‘Kur
Garantili Milli Para’ ve Hakikat Ötesi Siyaset
Mustafa
Durmuş
24
Ağustos 2022
Kur Korumalı Mevduat (KKM) için Hazine’den
yapılan ödemelerin giderek bir kara deliğe dönüşmesi geçtiğimiz hafta üzerinde
en çok konuşulan konuların başında geliyordu.
İktidara, toplamda 1,1 trilyon TL’yi bulan
(toplam vadeli mevduatların dörtte birine yakın) bu mevduatların aslında; “çok
küçük bir seçkin azınlığa ciddi bir servet transferinin yapılmasının aracı olduğu”,
“çok ciddi bir geri ödeme sorununa ve kamu zararına neden olacağı” yönünde ağır
eleştiriler yapılıyor.
İktidarın bu uygulamaya dönük savunması
ise çok da ikna edici olmayan “bu
yapılmasaydı dolar kuru 25-30 TL’yi bulurdu” nun ötesine geçti. Bizzat Cumhurbaşkanı
Erdoğan aşağıdaki sözlerle bu uygulamayı ‘Kur Garantili Milli Para’ya geçiş
olarak savundu:
“Kur
garantili milli paradan bahsediyoruz ama bunu hazmedemiyorlar. İktisatçıların
bazıları bu gerçekleri bildikleri halde sahiplerine yaranmak için programımızı
kötülerken, bir kısmı cehaletleri sebebiyle bize kör düşmanlık yapıyor.
Ellerinde sadece çekiç olduğu için her şeyi çivi gibi görenler misali,
bildikleri tek ekonomi teorisiyle Türkiye'yi değerlendirenleri kendi kısır
dünyaları ile baş başa bırakıyoruz.” (1)
Çözümlememize verilerden başlayalım.
KKM’
nin getirdiği yük ağırlaşıyor!
Hazine tarafından TL cinsi mevduattan Kur
Korumalı Mevduata geçenlere yapılan ödemeler ilk kez bu yılın Mart ayında 11,7
milyar TL ile başladı. Nisan’da bu rakam 4,6 milyar TL’ye, Mayıs’ta 4,8 milyar
TL’ye, Haziran’da 16,1 milyar TL’ye ve (şimdi sıkı durun) Temmuz’da 23,4 milyar
TL’ye fırladı.
Böylece beş aylık toplam ödeme 60,6 milyar
TL oldu (bunun bir de vergi teşviki/kaybı boyutu var. Bu beş ayda bunun yol
açtığı vergi kaybı 10 milyar TL civarında). Oysa hatırlayalım Ek Bütçe Kanunu
ile bu yılın tamamında KKM için sadece 40 milyar TL’lik bir kaynak ayrılmıştı.
Kur Korumalı Mevduat ile ilgili ödemelerin
bir de Hazine dışında Merkez Bankası ayağı var. Yukarıdaki tutar yalnızca KKM
hesabına doğrudan TL yatırarak katılanlara Hazine’den (Bütçeden) yapılan
ödemeyi gösteriyor. Sahip olduğu döviz tevdiat hesabını TL’ye çevirmek
suretiyle KKM’ ye katılanlara ise ödemeyi (kur farkı üzerinden) Merkez Bankası (MB)
yapıyor. Ancak Banka bu konuda ne kadar ödeme yapıldığını açıklamıyor. Yani
Hazine’nin üstlendiği kadar (belki daha da fazla) MB’nin de üstlendiği bir
yük/kamu zararı söz konusu.
Gazeteci A. Yıldırım bundan böyle aylık
KKM yükünün ortalama 20 milyar TL civarında olacağını ve böyle giderse Hazine
ve Merkez Bankası’ndan yapılacak ödemelerin bu yılsonu itibariyle 320 milyar
TL’yi bulabileceğini öngörüyor. (2) Bu rakamın kur daha da yükseldiğinde 400
milyar TL’ye yaklaşabileceğini ileri sürenler de var.
Beş
ayda bütçe açığı kadar KKM ödemesi
Şimdi bir ara değerlendirme yapalım.
Öncelikle, Temmuz ayı bütçe açığının 64 milyar TL olduğu dikkate alındığında,
eğer KKM için yapılan toplamda yaklaşık 61 milyar TL’yi bulan bu ödemeler
yapılmasaydı böyle bir açık verilmeyecekti ya da bu açık çok minimal düzeyde
kalacaktı. Bu da Hazine’nin borçlanma gereğini azaltacaktı (Hazine bu yılın sadece
Temmuz ayında 69,2 milyar TL’lik iç borçlanma yaptı).
Toplanan
her 100 liralık verginin 14 lirası KKM sahipleri için harcanıyor
Keza KKM için sadece Temmuz ayında yapılan
ödemenin 23,4 milyar TL, buna karşılık bu ayki vergi gelirlerinin 169 milyar TL
olduğu (3) hesaba katıldığında, toplanan her 100 TL’lik vergi gelirinin 14
TL’sinin bu tür hesap sahibi az sayıda zengine yapılan ödemeler için
kullanıldığı ortaya çıkıyor. Bu vergilerin ise KDV ve ÖTV biçiminde asıl olarak
halktan toplandığı biliniyor. Kısaca “zenginin sırtı yoksuldan daha fazla vergi
toplanarak sıvazlanıyor”!
Bu yılki vergi indirimi, istisnası,
muafiyeti biçiminde (vergi harcaması adı altında), asıl olarak da sermaye
kesiminden alınmasından vazgeçilen vergilerin tutarının 336 milyar TL olduğu da
dikkate alındığında, siyasal iktidarın sadece yanlış faiz politikalarına mahkûm
edilen para politikasıyla değil, aynı zamanda sermaye yanlısı transfer
harcamaları ve sermayeden alınmayan vergilerden oluşan maliye politikasıyla da
bu düzeni sürdürmeye kararlı olduğu anlaşılıyor.
Devlete
mali kriz, sermayedara ucuz kredi, halka temerrüt
Daha da vahimi, KKM’ler birçok iktisatçı tarafından
“pimi çekilmiş bir bombaya” benzetiliyor. Kamu harcamaları hızla artarken (faiz
dışı fazladaki Temmuz ayındaki yıllık artık yüzde 113’ü aşıyor) ve sadece Temmuz
ayında bütçe açığı 64 milyar TL’ye ulaşırken, bir de vergi gelirlerindeki
genelde tahsilat/tahakkuk oranının yüzde 69,2’ye, Dâhilde Alınan KDV’de ise
yüzde 31, 2’ye kadar düşmesi (4) bir ‘devlet mali krizi’ işareti olarak da
değerlendirilmeli.
İktidarın kredi politikası da aynı amaca
hizmet ediyor. Çünkü hem Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) hem de
Merkez Bankası döviz mevduatından KKM’ ye dönüşü teşvik edici uygulamaları
devreye alırken yeni bir uygulamayı da başlattılar.
Buna göre, şirketlerin döviz mevduatını
KKM’ ye çevirmesi durumunda bunu teminat kabul eden kamu bankaları yüzde 14,
özel bankalarsa yüzde 17-18 arasında faizlerle ticari kredi vermeye başladılar
(normalde ticari kredilerin faizleri yüzde 22-23 civarında iken). Bu durum da
bankalar arası döviz mevduatı geçişini hızlandırdı. (5)
Seçime
endeksli kredi politikası
Ayrıca birkaç gün önce ‘Zorunlu Karşılıklar Hakkında Tebliğ’de
yapılan değişiklik (6) ile TCMB’nin bankalara uyguladığı zorunlu karşılık oranı
yüzde 0’a düşürüldü. Ancak bankaların verecekleri yeni kredilerde faiz
oranlarına getirilen katsayıya bağlı olarak menkul kıymet satın almaları şartı
getirildi. Örneğin yıllık faizi yüzde 22,85’i aşan krediler için kredi
tutarının yüzde 20’si, yüzde 29,38’i aşan krediler için kredi tutarının yüzde
90’ı kadar menkul kıymet (DİBS) tahsis edilecek.
Bu değişiklikle bir yandan kredi büyüme
hızına sınırlama getirilirken, diğer yandan politika faizi ile piyasadaki
ticari kredi faizleri arasındaki açıklık daraltılmak isteniyor. Böylece seçim
sürecinde piyasalarda likidite bollaşması ve ekonomide bir canlılığın
yaratılması amaçlanıyor.
Öte yandan, ihtiyaç kredisi faizlerinin
yüzde 24-39 arasında değiştiği, bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borcunu
ödeyememiş kişi sayısının Mayıs ayında 4 milyonu aştığı ve ödenemeyen banka
borcunun 30,5 milyar TL’ye ulaştığı bir anda (7), kredi mekanizmasının devlet
eliyle asıl olarak sermayedarlar için kullanıldığı çok açık.
Bir
başka ülkenin parasına endekslenen bir para nasıl “milli” olabilir?
Hakikatler bunlar iken, Cumhurbaşkanı Erdoğan
bu gelişmeleri “milli paranın yaratılması” olarak değerlendiriyor. Ancak değeri
bir başka ulusal para tarafından (özellikle de ABD doları gibi emperyalist bir
ülkenin parası tarafından) belirlenen bir paranın yerli ve milli olarak
değerlendirilebilmesi mümkün müdür?
Bir ulus devletin en başta gelen özelliği
kendi ulusal parasına sahip olmasıdır. Eğer bu para bir başka paraya çıpalanmışsa,
yani değeri arka plandaki bir başka para tarafından belirleniyorsa böyle bir
paranın milli bir para olarak addedilmesi ne kadar doğru olur?
Bugün ülkede yaşanan durum tam da bu soruları
sorduracak bir durum. Çünkü bir süredir izlenmekte olan yanlış faiz
politikasının sonucunda TL’nin değerindeki daha fazla düşüşleri önleyebilmek
için şimdilik 1 trilyon TL’yi aşan TL cinsinden mevduat, ABD dolarına endeksli
bir biçimde ‘Kur Korumalı Mevduat’ olarak adı altında uygulanıyor.
Oksimoron
bir tanım
Böyle bir uygulamayı “Kur Garantili Milli
Para” olarak tanımlamak onun bir başka paraya bağımlı olduğu gerçeğini ortadan
kaldırmaz. Kaldı ki tanımlamanın kendisi oksimoron bir tanımlama. Yani nitelikleri
gereği bir araya gelemeyecek olan iki şeyi bir araya getirme çabasını içeriyor.
Bu noktada Erdoğan’ın yaptığı gibi, “elimizdeki çekiç olduğu için her şeyi çivi
gibi görenler misali, bildiğimiz tek ekonomi teorisiyle Türkiye'yi değerlendirmek”
gibi bir eleştiriye tabi tutulabiliriz.
Doğrusu bu ifadenin kullanıldığı bağlam da
son derece ilginçtir. Zira deyimin aslı tam olarak: ”Elinde çekiçten başka
aracı olmayanlar, diğerlerini çivi gibi görürler ve onların başlarını ezmeye
çalışırlar” biçimindedir. Bu deyime daha ziyade dünyadaki kutuplaştırıcı,
ötekileştirici politikalar izleyen sağcı otoriter rejimleri ve liderlerini tanımlayabilmek
için başvuruluyor. İlginç bir biçimde bizde bu deyim tersine çevrilip “iş
bilmeyen” (!) iktisatçıları anlatmak için kullanılıyor.
Tek
bir teoriye takılı kalmak doğru değil ancak…
Diğer yandan “tek bir teoriye başvurma”
eleştirisinde bir haklılık olabilir. Çünkü hiçbir konuda olduğu gibi, enflasyon
ve faiz gibi konularda da, hele ki ana akım iktisat teorilerinin iflas ettiği
günümüzde, tek bir teoriye bağlı
kalmamak gerekiyor.
Yani bazı ana akım iktisatçıların ileri
sürdüğü gibi, ekonomide evrensel kuralların olduğu, bu nedenle de
politikacıların bunları harfiyen yerine getirmesi gerektiği düşüncesi tam
olarak doğru değil. Çünkü ekonominin bazı genel geçer kanunları ya da kuralları
olsa da, iktisat bilimi sabit kuralları olan bir bilim değildir. İşin gerçeği (fen
bilimlerinin aksine), iktisat bir sosyal bilim olduğu için, her yerde her zaman geçerli kanunları ya da kuralları
mevcut değil. Örneğin ‘arz talep kanunu’ menkul kıymet borsaları ve altın,
döviz ve petrol piyasalarındaki iniş çıkışları açıklamakta yetersiz kalır.
