Ücret artışı mı enflasyona, enflasyon mu ücret artışına neden
oluyor?
Mustafa Durmuş
11 Ocak 2023
Bu yılın başından itibaren
asgari ücretin 8,506 TL’ye yükseltilmesinin ardından beklenen tartışma da
başladı: “Bu zam, beraberinde fiyat artışlarına neden olur mu, enflasyon artar
mı?”
Nitekim marketler ve bir
kısım esnaf, Aralık ayındaki bu zam açıklamasının hemen ardından (henüz zam
uygulanmaya başlamadan) fiyat
etiketlerini değiştirmeye başladı. Buradan hareketle de yüksek enflasyonun
sorumlusu da en azından bazı kesimlerce tespit edildi: Asgari ücrete yapılan
zam!
Acaba durum gerçekten bu
mudur? Ücretler her arttığında enflasyon da artıyor mu? Bu nedenle de fiyat
istikrarını sağlamak için işçi sendikaları ücret artışı talebinde bulunmasınlar
mı ya da zam taleplerini sınırlasınlar mı?
İlk tepki: Fırsatçılık
Öncelikle, fiyatlara
yapılan bazı zamların tipik bir fırsatçılık olduğunun altını çizmekte yarar
var. “Asgari ücret zammının fiyat artışlarına yol açacağı” algısı bir kısım
piyasa aktörü, esnaf, market, imalatçı-sanayici tarafından yaptıkları fırsatçı
zamlara gerekçe olarak kullanılıyor. Daha atılan imzanın mürekkebi kurumadan,
yeni asgari ücret uygulaması başlamadan, yani işçilik maliyetleri henüz
artmadan, fiyatların artması bunun kanıtı.
Böyle bir fırsatçılığa
karşı yapılacak şey belli: İşçileri suçlamak yerine bu fırsatçılığa izin
vermemek ve gerekli fiyat kontrollerini etkin bir biçimde hayata geçirmek.
İşin aslı ise şu: Artık
Türkiye’de neredeyse ortalama ücret haline gelen asgari ücret artışının
enflasyona neden olmasından ziyade, aşırı yüksek enflasyon kaçınılmaz olarak
ücretlerin yükseltilmesine yol açıyor. Üstelik de bu zamlara rağmen emeği ile
hayatlarını kazanmak zorunda olanların, yani ücretli emekçilerin reel ücretleri
artmıyor, azalıyor. Yaşam maliyetleri ve toplumun bir bütün olarak yoksullaşma süreci
artarak sürüyor.
Bu durum, EYT düzenlemesi
ile birlikte sayıları toplamda 16-17 milyonu bulacak olan ve bir zamanlar aktif
biçimde emek güçlerini satarak geçimlerini sağlayan (hala bir kısmı buna devam
eden) emekliler için tam bir felakete dönüşmüş durumda. Zira ortalama ücretleri
yeni asgari ücretin altında kaldı.
Kaldı ki, Aralık ayında dört
kişilik bir ailenin açlık sınırının 8,130 TL, yoksulluk sınırınınsa 26,485 TL
olduğu bir durumda (1), yapılan asgari ücret zammının bırakın gelir bölüşümünü
iyileştirmeyi, emekçileri ve emeklileri açlıktan kurtarmaya yetmeyeceği açık.
İşçilerin payı yüzde 26’ya kadar geriledi
Bir başka anlatımla, özellikle
de dünya ortalamasının neredeyse 8-10 katı civarında bir resmi enflasyona sahip
olan Türkiye’de asgari ücrete yapılan zamlar nominal ücretleri artırsa da reel
ücretlerin artmasıyla sonuçlanmıyor, tam tersine reel ücretler yani
enflasyondan arındırılmış ücretler sürekli olarak düşüyor. Bu durum genel olarak patronların kârlarını
yükseltiyor zira yüksek enflasyon altında bu kesim mallarını daha yüksek
fiyatlarla satabiliyor.
Bu gelişmenin sonucunda
işçiler, emekçiler daha da yoksullaştığı gibi, reel ücretlerdeki bu düşüş sonucunda
kârları artan sermaye sınıfının milli gelirden aldığı pay artarak yüzde 55’e
yükselirken, işçilerin aldığı pay bunun yarısına bile erişemiyor ve yüzde 26’ya
kadar geriliyor. (2)
‘Daha verimli çalış daha az kazan’ dönemi
Reel ücretlerdeki gerileme
(bu kadar sert gitmese de), dünyada da gözlemlenen bir olgu. Öyle ki ILO’nun
son raporu, 21’nci yüzyılda ilk kez reel ücret artışının negatif değerlere
düştüğüne (binde - 9) ve aynı zamanda reel verimlilik artışı ile reel ücret
artışı arasındaki uçurumun büyüdüğüne vurgu yapıyor.
Kısaca işçilerin
verimliliği artarken, ortalama reel ücretler bundan daha az arttığı için emek
sömürüsü de, gelir dağılımı adaletsizliği de artıyor. Kapitalizmin temel
yasalarından biri olan ‘Yoksullaştırma Yasası’nın gereği, kapitalizmin bu
yüzyılda emekçileri karşı karşıya bıraktığı durum tam olarak budur.
IMF: Ücret-fiyat spirali işlemiyor!
Bu savımızı doğrular
nitelikte, IMF’nin Ekim ayı ‘Dünyanın Görünümü Raporu’nun ikinci bölümünde (4),
Covid-19 salgını sonrasında ortaya çıkan katı emek gücü piyasalarından
hareketle, “ücret-fiyat spirali” ya da işçi ücretlerinin yüksek enflasyonun
kaynağı olup olmadığını sorgulanıyor.
Rapor, IMF uzmanlarının
yaptığı deneye dayalı ve ekonometrik modelleme çalışmaları sonucunda, bu
beklentinin gerçekleşmediğini ve dünyada genelde nominal ücret artışlarının
enflasyonun gerisinde kaldığını, reel ücretlerinse ya hiç artmadığını ya da
azaldığını ortaya koyuyor.
Öyle ki, 2021 yılı sonu
itibarıyla; gelişkin ekonomilerde TÜFE 105’e çıkarken, nominal ücret endeksi de
105’e çıktı, ancak reel ücret endeksi 102’de kaldı. Türkiye’nin de içinde yer
aldığı yükselen ekonomiler ve diğer azgelişmiş ekonomilerde ise TÜFE 110’un
üzerine çıkarken, nominal ücret endeksi 118’e çıktı ama reel ücret endeksi 107
civarında kaldı. Bu durum, raporu hazırlayanlar tarafından, ücret artışlarının
yüksek enflasyonun sebebi olmadığı şeklinde yorumlanıyor.
Rapordan bizi çıkardığımız
sonuçsa, dünya işçi sınıfının, artan nominal ücretlere rağmen, reel ücretlerin
yüksek enflasyon karşısında erimesi nedeniyle, giderek daha da yoksullaştığı ve
bu durumdan ancak birlikte mücadele ile kurtulabileceğimiz gerçeği.
Farklı enflasyon teorilerinin farklı çıkarımları var
Enflasyonu açıklamaya
çalışan ve buna karşı hangi araçların kullanılabileceği konusunda önerilerde
bulunan çok sayıda teori var. Kabaca bunlardan bir kısmı enflasyonun nedenleri
konusunda aşırı yüksek talebin varlığına (talep çekişli) dikkat çekerken,
diğerleri maliyetlere odaklanıyor ve maliyetler üzerinde yukarı yönlü baskı
yaratan unsurları (maliyet itici) ön plana çıkartıyor. Marksist gelenekten
gelen iktisatçılar ise bu iki akımın dışında çözümlemelerde bulunuyorlar.
Enflasyona karşı izlenecek
politikalar konusunda da bu yaklaşımlara paralel öneriler geliyor. Örneğin
birinci gruptakilere göre toplam talebi düşürebilmek için daha sıkı para ve
maliye politikasının uygulanması gerekiyor. Bu kesim, merkez bankalarının
bağımsız hale getirilmesinin ve faiz oranlarının yükseltilmesinin gerekli olduğunu
ileri sürüyor. Nitekim başta FED ve ECB olmak üzere dünyanın birçok yerinde
merkez bankaları bu yaklaşıma uygun olarak faiz oranlarını yükselttiler ve bu
artışları daha düşük oranda olsa da sürdürüyorlar.
Diğer yandan yüksek
enflasyonu küresel tedarik zincirlerinde yaşanan aksamalara ve Rusya- Ukrayna
savaşının neden olduğu enerji ve gıda maliyetlerindeki hızlı artışlara
bağlayanlar açısından faiz oranlarının yükseltilmesi çözüm değil, aksine mevcut
ekonomik durgunluğu daha da artıran bir faktör. Bu yüzden onlar tedarik
zincirlerini dönüştürecek, uzun vadede üretimi ve verimlilikleri artıracak,
daha fazla yatırım yapılmasını sağlayacak önlemlerin enflasyonu düşüreceğini
ileri sürüyorlar.
Merkez Bankası kimden bağımsız olmalı?
Enflasyonla mücadele
konusunda uygulanan para politikasının patronu olan merkez bankalarının (MB) bağımsızlığı
konusu Türkiye’de de çok tartışılan bir konu. Türkiye’deki rejim MB’yi doğrudan
Saray’a bağlamış durumda olduğundan ana muhalefet (6’lı Masa) bunun bağımsız
olması gerektiğini savunuyor.
Aslında merkez bankası
bağımsızlığı son 40 yıla damgasını vuran neo liberalizmin olmazsa olmazı. Bu
yolla merkez bankalarının küresel ve ulusal finans piyasaları, FED’i, LIBOR’u
rehber edinmesi isteniyor. Ekonomi yönetiminin kontrolünü tam olarak
sağlayamayan, daha ziyade otoriter karakterli rejimlerse merkez bankasını
doğrudan siyasal iktidara bağlıyor ve özellikle de faiz oranlarını istediği
gibi belirliyor.
Türkiye’de faiz
oranlarının düşürülmesinin neden olduğu yüksek ve kalıcı kur artışlarından yola
çıkan muhalefetin iktidara ve MB’ye itirazı da asıl olarak buradan
kaynaklanıyor. Kısaca muhalefet MB’nin ekonominin gereklerine göre serbestçe
faiz oranlarını belirlemesini, dolayısıyla da bankanın bağımsız olmasını talep
ediyor.
Ancak, muhalefetin
neredeyse tamamının savunduğu bu merkez bankası bağımsızlığından kast edilen şeyin
sadece siyasal iktidardan olan bağımsızlık olduğunun altını çizelim. Çünkü muhalefetin
bu savunusu altında bankanın finans piyasalarına olan bağımlılığının sürmesi
zımni olarak kabul ediliyor.
İşin aslı, merkez bankası
kapitalist sistemin en önemli araçlarından biri, dolayısıyla da böyle bir
kurumu emekçilerin lehine olmak üzere reforma tabi tutabilmek ya da kullanmak
son derece güç. Ya da bunu yapabilmek için ülkede çok radikal siyasal
değişikliklerin olması lazım.
Asıl sorgulanması gereken şey: Kapitalizm
Bu bağlamda, verili
koşullar altında “merkez bankalarının finans sektörü yerine emekçilerin
çıkarına hareket etmesini istemek, aç bir kurdun önüne konulan tavuğu
yememesini ummak kadar safça” (5) bir tutum olarak özetlenebilir.
Asıl sorgulanması gereken
merkez bankalarının önemli bir parçasını oluşturduğu kapitalist sistem ve
özellikle de onun son 40 yılına damgasını vuran neo liberalizm. Çünkü kapitalist
piyasalar, tekellerin, dev sanayi kuruluşlarının ve finans sermayenin çıkarlarının
bileşik ifadesinden başka bir şey değil. Bu yüzden de, merkez bankası
bağımsızlığı gibi kavramlarla bu piyasalara daha da fazla özgürlük sağlamak değil,
onları kısıtlamak ve onları toplumsal yarar için denetim altına almak
gerekiyor.
Buradan hareketle de, ülkedeki
muhalefetin mevcut sorunu çözmekten uzak sözde reformların özlemini çekmek yerine,
insan ve toplum ihtiyaçlarını karşılamak için tasarlanmış demokratik katılımcı bir
ekonomiyi yaratmanın peşinde olması lazım.
Ücret-fiyat spirali nedir?
Ana akım enflasyon
teorilerinin içinde en çok kabul gören teorilerden biri Keynesyen enflasyon
teorisidir. Yani şirketlerin üretim maliyetlerinin, özellikle de işçilik
maliyetlerinin (ücretler) arttığında fiyatların da artacağını öngörür.
Bu bağlamda Keynesyen
teori aslında bir ‘ücret-itme teorisi’dir. Enflasyon emek gücü arzına ve ona olan
göreli talebe bağlıdır. Yani işsizlik oranı ne kadar düşükse (piyasada ne kadar az
işsiz varsa) ve mevcut arza göre emek gücüne olan talep ne kadar yüksekse,
ücretler, dolayısıyla da fiyatlar o denli artacaktır. Böylece Keynesyen teori
ücret-fiyat sarmalı çerçevesinde artan reel ücretlerin enflasyonu körüklediğini
ileri sürer.
Bu teorinin temel kusuru
emek, artı-değer gibi konuları ele alışıyla ilgilidir. Çünkü teori kârın (artı
değerin) emeğin sömürülmesinden değil, yatırımdan (sermaye stokundan) geldiğini
varsayar. Dolayısıyla, teoriye göre, eğer sermaye stoku sabitse, artı
değer de sabittir, böylece herhangi bir fiyat artışı sadece ücretlerdeki
artıştan gelmek durumundadır.
Oysa Marx’ın 1865’te
sendikacılara yaptığı konuşmasında söylediği gibi, ücretlerdeki artış, genelde
fiyat artışlarına değil artı değerde yani kârlarda düşüşe neden olur.
Kapitalistlerin ücret artışlarına şiddetle karşı çıkmalarının asıl nedeni de
budur. (6)
Ücret-fiyat spirali ve Türkiye’deki yüksek enflasyon
Türkiye’deki yüksek
enflasyonu ‘Ücret-Fiyat Spirali Yaklaşımı’ ile açıklamaya çalışmak zorlama bir
yaklaşım olur. Öncelikle, ülkedeki yüksek enflasyon nedeniyle bir süredir reel
ücret artışı söz konusu değil. Yani bu yıl yapılan zamlarla asgari ücrette
geçmişe göre ciddi oranda bir artış yapılmış olsa da, bu enflasyonun üzerinde
reel bir artış değil, sadece nominal bir artıştır. Zaten sendikaların bu denli
güçsüz, işçi hareketinin bu denli zayıf ve sendikacılığın sermayenin ve
devletin bu denli güdümünde olduğu bir dönemde reel ücret artışları mümkün
olamazdı.
İkincisi, ülkede işçilik
maliyetlerinin (ücret, sigorta primi vs) üretim maliyetleri içindeki payı üçte
birin altındadır. Bu yüzden de örneğin tekstil ve hazır giyim sektörü patronları
bugünlerde asgari ücret zammından ziyade, EYT düzenlemesinin getireceği kıdem
tazminatı yükü ve döviz kurlarındaki durumdan şikâyet ediyorlar. Bu bağlamda
özellikle de üretimde kullandıkları ithal hammaddeyi daha ucuza temin edebilmek
için, elde ettikleri ihracat gelirlerinin yüzde 50’sinin daha yüksek bir spot
döviz kurundan (1 $= 22-23 TL) bankalarda bozdurulabilmesi imkânının
tanınmasını istiyorlar. (7)
Yüksek enflasyonun asıl kaynağı
Kısaca, ülkedeki yüksek
enflasyonun kaynağını; yanlış faiz politikası sonucunda hızla artan döviz
kurunda, ithalata aşırı düzeyde bağımlı üretimde ve ihracatta, yaklaşan
seçimler nedeniyle pompalanan krediler, genişletilmiş para ve maliye
politikaları gibi popülist politikalarda, dört kata yakın artan banka
kârlarında ve sanayi sektöründeki yüksek reel kâr artışında, spekülatif fiyat
artışlarında, hız kesmeyen güvenlik harcamalarında ve son olarak siyasal
iktidarın yüksek enflasyonu hem yoksuldan zengine doğru bir servet transferi
aracı hem de bir vergi gibi kullanmak istemesinde aramak gerekiyor.
Bu noktada yüksek kâr elde
etmeye dönük spekülatif davranışlar sadece, A101, BİM, Ekonomini, Şok gibi
oligopolist marketlerin, tüccarların ve aracıların fırsatçı davranışları ile de
açıklanamaz. Bu aynı zamanda, ülkedeki bankaların da, imalatçıların da hatta
çok uluslu şirketlerin de aşırı kâr elde etmeye dönük fiyatlandırma davranışlarının
bir sonucudur.
Öte yandan, çoğu ana akım
iktisatçının, politikacının, sermaye örgütünün, hatta güdümlü işçi sendikasının
enflasyon hikâyesinde böyle kârlar hakkında tek bir sözcüğe rastlamak çok
zordur yani işin kâr kısmına bu hikâyelerde yer verilmez. Ne ana akım iktisatçılar
ne de sermaye iktidarının sözcüleri bunun açık edilmesinden hoşlanırlar. Oysa yüksek
kârları konuşabilsek, yüksek enflasyon sorununu emekten ve toplumun bütününden
yana çözme imkânına sahip olabiliriz.
Sonuç
Ülkede, yüksek enflasyonun
nominal ücret artışlarına (üstelik de gerçek enflasyonun gerisinde kalan),
neden olduğu gerçeğini anlatmak yerine, asgari ücret artışının enflasyonu
azdıracağını ileri sürmek, bilerek ya da bilmeden egemenlerin çıkarına hizmet
eden bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşım, işçilerin
emeğini değersizleştiren, onların en azından artan yaşam maliyetleri karşısında
kendilerini koruyabilmek için verdikleri ekonomik mücadeleyi küçümseyen bir
bakışın bir ürünüdür.
Bu yüzden de asgari ücret
zammı ya da emeklilere yapılan zamlar konuşulurken artık toplumdaki asgari
gelirleri konuşmak yerine azami gelirleri yani kâr, faiz, rant gibi sermaye
gelirlerini konuşmak gerekiyor.
Kısaca, ancak emekten,
düşük gelirliden, yoksuldan yana olmak üzere gelir politikaları ve yeniden
bölüştürücü vergi ve harcama politikaları uygulandığında, gelir bölüşümü
adaletsizliği, yoksulluk gibi ciddi sorunların yanı sıra, yüksek enflasyon sorunu
da etkin ve adil bir çözüme kavuşturulabilir.
Ülke tarihinin en önemli
seçimlerinden birinin arifesinde olduğumuz çok açık. Öyle ki emeğin hakları
kadar, demokrasi ve barış da çok ciddi çok ciddi tehdit altında.
Diğer taraftan,
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında cumhuriyeti bir halk demokrasisi ile birleştirme
yani demokratik bir cumhuriyeti inşa edebilme imkânı da söz konusu.
Bu yüzden, emek
mücadelemizi verirken, kurtuluşumuzun sadece ekonomik ücret ve sosyal hak
mücadelesi ile sağlanamayacağının, bunun nihayetinde bütünleşik bir politik
mücadele ile gerçekleşebileceğinin bilincinde hareket etmemiz gerekiyor.
Dip notlar:
(1)
https://www.turkis.org.tr/aralik-2022-aclik-ve-yoksulluk-siniri (30 Aralık 2022).
(2)
TÜİK,
Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz-Eylül 2022, https://data.tuik.gov.tr (30 Kasım
2022).
(3)
https://www.ilo.org/global/about-the-ilo/newsroom/news/WCMS_862321/lang--en/index.htm,
s. 38 (30 November 2022).
(4)
https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2022/10/11/world-economic-outlook-october-2022, s. 53-68.
(5)
https://systemicdisorder.wordpress.com/central-banks-symptom-capitalism-the-cause (5 January 2023).
(6)
https://thenextrecession.wordpress.com/inflation-and-financial-risk (9 May 2021).
(7)
https://www.ekonomim.com/sektorler/tekstil/tekstil-ve-hazir-giyim-sektoru-durgunluga-karsi-ozel-kur-korumasi-talep-ediyor-haberi (3 Ocak 2023).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder