31 Ekim 2015 Cumartesi

EKONOMİK TOPARLANMA VS. DÜŞÜK ÜCRET!



(Düşük ücretlerle ekonomide toparlanma sağlanamıyor).

Mustafa Durmuş

31 Ekim 2015

ABD Merkez Bankası Fed’in bu hafta yaptığı toplantının, piyasalar tarafından,  “Aralık’ta faiz artırımı yapılabileceği yönündeki sinyallerin daha da kuvvetlenmesi” olarak yorumlanması dahi ABD dolarının TL karşısında 3-4 puan kazanmasına ve kurun 2,93’e yükselmesine yetti.

Gerçekten de Aralık’ta beklenen faiz artırımı gerçekleşecek mi? Öyle olduğunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen ekonomiler” statüsünde değerlendirilen ekonomileri daha kötü günler, yıllar bekliyor. Zira bunun ilk etkisi sermaye çıkışlarının hızlanması, döviz kurunun yükselmesi ve faiz oranlarının daha da artması biçiminde olacaktır ki, bu da örneğin Türkiye’de arz / maliyet yönlü enflasyonun % 10’un üzerine çıkması demektir. Böyle bir gelişimi değil 276 milletvekilli, 400 milletvekilli bir tek başına iktidar ve Başkanlık sistemi dahi tersine çeviremez.

Faiz artırımı konusunda daha temkinli olanlar da var. Örneğin CNBC’den Jeff Cox’a göre (Jeff Cox, Janet Yellen just got some pretty bad news, http://www.cnbc.com, 30 October 2015 ), Fed’in faiz artırma olasılığı Aralık’ta % 50 ise, yeni yılda % 59. Zira ABD ekonomisinde işler iyi gitmiyor. 3.Çeyrek büyümesi beklentinin çok altında geldi ve sadece % 1,5 oldu. Bunun yanı sıra ekonomik canlılığın en önemli göstergesi olarak da algılanan enflasyon artışı da beklendiği düzeyde değil. Çünkü ücret artışları çok yavaş, bu da özel tüketim harcamalarını yavaşlatıyor, böylece fiyatlar beklendiği gibi artmıyor, toparlanma da tökezliyor.

Nitekim Eylül’de ABD’de kişisel gelirlerde sadece binde 1’lik (% 0,1) bir artış oldu. Oysa beklenti bunun iki katı idi.  “Michigan Üniversitesi Tüketici Güven Endeksi” ise bu yılın en düşüğüne geriledi ve 90’da kaldı.

Ayrıca özel sektör işgücü maliyet artışı son üç ayda sadece binde 6 (% 0,6) oldu.  Bu yıllıkta sadece % 2 demektir ki, bu geçen yılın aynı dönemindeki artış olan % 2,2’nin altındadır. Bu da enflasyonun arz yönlü olarak yükselmesine de yardımcı olmayan bir durumdur.

Kısaca yazara göre, ücretlerdeki durgunluk Fed’in faiz artırımı konusunda bir kez daha frene basmasına neden olabilir. Çünkü Fed, tüketim harcamalarındaki artışın enflasyonun temel sürükleyicisi olduğunu düşünüyor. Yıllıkta sadece % 2,2’lik bir ücret artışı gerçekleşmiş görünüyor. Ücret baskısı böyle sürerse Fed’in faizleri Aralık’ta değiştirmesi mümkün olmayabilir.

Ücret artışlarındaki yavaşlama ciddi bir sorunsa sistem neden ücretlerin artmasına izin vermiyor? 

Öncelikle kapitalist sistemde ücretler ana akım iktisatçıların ileri sürdüğü gibi sadece emek gücü arz ve talebi tarafından belirlenmiyor. Asıl olarak, işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü, etkin bir toplu pazarlık sisteminin varlığı ve bunun kapsayıcılığı, siyasal iktidarların uyguladığı sosyal politikalar tarafından belirleniyor. Ama iktisat ders kitaplarında arz ve talepten daha fazlasını göremediğimiz için, özellikle de sınıfsal güç mücadeleleriner hiç yer verilmediği için, denge ücret düzeyinin emek gücü arz ve talebi ile belirlendiğine inandırılıyoruz.

Nitekim Uluslar arası Çalışma Örgütü’nün (ILO) geçen hafta yayımladığı raporda da belirtildiği gibi (ILO, Trends in collective bargaining coverage: stability, erosion or decline?, Issue Brief no. 1, http://www.ilo.org/global, October 2015),  2008-2013 döneminde 48 ülkede toplu pazarlık sisteminden yararlanan işçilerin sayısı % 4,6 azaldı ve sendikalaşma oranı % 2,3 düştü. ABD’de bu oran sadece % 11. Yani işçilerin sadece % 11’i toplu iş sözleşmesi sisteminden yararlanabiliyor ve bu ülkede sendikalaşma oranı da Avrupa’ya göre son derece düşük.