Özgün
sorunlar özgün politikaları çağırır
Değişen dünya, değişen iktisadi koşullar
ve ekonomilerin özgünlükleri farklı politikaları gerektirebilir. Bu anlamda daha
düşük faiz oranlarının enflasyonu düşürmesi fikri mutlaka tuhaf bir yaklaşım
olmak zorunda değildir. Nitekim iktisatta, günümüzün ana akım iktisatçılarının
çoğu tarafından reddedilen ve enflasyonu işletme maliyetlerini artıran yüksek
faiz oranları gibi maliyet itici faktörlerle ilişkilendiren düşünce okulları
var. (8)
Kısaca, iktisat biliminin evrensel olmaktan
ziyade bağlamsal olduğunun altını çizmek gerekiyor. Ancak Erdoğan’ın “yüksek
enflasyonun yüksek faiz oranlarının nedeni değil, sonucu olduğu” konusundaki
ısrarının böyle bir bağlamsallıktan kaynaklandığını ileri sürmek zor.
Türkiye'nin çok sayıda makroekonomik dengesizliğinin olduğu göz önüne
alındığında bu tezin geçerliliği şüphe götürür. Özellikle de MB politika
faizinin düşürülmesine rağmen, piyasa faiz oranlarının yükselmeye devam etmesi
bu tezi çürütüyor, düşürülmüş politika faizi oranının üretim maliyetlerini
azaltacağı yönündeki savunuyu baltalıyor. Sonuç olarak geleneksel faiz politikasından
sapan deneyler çok maliyetli olabiliyor. (9)
Özetle, “faiz sebep enflasyon sonuç”
yaklaşımının ülke ekonomisini kısa bir zaman aralığında dahi büyük bir ekonomik
yıkımın eşiğine getirmiş olması yukarıdaki sözlerin sahibi olan Rodrik’i haklı
çıkartıyor.
Ortodoks
ve heterodoks politikalar arasında sıkışıp kalmak
Bu nedenle de yapılacak en doğru iş
geleneksel (ortodoks) ve geleneksel
olmayan (hetorodoks) teoriler arasında sıkışık kalmaktan kurtulup, yüksek enflasyona
yol açan nedenleri bilimsel olarak ortaya koymaktır. Bunun için de egemen sınıfların çıkarlarını
yansıtan, dolayısıyla da bilimsel olmaktan ziyade ideolojik olan yaklaşımlardan
kaçınıp bilimsel teorilere veya bakış açılarına yönelmek gerekiyor.
Bu bağlamda, emekçi halkların çıkarlarını
savunan bir perspektifimiz ve buna uygun paradigmamız mevcut olmadığı sürece,
enflasyon sorununu emekten ve halktan yana, aynı zamanda ekonominin bütününün ihtiyaçları
açısından çözebilmemiz mümkün değil. Bugün Türkiye’deki iktidar bloku ve ana
akım muhalefet partilerinin enflasyon konusunda pratikte geçerli ve kalıcı
çözümler üretememelerinin bir nedeni de böyle bir bakış açısından yoksun
olmaları.
Yabancı
para kullanımı sömürgeci - ilkel sermaye birikiminin bir ürünü
Kur Garantili Milli para konusuna geri
dönelim. Para konusu aslında tarihte, özellikle de ilkel sermaye birikimi-
sömürgecilik dönemlerinden bu yana son derece önemli olmuş bir konudur. Öyle ki
Avrupalı sömürgeci devletler Afrika’yı sömürgeleştirdiklerinde sadece kendi
paralarının kullanımını, çalıştırdıkları yerli işçilerin ücretlerinin kendi
paraları ile ödenmesini, alış verişlerin sadece kendi paraları ile yapılmasını,
hatta vergilerin dahi kendi paraları ile ödenmesini zorunlu kıldılar.
Bu yöntemin, Afrika yerlilerini sadece
ücret karşılığında çalıştırarak ücretli emek sömürüsünü yaygınlaştırmak için değil,
aynı zamanda sömürgeci kapitalist ilkel birikimin bir başka parçası olan Afrika
topluluklarından para kazanmak ve Avrupa mallarının satışı için pazarlar
yaratmaya yardımcı olmak, sömürge para birimi için değer yaratmak ve sömürge
ekonomisini parasallaştırmak için de uygulandığı biliniyor. Bu anlamda vergi
ödeme deneyimi Afrika için yeni bir deneyim değildi. Yeni olan vergilerin
Avrupa para birimi cinsinden ödenmesi zorunluluğuydu. (10)
Böyle bir dayatma sömürgeciliğin en
belirgin karakterlerinden biridir. Bugün de bir ülkenin toprakları başka bir
devlet tarafından işgal edilerek, işgal edilen bu topraklarda işgalci devletin
para biriminin kullanılmasının dayatılması böyle bir işgalin sömürgeci
karakterini ortaya koyar.
Yeni
sömürgecilik döneminde emperyalist kontrol farklı biçimde yapılıyor
Yeni sömürgecilik döneminde ise bir
emperyalist devletin parasının siyasal olarak bağımsızlığına kavuşmuş ülkelerde
kullanılması (fiili işgal gibi haller dışında) genelde görülen bir uygulama
değildir. Bugün yapılan, dolaylı bir biçimde, ulusal paranın emperyalist paraya
bağımlı kılınmasıdır.
Böylece arka planda ulusal paranın değeri,
satın alma gücü dolar ve avro gibi emperyalist para birimlerince belirlenmesine
rağmen, yüzeyde bağımsız bir milli para varmış gibi bir görüntü söz konusu
olabilmektedir. Bugün TL’nin geldiği durum bundan farklı bir durum değildir. Emperyalist ABD dolarına endekslenmiş bir
biçimde varlığını sürdürürken, KKM gibi uygulamalar bu konumunu daha da
güçlendirmektedir.
Hakikat
ve yaratılan algı birbirinden farklı
“Hakikat böyle iken mesele nasıl farklı
bir biçimde sunulabilmekte ve halkın en azından bir bölümü buna
inanabilmektedir?”
Bu sorunun yanıtını verebilmek için,
özellikle de 2008 küresel finansal krizinden sonra, neo-liberalizmin iflası ile
birlikte dünya kapitalizminin son 14 yıldır içinde bulunduğu duruma kısaca bir
göz atmak gerekiyor.
2008 küresel krizinin ardından hayata
geçirilen trilyonlarca dolarlık miktarsal kolaylaştırma programları ve faiz
oranlarının sıfıra kadar çekilmesi sonucunda bollaşan likidite de kapitalizmin
sistemik sorunlarına çare olamadığı gibi, tarihte görülmemiş borç stoklarının
birikmesine de neden oldu. Ekonomik büyüme de istikrar sağlanamadığı,
dolayısıyla da kâr oranları istikrarlı bir biçimde büyütülemediği gibi,
ekonomiler Covid-19 salgınıyla birlikte ciddi bir resesyona girdiler.
Bu yılın başlarında Rusya’nın Ukrayna’yı
işgali ile başlayan savaş ise dünyayı, bu durgunluğun yanı sıra, son 40 yılın
en yüksek enflasyonu ile karşı karşıya bıraktı. Ekonomiler stagflasyona
(enflasyon ve durgunluğun bir arada görüldüğü durum) doğru sürüklenirken,
emekçi halkların yoksulluğu giderek derin bir yoksulluğa dönüşmeye başladı.
Neo-liberalizmin
bağrında yeşeren bir neo-otoriterlik
Ekonomi alanında bunlar yaşanırken dünyada
kutuplaşmayı artırıcı gelişmeler ortaya çıktı, NATO, sadece Rusya’yı değil,
Çin’i de kuşatacak şekilde hamleler yapmaya başladı. İç siyasette ise bu son 14
yılda, liberal demokrasilerin iyice zayıfladığı dünyanın birçok yerinde aşırı
sağcı popülist otoriter liderlerin işbaşına geldiği rejim değişiklikleri
yaşandı. Kuşkusuz Şili, Kolombiya (ve muhtemelen yakında Brezilya’da), halktan
yana yönetimler de iş başına geldi. Ancak bu durum genel gidişatı değiştirmedi.
Öyle ki önümüzdeki seçimlerde İtalya’da aşırı sağcı bir yönetimin iş başına
gelmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu da aslında neo-liberalizmin kolayca
neo-faşizmi doğurabileceğini gösteriyor.
“Gücün İntikamı: Otokratlar 21’nci yüzyıl
için siyaseti nasıl yeniden keşfediyor?”
adlı kitabında (11) M. Naim son 14 yılda ortaya çıkan böyle aşırı
sağcı-otoriter rejimlerin siyasal olarak bazı önemli özelliklerine şu
sözcüklerle dikkat çekiyor: Apolitikleştirme, Popülizm, Kutuplaştırma ve
Hakikat Ötesi Siyaset.
Yazar kitabında bu gelişmenin açıkça tespit
edilmesinin çok zor olduğunun çünkü bu yeni otokratların kendilerini önce ‘demokrat’
olarak sunduklarının, ardından da çok sinsi bir biçimde iktidarı tekellerine alarak
despotik rejimler kurduklarının altını çiziyor.
Apolitikleştirme
ve kutuplaştırma: Otoriter siyasetin alet çantası
Apolitikleştirme kitlelerde, “hiçbir şeyin
artık işe yaramadığı, her şeyin daha da kötüye gitmekte olduğu” fikrinin
yaygınlaştırılması anlamına geliyor. Sonuçta bir politik nihilizm duygusu (her türden
siyaset çok kötüdür biçiminde), her yeri kaplıyor ve toplumun giderek ortak
paydası haline geliyor. Böylece, başarısız, yoz, çürümüş sağ ya da sol liberal
siyasetçiler yıpranmamış, otokratik, güçlü aşırı sağcı liderlere yer açıyor.
Kitlelerle bu tür liderler arasında güçlü bir bağ kurulmaya başlıyor.
Bu tür otokratik sağcı popülist liderler
kutuplaştırmayı, toplumu bölmek için adeta bir alet çantası gibi kullanıyor.
Yani bu yöntem eskinin ‘böl ve yönet’ politikasının çağdaş biçimi halini alıyor.
Bu gerçekleştiğinde, “bizler ve onlar”, “dostlar ve düşmanlar”, “iyiler ve
kötüler” gibi ayrıştırmaya dayalı kutuplaştırma sağcı otoriter liderlerin uzun
yıllar iktidarlarını sürdürme aracı oluyor.
Hakikat
Ötesi Siyaset
Bu noktada kullanılan bir diğer araç ‘Hakikat
Ötesi Siyaset’ denilen ve siyaset kurumu ve yandaş medya aracılığıyla sistemli
bir biçimde yürütülen bir gerçeği saptırma söylemi ve eylemi.
Böyle bir siyaset altında iktidarın işine
gelmeyen hakikatler ters yüz edilerek tam tersine anlamlar yüklenmiş bir
biçimde topluma servis ediliyor. Bu bir zamanlar Hitler’in kurdurmuş olduğu propaganda
bakanlığının da işlevini aşan bir olgu.
Hakikat ötesi siyaset toplumun bir soruna gerçekçi,
bilimsel yaklaşımlarla bakma kapasitesini baltalamanın en önemli yolu olarak
işlev görüyor. Çünkü nesnel gerçeklerin etkisini asgariye indirirken, duygular
ve inançların etkisini artırıyor. Böylece toplum hakikatlerden kopartılmış bir
duygu ve inanç dünyasının içine sürükleniyor. Toplumun giderek daha büyük bir
bölümü, adeta sihirli bir iksir içirilmiş gibi, gerçekleri görmezden gelmeye başlıyor,
hatta bariz yalanları isteyerek kabul etmeye hazır hale geliyor.
Hakikat ötesi siyaset yapan siyasetçiler
bir tür simyacılık yapıyorlar, kitleleri etkileyebilmek için doğru olmadığını
bildikleri saçma sapan şeyleri kasıtlı olarak, doğruymuş gibi söylüyorlar.
Yalanları açığa çıktığında ise pişkin bir biçimde inkâr edebiliyorlar. Halkın
hoşuna gideceğini düşündükleri zekice espriler yapmaktan kaçınmıyor, kasıtlı
bir biçimde her şeyi abartıyor ve övünmeyi çok seviyorlar. Halkın dikkatini
çekebilmek için sıkça blöf yapıyorlar.
‘Zehirli
bir çağdaş politik vodvil’
Siyaset bilimci J. Keane, hakikat ötesi
siyaseti, “çok renkli bir paltoya bürünmüş kavgacı bir siyaset türü, yalan,
saçmalık, ahmaklık ve sessizlikten oluşan 20’nci yüzyılın başlarındaki vodvil
performanslarının güncellenmiş, son teknoloji ürünü bir politik eşdeğeri, yeni
tür vodvil” olarak değerlendiriyor.
Ona göre, eski moda vodvilde güçlü adamlar
ve şarkıcılar, dansçılar ve davulcular, ozanlar ve sihirbazlar, akrobatlar ve
sporcular, komedyenler ve sirk hayvanları vardı. Bu bir gösteriydi. Hakikat ötesi
siyaset de aynı şekilde, narsist ve agresif kişiliklerin milyonlarca insanı eğlendirirken,
onların eleştirellik ve yargılama kapasitelerini yok etmek, onları kalıcı bir
şekilde boyun eğmeye zorlamak için kurgulanmış belli merkezlerden yönetilen
kamusal bir gösteridir, örgütlü bir manipülasyondur. Hakikat ötesi siyaset
başarılı olduğunda kurbanlar artık kendi yargılarına güvenmezler. Manipülatörün
taktiklerini benimserler, bağımsız sorgulama yeteneklerini bütünüyle
yitirirler, otoriter muktedire tam bir teslim oluş hali sergilerler.(12)
Fetiş
haline getirilen teflon karakterli otoriter liderler
Bilinçsiz kitleleri hakikat ötesi siyasete
inandırma konusunda liderlerin yeteneği ve yandaş medyanın becerisi kadar
kitlelerin buna nasıl ikna oldukları hususu da önemli. İşte bu noktada meta
fetişizmi benzeri bir fetişizm devreye giriyor ve söz konusu lider adeta fetiş,
mantıksızca vazgeçilemez bir takıntı haline getiriliyor.
Aşırı sağcı, otoriter popülist liderler
Marx’ın ‘meta fetişizmi’ni açıklarken bahsettiği anlamda fetişleştirilirler. Zira
meta, fiziki emek ve duyusal insan faaliyetinin yarattığı, ancak toplumsal ve tarihsel temelinden
bağımsız bir yarı-tanrı haline gelen bir şeydir. Mübadele ve kâr toplumunda
meta, Marx’ın ‘duyular üstü’ ve ‘toplumlar üstü nesnellik’ dediği şeyi üstlenir.
Bu sayede, metanın kendisi bir nesne iken bile, bir öznenin özelliklerini alır.
Kısaca, bir tersine çevirme işi yürürlüğe girer: Nesne (meta, pazar, fiyat)
özne olurken, özne (insan, emek vb.) nesneye dönüşür. Böyle bir lider, en
azından destekçilerinin gözünde, neredeyse toplum üstü bir nesnellik edinir, bu
durum onu toplumsal yaşamın karmaşasının ötesinde bir yere taşır. Öyle ki sadakat
ve ihanetten ahlaka, yozlaşmaya, iyi ve kötüye, kısaca hemen her konuda hüküm
verebilen tek kişi haline gelir. Böyle liderler ayrıca toplumun gözünde,
üzerine hiçbir olumsuzluğun, kötülüğün yapışıp kalmadığı teflon karakterlerdir.
(13)
A. Mallick her ne kadar bu tanımlamayı
Pakistan toplumunun bir kesimi açısından fetiş haline gelmiş olan politikacı Imran
Khan için yapıyor olsa da, bu tanımlama, benzer özelliklere sahip, otoriter,
sağcı popülist siyasal İslamcı diğer politik karakterler için de geçerlidir.
Sonuç
olarak
Neo-liberalizmin neo-otoriterlik ve
neo-faşizm ile el ele yürüdüğü, ciddi ekonomik, sosyal ve ekolojik krizlerin yaşandığı,
yüksek enflasyon, hayat pahalılığı ve
derin yoksulluğun emekçi kitlelerin hayatını zehir ettiği böyle bir dönemde
dahi; ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı bir dile sahip, hakikat ötesi siyaseti temel
siyaset biçimi olarak benimsemiş, gerektiğinde kılıktan kılığa bürünebilen,
toplumun belli bir kesimi tarafından fetiş haline getirilmiş liderlere ve
onların iktidarlarına olan kitle desteğindeki azalma beklenenden çok daha yavaş
gerçekleşiyor.
Bunun birçok nedeni olabilir. Ama asıl nedeni
(demokratik muhalefetin henüz kitleleri yanına alabilecek bir program ve
paradigma ile sahneye çıkamamış olmasının yanı sıra), böyle fetiş haline
getirilmiş olan politik figürlerin arkalarındaki devlet aygıtı, sermaye ve
yaygın ve güçlü yandaş medya ağı sayesinde, hala hakikati yalana, yalanı hakikate
dönüştürebilmeleri ve en azından kendi kitlelerinin önemli bir kısmını bu
konuda ikna edebilmeleridir.
Bu yüzden de, sadece yüksek enflasyon,
işsizlik ve yoksulluk gibi ciddi ekonomik sıkıntıların varlığı ve bunun teşhir
edilmesi böyle otoriter liderleri ve iktidarları devirmeye ve hakikat ötesi
siyaseti ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.
Bu yönde bir ekonomik mücadelenin yanı
sıra, barış ve demokrasi mücadelesinin ve kuşkusuz hakikat ötesi siyaseti
etkisiz hale getirecek ve hakikatleri ortaya koyabilecek bir ideolojik
mücadelenin kesintisiz olarak sürdürülmesi gerekir.
Dip notlar:
(1) https://www.bloomberght.com/erdogan-kur-garantili-milli-parayi-hazmedemiyorlar
(15 Ağustos 2022).
(2) https://www.haberturk.com/yazarlar/abdurrahman-yildirim-1018/3512599-butcede-acilma-zamani
(16 Ağustos 2022).
(3) https://www.hmb.gov.tr/duyuru/2022-temmuz-merkezi-yonetim-butce-gerceklesmeleri-raporu
(15 Ağustos 2022).
(4) https://www.dunya.com/ekonomi/genel-butce-gelirlerinde-tahsilat-orani-dusuyor-haberi
(9 Ağustos 2022).
(5) https://www.dunya.com/finans/haberler/kkm-teminatli-ticari-kredi-donemi-haberi
(18 Ağustos 2022).
(6) TCMB, Zorunlu karşılıklar
hakkında tebliğ (Sayı: 2013/15)’de değişiklik yapılmasına dair tebliğ (Sayı:
2022/24), https://www.resmigazete.gov.tr
(20 Ağustos 2022).
(7) https://www.cumhuriyet.com.tr/amp/ekonomi/bireysel-iflas-dalgasi-geliyor-yurttasin-odeyemedigi-banka-borcu-305-milyar-liraya-ulasti
(15 Temmuz 2022).
(8) J. Bullard,
Seven Faces of “The Peril”, Federal
Reserve Bank of St. Louis, Review (September 2010), s.339-352; J. Cochrane, “Do Higher Interest Rates Raise or
Lower Inflation?”, Hoover Institution, https://bfi.uchicago.edu/wp-content/uploads/fisher,
2016; Stephen D. Williamson,
“Neo-Fisherism: A Radical Idea, or the Most Obvious Solution to the
Low-Inflation Problem?”, https://www.stlouisfed.org (5 July
2016).
(9) https://www.project-syndicate.org/commentary/correct-policies-to-fight-inflation-depend-on-context-by-dani-rodrik-2022-01(11
January 2022).
(10)
Mathew Forstater,
“Taxation and primitive accumulation: The case of colonial Africa”, The
Capitalist State and Its Economy: Democracy in Socialism Research in Political
Economy, Volume 22, 51–65 (2005), https://modernmoneynetwork.org
(20 Ağustos 2022).
(11)
Moisés Naim, The Revenge
of Power: How Autocrats Are Reinventing Politics for the 21st Century, St. Martin's Press (February
2022).
(12)
https://theconversation.com/post-truth-politics-and-why-the-antidote-isnt-simply-fact-checking-and-truth
(23 March 2018).
(13)
https://socialistproject.ca/commodity-fetishism-imran-khan-populism
(24 April 2022).
Hocam ... Çok değerli bir çalışma ... Dikkatle okudum , ekonomistler okumalı , Nebati bey okumalı ... Kitaplarınızı alıp okumak isterim ...
YanıtlaSilBilgi alabilirmiyim ?
Teşekkürler... Saygılar ...
Müfit Yalçınkaya
İÜ İktisat Fakültesi 1966 mezunu