Kuru
serbest bırak, sonra faizi yükselt, yerel seçimlere kadar durumu idare et
Mustafa
Durmuş
11
Haziran 2023
Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminin ertesi günü 1
ABD doları 20,6 TL idi. Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak
atandığı 3 Haziran’da kur 20,9’a ve sonrasında da 23,50’ye kadar yükseldi.
Kısaca bu atama yapıldığından bu yana dolar kuru yüzde 12,4 arttı. Böylece
yılbaşından bu yana dolar kurundaki artış yüzde 26 civarında oldu.
Bazı yorumculara göre bu yükseliş “piyasaların bu atamaya
verdiği tepkiden” kaynaklanıyordu. Daha ikna edici bir değerlendirme ise “uzun
süredir ticari bankalar üzerinden uygulanan bir takım tedbirlerle baskılanan
kurun üzerindeki bu baskının kalkması” (bir benzetme ile baraj kapaklarının birden
açılması gibi) döviz kurunu hızlıca yükseltti.
İşin doğrusu iktidar açısından, Merkez Bankası faizini
veya döviz kurunu yükseltmekten başka çare de yoktu. İktidar, fıtratına uygun
bir biçimde, ihracatçıların taleplerini
de gözeterek ikincisini seçti yani artık dağarcığımızdan neredeyse çıkmış olan “devalüasyon”
yapmayı tercih etti. Şimdilik faiz artışı yapmadı ama faiz artışının da eli
kulağındadır. Diğer yandan eğer Millet İttifakı iktidar olsaydı çok büyük bir
ihtimalle öncelik sırasını faiz artışına verecekti.
Yüzeysel değerlendirmeler yanıltıcı olabilir
Bugün Türkiye ekonomisinde neler olup bittiğini
anlayabilmek için yüzeysel değerlendirmeler yapmaktan kaçınmak ve ekonominin
yapısal sorunlarına odaklanmak, yani öncelikle kapitalizmin bu yüzyılda nasıl
bir gelişim içinde olduğunu iyi analiz etmek gerekiyor.
Şöyle ki Türkiye ekonomisi 1950’lerden bu yana küresel
kapitalist sisteme göbekten bağımlı ve küresel piyasalara tam entegre olmuş azgelişmiş
bir ekonomi konumunda. Ekonominin bu azgelişmişliği onun kapitalizmin genel
olarak geçirmekte olduğu değişimden etkilenmediği anlamına gelmiyor. Tam
tersine kendi özgül koşullarının da izin verdiği ölçüde, Türkiye ekonomisi
küresel kapitalizmin yaşamakta olduğu değişimden fazlasıyla etkileniyor.
Türkiye
kapitalizmi son 20 yılda çok hızlı finansallaştı
Kapitalizmin küresel çapta son 40 yılına (özellikle de
son 20 yılına) damgasını vuran en önemli olgu ise neoliberalizmin en önemli
ayaklarından biri olan finansallaşmadaki hızlı artış. Bu dönemde uygulanan neoliberal
deregülasyon ve liberalizasyon politikaları sayesinde para ve kredi piyasaları
başta olmak üzere finansal piyasalar devasa ve kontrolsüz bir biçimde büyüdü. Finansallaşma
o denli hızlandı ki artık günümüz kapitalizmini “sanayi kapitalizmi “ yerine “finansal
kapitalizm” olarak adlandıranların sayısı giderek artıyor.
Örneğin,
bazı yazarlara göre finansallaşma biçimindeki bu gelişim kapitalizmin yeni bir
uç vermesidir. Onlara göre, artan finansallaşma ile birlikte kapitalist kâr
artık üretimden ziyade bireylerin gelirlerine, bankalarca verilen konut
kredisi, tüketici kredisi, ihtiyaç kredisi ya da bankacılık işlemleri sırasında
alınan yüksek komisyonlar biçiminde el koyarak elde ediliyor. Yani, ücret ve
maaş gibi emek gelirlerinin bir kısmı onlardan kredi faizi ya da komisyon
biçiminde geri alınarak tekrar borç verilebilir para sermayeye dönüşüyor.
Böylece bankalar ve diğer finansal kuruluşlar üretim sürecinde yaratılan kârlardan
kendi paylarına düşeni almalarına ilave olarak bireysel tüketiciler üzerinden
de yeni kârlar sağlıyorlar. Bu süreç bu tür kârlarla beslenen yeni güç
merkezleri ve yeni etki merkezleri biçiminde yeni bir tür kapitalist sınıf
katmanı yaratıyor. (1)
Bu gelişimin sonucunda sermaye birikiminin de giderek
finansal sektöre kaydığını, finansal rantların giderek ön plana çıktığını,
büyük servetlerinse daha ziyade teknoloji ve finans ve onunla dolaylı olarak
işbirliği içindeki (inşaat, emlak) gibi sektörlerde biriktiğini söyleyebiliriz.
Ayrıca kapitalizmin finansallaşması sadece özel
piyasaların ya da hane halklarının (tüketicilerin) değil, aynı zamanda devletin
de giderek finansallaşması anlamına geliyor. Türkiye’de kamu sektörünün biriken
iç ve dış borçlarındaki müthiş artış, Kamu Özel İşbirliği Projeleri gibi
projeler bunun en somut göstergeleri.
Kredilendirme
otoriter faşizan bir rejimin inşası için de kullanılıyor
Finansallaşma olgusunun en önemli boyutlarından biri
de kuşkusuz ekonomideki borç stoklarının hızlı artması. Bu aynı zamanda kredi
demek olduğundan, ekonomideki kredi hacminin de çok büyüdüğü anlamına geliyor.
Nitekim Türkiye ekonomisinde son 20 yılda, özellikle
de 2017 yılından bu yana borç stoklarının/kredi hacminin gösterdiği devasa
gelişim çok çarpıcı. Özellikle de Aralık 2021-Nisan 2023 arasındaki 17 ayda
yaklaşık 3,6 trilyon TL kredi dağıtıldı ve toplam kredi hacmi 8,9 trilyon TL’yi
aştı. (2) Bu kredilerin hacmi 2017 yılında sadece 1,9 trilyon TL idi. Böyle bir
kredi büyümesi Türkiye tarihinde ilk kez görülüyor.
Keza hane halkı kredi kullanımında bu yılın Nisan
ayındaki yıllık artış oranının yüzde 82,1 ve özel şirketlerin kullandıkları
kredilerdeki artış oranının yüzde 50,2 olması da böyle bir gelişimin göstergesi.
(3)
Özetle, son zamanlarda dünyanın birçok yerinde olduğu
gibi, Türkiye’de de krediler ve kredilendirme (bugünün konjonktürü yüzünden
krediye erişim zorlaşsa da) toplumu yönetmenin, statükoyu sürdürmenin, halkı
biat ettirmenin ve faşizan bir rejim inşa etmenin en temel araçlarından biri
haline geldi.
Bu durum bazı iktisatçılar tarafından (iddialı bulunsa
da) “kredi faşizmi” olarak adlandırılıyor. Bu yaklaşım, “faşizmi kapitalizm ile
devletin tam kaynaşması ve bütünleşmesi” olarak tanımlıyor ve faşizm altında
finans kapitalin hegemonyasının mutlak hale geldiğine vurgu yapıyor.
Bu yaklaşıma göre, faşizm farklı kimliklere, kadına,
emekçilere olan düşmanlığın ve bu kesimler üzerindeki baskının had safhaya çıkarılmasının
yanı sıra, sessiz ve derinden ancak daha etkili bir biçimde işleyen bir kredi
sistemi aracılığıyla yerleşiyor. Öyle ki ekonomi hiç olmadığı kadar krediye bağımlı
hale geliyor. Çünkü krediler gelirleri düşük tüketicilerin satın alma gücünü ve
şirketlerin yatırımlarını sürdürülebilir kılıyor, bu da kapitalizmi ve
kapitalist sınıfı zinde tutuyor. Ayrıca iktidarların ekonomi programlarının ve
politikalarının sürdürülebilmesine ve iktidara biat ettirmeye de imkân tanıyor.
(4)
Merkez
bankalarının otoriterleşmedeki rolü
Günümüzde otoriter-faşizan bir rejimin inşasında merkez
bankaları da çok önemli bir rol oynuyor. Öyle ki merkez bankaları, ekonomik kriz nedeniyle tehdit
altında olan kredi bağımlısı kapitalizme yönelik kredi tahsis mekanizmalarını
ele geçiriyor, düşük faizlerle bankacılık sistemine sağladığı ucuz para
ile “son borç verici makam” olarak
giderek kredinin toplumsal tabanı haline geliyor. Kapitalizmde kredinin
biçimlerini ve koşullarını belirleyen, onu kontrol eden en önemli organa
dönüşüyor.
Sistem sürdükçe büyük sermaye, merkez bankası ve
devletin kalan bölümü giderek otoriterleşiyor. Bu üçlü adım adım kendi
aralarındaki temel bağın, onları bir arada tutan çimentonun krediler olduğunu
kavramaya başlıyor. Devasa kredi hacminin enflasyona, borsaların
değersizleşmesine, finansal bir kısım servetlerin yitimine neden olabileceğinin
farkında olsalar da, acil olarak kapitalizmi içinde bulunduğu krizden çıkartma
ihtiyacı bu endişelerin ikinci plana atılmasıyla sonuçlanıyor. Öyle ki bir
zamanlar büyük kamu açıklarından yakınanlar, borç stoklarından endişe duyan
kapitalistler bu nedenle sessiz kalıyorlar. (5)
Bu yüzden de, Türkiye’de TCMB ve sistemin bir diğer
ayağı olan regülatör kurum BDDK başkanlarının ve diğer yöneticilerinin
liyakatli olmalarından ziyade, siyasal rejime uygun hareket edecek, muktedirin
sözünden çıkmayacak bürokratlardan seçilmesi son derece önemli oluyor.
Acil
sıcak para ihtiyacı
Diğer yandan kredilerle toplumu yönetebilmek için bu
kredilerin sadece bol olması değil, aynı zamanda düşük faiz biçiminde sunulması,
yani cazip de olması gerekiyor.
İşte bu nedenden dolayı, adına “Tek Adam Rejimi”
denilen mevcut otokratik sistem düşük faiz politikasını yıllardır (her türlü
sosyal ve ekonomik maliyetine rağmen) sürdürüyor. Bugün gelinen nokta
itibariyle, yani döviz kurunun yükselmeye devam etmesi, çok yüksek enflasyon ve
bir dış borç krizi riski nedeniyle bu politika gözden geçirilmek zorunda kalınsa
da, esas itibarıyla uzun vadeli olarak bu stratejiden vazgeçilecek gibi
görünmüyor.
Şöyle ki öncelikle yaklaşık dokuz ay sonra yapılacak
olan yerel yönetimler seçimlerine kadar iktidar bloku ekonomik büyümeyi (yüksek
enflasyon ve yoksullaşma pahasına) riske etmeyecektir. Bunun için de vitrindeki
yeni Hazine Bakanı ve TCMB Başkanı aracılığıyla döviz kurunu bir miktar daha
yükseltip (örneğin dolar kuru 25-27 oluncaya kadar), ardından Merkez Bankası
faizini iki ay içinde iki aşamada yüzde 20-25’e kadar yükseltecektir.
Döviz kuru artarken, faizlerin de yükselmesi iktidarın
acil ihtiyaç duyduğu yabancı sıcak parayı sağlamasına yardımcı olabilir (her ne
kadar dışarıda faiz artışları sürdüğünden bugünkü dış konjonktür 2003 yılındaki
gibi lehte olmasa da).