Bu veriler aslında durumu yeterince açıklıyor.  Bu kadar güçsüz sendikalar, kapsayıcı olmayan bir toplu pazarlık sistemi ve emek düşmanı ekonomi politikalarıyla ücretlerdeki artış ancak bu kadar olabiliyor. Bu da ekonominin durgunluktan çıkmasına yetmediği gibi, finansallaşma/borçlandırma üzerinden tüketimi artırma biçiminde sürdürülmesi mümkün olmayan bir kâr büyümesine yönelmesine, bu da oluşan bu borç balonlarının patlayarak sürekli olarak yeni finansal krizlerin doğmasına neden oluyor.

Bu bağlamda ABD’de kâr oranlarında da son dönemlerde bir düşme olduğunun altını çizmek gerekir. Roberts’e göre (Michael  Roberts, From crawl to crash?, https://thenextrecession.wordpress.com, 28 September 2015), ABD’de stok ve amortismanlar ve vergi sonrası kurum kârları geçen yaza göre binde 6 ( % 0,6) düştü. Dünya çapında kârlılıkta bir azalma görülürken, dünya 2016-2018 yıllarının birinde patlamak üzere çok uzun sürecek yeni bir kâr oranları azalması kaynaklı kriz yaşayacak.

Sorumuza tekrar dönersek, “sermaye neden emeğin payını minimumda tutuyor da kendi geleceğini dahi bu bağlamda riske atıyor?”

Bu sorunun yanıtını aslında 160 yıl önce Marx vermişti: “Kapitalizm sınıf mücadelesinin en yalınlaştığı bir toplum biçimidir ve artı değer sömürüsüne dayalı olarak ayakta kalır. Böyle bir toplumdaki sınıf mücadelesinin en somut biçimi işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki artı değer (kâr) üzerinden yürüyen mücadeledir. 

Sermayedarlar kârlarını artırmak için, sürekli el koydukları artı değeri büyütürken, ücretleri baskılarlar. İşçilerse buna karşılık örgütlü mücadeleleriyle ücretlerini artırmaya, böylece de sömürüyü azaltmaya çalışırlar. Ücret ve kâr ilişkisi, bileşik kaplar misali, birinin artması diğerinin azalmasıyla sonuçlanır. Bunu tek istisnası, 1945-1973 dönemindeki reel ücretlerin de kârların da paralel bir biçimde arttığı dönemdir. Bunun nedeni ise emek gücü verimliliklerinin bu dönemde çok hızlı artması, sosyalist düşüncenin ve işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksekliği karşısında sermayenin artan kârlarından bir kısmından taviz vermek zorunda kalmasıdır.

Bugün ise gelinen nokta da sadece ücretler durgunlaşmadı. Aynı zamanda emek gücü verimlilik artışı da yavaşladı, bu da kâr artışını ve ekonomik büyümeyi yavaşlatıyor. Böyle olunca da bunun bedeli sermaye sınıfının ve kapitalist devletin ücretleri baskılamasıyla işçi sınıfına ödettiriliyor. Bu da kaçınılmaz olarak krizdeki dünya ekonomisinin krizini daha da derinleştiriyor, sistemi artık sosyal demokrat-reformist yamalarla yamanamaz bir noktaya getiriyor. 

Yani bir yandan düşük ücret düzeyleri ekonomilerin durgunluktan çıkmasına engel olurken, diğer yandan doğası gereği kapitalistler emekten yana yeni bir bölüşüme, kârlarından fedakârlık (!)  yapmaya razı olmuyorlar.


TÜRKİYE TOPLUMU İYİ BİR YAŞAM SÜRÜYOR MU?




Mustafa Durmuş

30 Ekim 2015

1 Kasım Genel Seçimleri’ne sayılı saatler kala, 13 yıldır tek başına ülkeyi yöneten AKP’nin bu geçen sürede Türkiye insanının ekonomik yaşam standardını ne kadar ilerlettiği sorusu önem kazanıyor. Zira AKP seçim çalışmaları sırasında sıklıkla, insanlarımızın refah seviyesini ne kadar ilerlettiğinden, Türkiye toplumunu ne kadar iyi ve mutlu bir toplum haline getirdiğinden dem vuruyor ve kendileri dışındaki yerli, yabancı herkesin, tüm siyasal partilerin bunu çekemediğini ve bu yükselişi durdurmak için bir şer cephesi oluşturduğunu ileri sürüyor.

Demokrasi, barış, yaşam güvenliği, Orta Doğu batağı, IŞİD gibi konularla ilgili olarak yaşananlar, havuz medyasının gerçekleri çarpıtma gayretlerine rağmen aslında apaçık ortada. Bu nedenle de işin bu kısmına değinmeyeceğiz.  Ancak acaba ekonomik refah ve  mutluluk açısından gelinen nokta nedir? 

Gerçi bu ülkede yaşayanlar artık yüksek işsizlik ve yüksek enflasyona alışmaya başladılar. Gelir ve özellikle servet bölüşümü son derece adaletsiz, son derece kötü. Türkiye ekonomisinin bu 13 yılda yapısal sorunlarının daha da derinleştiğini ve krizlere karşı kırılganlığının arttığını ise kamu ve özel sektör dış borçlarının birkaç katına çıkmasından,  doların 3,00TL’yi bulmasından, yüksek faiz oranlarından, hane halkı borcunun milli gelir içindeki payının 10 kat büyüyerek % 60’lar yaklaşmasından biliyoruz.

