30 Ağustos 2022 Salı

Savaşların ve eşitsizliklerin gölgesinde bir ‘Dünya Barış Günü’

 

Savaşların ve eşitsizliklerin gölgesinde bir ‘Dünya Barış Günü’

Mustafa Durmuş

1 Eylül 2022

1 Eylül’ü ‘Dünya Barış Günü’ olarak kutluyoruz. 1 Eylül, 1939 yılında aynı tarihte Hitler’in ordularının Polonya’ya saldırarak işgali başlattığı gün. O günden sonra Polonya’da tarihin en büyük katliamları yaşandı. Bunu hatırda tutmak için 1 Eylül günü, ‘Dünya Barış Günü’ olarak kutlanıyor.

Birleşmiş Milletler ise 21 Eylül’ü (2002 yılından beri)  “dünya barışına ve özellikle insani yardım erişimi için bir savaş bölgesinde geçici bir ateşkesin neden olabileceği gibi, savaş ve şiddetin olmamasına adanmış bir gün” (1) olarak kutluyor.

Savaşların gölgesinde dünya barışı kutlaması

Bu yıl Dünya Barış Günü, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaşın, Türkiye’nin de bir parçasını oluşturduğu Suriye’de devam eden iç savaşın ve ABD-Çin gerginliğinin gölgesinde kutlanıyor.

“Barışın nasıl sürdürüleceğini anlamak, çatışmanın kendisini anlamak demektir. Yine de çatışma ve barış inşası genellikle ayrı ayrı ele alınıyor.” Patricia Justino. (2)

Barışın önemini anlayabilmek için, savaşların ve çatışmaların neden olduğu insani, ekolojik, sosyal ve ekonomik hasarın büyüklüğünün bilincinde olmak gerekiyor.

Savaşların faturası çok ağır

Savaşlar (devletler arası ya da iç savaşlar), çatışmalar sadece insanların ölmesine, yaralanmasına ya da sakat kalmasına yol açmıyor, aynı zamanda kadınları kocasız, çocukları babasız bırakıyor.

Savaşlarda ormanları yakılıyor, hayvanlar öldürülüyor ve bitkiler yok ediliyor. Çatışmalar zehirli emisyon gazları yoluyla iklim değişikliğine neden oluyor. Milyonlarca insanın göç etmesine, göç yollarında kadınların tecavüze uğramalarına, çocukların kaçırılarak ailelerinden kopartılmasına, organ ticaretine, insan kaçakçılığına, insanların açlıktan ve susuzluktan ölmelerine neden oluyor.

Kuşkusuz bu savaşların çok ciddi de bir ekonomik faturası var. Ekonominin küçülmesiyle, ulusal paranın aşırı değer kaybetmesiyle, işsizliğin, enflasyonun, hayat pahalılığının, yoksulluğun ve kamu borçlarının artmasıyla sonuçlanırken, finansal krizleri de tetikliyor.

Bu yüzden de savaşlar hem insanlığın ruhundaki açık bir yaradır hem de  toplumsal zenginlikleri yok eden, insan eliyle yaratılmış, felaketlerdir. Nitekim Marx, Grundrisse’de (1857-58), “savaşın etkisi ortadadır,  ekonomik olarak, bir ulusun başkentinin bir kısmını okyanusa atmasıyla aynı etkiye sahiptir” der. (3)

Savaşlar işçiler, emekçiler ve yoksullar için kötüdür

Savaşın toplumsal birliği bozduğunu,  işçilerin uluslararası dayanışmasına zarar verdiğini ileri süren Rosa Luxemburg ise tam da bu nedenle,  “dünyanın tüm işçilerinin barış zamanında birleşebildiğini” söyleyerek (1916) (4), Birinci Dünya Savaşı’nda Alman işçi sınıfının kendi burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda Alman devletinin yanında savaşa katılmasına karşı çıktı.

Kısaca, savaşlar işçiler, emekçiler, yoksullar, gençler, kadınlar ve çocuklar için asla iyi bir şey değildir. İşin aslı savaşlar, toplumun özellikle de bu kesimlerine karşı, insanlığa ve doğaya karşı işlenen suçlardır.

Savaşlarda özellikle de savaş sanayinde faaliyet gösteren silah ve petrol şirketlerinin kâr ettiği, savaşçı politikaları benimsemiş olan, özellikle de iktidarları sağlam olmayan egemenlerin, milliyetçi duyguları kışkırtarak siyasal rantlar sağlayabildikleri bir gerçek olsa da, toplumun bir bütün olarak savaşlar nedeniyle kaybı çok büyüktür.

Kalıcı bir savaş ekonomisi ise (bu savaş şirketlerinden elde edilecek büyük kârlar olsa bile), tam anlamıyla bir israftır.  Çünkü dünyada askeri harcamalar (enflasyondan arındırılmış anlamda) 2021 yılında 2 trilyon doları aştı. Bu 2020 yılına göre binde 7’lik bir artış demek. (5)

Bu aynı zamanda dünyada 2021 yılında üretilen toplam hasılanın (yaklaşık 94 trilyon dolar)  yüzde 2’sinden fazla bir kısmının savaş için ayrıldığı anlamına geliyor. Öte yandan Dünya Gıda Örgütü (FAO), raporlarında sürekli olarak önümüzdeki 10 yıl boyunca bu kaynağın onda birinin her yıl mutlak yoksullukla ve açlıkla mücadele için ayrılması durumunda, son yıllarda iyice artan küresel yoksulluk ve açlık tehlikesinin büyük ölçüde ortadan kaldırılabileceğine vurgu yapıyor.

Kısaca, savaşlara kaynak ayırmak, yoksullukla, işsizlikle, açlıkla, enflasyonla mücadeleye, eğitim, sağlık, ulaştırma ve sosyal konut sunumu gibi kamusal hizmetlere daha az kaynak ayırmak demektir.

Diğer taraftan, barış içindeki ulusların ekonomilerinde daha fazla gelir artışı yaşanırken,  ulusal paraları daha güçlüdür, bu ekonomilere daha fazla yerli ve yabancı yatırımı yapılır, daha iyi durumda bir siyasal istikrar ve bireysel mutluluk algısı mevcuttur.

16,5 trilyon dolarlık küresel ekonomik zarar

Savaşın ve çatışmaların sadece 2021 yılında neden olduğu zararın ise,  satın alma gücü paritesi (PPP) cinsinden 16,5 trilyon dolar veya toplam küresel gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 10,9’una denk olduğu tahmin edilmektedir (bir başka deyişle gezegendeki her kişi için 2,117 dolarlık bir maliyet söz konusu). (6)

The Economist (Ukrayna savaşının yılsonuna kadar sürmesi halinde), küresel büyüme tahminlerini yıllık 1,1 puan aşağı çekeceğini ve böylece küresel ekonomik büyümenin yüzde 2,8’e gerileyeceğini yani 1 trilyon dolarlık bir zararın oluşacağını,  bu savaşın ayrıca küresel emtia fiyatları üzerinde baskı yaratırken, tedarik zinciri aksamalarını ağırlaştırdığını ve dünyanın birçok yerinde enflasyonun ciddi biçimde yükselmesine neden olduğunu ileri sürüyor.(7)

Bu analize göre, petrol gelirleri artan S. Arabistan ve büyük tahıl üreticisi Arjantin ve Brezilya gibi artan küresel tahıl fiyatlarından geçici fayda sağlayan ülkelerin dışında diğer tüm ülkelerin ekonomileri küçülecek. (8)

Barış temettüsünün sonu

Ukrayna'daki savaş Avrupa’nın, faydalı ekonomik faaliyetlere yatırılmak üzere, savunma harcamalarını azaltarak serbest bırakılan bir barış temettüsünden yararlandığı 60 yıllık bir döneme de son verdi.

