngördüğünden çok daha yüksek olma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Bu, söz konusu ülkelerin ekonomilerinin diğer ülkelerden farklı sanayilere dayalı olması veya insanlarının daha düşük ortalama gelire sahip olmaları ile açıklanabilecek bir durum değil”.

Dergi aradaki bu belirgin farkı şöyle açıklıyor: Otokratik rejimlerin tipik özelliği resmi verileri sorgulamanın (sorgulayan açısından),  son derece tehlikeli olmasıdır. Keza otokratik rejimler, yüksek  büyüme oranları  açıklamak zorundadır. Zira düşük ekonomik büyüme ya da  küçülme ve yüksek enflasyon, yoksullluk  ve işsizlik gibi olgular, toplum tarafından diktatörlerin göze alamayacağı bir yetersizlik veya zayıflık işareti olarak algılanır.

Bu nedenle de, otokratik liderler hep ekonomik durumun iyi olduğunu, kendilerinin ekonomiyi çok iyi bildiklerini, ekonomi yönetiminde son derece başarılı olduklarını, sorun çıktığında ise bunun dış güçlerin işi olduğunu söylerler. Hakim oldukları yaygın medya ağı da bu söylemi sürekli olarak tekrarlar.

Sonuç olarak

Martinez’in alternatif ekonomik büyüme ölçme yönetemine ilişkin eleştirilerimiz elbette olabilir. Bu eleştirileri saklı tutarak, ülkemizde neredeyse her dönem açıklanan   yüksek ekonomik büyüme rakamlarının, tıpkı milliyetçilik ve din gibi otokrat iktidarın diğer tüm ekonomik ve sosyal sorunları gizlemek için altına süpürdüğü bir halı gibi işlev gördüğü dikkate alınırsa, The Economist’in bu iddiasını yabana atmamak gerekiyor.

Dip notlar:

(1)   TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, I. Çeyrek: Ocak-Mart, 2023, https://data.tuik.gov.tr (31 Mayıs 2023).

(2)   https://www.bddk.org.tr//BultenAylik (30 Nisan 2023).

(3)   TCMB, Parasal Gelişmeler Raporu, Nisan 2023, https://www.tcmb.gov.tr (31 Mayıs 2023).

(4)   TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Nisan 2023, https://data.tuik.gov.tr (3 Mayıs 2023); ENAGrup Tüketici Fiyat Endeksi (E-TÜFE) Nisan 2023, https://enagrup.org (3 Mayıs 2023).

(5)   https://www.economist.com/graphic-detail/a-study-of-lights-at-night-suggests-dictators-lie-about-economic-growth (29 September 2022).

(6)   Agm.

 

 

31 Mayıs 2023 Çarşamba

Zarlar mı hileli, halk mı efsunlu, muhalefet mi yetersiz?

 

Zarlar mı hileli, halk mı efsunlu, muhalefet mi yetersiz?

Mustafa Durmuş

1 Haziran 2023

Seçimler İktidar Blokundan yana sonuçlanınca, bir yandan ülkedeki demokrasinin işlerliği tartışılmaya başlandı, diğer yandan üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın yaptığı balkon konuşması, dinleyenlerin bu konuşmaya verdiği destek ve kitlenin attığı idam cezası talep eden sloganlar ülkenin nereye doğru sürüklendiğini gözler önüne serdi.

Tek başına seçime katılımın yüksekliği seçimlerin adil yapıldığını göstermez

İktidar yanlıları seçimlere katılım oranının yüksekliğini ülkede demokrasinin işlediğini ve yapılan seçimlerin de adil bir biçimde yapıldığını kanıtlamak için kullanıyor. Onlara göre aksi bir ortam olsaydı seçimlere katılım oranı yüzde 85 gibi yüksek bir oranda olmazdı.

Oysa bu ülkede 1982 yılında, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gölgesinde yapılan ve darbeci Kenan Evren’in cumhurbaşkanı seçildiği yeni anayasa oylamasına katılım oranı yaklaşık yüzde 92 idi. Böyle bir ortamda yapılan bir oylamanın demokratik ya da adil olamayacağını söylemeye gerek yok.

Kısaca, 1982’de seçime katılım darbecilerin zoruyla, asker korkusuyla (ayrıca oy kullanmayanlara uygulanan bir para cezası da vardı), son seçimlerdeki katılımsa bir yandan parti -devletin kendi kitlesini mobilize etme başarısıyla, diğer yandan toplumun diğer yarısından gelen değişim isteğiyle yüksek oldu.

Demokraside en fazla aşınma yaşayan dördüncü ülkeyiz

Kaldı ki dünya Türkiye’deki gelişmeleri bizim ana akım medyamızdan daha farklı değerlendiriyor. Örneğin, yıllardır tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’deki demokrasi konusundaki gelişmeleri de takibe almış olan V-Dem Enstitüsü gibi uluslararası kuruluşlar var.

Aşağıdaki görsel bu enstitü tarafından bu yılın Mart ayında yayımlanan “Demokrasi Raporu”nda yer alan verileri kullanan S. Landin tarafından hazırlandı. (1)

Landin, metodolojik olarak “seçimli demokrasi” ya da “seçimli otokrasi”nin küresel çapta ne durumda olduğunu ortaya koyarken,  devletlerin resmi açıklamalarını değil,  asıl olarak “özgür ve adil seçimler”, “hukukun üstünlüğü”, “bilgi edinme hakkı ve örgütlenme özgürlüğü” ve “ifade özgürlüğü” gibi göstergelerin de içinde yer aldığı bir grup değişkeni kullanıyor.


Buna göre, son 10 yılda demokratik seçimlerin en fazla aşınmaya uğradığı ya da demokratik seçimlerden en fazla uzaklaşan ülkeler arasında Türkiye ilk 4’te yer alıyor. Öyle ki ülkenin 2010 yılında Demokrasi Endeksi’ndeki puanı 100 üzerinden 55 iken, 2022 yılında, yani geçen yıl 28’e geriledi. Bu, 27 puanlık bir düşüş ya da son 10 yılda demokraside yüzde 51’lik bir gerileme yaşandığı demek oluyor.

Dahası Türkiye, Demokrasi Endeksi’nin en alttaki yüzde 20-30’luk grubunu oluşturan, yani demokrasinin sadece kırıntılarının olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Bu grupta Türkiye’nin dışında Ruanda, Vietnam, Mısır, El Salvador, Kazakistan, Etiyopya gibi ülkeler var. (2)


Zarlar hileli

Bu tespitlerin ne denli yerinde olduğu 14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 tarihlerinde yapılan seçimlerde görüldü. Öyle ki özgür ve adil bir seçimin yapılamadığı artık toplumun büyük bir kesimince kabul ediliyor.

Çünkü bu seçimlerde tarafsız olması gereken Yüksek Seçim Kurulu da (YSK) dâhil, neredeyse tüm devlet aygıtı (imkânları başta olmak üzere) net bir biçimde iktidar blokunu oluşturan partilerin yanında yer aldı, imkânlar sadece onlar için kullanıldı.

Ayrıca, muhalefet partileri, liderleri ve seçmenleri bir yandan şeytanlaştırıldı, terörizmle ilişkilendirildi, bir yandan da kolluk ve yargı tarafından baskı altına alındı. Seçimden hemen önce bildik gözaltılar yapıldı.

Geleneksel ve sosyal medya ulusal ve yerel çapta olmak üzere yüzde 90 oranında iktidarın kontrolü altındaydı. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı ile ilgili yalan, iftira, karalama ve sahte videolarla dolu ciddi bir dezenformasyon süreci yürütüldü.

Kuşkusuz tüm bunlar seçim sonuçlarına net etkide bulundu ve iktidar bloku iktidarda kalmayı sürdürdü. Toplumun yarısının değişim talebi ise gerçekleşemedi.

Halkın bir kısmı bilim dışı, hakikat ötesi ideoloji ve propagandaya maruz bırakıldı

Ancak adil bir seçimin yapılmadığı bir gerçek olsa da, bu durum seçimde elde edilen sonuçları bütünüyle açıklamaya yetmiyor.

Hele ki, 21 yıllık iktidarında, özellikle de son yıllarda çok ciddi bir yıpranma yaşayan, tarihimizdeki en büyük depremde resmi olarak 55 bine yakın insanımızın kaybında ciddi sorumluluğu bulunan, üstelik deprem sonrasındaki müdahalelerinde yetersiz kalan ve ülke ekonomisini tarihinin en derin krizlerinden birine sokarak, insanlarını yüksek enflasyon altında ezdiren, onları açlığa yoksulluğa, işsizliğe sürükleyen bir iktidar hala ayakta kalabiliyorsa, burada seçim hileleri dışında başka şeylere de bakmak gerekiyor.

Aslında, demokrasiden uzaklaşmanın, giderek otoriterleşmenin ve gericileşmenin asıl nedenlerinin, son 21 yıldır ülkede hâkim olan neo liberal-neo muhafazakâr/siyasal İslamcı düzen ve onun ideolojisi ve uygulamaları olduğunu biliyoruz.

Öyle ki bu düzenin egemenleri, yönetenleri, ülke ekonomisini krize sokarken, insanımızı hem yoksullaştırıp hem aşırı borca sokup iktidar partisine, cemaat ve tarikatlara el açar bir hale getirerek biate zorladılar hem de bu süreçte onları demokrasiden, insani değerlerden, özgür düşünceden, laiklikten uzaklaştırdılar.

Yaşanan derin ekonomik sorunların üzerini örtebilmek içinse milliyetçiliği ve militarizmi körüklediler, her türden politikleştirilmiş dinci fikirlerle insanımızı kuşattılar ve sonuç olarak istedikleri gibi bir kitle tabanı yarattılar.

Bu bilinçli çabanın sonucunda, aslında hayatlarından (özellikle de ekonomik sıkıntılar yüzünden memnun olmayanlar), öfkelerini kendilerini bu duruma sokanlara değil, yanlış bir biçimde değişim isteyen muhalefete yönelttiler.

Bu bağlamda, içinde bulunduğumuz durum sadece demokrasiden uzaklaşma ya da devlet ve siyaset alanının tamamen gericileşmesi değil, toplumun azımsanamayacak bir kesiminin faşizmi destekler bir hale getirilmesidir.

Bu nedenle de durum göründüğünden çok daha sıkıntılıdır. Kitleleri bu büyünün etkisinden kurtaracak formüller ve mücadele yöntemleri bulamadığımız sürece, bu insanların kazanılması ve ülkenin demokratikleşmesi mümkün olmayacaktır.

Hakiki çözümler sunamayan bir muhalefet ile ancak buraya kadar

Seçim sürecinde oluşturulan ana muhalefet ittifakı (Millet İttifakı) sağcı, milliyetçi ve sosyal demokratlığı tartışmalı partilerden oluşan bir ittifaktı. Yani aşırı sağcı, otoriter popülist bir iktidara karşı muhalefet bu iktidardan özde farkı olmayan merkez ve sağ partilerden geldi. AKP ve MHP’den ayrılanların kurduğu partiler CHP ile birlikte ana muhalefeti oluşturdular.

“Güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” önerisi dışında, özellikle de kapitalist sistemi karşılarına alan, bir yandan da kitlelere güven veren bir programları ve duruşları da olmadığı için, 21 yıllık sağ popülist otoriter deneyime ve sermaye ve devlet gücüne sahip mevcut iktidar bloku karşısında başarılı olamadılar.

Yeşil Sol Parti’nin (YSP) önderliğindeki “Emek ve Özgürlük İttifak” da alternatif bir demokrasi ve ekonomi programı sunamadı. Ayrıca, TİP ile yapılan ittifakın neden olduğu iç tartışmalar ve milletvekili adaylığı listelerinin oluşturulması sırasında yapılan yanlışlıklar, Üçüncü Yol’u açacağı iddiasında bulunan bu ittifakın da seçimlerden başarısız bir biçimde çıkmasıyla sonuçlandı.

Sonuç olarak

Sadece zarlar hileli değildi. Topluma kabul ettirilmiş Siyasal İslam ile sarmalanmış bir faşist ideoloji de bu seçimlerde çok etkili oldu. Sosyalistlerin çok zayıf olduğunu, onların dışındaki demokratik muhalefetin yetersiz kaldığını ve stratejik yanlışların yapıldığını da hesaba kattığımızda seçimlerin neden kaybedildiği aslında ortada.

Ancak asıl tehlike ile henüz karşılaşmadık. Zira yapılan balkon konuşması bundan böyle özellikle de yerel yönetim seçimlerine 9 ay gibi kısa bir süre kala, güç tazelemiş İktidar Blokunun daha da sertleşebileceğinin açık işaretleri ile dolu.

Üstelik mevcut iktidar, sebep olduğu ekonomik krizin enkazının altında kalmamak için de çaba gösterecek ve bu krizin faturasını emekçilere ve halka yıkarken, onların sesini iyice kısmaya çalışacaktır. Seçimlerde galip çıkmanın verdiği moral ile öncelikle bunu emek, demokrasi ve barış güçleri üzerindeki baskısını artırarak yapacaktır.

Bu nedenle emek, demokrasi ve barış güçleri, bu seçimlerden dersler çıkartarak,  ideolojik ve örgütsel yenilenmeyi sağlamalı ve iktidar blokunun büyüsü altındaki kesimler de dâhil, tüm toplumun karşısına onların acil ekonomik sorunlarına emekten yana çözümlerle çıkmalı ve daha da önemlisi, onlara güven verecek bir siyasal ve örgütsel kararlılık sergilemelidir.

Aksi halde, “boş tencere” iktidar devirmeyeceği gibi, giderek daha fazla kitleyi faşizmin peşine takabilir.

Dip notlar:

(1)   https://www.visualcapitalist.com/cp/number-democracies-globally (28 May 2023).

(2)   V-Dem Institute, Democracy Report 2023: Defiance in the face of autocratization, March 2023, s. 43.