Bu veriler ortada iken, bir avuç azınlığın dışında,  insanların iyi bir yaşam sürmesinden söz edilebilir mi? Bu sorunun yanıtını bizim de üyesi olduğumuz bir uluslar arası örgüt verdi. Uluslar arası Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) iyi bir yaşam sürmenin kriterlerini ya da iyi bir yaşamın göstergelerini birkaç gün önce yayımladığı bir raporunda (http://www.oecdbetterlifeindex.org) açıkladı. 

Örgüt bu çalışmasını kendi üyesi olan 34 ülke ile sınırlı tutuyor. Bu ülkeler arasında Türkiye de var. Toplamda 23 göstergeye ya da kritere bakılıyor ve bu kriterler 11 alanda toplanıyor. Bunların arasında; insanların elde ettikleri kazançların miktarı, konut maliyetleri, yaşam sürelerinin uzunluğu ve hatta çalışma saatlerinden geriye kalan zaman gibi çok çeşitli göstergeler var.

Rapora göre, genelde OECD ülkelerinin büyük bir kısmı bu göstergelere uygun olarak iyi bir yaşam sürüyor. Ancak ülkeler arasında büyük farklılıklar da mevcut. Örneğin Kuzey ülkelerinden Norveç’te insanlar çok iyi standartlarda bir yaşam sürerken, Türkiye ve Meksika’da insanların iyi bir yaşam sürmelerinden, buna bağlı olarak da mutlu olmalarından söz edebilmek mümkün değil.
Araştırmada her bir göstergeye bir puan ya da not veriliyor ve bu puanlar üye ülkelerin OECD ortalamasına göre standart sapmasını temsil ediyor.

Bu bağlamda OECD ortalaması “0” olarak belirlenmiş. Böylece “1’e yakın puanlar yüksek derecede iyi olma” halini, “-1’e yakın değerler ise kötü olma” halini gösteriyor.

ABD’’li bir araştırma şirketi olan PEW Research Center ise bu 23 göstergenin her birine eşit değerler vererek ülkeleri analiz etmiş (Jacob Poushter, Measuring the ‘good’ life around the world, http://www.pewresearch.org, 29 October  2015).  Buna göre Norveç ve İzlanda gibi Kuzey ülkeleri; istihdam olanakları, iş güvenliği, temiz hava ve temiz suya erişim gibi konularda sırasıyla; 0,74 ve 0,67 ile en iyi yaşam koşullarına sahip ülkelerin başını çekiyorlar. 

Buna karşılık listenin en kötüleri Meksika ve Türkiye. Sırasıyla Meksika’nın puanı – 1,48 ve Türkiye’nin puanı -1,27. Türkiye’nin kötü puanının başında insanların önemli bir kısmının haftada 50 saatten fazla çalışıyor olması ve sanitasyon gibi hizmetlere yeterince erişememesi (-3,34) geliyor. 

Türkiye’nin bazı göstergelere göre puanları ise şöyle sıralanıyor:

Finansal servet: -1,28
İstihdam imkânları : -2,28.
İş güvenliği: -1,43.
Çalışma saatlerinin uzunluğu: -3,82.
Sanitasyon hizmetleri: -3,32.
Kişi başına düşen oda sayısı: - 1,38.
Temiz havaya erişim:  -1,03.
Temiz suya erişim : - 2,18.
Yaşam süresi : -1,70.
15 yaş bilişsel yetenek : -1,31.
Eğitim başarısı: -2,64.
Yaşam tatmini: -1,27.
Türkiye genel puanı: -1,27.


27 Ekim 2015 Salı

‘DÜNYANIN DURUMU 2015’ RAPORU: KÜRESEL ÇAPTA TOPRAK GASPLARI SÜRÜYOR!



‘DÜNYANIN DURUMU 2015’ RAPORU: KÜRESEL ÇAPTA TOPRAK GASPLARI SÜRÜYOR!

Mustafa Durmuş

16 Ekim 2015

Küresel tarımsal kaynaklar azaldıkça, ekilebilir topraklar giderek tarım dışı amaçlar için kullanıldıkça ve tarımsal ürünler uluslar arası finansal spekülasyonun aracı haline getirildikçe, bazı büyük devletler ve çok uluslu şirketlerin az gelişmiş ülkelerdeki tarım arazilerini, büyük çaptaki satın almalar yoluyla, ele geçirme çabaları da hızlandı.

Linkte yer verilen ve bugünlerde yayımlanan bir rapora göre (State of the World 2015: Confronting Hidden Threats to Sustainability, www.worldwatch.org) 2000 yılından bu yana 36 milyon hektardan fazla bir toprak (Japonya büyüklüğünde) yabancılar tarafından, ağırlıklı olarak da tarımsal işletmecilik amaçlı olarak satın alındı. Hali hazırda 1,5 milyon hektarlık toprak pazarlığı ise devam ediyor.

Bu alımların yarısı bütünüyle tarımsal üretim amaçlı iken, dörtte biri orman-ağaç üretimi gibi diğer amaçları da içeriyor. 2005 yılından bu yana küresel gıda fiyatlarındaki artış ve ABD ve AB ülkelerindeki biyo- dizel üretimine olan talep nedeniyle bu tür toprak ele geçirmeleri hızla arttı. Kuşkusuz bu alımlarda yaşanan kuraklıkların da etkisi var.

En büyük toprak alımları Afrika’da (Kongo) ve Asya ülkelerinde (Endonezya) gerçekleşti. Şu ana kadar ülke bazındaki, en büyük alım 4 milyon hektar ile (ülkenin ekilebilir topraklarının % 8’ine denk) Papua Yeni Gine’de oldu.

Toprak ele geçirmeleri bir boyutuyla, küresel gıda üretiminin temelini oluşturan su, toprak ve iklim gibi faktörlerde yaşanan kötüleşme ile körükleniyor. Toprak erozyonu, tuzlanma gibi etkenler toprağın bozulmasına neden olurken, iklim değişiklikleri de 10 yılda bir hasatın % 0,2- 2 arasında azalmasına yol açıyor.

Diğer bir neden neo liberal dönemle birlikte ortaya çıkan hızlı finansallaşma ve finansın küreselleşmesi olgusu. Öyle ki 2008 krizinden sonra, hedge fonları ve büyük yatırım bankaları bazı temel mal piyasalarına, özellikle de zirai ürünlere yöneldiler. Bunun sonucunda dünya gıda tüketiminin % 75’ini oluşturan ve mısır, pirinç ve buğdaydan oluşan üç temel gıda maddesinin fiyatları adeta patladı. 1.5 yılda mısırın fiyatı % 93 artarken, bir ton pirincin fiyatı da 105 dolardan 1010 dolar fırladı. 2010 Eylül ayından bu yana öğütmelik buğdayın fiyatı ikiye katlanarak tonu 271 avroya ulaştı. Bu fiyat artışları spekülatörler için astronomik kâr, ama milyonlarca yoksul için ölüm anlamına geliyor.

Bu gelişmeler üzerine bu büyük fonlar ve diğer spekülatörler Güney yarım kürede tarım arazileri satın almaya başladılar. Dünya Bankası’na göre son yıllarda bu fonlar ve çok uluslu şirketler sadece Afrika’da milyonlarca hektarlık arazi satın aldılar.

Bu da küçük çiftçinin yok oluşunu hazırladı. Sadece Dünya Bankası değil, Afrika Kalkınma Bankası da bu toprak gasplarını finanse etti. Bunu meşrulaştırmak için “Afrika tarımsal üretiminin çok verimsiz ve düşük düzeyde olduğu” biçimindeki bir habis teori sundular. Oysa Afrika tarımının bu gerilik durumu bu kıtada yer alan ülkelerin ağır dış borç yüküyle boğuşur halde olmalarından kaynaklanıyor. Geçimlik tarıma yatırım yapacak kadar paraları ya da fonları yok. Bu nedenle de çözüm bu toprakları parası olan çok uluslulara devretmek olamaz. Afrika’nın ekilebilir topraklarının sadece % 3,8’i sulanabiliyor. 250,000’den az ekim hayvanı ve birkaç bin traktörleri var ve ne tohumları ne de mineral gübreleri var. Çözüm bu araçların köylülere sağlanmasından geçiyor.
ABD, Çin, Japon ve bazı AB devletleri ve çok uluslu şirketlerin sınır ötesi toprak alımları az gelişmiş ülkelerin halklarının gıda güvenliğini ve gıdaya erişim hakkını tehdit ediyor. Zira büyük toprak alımları söz konusu ülkelerdeki küçük üreticileri yok ediyor. Keza yoksul ülke halklarının su ve toprak kaynaklarından mahrum kalmasına ve bu kaynakların yerli işbirlikçileri ile birlikte yabancı devletler ya da çok uluslu şirketlerce ele geçirilmesine neden oluyor.

Gıdaya erişim hakkının baş düşmanı ise gıda piyasasını kontrol altında tutan 10 kadar özel kıtalar üstü şirket. Bu çok uluslular fiyatları belirliyor, stokları kontrol ediyor ve kapitalist düzende sadece parası olanlar bu gıdayı alabileceğinden, adeta kimin yaşayıp kimin öleceğini bu şirketler belirliyor. Örneğin çok uluslu gıda şirketlerinden ve Türkiye’de de önemli miktarda toprak alıp üretim yapan Cargill, küresel ticari öğütülecek buğday piyasasının % 26’sını kontrol ediyor.

IMF, DB ve DTÖ ise böyle şirketlerin önünü açan uluslar arası örgütler. Bu örgütler açlığın berbat bir şey olduğunu kabul etseler de, piyasalara müdahale etmenin adeta günah olduğuna inanıyorlar. Bu üçlü açlığın sadece total bir serbestleştirme ve özelleştirme ile ortadan kaldırılacağını fikrini yayıyor. Oysa son 20 yıldır dünyada sözü edilen bu serbestleştirme ve özelleştirmenin küresel açlık sorununu ortadan kaldırmadığı çok açık.

AVRUPA’DA DEMOKRASİCİLİK OYUNU!




Mustafa Durmuş
 
26 Ekim 2015

Britanya’nın The Telegraph gazetesinde yer alan bir haber (http://www.telegraph.co.uk/finance/economics/11949701/AEP-Eurozone-crosses-Rubicon-as-Portugals-anti-euro-Left-banned-from-power.html) tam da 1 Kasım Seçimleri öncesinde bir deja vu niteliğinde. Buna göre, Portekiz Devlet Başkanı Anibal Cavaco Silva, 4 Ekim’de yapılan genel seçimlerinin sonuçlarını beğenmedi ve bu seçimlerde de % 50,7 lik bir oy çokluğu sağlayan Sol Koalisyon’a ((Merkez Sol Parti+ Komünistler+Yeşiller)  hükümeti kurma yetkisi vermeyi reddetti. Yerine bu seçimlerde oy oranını % 38,5’e düşüren eski Sağcı iktidar Koalisyonunu  (Pedro Passos Coehlo) hükümeti kurmak için görevlendirdi.

Sol Koalisyon, seçim çalışmaları sırasında Troyka’nın dayattığı kemer sıkma uygulamalarına son verileceğini açıklamıştı. Silva, “sol bir hükümet kurdurulmasının  ya da komünistlerin iktidara yaklaştırılmasının çok riskli olduğunu, tersine Sağ bir hükümetin hem Brüksel’i tatmin edeceğini, hem de yabancı finans piyasalarını sakinleştireğini” ileri sürdü.

Böylece Silva, devlet başkanlığı makamını kullanarak, küstahça demokrasiyi hiçe sayarak, Avrupa Para  Birliği ve finans kapitalin çıkarlarına hizmet eden gerici bir gündemi uyguluyor. Öyle ki “Avrupa Birliği kuralları ve üyelik taahhütleri söz konusu olduğunda demokrasinin ikinci plana atılabileceğini” söylüyor.  Ona göre, “Portekiz’in 40 yıllık demokrasi tarihinde, Avrupa, Lizbon Anlaşması, Mali Anlaşma ya da NATO karşıtı hiç bir hükümet kurdurulmadı, bundan böyle de kurdurulmayacak”.

Birkaç yıl önce halkın seçtiği demokratik hükümetler İtalya ve Yunanistan’da, Troyka’nın yaptığı parlamenter darbelerle ortadan kaldırılmış ve yerlerine Goldman Sachs ve Avrupa Merkez Bankası’nın güdümündeki teknokratlardan oluşan teknokrat hükümetler kurdurulmuştu.  Sonra Yunanistan’da kemer sıkmaya ve Avro ideolojisine karşı çıkan ve yine halkın tercih ettiği Syriza’ya diz çöktürüldü. Ardından Britanya’da iyice sağa kayan İşçi Partisi’nin liderliğine seçilen solcu Jeremy Corbyn hem medya hem de partinin sağ kanadı tarafından adeta linç edilmeye çalışıldı. Şimdi sıra Portekiz’in Sol Koalisyonu’na geldi. Anlaşılan o ki yakında İspanya’da Podemos’un zaferi söz konusu olduğunda benzer gelişmeler orada da olabilecek. Tüm bu ülkelerdeki ortak özellik bu partilerin finans kapital tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarına karşı çıkmaları.

Bu gelişmeden çıkarılacak bazı sonuçlar olmalı. İlk olarak,  bu gelişme Avrupa Birliği ve onun parçası olan örgütlenmelerin gerçekte sağcı otoriter girişim örnekleri olduğunu gösteriyor. İkinci olarak, sisteme meydan okunduğunda sistemin egemenleri demokrasiyi askıya almaktan çekinmiyorlar. Bu da neo liberal kemer sıkma ve “Yeni Normal” dönemde kapitalizm ile demokrasinin evliliğinin fiilen bitmekte olduğnu ortaya koyuyor. Son olarak, parlamenter mücadele, çok önemli olsa da, halkların kurtuluşu için tek başına yeterli değil. Bunun  aşağıdan yukarıya doğru toplumsal yaşamın her alanında verilecek mücadelelerle güçlendirilmesi gerekiyor.

500 yıllık kapitalizmin insanlığı getirdiği son nokta: %1, % 99’dan daha fazla servete sahip…




500 yıllık kapitalizmin insanlığı getirdiği son nokta: %1, % 99’dan daha fazla servete sahip…

Mustafa Durmuş

25 Ekim 2015

Credit Swiss adlı büyük bir finans kuruluşu her yıl düzenli olarak “Küresel Servet Raporu” hazırlıyor[1] . Ekim ayında yayımlanan bu yılki raporunda yer alan verilere göre,  küresel servet eşitsizliği artarak sürüyor. Öyle ki en tepedeki % 1’lik nüfus içinde yer alan zenginler, kalan % 99’luk nüfusun sahip olduğundan daha fazla bir servete sahipler. 

Oxfam adlı bir diğer uluslar arası kuruluştan Mark Goldring, bu verilerden hareketle, küresel servet eşitsizliğinin artık kontrol edilemez bir boyuta ulaştığının altını çiziyor[2]

Rapora göre küresel servetin tutarı 250 trilyon doları aştı. Böylece servet stoku küresel çapta yıllık olarak üretilen değerin (küresel hasıla) toplam tutarının 3,5 - 4 katına ulaşıyor. Bu durum, uluslar arası işçi sınıfının yarattığı değerden, ekonomilerin büyümesinden (örneğin son 30 yılda dünya ekonomisinin iki kattan fazla büyümesinden)  asıl fayda sağlayanların, bu değeri üretenlerin değil,  az sayıda servet ve sermaye sahibi olduğunu kanıtlıyor.


Küresel Servet Piramidi

Küresel servet bir piramit biçiminde dağılıyor. Bu piramidin en tepesinde ortaya çıkan gelişme de son derece önemli. Buna göre 2014 yılında en zengin 85 kişi küresel yoksulların yarısının sahip olduğundan fazla bir servete sahipti. Şimdi bunların sayısı 80’e düştü. Yani en tepede de bir servet temerküzü söz konusu. 

Piramidin tabanında yer alan 3,4 milyar insanın (nüfusun % 71’i) servetlerinin ortalama tutarı 10,000 doların altında. Bu büyük grup küresel servetin sadece % 3’üne sahip. Bunun bir üstündeki yoksul % 21’luk grup  ise servetin sadece % 12,5’ine ve bir üstteki  % 7,4’lük nüfus  % 39,4’üne sahip. Piramidin en üstünde yer alan ve nüfusun binde 7’sini oluşturan 34 milyon insanın kişi başına ortalama serveti 1,000,000 doların üzerinde (s.26) ve bu grubun toplam servetteki payı % 45,2. Geçen yıl küresel servetin % 48’ine sahip olan dünyanın en zengin % 1’lik nüfusu ise bu yıl payını 2 puan daha artırarak  % 50,4’e yükseltti.

Toplamda 33,717 dolar milyoneri yetişkin insan var. Bunun % 46’sı (59,000) ABD’li, % 38’i Avrupalı (% 7’si Britanyalı, % 5’i Fransız, % 5’i Alman), % 6’sı Japon ve % 4’ü Çinli (s.26).

29,8 milyon kişinin ortalama serveti 1-5 milyon dolar; 2,5 milyon kişinin serveti 5-10 milyon dolar; 1,34 milyon kişinin serveti 10-50 milyon dolar ve son olarak 128, 800 kişinin serveti 50 milyon doların üstünde. 

Küresel finans aristokrasisini temsil eden bu son grup zengin,  “ultra zenginler” olarak adlandırılıyor. Bu zenginler sadece bankaları ve şirketleri değil, aynı zamanda hükümetleri ve uluslar arası kuruluşları etkileyebiliyorlar. 

Küresel servet coğrafi olarak simetrik dağılmıyor

Servetin küresel çapta coğrafi olarak dağılımı tahmin edilebileceği gibi simetrik değil. Zira bu servetin 93 trilyon doları (toplamın % 37’si) asıl olarak ABD olmak üzere Kuzey Amerika’da, 75 trilyon doları (% 30) Avrupa’da, 46 trilyon doları (% 18) Asya-Pasifik’te, 23 trilyon doları (% 9) Çin’de, 7 trilyon doları (% 3) Latin Amerika’da, 4 trilyon doları (% 2) Hindistan’da ve 2,6 trilyon doları (% 1) Afrika’da bulunuyor (s.5).

Geçen yıla göre bu yıl servetini artıran ülkeler sıralamasında başı yine ABD (4,6 trilyon dolar), Çin (1,8 tr dolar) ve Britanya (0,4 tr dolar) çekiyor (aslında sadece bu üç bölgenin serveti artmış). Serveti azalanların başında Japonya (3,5 tr dolar), Fransa, İtalya ve Almanya geliyor. Toplamda AB ülkeleri, Japonya ve Rusya’daki servet stoku azalması 12,7 tr dolar oldu (s.8).

Bu gelişmenin asıl nedeni ABD dolarının diğer paralar karşısında aşırı değerlenmesi ya da diğerlerinin değer kaybetmesiydi.  ABD’deki servet artışı hızı tarihinde daha önce hiç görülmeyen bir hızda gerçekleşti. Bu da asıl olarak 2008 krizi sonrasında devletin finans kapitale sağladığı miktarsal kolaylaştırma, düşük faiz oranları gibi desteklerle oldu. 

Çin’de 1,5 trilyon dolarlık bir servet artışı olsa da, Haziran 2015 sonundan itibaren Çin’deki borsa çöküşleri nedeniyle bu artış buharlaştı. Ancak bu gelişme rapora yansımadı, zira rapordaki veriler Haziran 2015 ile sınırlı.

Nüfusun servetten aldığı payın eşitsizliği açısından en eşitsiz bölüşüm sırasıyla Kuzey Amerika ve Avrupa’da; buna karşılık göreli olarak daha eşitlikçi bir dağılım sırasıyla; Afrika, Hindistan, L. Amerika, Çin Asya-Pasifik’te gerçekleşiyor.

Küresel servetin kaynaklandığı sektörler ya da iş türleri açısından servetin % 54’ü finansal sektörden, kalanı ise finans dışı sektörlerden geliyor (s.18). 

Yani servetin asıl kaynağını borsa, tahvil gibi finansal kâğıtlar oluşturuyor. Halkın büyük çoğunluğu bu tür yatırımlardan mahrum olduğundan en tepedeki ile en alttakiler arasındaki fark giderek büyüyor.

Hane halklarının serveti sınırlı artmış, gerçekte büyük çapta azalmış

Hane halkları açısından bu son bir yıllık süre içinde sınırlı sayıda ülkede hanelerin servetlerinde artış görülüyor. Bunlar; Hong Kong, Çin, ABD ve S. Arabistan. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkede hane halklarının reel servetlerinde ciddi azalmalar yaşandı. Örneğin Türkiye’de hane halkı servetinin bu yılki değer kaybı % 21 oldu (s.8). Bunun temel nedenlerinden biri kuşkusuz Türk lirasının dolar karşısında % 30’a varan değer kaybıydı.

Türkiye’nin küresel servet bölüşümü içindeki payı geriliyor

Türkiye, ortalama zenginlik sıralamasındaki dört basamak içinde ( sırasıyla en alttan yukarı doğru kişi başına düşen servet olarak; 5,000 dolar ve altı, 5,000-25,000 dolar; 25,000 – 100,000 dolar ve 100,000 dolar ve üstü) en alttan ikinci sırada yer alıyor (s.10).
Son 15 yıllık dönemde (2000 - 2015) 20 ülke ortanca reel servet artışı sıralamasında; en üstte % 5,3 ile Çin, sonrasında % 4,8 ile Norveç gelirken, Türkiye % -1,1’lik bir reel düşüş ile 17.sırada yer alabiliyor. Oysa hemen üstünde yer alan ilk 15 ülke servetlerini reel olarak artırdı. Özellikle de 2005-2010 arasında Türkiye’deki, ortanca reel servet azalması % -5,2 gibi rekor düzeyde gerçekleşti (s.17).

Bu veriler Türkiye’deki yönetenlerin kendi söylemlerini yalanlar nitelikteki veriler. Yani Türkiye servet/sermaye zenginliği büyümesi açısından da diğer ülkelerin çok gerisinde kaldığı gibi, ileri sürüldüğü gibi son dönemlerde merdivenin üst basamaklarını hızla tırmanmıyor, aşağılara doğru itiliyor.

Buna karşılık Türkiye kendi içinde, gelir bölüşümü adaletsizliğine ilave olarak,  adaletsiz bir servet bölüşümü gerçekleştiriyor. 2015 yılı itibariyle Türkiye’de 74,000 dolar milyoneri var. Bunun 2020 yılında 111,000’e çıkması bekleniyor (s.43).
 
Ancak Türkiye’de, raporda sıralanan 20 ülke içinde, göreli olarak dolar milyarderi sayısı daha az olan bir ülke. 50 milyon dolarlık serveti olan bireyler sıralamasında en sonuncu sırada yer alıyor (s.27).

Orta sınıfların durumu

Raporda orta sınıfın zenginliği 22,000 dolar olarak hesaplanıyor.  Buna göre K. Amerika’da orta sınıfların servet zenginliği içindeki payı % 39, Avrupa’da % 33, Asya Pasifik’te % 15, Çin’de % 11. Dünya ortalaması % 14 ve Latin Amerika ortalaması % 11. Türkiye’de 22,000 dolarlık serveti olan orta sınıfın servet içindeki payı ise sadece % 9,9. Bu nedenle de ülkeler sıralamasında Türkiye 46 ülke içinde en altlarda 38. sırada yer bulabiliyor (s.32).

Keza rapora göre, 2000 yılında Türkiye’de 6 milyon orta sınıfa mensup insan varken, 2015 yılında bu sayı 5,7’ye ( % - 5,3 ) düşmüş. Bu gelişmede kuşkusuz TL’nin dolar karşısındaki değer kaybının büyüklüğü ve yaşanmakta olan ekonomik durgunluk ya da büyüme hızının düşüşü ve bölüşüm eşitsizliği yatıyor.

Eşitsiz küresel servet bölüşümünün küresel etkileri oluyor

Servetin giderek daha az sayıda elde toplanmasının hem tikel olarak ülkelerin kendilerinde toplumsal istikrarı daha da bozucu etkilerinin doğmasından, hem de tümel olarak, bu eşitsizliğin küresel çapta güvenliği tehdit eden boyutlara erişmesinden kaygı duyuluyor. Zira bu durum yoksulluğun azaltılması çabalarını etkisiz kılarken, geniş halk kitlelerinin politik sisteme dâhil edilmesini zorlaştırıyor, ötekileştirerek ayrıştırmayı hızlandırıyor ve toplumdaki diğer eşitsizlikleri de kalıcı hale getiriyor.
Diğer taraftan bu çaptaki küresel servet dağılımı eşitsizliği emperyalist - kapitalist sistemdeki güçler arasındaki derin farklılıkların da bir yansıması. Öyle ki çok uluslu şirketler ve büyük zenginler servetlerini düşük ya da sıfır vergili vergi cennetlerine kaydırıyorlar ve böylece emekçilerle kıyaslanamayacak ölçüde vergi yüklerinden kurtulabiliyorlar. 

Bu büyük sermaye ve servet sahipleri, politik sürece, burjuva partilerine ve politik aktör ve bürokratlara her yıl devasa açıktan ya da örtülü yollarla para aktarmak suretiyle müdahale ederek, sistemin kendileri lehinde işlemesini de garantiye alıyorlar. Bu da burjuva demokrasilerinin halka dönük kısıtlı sayıdaki imkânının daha da daralmasına, eşit temsil ya da vatandaşlık hakları gibi temel hakların etkisiz hale gelmesine neden oluyor. 

Küresel sermaye güçleri egemen ideolojiyi de belirliyor. Böylece yoksulların ya da sıradan insanların da, damlayarak da olsa,  hızlı ekonomik büyümeden fayda sağlayabilecekleri yönündeki ya da kemer sıkma politikalarının uzun vadede onların menfaatine olduğu yönündeki piyasacı aldatmacalara inanmalarını sağlıyorlar.
Diğer yandan, Oxfam’dan Claire Godfrey’in söylediği gibi,  rapor burjuva iktisatçıların savunduğu “Damlama Teorisinin /Trickle Down Economics” işe yaramadığını, tam tersine sistemin en tepedeki zenginler için mükemmel çalıştığını ortaya koyuyor (bu nedenle de artık bu teorinin adı “trickle up economics “ olarak değiştirilmelidir)[3].

Ayrıca nasıl ki ülke içindeki toplumsal eşitsizliklerin iç politika üzerinde ciddi etkileri oluyorsa küresel servet bölüşümündeki eşitsizliklerin de küresel siyaset üzerinde büyük etkileri oluyor. ABD, Japonya, Almanya gibi emperyalist devletler ile Rusya, Çin ve İran gibi doğal kaynaklarına ve insan kaynaklarına göz dikilmiş olan diğer kapitalist / emperyalist devletlerarasındaki gerilim artıyor. Bu noktada ABD emperyalizmi hem küresel çaptaki askeri üstünlüğünü hem de güçlü dolarını, rakipleri karşısındaki ekonomik gerilemesini dengelemek için kullanmaya çalışıyor.

Servet eşitsizliğinde devletlerin payı  büyük

Credit Swiss’in raporu kaçınılmaz olarak dikkatlerin devlet politikalarına yönelmesine de yol açıyor. Öyle ki Pew Research Center’in yaptığı kamuoyu yoklamalarından da görüldüğü gibi[4], insanlar en büyük sorunlar sıralamasında yolsuzlukları hemen her yerde üst sıralara koyuyorlar.

Bu da anlaşılır bir şey, zira pek çok başka araştırma servet zenginliğinin önemli bir kaynağının devlet olduğunu gösteriyor. Büyük alt yapı inşaatı ihaleleri, enerji projeleri, sağlanan lisans ya da ruhsatlar ve ranta dayalı üst yapı inşaatları özellikle de iktidar yanlısı sermaye çevrelerinin zenginliğinin temelini oluşturuyor. 

Bu bağlamda yönetenlerin, “büyük projeleri her ne pahasına olursa olsun devam ettirme” ve böylece “ekonomideki yükselişi sürdürme” yönündeki iddialarının, çabalarının ve kararlılıklarının ve bunları gerçekleştirebilmek için her tür anti demokratik girişimi göze alabilmelerinin nedeni daha iyi anlaşılıyor. Yolsuzluk ve rüşvetin bir madalyonun ayrılmaz iki yüzünü oluşturması siyasal iktidara yapışıp kılmayı gerekli kılıyor. 



[1] Global Wealth Report, Credit Swiss Research Institute, October 2015.
[2] Deirdre Fulton, 'Out of Control' Inequality: Global One Percent Owns Half of World's Wealth, http://www.commondreams.org, October 14, 2015.
[3] Deirdre Fulton, 'Out of Control' Inequality: Global One Percent Owns Half of World's Wealth, http://www.commondreams.org, October 14, 2015.


[4] Jacob Poushter, Deep Divisions in Turkey as Election Nears, http://www.pewglobal.org, October 15, 2015.