Öyle ki ulusal gelirin yüzdesi olarak askeri harcamalar, son 60 yılın çoğunda dünyanın çoğu yerinde istikrarlı bir şekilde azalmıştı. AB ülkeleri 1960 yılında askeri harcamalara ulusal gelirlerinin ortalama yüzde 4’ünün biraz altında harcama yaparken, 2020 yılına kadar bu oran yüzde1,5’in biraz üzerine kadar geriledi ve 2015’ten bu yana bu düzeyde sabitlendi. (9)

Ancak son birkaç yılda AB’de ve dünyanın diğer bölgelerinde askeri harcamalar yeniden artmaya başladı. Bu harcamalar daha da artacak. Askeri harcamaların bugünün seviyesinden yüzde 1 puan daha artacağı ve orada sabitleneceği varsayımına dayanarak, bu harcamaların düzeyi sadece AB’de her yıl ilave 140 milyar avro olurken, Ukrayna’nın yeniden inşa maliyeti 200-500 milyar avro arasında olabilecek. (10)

Türkiye’ye yılda 2 milyar dolar maliyet

“Devlet ile yakın bağlantıları olan bir Türk düşünce kuruluşu olan SETA analisti M. Yeşiltaş ise, Suriye savaşının Türkiye’ye yılda yaklaşık 2 milyar dolara mal olduğunu ve Türkiye'nin kontrol ettiği bölgelerde 4 bin ila 5 bin, İdlib çevresinde ise 8 bin askerinin var olduğunu ileri sürüyor”. (11)

Financial Times’a göre, “Türkiye şu anda, 1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından bu yana, bir Arap devletine ait topraklardaki en büyük yabancı varlığı temsil ediyor. Erdoğan, Türkiye’nin bu varlığını yeni bir askeri harekat ile daha da büyütmek istiyor… Türkiye’nin şu ana kadar ele geçirdiği üç bölgede, askeri operasyonlarının dışında, Suriyeli okul çağındaki çocuklar ikinci dil olarak Türkçe öğreniyor. Hastalar Türk yapımı hastanelerde tedavi ediliyor ve elektrik enerjisi Türkiye’den sağlanıyor. Türk lirası baskın para birimi olarak kullanılıyor ve Türkiye’de devlete ait posta servisi (PTT), Suriyeli işçilere maaş göndermek ve yereldeki işleyişe ait banka hesapları için kullanılıyor. Türkiye sınır illerinin valilikleri aracılığıyla Suriye topraklarındaki işe alma ve işten çıkarmaları denetliyor. Türkiye 50 binden fazla Suriyeli isyancı savaşçıyı eğitiyor ve maaşını ödüyor, kendi birliklerini Suriye'ye yerleştirdi, sınırda devasa askeri üsler ve 873 km uzunluğunda bir sınır duvarı inşa etti”. (12)

‘Dünya Barış Endeksi 2022’

Son olarak, ülkelerin barış konusunda ne durumda olduğuna bakalım. Bu konuda uluslararası bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Barış Enstitüsü (IEP) tarafından ve dünya nüfusunun yüzde 99,7’sine ev sahipliği yapan 163 bağımsız devlet ve bölgeyi kapsayan 2022 ‘Küresel Barış Endeksi’nin (13) bulguları çok çarpıcı.

Bu Endeks, 3 kritere (toplumun güvenliği (safety)  ve devletin güvenliği (security); devam eden iç ve uluslararası çatışmanın boyutu ve militarizasyon derecesi) altında  gruplandırılmış 23 göstergeye dayanarak hazırlanıyor. Buna göre 2022 yılında 90 ülkenin barış konusundaki tutumu iyileşirken, 71’inin durumu kötüleşti ve sonuçta küresel barışçıl olma düzeyi binde 3 azaldı.

Bu çerçevede İzlanda, 2008’den bu yana elinde tuttuğu ‘en barışçıl ülke’ statüsünü sürdürürken, Endeksin başlarında Yeni Zelanda, İrlanda, Danimarka ve Avusturya yer alıyor. Afganistan, üst üste beşinci yıldır en az barışçıl ülke olurken, onu Yemen, Suriye, Rusya ve Güney Sudan izliyor.

Avrupa en barışçıl bölgelerin başında geliyor zira  zirvedeki 10 ülkeden 7’si Avrupalı. Avrupalı sayılıp da barışçıl olma konusunda en sonda yer alan ülke olan Türkiye ise Endekste kendisine 163 ülke arasında en alttan 145’nci sırada yer bulabiliyor. Ülke ‘son 15 yıldır en az barışçı ülke’ olma halini koruyor. Özellikle de 2011 yılından bu yana Suriye’ye yaptığı müdahaleler onu bu statüde tutuyor.


Sonuç: Barış içinde bir arada yaşamak en temel insanlık hakkıdır!

Barış, şiddetin yokluğundan daha fazlasıdır. Barış militarist otoriter devletlere ve yönetimlere, finans kapitale ve emperyalizme karşı bir meydan okumadır. O yüzden barış yanlıları bu kesimlerce makbul görülmezler.

Barış sadece çatışmaların, savaşların yokluğu anlamına gelmez. Bunun da ötesinde, insanların potansiyellerine ulaşabilecekleri eşitlikçi ve dirençli toplumlar yaratmak için aktif bir çabadır. Bu nedenle de dünyanın ve toplumların “barış içinde bir arada yaşama hakkı” talebi  çok yerinde, doğru bir taleptir.

Günümüzde ekonomik ve sosyal kalkınmanın önündeki en büyük engellerden biri, savaşların, çatışmaların devam etmesi, ayrıca bu çatışmalar sona erdiğinde barışı kalıcı olarak koruyabilecek bir iradenin ve kalıcı bir yapının tesis edilememesidir.

Bunu anlayabilmek için 2015 yılından bu yana Türkiye’deki gelişmelere bakmak yeterlidir. Bu tarihten itibaren ‘Kürt Sorununun’ müzakere yoluyla çözümünden vazgeçilerek, yeniden askeri-savaşçı yöntemlere dönülmesi, sadece ülkedeki siyasal kriz mekanizmasını harekete geçirmekle kalmadı, tetiklediği ekonomik krizle birlikte ülkenin kalkınma ve gelişme çabalarına da büyük zarar verdi.

Özetle, toplumsal barış için emek sömürüsüne ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine son verilmesi, adil bir bölüşüm ve eşit yurttaşlığa dayalı bir demokrasinin inşa edilmesi; uluslararası barış içinse emperyalizmin ve sömürgeciliğin ortadan kaldırılması, ‘ulusların kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkına’ saygı duyulması gerekiyor. Ancak bunlar gerçekleştiğinde insanlık gerçek bir barış kutlamasından söz edebilir.

Dip notlar:

(1)    https://en.wikipedia.org/wiki/International_Day_of_Peace (30 Ağustos 2022).

(2)    https://www.wider.unu.edu/publication/putting-it-all-together (7 June 2022).

(3)    https://mronline.org/in-these-days-of-great-tension-peace-is-a-priority (3 March 2022).

(4)    Agm.

(5)    https://www.sipri.org/media/press-release/2022/world-military-expenditure-passes-2-trillion-first-time (25  April 2022).

(6)    Global Peace Index 2022, Measuring peace in a complex World, Institute for Economics and Peace, https://www.visionofhumanity.org/wp-content/uploads/2022/06/GPI-2022-web.pdf, s.3.

(7)    https://www.economist.com/graphic-detail/by-how-much-will-the-war-in-ukraine-reduce-global-growth (4 August 2022).

(8)    Ukrayna savaşının küresel ekonomik etkileri konusunda bkz: https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/ukrayna-savasi-dunya-ekonomisi-ve-baris-gorusmeleri (4 Nisan 2022).

(9)     https://www.bruegel.org/repurposing-the-peace-dividend  (26 April 2022).

(10)                 Agm.

(11)                 Andrew England and Laura Pitel , “Syria: what is Turkey’s grand plan?”, https://www.ft.com (25 July 2022).

(12)                 Agm.

(13)                 Global Peace Index 2022, agr.

 

 

 


27 Ağustos 2022 Cumartesi

Dünyada gıda fiyatları düşerken bizde neden artıyor?

 

Dünyada gıda fiyatları düşerken bizde neden artıyor?

Mustafa Durmuş

27 Ağustos 2022


Çok değil sadece iki hafta önce TÜİK Tarım Ürünleri Üretici Fiyat Endeksi’ni (Tarım-ÜFE) açıkladı. (1) Buna göre bu Temmuz’da Endeks yıllık yüzde 157,9 ve aylık yüzde 5,0 arttı. Aralık’tan bu yana olan artış ise yüzde 108,8 oldu. Kısaca yılbaşından bu yana tarım ürünleri üretici fiyatları resmi olarak yüzde 110’a yakın artış gösterdi.

Aşağıdaki tabloya göre, çeltikteki artış yüzde 177,5; sebze, kavun-karpuz, kök ve yumrulardaki artış yüzde 192,7; tahıl, baklagiller ve yağlı tohumlardaki artış yüzde 192,7 ve lifli bitkilerde artış yüzde 256,1 oldu.    

Bu kış emekçiler için çok zor geçecek

Bu rakamlar, açıklayan kurumun güvenilirliğinin tartışmalı olmasından ötürü, tartışmaya açık resmi veriler. Resmi olmayan kaynaklarsa bu rakamların çok daha yüksek olduğunu ileri sürüyor.

Tarım ürünleri üretici maliyetlerindeki yükselmeyi yansıtan bu fiyatlar bize, bu kışın özellikle de yoksul emekçiler, dar gelirliler açısından çok zor geçeceğini zira gıdada tüketici fiyatlarının yükselmeye devam edeceğini söylüyor. Yani sebze, meyve, bakliyat, ekmek fiyatları artmaya, bu da halkın sefaletini büyütmeye devam edecek.

Nitekim daha bu veriler paylaşılmadan evvel, TÜİK Temmuz ayındaki genel yıllık enflasyonun yüzde 79,6;  ancak gıda enflasyonunun yüzde 94,7 olduğunu açıklamıştı. DİSK-AR ise dar gelirlilerin gıda enflasyonunu yüzde 120-140 arasında, emeklilerin enflasyonunu ise yüzde 121 olarak hesaplıyor. (2)


 Tarımsal girdi fiyatlarındaki yıllık artış ortalama yüzde 135 ancak…

Gıda enflasyonundaki bu hızlı artışın nedenini TÜİK bir başka bülteninde açıkladı: Tarımsal Girdi Fiyat Endeksi. (3) Buna göre tarımsal ürünlerin temel girdilerinden oluşan fiyat endeksi bu yılın Haziran ayında yıllıkta yüzde 134,9 ve aylıkta yüzde 7,9 arttı.

“Şeytan ayrıntıda gizlidir” hesabı, Endeksi oluşturan kalemlere baktığımızda şunu görüyoruz: Hayvan yemi yüzde 145,7; enerji ve yağlar yüzde 228,9;gübre ve toprak geliştiriciler yüzde 233,9 artmış. Yani bu kalemlerdeki artışlar Endeks ortalama artışının çok üstünde olmuş. Örneğin gübre fiyatı Endeks ortalama artışının 1,7 katı daha fazla artmış.



Böylece TÜİK’in bu iki verisi birbirini tamamlıyor. Tarımsal üretimdeki girdi (özellikle de enerji/mazot, yem, gübre gibi) maliyetlerindeki artışa paralel bir biçimde, tarımsal ürünlerin üretim maliyetleri, dolayısıyla da fiyatları artıyor. Bu da gıda maddelerinin soframıza çok yüksek fiyatlarla gelebildiğini (bazılarımız içinse hiç gelemediğini) gösteriyor.

Sonuçlar sürpriz değil!

Peki, tarımsal ürün girdi maliyetleri neden artıyor? İktidar ve iktidar medyasının buna vereceği yanıt şu olurdu: “Rusya- Ukrayna savaşından bu yana üretimdeki kesintiler, petrol fiyatlarındaki küresel artışlar, tedarikteki zorluklar nedeniyle tüm dünyada enerji ve gıda fiyatlarında, buna bağlı olarak da tüketici enflasyonunda artışlar yaşanıyor. Bizde olan da budur”.

Dünya gıda fiyat endeksleri düşüyor

Acaba böyle bir açıklama gerçeği anlatan bir açıklama olur muydu? Dünya Gıda Örgütü’nün (FAO) yayımladığı son gıda endeksleri iktidarın bu savunmasını çürütüyor. Zira endeksler, Şubat ayında başlayan savaş yüzünden artan küresel gıda fiyatlarının birkaç aydan bu yana keskin bir biçimde düştüğünü gösteriyor. (4)

Örneğin, FAO Gıda Fiyat Endeks (FFPI) Temmuz 2022’de (Haziran ayına göre), 13,3 puan (yüzde 8,6) düşüşle 140,9 puana geriledi. Bu art arda dördüncü aylık düşüş. Yani Nisan ayından bu yana Endeks geriliyor. Temmuz ayındaki düşüş, bitkisel yağ ve tahıl endekslerindeki önemli düşüşten kaynaklansa da, şeker, süt ürünleri ve et endekslerinde de (daha düşük oranlarda da olsa da) düşüşler yaşanıyor.

FAO Hububat Fiyat Endeksi Haziran ayına göre 19,1 puan (yüzde 11,5) düşüşün ardından Temmuz ayında ortalama 147,3 puana geriledi. Endekste temsil edilen tüm tahılların uluslararası fiyatları düştü.

Rusya’nın tahıl üretimi düşmedi, arttı

Bu noktada Hububat Fiyat Endeksindeki gerilemeye öncülük eden dünya buğday fiyatlarındaki düşüşte, Ukrayna ile Rusya Federasyonu arasında Ukrayna’nın ana Karadeniz limanlarının blokajının açılması konusunda varılan anlaşmanın sonucunda blokajın ortadan kalkmasının, yani tedarikin önünün açılmasının kısmen etkili olduğu ileri sürülebilir.

Ancak fiyat düşüşlerinin Temmuz ayı sonunda imzalanan bu anlaşmadan aylarca önce başlaması, bize bu etkinin sınırlı kaldığını gösteriyor. Nitekim The Economist asıl etkinin “Rus buğday ihracatının azalmak bir yana artmasından kaynaklandığını” ileri sürüyor. Buna göre, Rusya’daki çiftlikler kesintiye uğramak şöyle dursun, 2022-2023’te 38 milyon tonluk rekor ihracat yapmaya (geçen yıla göre 2 milyon ton daha fazla) hazırlanıyor. Ülkede kısmen yılın başlarındaki iyi hava nedeniyle yoğun bir hasat yapılıyor ve Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Asya'daki geleneksel ithalatçılardan kaynaklanan çok güçlü bir talep söz konusu. (5)

Gazete ayrıca, savaşla birlikte kıtlıklarla ilgili endişelerin aşırı abartılmış olabileceğini ve vadeli işlem piyasalarındaki (futures) yüksek spekülasyonun da işin başında fiyatların çok artmasında rol oynamış olabileceğini ileri sürüyor.

Bitkisel yağ, süt ürünleri, et ve şeker fiyatları da düşüyor

FAO Bitkisel Yağ Fiyat Endeksi, Temmuz ayında 40,7 puan (yüzde 19,2) düşüşle 171,1 puanla ortalama 10 ayın en düşük seviyesini kaydetti. Keskin düşüş, hurma, soya, kolza tohumu ve ayçiçek yağlarında düşen dünya fiyatlarından kaynaklandı. Uluslararası hurma yağı fiyatları, dünyanın önde gelen hurma yağı ihracatçısı Endonezya'dan bol miktarda ihracat imkânı beklentisi nedeniyle Temmuz ayında üst üste dördüncü ay düştü.

Dünya soya ve kolza tohumu yağı fiyatları sırasıyla uzun süreli durgun talep ve bol miktarda yeni mahsul arzı beklentileri üzerine düştü. Ayçiçek yağında, Karadeniz bölgesinde devam eden lojistik belirsizliklere rağmen, küresel ithalat talebinin azalması nedeniyle uluslararası fiyatlar önemli ölçüde geriledi. Düşen ham petrol fiyatları da bitkisel yağ değerleri üzerinde aşağı yönlü baskı oluşturdu.

Son olarak, FAO Süt Ürünleri Fiyat Endeksi’nde Temmuz ayında, Haziran ayına göre 3,8 puan (yüzde 2,5) düşüş; FAO Et Fiyat Endeksinde, 0,6 puan (yüzde 0,5) düşüş ve FAO Şeker Fiyat Endeksi’nde 4,4 puan (yüzde 3,8) düşüş gerçekleşti. (6)


Düşük fiyatla gıda tüketebilecek miyiz?

Kısaca, birkaç aydır dünya gıda fiyatlarında bir düşüş eğilimi yaşanıyor. Peki, bu gelişme dünya için iyi bir haber midir?

Öncelikle bu fiyatların tekrar artışa geçmeyeceğinin hiç bir garantisi yok. Özellikle de, Ukrayna savaşının sürüyor olması, dünyanın başka bölgelerinde ortaya çıkan jeopolitik gerilimler,  küresel ısınma ve kuraklıklar biçimindeki kendini gösteren ekolojik tahribatın sürdüğü dikkate alındığında, iyimser olmak için pek bir neden görülmüyor. Çünkü bunlar tarımsal üretimi ciddi olarak olumsuz etkileyecek gelişmeler.

İkinci olarak, gelir eşitsizlikleri ve artan küresel yoksulluk yüzünden, dünya gıda üretimi artmaya ve gıda fiyatları düşmeye başladığında dünyadaki aç ya da yetersiz beslenen sayısı azalmıyor, aksine yetersiz beslenen insanların sayısında artış gözlemleniyor. 2014’te küresel gıda fiyat endeksi 115 puanda kalırken, o zamana kadar hiç görülmemiş sayıda insan açlık çekiyordu. Benzer bir ilişki 2015-2021 arasında da yaşandı. 2015 yılında endeksin değeri 93’e ve 2021 yılında 100’ün altına düştü. Bu süreçte açlık çeken insan sayısı 2005’te 811 milyon iken bu sayı 2014’te 607 milyona geriledi. Ancak 2015’ten itibaren eğilim değişmeye başladı ve 2019’da 650 milyona ve 2020’de tekrar 811 milyona yükseldi. Covid-19 salgını ve Ukrayna savaşının da etkileriyle aç insan sayısı artmaya devam ediyor. (7)

Ayrıca bu sorunun yanıtı, ülkenin nasıl bir ulusal paraya (güçlü ya da zayıf)  sahip olduğuna, ülkenin ulusal parasının dolar ve avro gibi güçlü paralar karşısındaki durumuna ve yönetenlerin yeterince sorumluluk ve duyarlılık sahibi olup olmadıklarına, demokratik bir toplumsal denetimin varlığına bağlı olarak değişir.

Örneğin dolar ve avronun ulusal para olarak işlev gördüğü ABD ve AB gibi ülkelerde ya da Japonya ve Çin gibi güçlü ekonomilere sahip ülkelerde dünya gıda fiyat endeksindeki bu düşüşlerin tüketici fiyatlarına indirim olarak yansıması beklenir.

Türkiye gıda fiyatlarında da dünyadan ayrışıyor

Öte yandan, dolar karşısında yılbaşından bu yana ulusal parasının değerinin yüzde 34 civarında değer kaybettiği Türkiye’de küresel gıda fiyatlarındaki son düşüşlerin hanelerin bütçesine, gıda faturasının azalması biçiminde, yansıması beklenmemeli.

Çünkü Türkiye’nin tahıl ithalat faturası çok kabarık. Öyle ki dünyadaki en fazla buğday ithal eden üç ülkeden biri ve aynı zamanda da enerjiye-petrole tam bağımlı. Son 21 yıldır gübre ve tohum gibi diğer tarımsal girdiler konusunda ithalata büyük ölçüde bağımlı bir ülke haline geldi.

Ülkeyi yönetenlerin mali kaynaklar ve ekonomi politikaları konusundaki tercihleri ise hep sermayedarlardan, zenginlerden yana oldu. Çiftçiyi, üretici köylüyü ve tüketiciyi gerçek anlamda rahatlatan tarımsal üretim ve destek politikaları uygulanmadı.

Gıda fiyatlarının yüksek olmasının nedenlerinin başında ayrıca ülkede gıda ve gıda girdisi üretimi yapan KİT’lerin özelleştirilmesi ya da fiziki olarak ortadan kaldırılmaları geliyor.

Tıpkı şeker fabrikaları gibi, devlete ait gübre fabrikalarının da özelleştirilerek satılması ve bu fabrikaların bir çoğunun yıkılarak bunların özellikle de kent merkezlerindeki son derece değerli arazilerinin, arsalarının kentsel rant elde etmek amacıyla inşaat, konut, plaza, alış veriş merkezi yapılması için kullanılması, yerli tarımsal üretimin azaltılması ve tarım sektörünün dışa bağımlı hale getirilmesinin esas nedeni.

Bu bağlamda Bingöl’de devlete ait Yem-Süt-Besicilik Fabrikasının  ‘hurda’ olarak satışa çıkarılmış olması, ülke tarımının ve Bölge istihdamının ranta dayalı sermaye birikim modeline nasıl kurban edildiğinin en son örneklerinden biridir. (8)

Dolar avro paritesi ülke aleyhine gelişiyor

İthalat da malum döviz ile yapılıyor ve işin kötü tarafı son zamanlarda avro dolar karşısında değer kaybettiğinden ve ülkenin ithalatı ağırlıklı olarak dolar, ihracatı ise ağırlıklı olarak avro cinsinden para birimi ile yapıldığından, paritedeki dolar lehine olan bu gelişmeden ülkenin önemli bir kaybı söz konusu. Öyle ki Türkiye İhracatçılar Meclisi (9) bu zararın toplamda yıllık olarak 7 milyar doları bulabileceğini hesaplıyor.

Döviz kuru neden fırladı?

O halde dünyada gıda fiyatları düşerken, bizde TÜİK’in yukarıdaki verilerinin de gösterdiği gibi düşmemesinin aksine, artmaya devam etmesinin nedeni olan döviz kurundaki bu hızlı artışın sorumlusu kimler ya da hangi politikalar?

Bu sorunun yanıtı da belli artık: Zamansız faiz indirimlerinde ısrar edilmeye başlandığı günden bu yana hem enflasyon hem de döviz kuru fırladı. Örneğin geçen yılın Aralık ayında MB politika faizi faiz oranlarının yüzde 14’e düşürülmesinden bu yana, hem enflasyondaki hem de kurdaki hızlı artışın ilk elden nedeninin faiz oranlarını düşürerek reel faiz oranlarını enflasyonun çok altında belirlemek olduğunu görmek gerekiyor.

Aynı gemide değiliz!

Son faiz indiriminin de (likidite bollaşmasıyla birlikte), seçime gidilirken sanal bir canlanma yaratması, inşaat sektörünün içinde bulunduğu zorlukları aşmaya yardımcı olması bekleniyor. Ancak bunun mevcut özel ve devlet borcu stoklarını artıracağı, enflasyonu ve kuru daha da yükselteceği, KKM ödemelerini artırarak Hazine’yi daha da zora sokacağı, yoksuldan zengine doğru haksız bir gelir transferine neden olması yüzünden gelir adaletsizliğini daha da artıracağı ve halkı daha da yoksullaştırıp borca sürükleyeceği de unutulmamalı.

Kısaca atılan her adımın farklı sınıfsal etkileri var. Sermaye sınıfını ve inşaatçıları rahatlatmaya dönük önlemler halkın durumunun daha da kötüleşmesiyle sonuçlanıyor. Bu yüzden de “aynı gemideyiz” sözleri gerçeği yansıtmıyor.

Pahalı gıda, inşaatı, ihracatı ve turizmi teşvikin bedeli mi?

Benzer bir durum ihracat ve turizm gibi döviz kazandırıcı sektörler için de geçerli. Kur düşük tutulunca ihracatın artması (esnekliklere bağlı olarak) söz konusu olabilir ama bu ‘fakirleştirici’ bir büyümedir. Yani ekonomi ihracat artışından ötürü büyürken, başta işçilerimiz olmak üzere, emekçi halklarımız reel olarak ücretleri ve gelirleri azaldığından ve daha yüksek enflasyonla karşılaştıklarından giderek daha da yoksullaşırlar.

Nitekim savaştan bu yana Rusya’ya olan ihracatın bu yılın Mayıs-Haziran aylarında yüzde 46 artarak 2 milyar doların üzerine çıktığı, sadece Temmuz ayındaki artışın yıllık yüzde 75 olduğu (730 milyon dolara yükseldiği) görülüyor. (10)

Rusya’nın Türkiye için hala çok küçük bir pazar, buna karşılık Türkiye’nin Rusya için önemli bir pazar olduğu, yani yapılan ticaretten asıl Rusya’nın kazanım elde ettiği gerçeği bir yana, ihracattaki bu artıştan bu ürünlerin üretimini ve dağıtımını yapan emekçilerin ihracatçı şirketler kadar gelir sağladığı ileri sürülebilir mi?

İşin aslı, bu işçiler açlık sınırındaki asgari ücretlerle (mülteci emekçilerin durumu çok daha vahim) ve ağır ve sıkı çalıştırılarak ihracata dönük üretimi gerçekleştiriyorlar.

Tatil yapamayacak kadar yoksullaştık

Turizme gelince, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na göre, ülkeye bu yılın 7 ayında gelen turist sayısı 26,2 milyon oldu. Sadece Temmuz’daki sayı 6,7 milyonu buluyor. Bu ay gelen yabancı turist sayısında yüzde 53 oranında bir artış var.(11)

TCMB Ödemeler Dengesi verilerine göre, bu yılın ilk 6 ayında ülkeye giren turistten elde edilen döviz geliri 11,9 milyar dolar, buna karşılık yurt dışına giden yerlilerin dışarıda harcadıkları döviz 2,7 milyar dolar oldu. Yani net dış turizm geliri bu ilk 6 ayda 9,2 milyar dolar olarak gerçekleşti. Böylece gelen turist gelirinde geçen yılın aynı dönemine göre 1,6 kat ve giden dövizde yüzde 4,7 kat bir artış söz konusu. Buna karşılık, ilk 6 aydaki dış ticaret açığının 56,8 milyar dolar olduğu hesaba katılırsa, turizm gelirlerinin bu açığın sadece yüzde 16’sını karşılayabilecek bir durumda olduğu da ortaya çıkıyor. (12)

Ucuz TL’nin, Türkiye’nin alışveriş turizminde de öne çıkmasına yol açtığı açık. Nitekim Covid-19 salgını öncesi yıl olan 2019’da 1,6 milyon turist sadece alışveriş için Türkiye’yi tercih ederken, 2022 yılının yalnızca ilk yarısında bu rakam 1,2 milyona çıkarak tüm zamanların ilk yarı rekorunu kırdı. (13)  

Nitekim TV’lerde neredeyse her akşam Bulgaristan’dan ülkeye giriş yapan Bulgar vatandaşlarının nasıl ucuz alışveriş yaptıkları ve marketlerden elleri neredeyse eli boş dönen ülke vatandaşlarının bu durumdan nasıl üzüntü duyduklarına ilişkin haberler ilk sıralarda yer alıyor.

Sonuç olarak

Belli sermaye gruplarının sınıfsal tercihlerini yansıtırken, ekonomiyi doğru yönetememenin de bir sonucu olarak; kontrolden çıkan faiz politikaları başta olmak üzere, izlenen ekonomi politikalarıyla dövizi fırlatıp TL’yi ucuzlatarak ihracatı, turizmi ve inşaatı desteklemenin, seçim sürecinde sahte bir ekonomik canlılık yaratmanın ekonomik ve toplumsal maliyeti çok büyük.

Tarımsal üretim ciddi krize girdi, artan maliyetler yüzünden köylüler üretemez duruma düştüler ve bankalara ağır borçlu konumundalar. Gıda fiyatlarının küresel olarak azalma eğilimine girdiği bir dönemde dahi, halklarımız oldukça pahalı gıda temin etmeye, eksik beslenmeye zorlanıyorlar ve açlıkla sınanmaya başladılar. Ucuz ihracat için işçilerimiz açlık ücretlerinde çalıştırılıyor ve artan maliyetler ve düşen gelirlerimiz yüzünden kendi insanımız artık tatil yapamaz, seyahat edemez duruma düştü.

Tarımda da dışa bağımlılığa son vermemiz ve küresel olanın karşısına ulusal ve yerel olanı koymamız, gıda üretimini hem coğrafi olarak hem de ürün ve tarım teknikleri açısından çeşitlendirmemiz gerekiyor.

Büyük sermaye şirketlerinin ve küresel finansal spekülatörlerin pençesinden kurtulmamız, tamamen farklı yöntemlerle gıda üreten yedekleme sistemleri oluşturmamız ve tarımsal alanda yeni kolektif üretim ve mülkiyet biçimlerini hayat geçirmemiz gerekiyor.

Kısaca köklü değişikliklere gitmemiz lazım. Bunun yolu da,  öncelikli olarak, demokratik, özgürlükçü laik ve sosyal bir cumhuriyeti kurmaktan geçiyor.

Dip notlar:

(1)    TÜİK, Tarım Ürünleri Üretici Fiyat Endeksi, Temmuz 2022, https://www.tuik.gov.tr (15 Ağustos 2022).

(2)    TÜİK, Tüketici Fiyat Endeksi, Temmuz 2022, https://www.tuik.gov.tr (3 Ağustos 2022); DİSK-AR, Dar gelirlinin gıda enflasyonu %140’a yaklaştı!, http://arastirma.disk.org.tr (3 Ağustos 2022).

(3)    TÜİK, Tarımsal Girdi Fiyat Endeksi, Haziran 2022, https://www.tuik.gov.tr (22 Ağustos 2022).

(4)    https://www.fao.org/worldfoodsituation/foodpricesindex/en (25 Ağustos 2022).

(5)    https://www.economist.com/finance-and-economics/against-expectations-global-food-prices-have-tumbled (22 August 2022).

(6)    https://www.fao.org/worldfoodsituation/foodpricesindex/en (25 Ağustos 2022).

(7)    https://www.monbiot.com/contagious-collapse ( 20 May 2022).

(8)    https://artigercek.com/haberler/yaklasik-100-kisinin-calistigi-devlete-ait-fabrika-hurda-olarak-satilip-yikilacak (25 Ağustos 2022).

(9)    https://www.dunya.com/ekonomi/paritenin-ihracatciya-negatif-etkisi-7-milyar-dolari-buldu-haberi (25 Ağustos 2022).

(10)                 Surge in Turkish exports to Russia raises western fears of closer ties, https://www.ft.com 16 August 2022).

(11)                 Ocak-Temmuz 2022 Turizm İstatistikleri, https://www.ktb.gov.tr (25 Ağustos 2022).

(12)                 TCMB, Ödemeler Dengesi İstatistikleri, Haziran 2022, Tablo 8 ve 9, https://www.tcmb.gov.tr (25 Ağustos 2022).

(13)                 https://www.dunya.com/ekonomi/ucuz-tl-12-milyon-turisti-alisverise-cekti-haberi (24 Ağustos 2022).

 

 

 

24 Ağustos 2022 Çarşamba

‘Kur Garantili Milli Para’ ve Hakikat Ötesi Siyaset

 

‘Kur Garantili Milli Para’ ve Hakikat Ötesi Siyaset

Mustafa Durmuş

24 Ağustos 2022

Kur Korumalı Mevduat (KKM) için Hazine’den yapılan ödemelerin giderek bir kara deliğe dönüşmesi geçtiğimiz hafta üzerinde en çok konuşulan konuların başında geliyordu.

İktidara, toplamda 1,1 trilyon TL’yi bulan (toplam vadeli mevduatların dörtte birine yakın) bu mevduatların aslında; “çok küçük bir seçkin azınlığa ciddi bir servet transferinin yapılmasının aracı olduğu”, “çok ciddi bir geri ödeme sorununa ve kamu zararına neden olacağı” yönünde ağır eleştiriler yapılıyor.

İktidarın bu uygulamaya dönük savunması ise çok da ikna edici olmayan  “bu yapılmasaydı dolar kuru 25-30 TL’yi bulurdu” nun ötesine geçti. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan aşağıdaki sözlerle bu uygulamayı ‘Kur Garantili Milli Para’ya geçiş olarak savundu:

“Kur garantili milli paradan bahsediyoruz ama bunu hazmedemiyorlar. İktisatçıların bazıları bu gerçekleri bildikleri halde sahiplerine yaranmak için programımızı kötülerken, bir kısmı cehaletleri sebebiyle bize kör düşmanlık yapıyor. Ellerinde sadece çekiç olduğu için her şeyi çivi gibi görenler misali, bildikleri tek ekonomi teorisiyle Türkiye'yi değerlendirenleri kendi kısır dünyaları ile baş başa bırakıyoruz.” (1)

Çözümlememize verilerden başlayalım.

KKM’ nin getirdiği yük ağırlaşıyor!

Hazine tarafından TL cinsi mevduattan Kur Korumalı Mevduata geçenlere yapılan ödemeler ilk kez bu yılın Mart ayında 11,7 milyar TL ile başladı. Nisan’da bu rakam 4,6 milyar TL’ye, Mayıs’ta 4,8 milyar TL’ye, Haziran’da 16,1 milyar TL’ye ve (şimdi sıkı durun) Temmuz’da 23,4 milyar TL’ye fırladı.

Böylece beş aylık toplam ödeme 60,6 milyar TL oldu (bunun bir de vergi teşviki/kaybı boyutu var. Bu beş ayda bunun yol açtığı vergi kaybı 10 milyar TL civarında). Oysa hatırlayalım Ek Bütçe Kanunu ile bu yılın tamamında KKM için sadece 40 milyar TL’lik bir kaynak ayrılmıştı.

Kur Korumalı Mevduat ile ilgili ödemelerin bir de Hazine dışında Merkez Bankası ayağı var. Yukarıdaki tutar yalnızca KKM hesabına doğrudan TL yatırarak katılanlara Hazine’den (Bütçeden) yapılan ödemeyi gösteriyor. Sahip olduğu döviz tevdiat hesabını TL’ye çevirmek suretiyle KKM’ ye katılanlara ise ödemeyi (kur farkı üzerinden) Merkez Bankası (MB) yapıyor. Ancak Banka bu konuda ne kadar ödeme yapıldığını açıklamıyor. Yani Hazine’nin üstlendiği kadar (belki daha da fazla) MB’nin de üstlendiği bir yük/kamu zararı söz konusu.

Gazeteci A. Yıldırım bundan böyle aylık KKM yükünün ortalama 20 milyar TL civarında olacağını ve böyle giderse Hazine ve Merkez Bankası’ndan yapılacak ödemelerin bu yılsonu itibariyle 320 milyar TL’yi bulabileceğini öngörüyor. (2) Bu rakamın kur daha da yükseldiğinde 400 milyar TL’ye yaklaşabileceğini ileri sürenler de var.

Beş ayda bütçe açığı kadar KKM ödemesi

Şimdi bir ara değerlendirme yapalım. Öncelikle, Temmuz ayı bütçe açığının 64 milyar TL olduğu dikkate alındığında, eğer KKM için yapılan toplamda yaklaşık 61 milyar TL’yi bulan bu ödemeler yapılmasaydı böyle bir açık verilmeyecekti ya da bu açık çok minimal düzeyde kalacaktı. Bu da Hazine’nin borçlanma gereğini azaltacaktı (Hazine bu yılın sadece Temmuz ayında 69,2 milyar TL’lik iç borçlanma yaptı).

Toplanan her 100 liralık verginin 14 lirası KKM sahipleri için harcanıyor

Keza KKM için sadece Temmuz ayında yapılan ödemenin 23,4 milyar TL, buna karşılık bu ayki vergi gelirlerinin 169 milyar TL olduğu (3) hesaba katıldığında, toplanan her 100 TL’lik vergi gelirinin 14 TL’sinin bu tür hesap sahibi az sayıda zengine yapılan ödemeler için kullanıldığı ortaya çıkıyor. Bu vergilerin ise KDV ve ÖTV biçiminde asıl olarak halktan toplandığı biliniyor. Kısaca “zenginin sırtı yoksuldan daha fazla vergi toplanarak sıvazlanıyor”! 

Bu yılki vergi indirimi, istisnası, muafiyeti biçiminde (vergi harcaması adı altında), asıl olarak da sermaye kesiminden alınmasından vazgeçilen vergilerin tutarının 336 milyar TL olduğu da dikkate alındığında, siyasal iktidarın sadece yanlış faiz politikalarına mahkûm edilen para politikasıyla değil, aynı zamanda sermaye yanlısı transfer harcamaları ve sermayeden alınmayan vergilerden oluşan maliye politikasıyla da bu düzeni sürdürmeye kararlı olduğu anlaşılıyor.

Devlete mali kriz, sermayedara ucuz kredi, halka temerrüt

Daha da vahimi, KKM’ler birçok iktisatçı tarafından “pimi çekilmiş bir bombaya” benzetiliyor. Kamu harcamaları hızla artarken (faiz dışı fazladaki Temmuz ayındaki yıllık artık yüzde 113’ü aşıyor) ve sadece Temmuz ayında bütçe açığı 64 milyar TL’ye ulaşırken, bir de vergi gelirlerindeki genelde tahsilat/tahakkuk oranının yüzde 69,2’ye, Dâhilde Alınan KDV’de ise yüzde 31, 2’ye kadar düşmesi (4) bir ‘devlet mali krizi’ işareti olarak da değerlendirilmeli.

İktidarın kredi politikası da aynı amaca hizmet ediyor. Çünkü hem Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) hem de Merkez Bankası döviz mevduatından KKM’ ye dönüşü teşvik edici uygulamaları devreye alırken yeni bir uygulamayı da başlattılar.

Buna göre, şirketlerin döviz mevduatını KKM’ ye çevirmesi durumunda bunu teminat kabul eden kamu bankaları yüzde 14, özel bankalarsa yüzde 17-18 arasında faizlerle ticari kredi vermeye başladılar (normalde ticari kredilerin faizleri yüzde 22-23 civarında iken). Bu durum da bankalar arası döviz mevduatı geçişini hızlandırdı. (5)

Seçime endeksli kredi politikası

Ayrıca birkaç gün önce  ‘Zorunlu Karşılıklar Hakkında Tebliğ’de yapılan değişiklik (6) ile TCMB’nin bankalara uyguladığı zorunlu karşılık oranı yüzde 0’a düşürüldü. Ancak bankaların verecekleri yeni kredilerde faiz oranlarına getirilen katsayıya bağlı olarak menkul kıymet satın almaları şartı getirildi. Örneğin yıllık faizi yüzde 22,85’i aşan krediler için kredi tutarının yüzde 20’si, yüzde 29,38’i aşan krediler için kredi tutarının yüzde 90’ı kadar menkul kıymet (DİBS) tahsis edilecek.

Bu değişiklikle bir yandan kredi büyüme hızına sınırlama getirilirken, diğer yandan politika faizi ile piyasadaki ticari kredi faizleri arasındaki açıklık daraltılmak isteniyor. Böylece seçim sürecinde piyasalarda likidite bollaşması ve ekonomide bir canlılığın yaratılması amaçlanıyor.

Öte yandan, ihtiyaç kredisi faizlerinin yüzde 24-39 arasında değiştiği, bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borcunu ödeyememiş kişi sayısının Mayıs ayında 4 milyonu aştığı ve ödenemeyen banka borcunun 30,5 milyar TL’ye ulaştığı bir anda (7), kredi mekanizmasının devlet eliyle asıl olarak sermayedarlar için kullanıldığı çok açık.

Bir başka ülkenin parasına endekslenen bir para nasıl “milli” olabilir?

Hakikatler bunlar iken, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gelişmeleri “milli paranın yaratılması” olarak değerlendiriyor. Ancak değeri bir başka ulusal para tarafından (özellikle de ABD doları gibi emperyalist bir ülkenin parası tarafından) belirlenen bir paranın yerli ve milli olarak değerlendirilebilmesi mümkün müdür?

Bir ulus devletin en başta gelen özelliği kendi ulusal parasına sahip olmasıdır. Eğer bu para bir başka paraya çıpalanmışsa, yani değeri arka plandaki bir başka para tarafından belirleniyorsa böyle bir paranın milli bir para olarak addedilmesi ne kadar doğru olur?

Bugün ülkede yaşanan durum tam da bu soruları sorduracak bir durum. Çünkü bir süredir izlenmekte olan yanlış faiz politikasının sonucunda TL’nin değerindeki daha fazla düşüşleri önleyebilmek için şimdilik 1 trilyon TL’yi aşan TL cinsinden mevduat, ABD dolarına endeksli bir biçimde ‘Kur Korumalı Mevduat’ olarak adı altında uygulanıyor.

Oksimoron bir tanım

Böyle bir uygulamayı “Kur Garantili Milli Para” olarak tanımlamak onun bir başka paraya bağımlı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Kaldı ki tanımlamanın kendisi oksimoron bir tanımlama. Yani nitelikleri gereği bir araya gelemeyecek olan iki şeyi bir araya getirme çabasını içeriyor.

Bu noktada Erdoğan’ın yaptığı gibi,  “elimizdeki çekiç olduğu için her şeyi çivi gibi görenler misali, bildiğimiz tek ekonomi teorisiyle Türkiye'yi değerlendirmek” gibi bir eleştiriye tabi tutulabiliriz.

Doğrusu bu ifadenin kullanıldığı bağlam da son derece ilginçtir. Zira deyimin aslı tam olarak: ”Elinde çekiçten başka aracı olmayanlar, diğerlerini çivi gibi görürler ve onların başlarını ezmeye çalışırlar” biçimindedir. Bu deyime daha ziyade dünyadaki kutuplaştırıcı, ötekileştirici politikalar izleyen sağcı otoriter rejimleri ve liderlerini tanımlayabilmek için başvuruluyor. İlginç bir biçimde bizde bu deyim tersine çevrilip “iş bilmeyen” (!) iktisatçıları anlatmak için kullanılıyor.

Tek bir teoriye takılı kalmak doğru değil ancak…

Diğer yandan “tek bir teoriye başvurma” eleştirisinde bir haklılık olabilir. Çünkü hiçbir konuda olduğu gibi, enflasyon ve faiz gibi konularda da, hele ki ana akım iktisat teorilerinin iflas ettiği günümüzde,  tek bir teoriye bağlı kalmamak gerekiyor.

Yani bazı ana akım iktisatçıların ileri sürdüğü gibi, ekonomide evrensel kuralların olduğu, bu nedenle de politikacıların bunları harfiyen yerine getirmesi gerektiği düşüncesi tam olarak doğru değil. Çünkü ekonominin bazı genel geçer kanunları ya da kuralları olsa da, iktisat bilimi sabit kuralları olan bir bilim değildir. İşin gerçeği (fen bilimlerinin aksine), iktisat bir sosyal bilim olduğu için,  her yerde her zaman geçerli kanunları ya da kuralları mevcut değil. Örneğin ‘arz talep kanunu’ menkul kıymet borsaları ve altın, döviz ve petrol piyasalarındaki iniş çıkışları açıklamakta yetersiz kalır.

Özgün sorunlar özgün politikaları çağırır

Değişen dünya, değişen iktisadi koşullar ve ekonomilerin özgünlükleri farklı politikaları gerektirebilir. Bu anlamda daha düşük faiz oranlarının enflasyonu düşürmesi fikri mutlaka tuhaf bir yaklaşım olmak zorunda değildir. Nitekim iktisatta, günümüzün ana akım iktisatçılarının çoğu tarafından reddedilen ve enflasyonu işletme maliyetlerini artıran yüksek faiz oranları gibi maliyet itici faktörlerle ilişkilendiren düşünce okulları var. (8)

Kısaca, iktisat biliminin evrensel olmaktan ziyade bağlamsal olduğunun altını çizmek gerekiyor. Ancak Erdoğan’ın “yüksek enflasyonun yüksek faiz oranlarının nedeni değil, sonucu olduğu” konusundaki ısrarının böyle bir bağlamsallıktan kaynaklandığını ileri sürmek zor. Türkiye'nin çok sayıda makroekonomik dengesizliğinin olduğu göz önüne alındığında bu tezin geçerliliği şüphe götürür. Özellikle de MB politika faizinin düşürülmesine rağmen, piyasa faiz oranlarının yükselmeye devam etmesi bu tezi çürütüyor, düşürülmüş politika faizi oranının üretim maliyetlerini azaltacağı yönündeki savunuyu baltalıyor. Sonuç olarak geleneksel faiz politikasından sapan deneyler çok maliyetli olabiliyor. (9)

Özetle, “faiz sebep enflasyon sonuç” yaklaşımının ülke ekonomisini kısa bir zaman aralığında dahi büyük bir ekonomik yıkımın eşiğine getirmiş olması yukarıdaki sözlerin sahibi olan Rodrik’i haklı çıkartıyor.

Ortodoks ve heterodoks politikalar arasında sıkışıp kalmak

Bu nedenle de yapılacak en doğru iş geleneksel (ortodoks)  ve geleneksel olmayan (hetorodoks) teoriler arasında sıkışık kalmaktan kurtulup, yüksek enflasyona yol açan nedenleri bilimsel olarak ortaya koymaktır.  Bunun için de egemen sınıfların çıkarlarını yansıtan, dolayısıyla da bilimsel olmaktan ziyade ideolojik olan yaklaşımlardan kaçınıp bilimsel teorilere veya bakış açılarına yönelmek gerekiyor.

Bu bağlamda, emekçi halkların çıkarlarını savunan bir perspektifimiz ve buna uygun paradigmamız mevcut olmadığı sürece, enflasyon sorununu emekten ve halktan yana, aynı zamanda ekonominin bütününün ihtiyaçları açısından çözebilmemiz mümkün değil. Bugün Türkiye’deki iktidar bloku ve ana akım muhalefet partilerinin enflasyon konusunda pratikte geçerli ve kalıcı çözümler üretememelerinin bir nedeni de böyle bir bakış açısından yoksun olmaları.

Yabancı para kullanımı sömürgeci - ilkel sermaye birikiminin bir ürünü

Kur Garantili Milli para konusuna geri dönelim. Para konusu aslında tarihte, özellikle de ilkel sermaye birikimi- sömürgecilik dönemlerinden bu yana son derece önemli olmuş bir konudur. Öyle ki Avrupalı sömürgeci devletler Afrika’yı sömürgeleştirdiklerinde sadece kendi paralarının kullanımını, çalıştırdıkları yerli işçilerin ücretlerinin kendi paraları ile ödenmesini, alış verişlerin sadece kendi paraları ile yapılmasını, hatta vergilerin dahi kendi paraları ile ödenmesini zorunlu kıldılar.

Bu yöntemin, Afrika yerlilerini sadece ücret karşılığında çalıştırarak ücretli emek sömürüsünü yaygınlaştırmak için değil, aynı zamanda sömürgeci kapitalist ilkel birikimin bir başka parçası olan Afrika topluluklarından para kazanmak ve Avrupa mallarının satışı için pazarlar yaratmaya yardımcı olmak, sömürge para birimi için değer yaratmak ve sömürge ekonomisini parasallaştırmak için de uygulandığı biliniyor. Bu anlamda vergi ödeme deneyimi Afrika için yeni bir deneyim değildi. Yeni olan vergilerin Avrupa para birimi cinsinden ödenmesi zorunluluğuydu. (10)

Böyle bir dayatma sömürgeciliğin en belirgin karakterlerinden biridir. Bugün de bir ülkenin toprakları başka bir devlet tarafından işgal edilerek, işgal edilen bu topraklarda işgalci devletin para biriminin kullanılmasının dayatılması böyle bir işgalin sömürgeci karakterini ortaya koyar.

Yeni sömürgecilik döneminde emperyalist kontrol farklı biçimde yapılıyor

Yeni sömürgecilik döneminde ise bir emperyalist devletin parasının siyasal olarak bağımsızlığına kavuşmuş ülkelerde kullanılması (fiili işgal gibi haller dışında) genelde görülen bir uygulama değildir. Bugün yapılan, dolaylı bir biçimde, ulusal paranın emperyalist paraya bağımlı kılınmasıdır.

Böylece arka planda ulusal paranın değeri, satın alma gücü dolar ve avro gibi emperyalist para birimlerince belirlenmesine rağmen, yüzeyde bağımsız bir milli para varmış gibi bir görüntü söz konusu olabilmektedir. Bugün TL’nin geldiği durum bundan farklı bir durum değildir.  Emperyalist ABD dolarına endekslenmiş bir biçimde varlığını sürdürürken, KKM gibi uygulamalar bu konumunu daha da güçlendirmektedir.

Hakikat ve yaratılan algı birbirinden farklı

“Hakikat böyle iken mesele nasıl farklı bir biçimde sunulabilmekte ve halkın en azından bir bölümü buna inanabilmektedir?”

Bu sorunun yanıtını verebilmek için, özellikle de 2008 küresel finansal krizinden sonra, neo-liberalizmin iflası ile birlikte dünya kapitalizminin son 14 yıldır içinde bulunduğu duruma kısaca bir göz atmak gerekiyor.

2008 küresel krizinin ardından hayata geçirilen trilyonlarca dolarlık miktarsal kolaylaştırma programları ve faiz oranlarının sıfıra kadar çekilmesi sonucunda bollaşan likidite de kapitalizmin sistemik sorunlarına çare olamadığı gibi, tarihte görülmemiş borç stoklarının birikmesine de neden oldu. Ekonomik büyüme de istikrar sağlanamadığı, dolayısıyla da kâr oranları istikrarlı bir biçimde büyütülemediği gibi, ekonomiler Covid-19 salgınıyla birlikte ciddi bir resesyona girdiler.

Bu yılın başlarında Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş ise dünyayı, bu durgunluğun yanı sıra, son 40 yılın en yüksek enflasyonu ile karşı karşıya bıraktı. Ekonomiler stagflasyona (enflasyon ve durgunluğun bir arada görüldüğü durum) doğru sürüklenirken, emekçi halkların yoksulluğu giderek derin bir yoksulluğa dönüşmeye başladı.

Neo-liberalizmin bağrında yeşeren bir neo-otoriterlik

Ekonomi alanında bunlar yaşanırken dünyada kutuplaşmayı artırıcı gelişmeler ortaya çıktı, NATO, sadece Rusya’yı değil, Çin’i de kuşatacak şekilde hamleler yapmaya başladı. İç siyasette ise bu son 14 yılda, liberal demokrasilerin iyice zayıfladığı dünyanın birçok yerinde aşırı sağcı popülist otoriter liderlerin işbaşına geldiği rejim değişiklikleri yaşandı. Kuşkusuz Şili, Kolombiya (ve muhtemelen yakında Brezilya’da), halktan yana yönetimler de iş başına geldi. Ancak bu durum genel gidişatı değiştirmedi. Öyle ki önümüzdeki seçimlerde İtalya’da aşırı sağcı bir yönetimin iş başına gelmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu da aslında neo-liberalizmin kolayca neo-faşizmi doğurabileceğini gösteriyor.

“Gücün İntikamı: Otokratlar 21’nci yüzyıl için siyaseti nasıl yeniden keşfediyor?”  adlı kitabında (11) M. Naim son 14 yılda ortaya çıkan böyle aşırı sağcı-otoriter rejimlerin siyasal olarak bazı önemli özelliklerine şu sözcüklerle dikkat çekiyor: Apolitikleştirme, Popülizm, Kutuplaştırma ve Hakikat Ötesi Siyaset.

Yazar kitabında bu gelişmenin açıkça tespit edilmesinin çok zor olduğunun çünkü bu yeni otokratların kendilerini önce ‘demokrat’ olarak sunduklarının, ardından da çok sinsi bir biçimde iktidarı tekellerine alarak despotik rejimler kurduklarının altını çiziyor.

Apolitikleştirme ve kutuplaştırma: Otoriter siyasetin alet çantası

Apolitikleştirme kitlelerde, “hiçbir şeyin artık işe yaramadığı, her şeyin daha da kötüye gitmekte olduğu” fikrinin yaygınlaştırılması anlamına geliyor. Sonuçta bir politik nihilizm duygusu (her türden siyaset çok kötüdür biçiminde), her yeri kaplıyor ve toplumun giderek ortak paydası haline geliyor. Böylece, başarısız, yoz, çürümüş sağ ya da sol liberal siyasetçiler yıpranmamış, otokratik, güçlü aşırı sağcı liderlere yer açıyor. Kitlelerle bu tür liderler arasında güçlü bir bağ kurulmaya başlıyor.

Bu tür otokratik sağcı popülist liderler kutuplaştırmayı, toplumu bölmek için adeta bir alet çantası gibi kullanıyor. Yani bu yöntem eskinin ‘böl ve yönet’ politikasının çağdaş biçimi halini alıyor. Bu gerçekleştiğinde, “bizler ve onlar”, “dostlar ve düşmanlar”, “iyiler ve kötüler” gibi ayrıştırmaya dayalı kutuplaştırma sağcı otoriter liderlerin uzun yıllar iktidarlarını sürdürme aracı oluyor.

Hakikat Ötesi Siyaset

Bu noktada kullanılan bir diğer araç ‘Hakikat Ötesi Siyaset’ denilen ve siyaset kurumu ve yandaş medya aracılığıyla sistemli bir biçimde yürütülen bir gerçeği saptırma söylemi ve eylemi.

Böyle bir siyaset altında iktidarın işine gelmeyen hakikatler ters yüz edilerek tam tersine anlamlar yüklenmiş bir biçimde topluma servis ediliyor. Bu bir zamanlar Hitler’in kurdurmuş olduğu propaganda bakanlığının da işlevini aşan bir olgu.

Hakikat ötesi siyaset toplumun bir soruna gerçekçi, bilimsel yaklaşımlarla bakma kapasitesini baltalamanın en önemli yolu olarak işlev görüyor. Çünkü nesnel gerçeklerin etkisini asgariye indirirken, duygular ve inançların etkisini artırıyor. Böylece toplum hakikatlerden kopartılmış bir duygu ve inanç dünyasının içine sürükleniyor. Toplumun giderek daha büyük bir bölümü, adeta sihirli bir iksir içirilmiş gibi, gerçekleri görmezden gelmeye başlıyor, hatta bariz yalanları isteyerek kabul etmeye hazır hale geliyor.

Hakikat ötesi siyaset yapan siyasetçiler bir tür simyacılık yapıyorlar, kitleleri etkileyebilmek için doğru olmadığını bildikleri saçma sapan şeyleri kasıtlı olarak, doğruymuş gibi söylüyorlar. Yalanları açığa çıktığında ise pişkin bir biçimde inkâr edebiliyorlar. Halkın hoşuna gideceğini düşündükleri zekice espriler yapmaktan kaçınmıyor, kasıtlı bir biçimde her şeyi abartıyor ve övünmeyi çok seviyorlar. Halkın dikkatini çekebilmek için sıkça blöf yapıyorlar.

‘Zehirli bir çağdaş politik vodvil’

Siyaset bilimci J. Keane, hakikat ötesi siyaseti, “çok renkli bir paltoya bürünmüş kavgacı bir siyaset türü, yalan, saçmalık, ahmaklık ve sessizlikten oluşan 20’nci yüzyılın başlarındaki vodvil performanslarının güncellenmiş, son teknoloji ürünü bir politik eşdeğeri, yeni tür vodvil” olarak değerlendiriyor.

Ona göre, eski moda vodvilde güçlü adamlar ve şarkıcılar, dansçılar ve davulcular, ozanlar ve sihirbazlar, akrobatlar ve sporcular, komedyenler ve sirk hayvanları vardı. Bu bir gösteriydi. Hakikat ötesi siyaset de aynı şekilde, narsist ve agresif kişiliklerin milyonlarca insanı eğlendirirken, onların eleştirellik ve yargılama kapasitelerini yok etmek, onları kalıcı bir şekilde boyun eğmeye zorlamak için kurgulanmış belli merkezlerden yönetilen kamusal bir gösteridir, örgütlü bir manipülasyondur. Hakikat ötesi siyaset başarılı olduğunda kurbanlar artık kendi yargılarına güvenmezler. Manipülatörün taktiklerini benimserler, bağımsız sorgulama yeteneklerini bütünüyle yitirirler, otoriter muktedire tam bir teslim oluş hali sergilerler.(12)

Fetiş haline getirilen teflon karakterli otoriter liderler

Bilinçsiz kitleleri hakikat ötesi siyasete inandırma konusunda liderlerin yeteneği ve yandaş medyanın becerisi kadar kitlelerin buna nasıl ikna oldukları hususu da önemli. İşte bu noktada meta fetişizmi benzeri bir fetişizm devreye giriyor ve söz konusu lider adeta fetiş, mantıksızca vazgeçilemez bir takıntı haline getiriliyor.

Aşırı sağcı, otoriter popülist liderler Marx’ın ‘meta fetişizmi’ni açıklarken bahsettiği anlamda fetişleştirilirler. Zira meta, fiziki emek ve duyusal insan faaliyetinin yarattığı,  ancak toplumsal ve tarihsel temelinden bağımsız bir yarı-tanrı haline gelen bir şeydir. Mübadele ve kâr toplumunda meta, Marx’ın ‘duyular üstü’ ve ‘toplumlar üstü nesnellik’ dediği şeyi üstlenir. Bu sayede, metanın kendisi bir nesne iken bile, bir öznenin özelliklerini alır. Kısaca, bir tersine çevirme işi yürürlüğe girer: Nesne (meta, pazar, fiyat) özne olurken, özne (insan, emek vb.) nesneye dönüşür. Böyle bir lider, en azından destekçilerinin gözünde, neredeyse toplum üstü bir nesnellik edinir, bu durum onu toplumsal yaşamın karmaşasının ötesinde bir yere taşır. Öyle ki sadakat ve ihanetten ahlaka, yozlaşmaya, iyi ve kötüye, kısaca hemen her konuda hüküm verebilen tek kişi haline gelir. Böyle liderler ayrıca toplumun gözünde, üzerine hiçbir olumsuzluğun, kötülüğün yapışıp kalmadığı teflon karakterlerdir. (13)

A. Mallick her ne kadar bu tanımlamayı Pakistan toplumunun bir kesimi açısından fetiş haline gelmiş olan politikacı Imran Khan için yapıyor olsa da, bu tanımlama, benzer özelliklere sahip, otoriter, sağcı popülist siyasal İslamcı diğer politik karakterler için de geçerlidir.

Sonuç olarak

Neo-liberalizmin neo-otoriterlik ve neo-faşizm ile el ele yürüdüğü, ciddi ekonomik, sosyal ve ekolojik krizlerin yaşandığı, yüksek enflasyon,  hayat pahalılığı ve derin yoksulluğun emekçi kitlelerin hayatını zehir ettiği böyle bir dönemde dahi; ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı bir dile sahip, hakikat ötesi siyaseti temel siyaset biçimi olarak benimsemiş, gerektiğinde kılıktan kılığa bürünebilen, toplumun belli bir kesimi tarafından fetiş haline getirilmiş liderlere ve onların iktidarlarına olan kitle desteğindeki azalma beklenenden çok daha yavaş gerçekleşiyor.

Bunun birçok nedeni olabilir. Ama asıl nedeni (demokratik muhalefetin henüz kitleleri yanına alabilecek bir program ve paradigma ile sahneye çıkamamış olmasının yanı sıra), böyle fetiş haline getirilmiş olan politik figürlerin arkalarındaki devlet aygıtı, sermaye ve yaygın ve güçlü yandaş medya ağı sayesinde, hala hakikati yalana, yalanı hakikate dönüştürebilmeleri ve en azından kendi kitlelerinin önemli bir kısmını bu konuda ikna edebilmeleridir.

Bu yüzden de, sadece yüksek enflasyon, işsizlik ve yoksulluk gibi ciddi ekonomik sıkıntıların varlığı ve bunun teşhir edilmesi böyle otoriter liderleri ve iktidarları devirmeye ve hakikat ötesi siyaseti ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.

Bu yönde bir ekonomik mücadelenin yanı sıra, barış ve demokrasi mücadelesinin ve kuşkusuz hakikat ötesi siyaseti etkisiz hale getirecek ve hakikatleri ortaya koyabilecek bir ideolojik mücadelenin kesintisiz olarak sürdürülmesi gerekir.

Dip notlar:

(1)    https://www.bloomberght.com/erdogan-kur-garantili-milli-parayi-hazmedemiyorlar (15 Ağustos 2022).

(2)    https://www.haberturk.com/yazarlar/abdurrahman-yildirim-1018/3512599-butcede-acilma-zamani (16 Ağustos 2022).

(3)    https://www.hmb.gov.tr/duyuru/2022-temmuz-merkezi-yonetim-butce-gerceklesmeleri-raporu (15 Ağustos 2022).

(4)    https://www.dunya.com/ekonomi/genel-butce-gelirlerinde-tahsilat-orani-dusuyor-haberi (9 Ağustos 2022).

(5)    https://www.dunya.com/finans/haberler/kkm-teminatli-ticari-kredi-donemi-haberi (18 Ağustos 2022).

(6)    TCMB, Zorunlu karşılıklar hakkında tebliğ (Sayı: 2013/15)’de değişiklik yapılmasına dair tebliğ (Sayı: 2022/24), https://www.resmigazete.gov.tr (20 Ağustos 2022).

(7)    https://www.cumhuriyet.com.tr/amp/ekonomi/bireysel-iflas-dalgasi-geliyor-yurttasin-odeyemedigi-banka-borcu-305-milyar-liraya-ulasti (15 Temmuz 2022).

(8)    J.  Bullard,  Seven Faces of “The Peril”, Federal Reserve Bank of St. Louis, Review (September 2010), s.339-352; J.  Cochrane, “Do Higher Interest Rates Raise or Lower Inflation?”, Hoover Institution, https://bfi.uchicago.edu/wp-content/uploads/fisher, 2016;  Stephen D. Williamson, “Neo-Fisherism: A Radical Idea, or the Most Obvious Solution to the Low-Inflation Problem?”,   https://www.stlouisfed.org (5 July 2016).

(9)    https://www.project-syndicate.org/commentary/correct-policies-to-fight-inflation-depend-on-context-by-dani-rodrik-2022-01(11 January 2022).

(10)                 Mathew Forstater, “Taxation and primitive accumulation: The case of colonial Africa”, The Capitalist State and Its Economy: Democracy in Socialism Research in Political Economy, Volume 22, 51–65 (2005), https://modernmoneynetwork.org (20 Ağustos 2022).

(11)                 Moisés Naim, The Revenge of Power: How Autocrats Are Reinventing Politics for the 21st Century, St. Martin's Press  (February  2022).

(12)                 https://theconversation.com/post-truth-politics-and-why-the-antidote-isnt-simply-fact-checking-and-truth (23 March 2018).

(13)                 https://socialistproject.ca/commodity-fetishism-imran-khan-populism (24 April 2022).