Böylece yüksek kurdan dövizini bozduran sıcak paracı
spekülatörler satın aldıkları TL ile yüksek faiz getiren (sıfır vergili)
mevduata, hazine bonolarına ve yükselmekte olan borsaya yatırım yapabilir. Yüksek
sıcak para girişi bir süre sonra muktedirin istediği gibi kurun da, faiz oranının da tekrar düşürülmesini sağlayabilir.
Bu mekanizma kuşkusuz spekülatif yabancı sermayeye
ciddi kazanç sağlar zira örneğin bugün TL cinsinden araçlara yatırım yapanlar örneğin
2024 Mart’ında dolar kuru tekrar 20’lerin altına gerilediğinde, ellerindeki
yüksek faizle daha da büyümüş olan TL ile dolar satın alırlar ve gelirken getirdiklerinden
çok daha fazla miktarda dolar ile evlerine geri dönerler.
İktidar bloku böylece yüksek sıcak para girişi ile olası
bir döviz krizini önleyebileceği gibi, dış borç geri ödemeleri ve ithalat
yapmak da kolaylaşır. Ayrıca faiz tekrar düşeceğinden siyasal İslamcı rejim
verdiği düşük faiz sözüne sadık kalırken, düşük faizden yararlanan sermaye
kesimi başta olmak üzere kredi kullananlar mutlu olur.
Sonuç
olarak
Bu strateji genelde “mutsuz bir son” ile sonuçlanır.
Öyle ki bir süre sonra malum nedenlerden dolayı, belirsizlikler ve ekonomiye
olan güvensizlik arttığında, sanal bir bolluk etkisi yaratan spekülatif sıcak
para girişi yavaşlar, hatta ülkeden sıcak para hızlıca çıkmaya başlar. Bu
olduğunda tekrar başa dönülür, kur ve faizler tekrar yükselir. Kısaca bu kez
fatura çok daha ağırlaşır. Biz bu senaryonun gerçekleştiğine defalarca tanık
olduk.
Bu oyunda kimler kaybeder? Kuşkusuz bu oyunun içinde
olmayanlar, yani doları, avrosu, TL’si olmayanlar, ihracat ya da ithalat
yapmayanlar. Kısaca başta emekçiler olmak üzere, toplumun çok büyük bir kesimi
bu oyundan yüksek enflasyon ve kurların yükselmesi nedeniyle daha fazla
yoksullaşma biçiminde çok zararlı çıkar.
Döviz kurundaki (tek başına) bu yükselişin beklendiği gibi
ihracatı daha da ucuzlatıp, ülke ürünlerinin rekabet gücünü ve ihracatı
artırmayacağı, dolayısıyla da cari açığı azaltmayacağı, aksine enflasyonu daha
da artırıp reel ücretlerin azalmasına yol açacağı da işin cabası.
Özcesi, Mehmet Şimşek’ten rejimin beklediği asıl şey
yerel yönetim seçimleri öncesinde, kapitalist dünyadan ekonomiyi
rahatlatabilecek büyük çapta bir sıcak para girişi sağlamasıdır. Bunun dışında
verilen “reform” sözlerinin ya da “rasyonel zeminde politika yapma”
iddialarının gerçekçi bir karşılığı yoktur. Şimşek ve ekibinin, bunca mevcut
yapısal soruna el atmaksızın bunu ne ölçüde gerçekleştirebileceğini bekleyip
göreceğiz.
Dip notlar:
(1) Costas
Lapavitsas, “A New Sort of Financial Crisis”, www. workersliberty.org (14 April 2008).
(2) Aylık
bankacılık sektörü verileri (Nisan 2023), https://www.bddk.org.tr//BultenAylik
(10 Haziran 2023).
(3) TCMB,
Parasal Gelişmeler Raporu, Nisan 2023, https://www.tcmb.gov.tr
(31 Mayıs 2023).
(4) Richard
D. Wolff,, “The U.S. Is Borrowing Its Way to Fascism”, https://braveneweurope.com ( 11 September 2020).
(5) Agm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder