“Boş
tencere” neyle dolduruldu?
Mustafa
Durmuş
7
Haziran 2023
Seçim sonrasının en çok sorulan sorularının başında
“boş tencerenin neden mevcut iktidarı devirmediği” sorusu geliyor. Özellikle de
sosyal ve siyasal gelişmeleri açıklarken indirgemeci bir ekonomik determinizme
başvuranlar, ülkede bunca ciddi ekonomik sorun ve derin bir yoksulluk ve
adaletsizlik yaşanmasına rağmen iktidarın devrilmemesinin nedenlerini
açıklamakta zorlanıyorlar.
Oysa Erdoğan gibi 21 yıldır iktidarda olan otoriter
bir liderin seçimle kolayca iktidardan düşürülebileceğini düşünmeleri bir
hataydı. Çünkü Erdoğan otoriter bir lider olduğu kadar popülaritesini de (giderek
azalsa da) koruyabilen birisi.
Erdoğan
popülaritesini nasıl koruyabildi?
Erdoğan gibi otoriter liderlerin konumlarını nasıl
muhafaza ettiklerini açıklayabilecek çeşitli teoriler mevcut. Bunlardan biri, “demokratikleşmeyi
modernleşme ve ekonomik refahın artışı ile ilişkilendiren” bir yaklaşım.
Buna göre, özetle, insanlar gelirleri ve refahları arttıkça
daha etkin biçimlerde temsil edilmek ve sosyal sorumluluk da alarak siyasal karar
alma mekanizmasının içinde olmak isterler. Bu durumun tersi de mümkündür. Yani
insanlar, ekonomik kriz ya da yüksek enflasyon dönemlerinde reel gelirleri
düştükçe, demokratik karar alma mekanizmasına olan inanç ve güvenleri de
azaldığından bu zeminlerden çekilirler ve daha net, belirleyici (kapsayıcı olması
gerekmiyor) çözümler ve politikalar için otoriter liderlere yönelirler.
Refahları
azalan kitleler otoriter rejimlere daha fazla yöneliyor
Bu bağlamda, 2008 küresel finansal krizinin ardından
günümüze kadar devam eden küresel çaptaki demokratik gerilemenin ve
otoriterleşmedeki artışın, 2008 finansal
krizinin emekçi kitlelerin gelirlerinde yol açtığı düşüşten (burjuva demokrasisinden
uzaklaşmaya neden olduğundan) kaynaklandığı ileri sürülebilir.
Nitekim dünyada (özellikle de 2008 krizi sonrasında),
otoriter ya da faşist rejimlere yönelimin temel nedenlerinden birinin böyle bir
gelir yitimi ve demokrasiye olan güven kaybı olduğunu gösteren çok sayıda araştırma
mevcut.
Örneğin Freedom House’nin bir araştırmasına göre 2008
finansal krizinden bu yana artan otoriterleşme sonucunda bugün dünyada her 10
kişiden 8’i “kısmen özgür” ya da “hiç özgür olmayan” ülkelerde yaşıyor. (1)
Küresel sermaye otoriterleşmeyi sorun etmiyor
Bu çerçevede bir diğer önemli tespit küresel
sermayenin dünyadaki bu otoriterleşme yöneliminden pek de rahatsız olmaması. Öyle
ki Dünya Ekonomik Forumu’nun son raporuna göre, önümüzdeki iki yılda “yaşam
maliyetlerindeki belirgin artışlar”, 10 yılda ise “iklim değişikliği ile
mücadeledeki yetersizlikler” küresel
riskler listesinin başında yer alıyor.
Bir başka anlatımla, “önümüzdeki 10 yıl, altta yatan
jeopolitik ve ekonomik eğilimlerin yönlendirdiği çevresel ve toplumsal
krizlerle karakterize edilecek. “Yaşam maliyeti krizi” önümüzdeki iki yılın en
ciddi küresel riski olarak kendini gösteriyor ve bu kriz kısa vadede zirveye
çıkıyor. “Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistem çöküşü”, önümüzdeki 10 yılda en
hızlı kötüleşen küresel risklerden biri olarak görülüyor ve altı çevresel
riskin tümü önümüzdeki 10 yıl içinde ilk 10 risk arasında yer alıyor. “Jeoekonomik
çatışmalar” ve “sosyal uyumun ve toplumsal kutuplaşmanın aşınması” dâhil olmak
üzere, hem kısa hem de uzun vadede ilk 10 sıralamada dokuz risk ve üst sıralara
iki yeni katılan risk yer alıyor: “Yaygın siber suçlar ve siber güvensizlik” ve
“büyük ölçekli zorunlu göçler”. (2)
Kısaca, büyük sermaye grupları açısından örneğin yaşam
maliyeti krizi ve çevresel sorunlar ilk 10 risk arasında yer alıyor zira bunlar
kâr oranlarının düşmesine neden olabilecek ve bu da sermaye birikiminin kârlı
biçimde sürdürülebilirliğini aksatabilecektir.
Ciddi
kriz dönemlerinde kapitalist sınıf faşizmi destekliyor
Diğer yandan dünyanın seçkinleri küresel çaptaki
otoriterleşme eğilimini ya da çağdaş bir faşizmin inşa edilmesini kendileri
açısından bir tehlike olarak görmüyorlar. Çünkü son tahlilde otoriter ya da
faşist rejimlerde işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet tam anlamıyla susturuluyor
ve kâr oranları yükseltiliyor. Böylece sistemin ekonomik bir kriz içine girmesi
önleniyor.
Bu olgu geçmişte İtalya, Almanya ve İspanya gibi
klasik faşizme örnek olarak gösterilen ülkelerde geçerli olduğu gibi, günümüzün
Macaristan, Hindistan ve Türkiye’sindeki gibi otoriter ya da otoriterlikten
faşizmin inşasına geçmiş ülkelerinde de geçerli bir olgu.
Özetle, klasik faşizm deneyimi yaşamış olan bütün
ülkelerde, ülkenin büyük sermayesinin, sanayicilerinin ve finansçılarının yani kapitalist
yönetici sınıfın önemli bir yüzdesi para ve diğer maddi ve maddi olmayan desteklerle
faşist diktatörleri desteklediler. Çünkü faşizm büyük sanayici ve finans
sermayesinin çıkarlarını korumak için dayatılan, en temel haliyle büyük sermaye
adına terör uygulama stratejisi üzerine oluşturulan ve sürdürülen bir
diktatörlüktür. Bu, faşist rejimlerin inşasının en can alıcı ve ortak noktasıdır.
Faşizmin farklı ülkelerde görünüşte farklı
uygulamaları olmasına rağmen sınıf doğası tektir. Bir faşist hareketin retoriği
ne içerirse içersin, büyük sermaye her zaman faşizmin destekçisidir ve her
zaman bundan yararlanır. Ve faşizm gerçek yüzünü ve niyetini her zaman sahte
bir popülizm ve sahte popülist liderlik kisvesi altında gizler. (3)
Krizin
sorumlularının ülkeyi krizden çıkartacak güçler olarak görülmesi tuhaflığı
Ülkemizde emekçiler düşük gelirleri, buna karşılık çok
yüksek enflasyon yüzünden derin bir yaşam maliyeti krizi yaşıyor. Ayrıca ulusal
para birimi TL yabancı paralar karşısında sürekli değer kaybediyor, döviz
rezervleri uluslararası takaslar dâhil edildiğinde dahi ilk kez eksiye düşmüş durumda.
Diğer taraftan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
bizzat sahiplendiği ekonomi politikaları böyle bir duruma doğrudan katkıda
bulunmuş olmasına rağmen, yapılan son seçimler bazı insanların onu hâlâ
kendilerini krizden çıkaracak lider olarak gördüklerini ortaya koyuyor.
Öyle ki geçen yılın sonunda yapılan bir kamuoyu
yoklamasına göre, Türkiye’de halkın yüzde 54’ü 2023 yılının genel olarak
kendileri için 2022’den daha iyi bir yıl olacağı konusunda iyimserdi. Sadece yüzde
43’ü ise 2023’ün ekonomik olarak 2022’den daha kötü olacağına inanıyordu. (4)
“Yaparsa
Reis yapar!”
Bir başka anlatımla, “ekonomik krizden bu ülkeyi
çıkartırsa yine Erdoğan çıkartır” biçimindeki AKP seçmenindeki genel kabule
uygun bir strateji izleniyor. Seçim sonrası oluşturulan yeni kabinede daha
ziyade ortodoks ekonomi politikalarının savunucusu olarak bilinen Mehmet
Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak yer alması bunun bir göstergesi.
Kuşkusuz iflas etmek üzere olan bir ekonomide çeşitli
sermaye gruplarının taleplerine uygun olarak (sanki yeni bir hikâyesi varmış
gibi), M. Şimşek’in adı dayatıldığı gibi, bu atama ile AKP-MHP tabanına, ülkede
farklı ekonomi politikaları uygulanması gerekiyorsa (Şimşek’in tabiriyle
“rasyonel zeminde”), “bunun için başkasına gerek yok, yaparsa bunu Reis yapar” mesajı
verilmiş oluyor.
Belirsizlikler
ve muhalefetin çözümsüzlüğü
Otoriter ya da faşist liderlere yönelimin bir diğer
nedeni ülkedeki üst düzeye çıkmış olan belirsizlikler ve bunun karşısında
demokratik muhalefetin bu belirsizlikleri bertaraf edebilecek belirlilikte
çözümler sunamamış olması.
Diğer yandan, yapılan akademik araştırmalar demokrasi
ile belirsizlikler arasında tersine çevrilmiş bir U biçiminde ilişkinin mevcut
olduğunu gösteriyor. Öyle ki oligarşik ve otokratik rejimlerde belirsizliklerin
daha düşük düzeyde olduğu, ancak böyle bir rejimden uzaklaşılıp demokrasiye
yaklaşıldıkça belirsizlik düzeyinin arttığı görülüyor (daha sonra orta ve ileri
düzeydeki demokrasiye doğru gidildikçe azalsa da). Belirsizlikler ekonomik
döngülerle artıyor ya da azalıyor, örneğin resesyonlarda belirsizlikler de
artıyor. (5)
Kendisinin, işinin, şirketinin ve bir bütün olarak
ekonominin geleceğinin belirsiz olduğu gören ya da bu fikre kapılan insanların,
kitlelerin korku ve panik halinde seçimlerde, sözleriyle ve eylemleriyle bu
belirsizlikleri ortadan kaldırabileceği ya da azaltacağı algısını yaratan,
böylece istikrar sağlayabileceğine inandığı liderlerin ve partilerin peşine
takıldığına tanık oluyoruz.
Artan
mutsuzluk ve kutuplaştırma siyaseti
AKP’nin iktidarda kalmasının ve Erdoğan’ın yeniden
cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin bir diğer nedeni, ülke insanının giderek
artan mutsuzluğunun iktidar tarafından uygulanan kutuplaştırma politikası ile
iktidar bloku lehine manipüle edilmesi.
Son 10 yılda küresel çapta ve Türkiye’de emekçi
kitlelerin ve halkların mutsuzluğunun arttığı bir gerçek. Bunun kuşkusuz artan gelir
eşitsizlikleri, işsizlik, yoksulluk ve
gelecekle ilgili olarak artan ekonomik belirsizlikler biçiminde ekonomik
nedenleri olduğu gibi, insan hakları ihlalleri, farklı etnisitelere, kadına,
LGBTİ+ bireylere karşı ayrımcılık ve bu kesimlere yönelik şiddetteki artış ve
yükselen ırkçılık gibi sosyal ve siyasal nedenleri de var.
Bu konuda OECD tarafından yapılmış olan “OECD
Ülkelerinde Yaşam Memnuniyeti” adlı bir çalışmanın bulgularından ve aynı adlı
bir endeksten söz etmek gerekiyor.
Yaşam
Memnuniyeti Endeksi
Yaşam Memnuniyeti Endeksi, insanların anlık
duygularından çok yaşamlarını bir bütün olarak nasıl değerlendirdiklerini ölçüyor.
Yaşamla ilgili genel memnuniyetlerini 0’dan (tam memnuniyetsizlik) 10’a (en yüksek memnuniyet) kadar bir ölçekte
derecelendirmeleri istendiğinde, OECD ülkelerinde yaşayanlar ortalama olarak
buna 6,7 puan veriyor. Bununla birlikte, yaşam memnuniyeti OECD genelinde eşit
olarak dağılmıyor. Bazı ülkeler (Kolombiya, Yunanistan, Güney Kore, Portekiz ve
Türkiye gibi) 6’nın altında ortalama puanlarla nispeten daha düşük bir genel
yaşam memnuniyeti düzeyine sahipler. Ölçeğin diğer ucunda, Danimarka,
Finlandiya, İzlanda, Hollanda ve İsviçre’de puanlar 7,5 veya üzerine çıkıyor.
Türkiye, istihdamda, iş-yaşam dengesinde, eğitimde,
sağlıkta, çevre kalitesinde, sosyal ilişkilerde ve yaşam doyumunda ortalamanın oldukça
altında performans sergiliyor. Öyle ki yaşamdan genel memnuniyetlerini 0’dan 10’a
kadar bir ölçekte derecelendirmeleri istendiğinde, ülkemiz insanı buna sadece ortalama
4,9 puan veriyor. (6)
Mutsuzluk arttıkça otoriter liderlere yönelim de artıyor
Bu noktada asıl çarpıcı olan insanların memnuniyetsizliği
(mutsuzluğu) arttıkça otoriter lider ve yönetimlere olan yönelimlerinin de
artması ve insanların klasik burjuva demokrasilerinden giderek uzaklaşması.
Yani insanlar, protestolara, intiharlar gibi içe
patlamalara ya da en zayıf halka olarak görülen mülteciler gibi gruplara,
kadınlara şiddet uygulamaya yöneldikleri gibi, oy verme davranışlarını da radikalleştirerek
otoriter, hatta faşist liderlere ve partilere giderek daha fazla oy vermeye
başladılar.
Böyle tehlikeli bir yönelimi durdurabilecek yegâne güç
dünyanın ve kapitalizmin bu yüzyılda geçirmekte olduğu değişimi dikkate alan yenilenmiş
bir sosyalist ideoloji, yenilenmiş politik bir irade ve buna uygun
politik-ekonomik örgütlenmeler olabilir. Emperyalizmin, savaşların ve faşizmin
küresel çapta tırmanışa geçtiği bu günlerde en fazla eksikliği hissedilen ve
acilen inşa edilmesi gereken gücün uluslararası işçi sınıfının merkezinde yer
alacağı bir ilerici güç olduğu çok açık.
Sonuç
olarak
Bir araştırmacının Türkiye’deki son seçimlerle ilgili
olarak yazdığı gibi, Türkiye'de, Hindistan'da ve Brezilya’da seçmenlerin “otoriter
-güçlü adama, alternatif olmadığı için oy verdiklerini” söylediklerini giderek
daha fazla duyuyoruz. Ancak seçimlerde alternatif bir aday ve
bir alternatif anlatı da vardı. Halkın yarısı bunu neden görmedi? Çünkü
kutuplaşma, karşıt anlatının içini boşalttı ve onu yok etti. Bu anlatıları
uygulanabilir seçenekler olarak görünür kılmak için kutuplaştıran meselelerle
uğraşmamız, öncelikle onları çözmemiz gerekiyor. (7)
Özetle, artan mutsuzluk ile artan kutuplaşma arasında sıkı
bir bağ var. Otoriter liderler toplumda başarılı bir kutuplaştırma siyaseti
yürüttükleri sürece toplumun mutsuzluğunu manipüle edebiliyorlar ve mutsuz
insanları peşlerine takabiliyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle bir kutuplaştırma
siyasetini bir süredir giderek artan dozda uygulayarak, yaşanmış çok büyük bir
deprem ve ciddi bir ekonomik krize rağmen bu gelişmelerden mutsuz olan seçmenin
önemli bir kısmını kendi etrafında tutmayı başardı.
Bu nedenle de J. Carville'nin 1992 yılında Başkan Bill
Clinton’un seçim kampanyasını yönetirken kullandığı sözün (it is the economy stupid / sebep ekonomi sersem) (8), ülkemizde
en azından son seçimlerde geçerli olmadığını söyleyebiliriz.
Bu sözün yerine artık belki de, “bireyin, emekçilerin hayatlarının
nasıl yönlendirilmekte olduğu” sorusu çok daha önemli hale geliyor.
Yani S. Demirel’in ünlü sözüne atfen, “boş tencere”,
yalanlarla, hayal ürünü fantastik projelerle, çarpıtılmış dini söylemlerle, militarizmle
yükseltilmiş milliyetçilikle, güvenlikçi politikalar ve söylemlerle, ırkçılıkla,
Kürt ve Alevi düşmanlığı ile doldurulduğu sürece, iktidarı devirmeye yetmiyor.
Dip notlar:
(1) Sarah
Repucci and Amy Slipowitz, The Global
Expansion of Authoritarian Rule, Freedom in the World 2022, Freedom House, February
2022, s. 4.
(2) https://www.weforum.org/reports/global-risks-report-2023 (11
January 2023).
(3) https://systemicdisorder.wordpress.com/when-does-a-formal-democracy-degenerate-into-fascism
(30 May 2023).
(4) https://www.ipsos.com/en/ipsos-global-predictions-2023
(20 December 2022).
(5) https://cepr.org/voxeu/columns/tracking-uncertainty-rapidly-changing-global-economic-outlook
(17 December 2022).
(6) https://www.oecdbetterlifeindex.org/topics/life-satisfaction
(20 Mayıs 2023).
(7) Shandana
Khan Mohmand, https://www.ids.ac.uk/opinions/turkiye-election-result-why-do-people-vote-for-authoritarian-leaders
(30 May 2023)
(8) It's
the economy, stupid, https://en.wikipedia.org/wiki/It%27s_the_economy,_stupid
(5 Haziran 2023).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder