“Türkiye
Yüzyılı” mı, yoksa yeni yüzyılda yeni bir faşizmin inşası mı?
Mustafa
Durmuş
4 Şubat 2024
Dünya Adalet Projesi (WJP) “Hukukun Üstünlüğü Endeksi
2023” birkaç gün önce yayımlandı.
Bu rapor 142 ülke ve yargı alanında insanların hukukun
üstünlüğüne ilişkin algı ve deneyimlerini ölçen bir serinin son raporu. Raporda yer alan veriler 149 binden fazla
insan ve 3 bin 400 hukukçu ve uzman tarafından doldurulan küresel anketlerden
elde ediliyor. (1)
Hukukun
Üstünlüğü Endeksi: Türkiye 142 ülke arasında 117’nci sırada
Rapordaki verilere göre hazırlanan endekste yer alan puanlar
0 ile 1 arasında değişiyor. 1 puan “hukukun üstünlüğüne güçlü bağlılığı”, 0
puan ise “hukukun hiç işlemediğini” ifade ediyor.
Toplam 142 ülke arasında Türkiye’nin yeri ise son
derece korkutucu zira Türkiye 117’nci sırada ve genelde de çok az gelişmiş
ülkelerle aynı sıralarda yer alıyor. Bu durum aslında ülkede bizlerin her gün
yaşamakta olduğumuz hukuksuzluğun küresel çaptaki yansımasından başka bir şey
değil.
Yolsuzluk Algı Endeksi: Türkiye 180 ülke arasında 115’nci sırada
Aynı gün yayımlanan bir diğer endeks ise “Küresel
Yolsuzluk Algı Endeksi”. Uluslararası
Şeffaflık Örgütü, dünya genelinde 180 ülke ve bölgede kamu sektöründe algılanan
yolsuzluk seviyelerini ölçme amaçlı olarak bu endeksi hazırlıyor. Endeks,
ülkeleri sıfır (çok yolsuz) ile 100 (temiz) arasında puanlıyor.
Bu endekste de Türkiye’nin durumu vahim. Zira yeri 2022'den
bu yana iki sıra daha geriledi ve 180 ülke içinde 115’nci sıraya düştü. Türkiye’nin
2015’ten bu yana endeks puanı, aşırı baskın bir yürütme organı ve demokratik
denge ve denetleme mekanizmasının yetersizliğinden 8 puan geriledi ve 34 puana
düştü.
Rapora göre, “Türkiye’de yolsuzlukla mücadele
yasalarının yetersizliği, bu yasaların uygulanmasındaki isteksizlik ve yargı
bağımsızlığının olmaması ilerlemenin önünde engel teşkil ediyor. Nitekim Şubat
2023 depreminin trajik sonuçları, yolsuzluğun bedelinin bazen insan hayatıyla
nasıl ödendiğini gösteriyor”. (2)
Halkın kamu kurumlarına olan güveni?
Uluslararası Şeffaflık Örgütü, bölgelere ait raporunda
“Batı Balkanlar ve Türkiye’de devletin ele geçirilmesinin, sıradan
vatandaşların zararına olacak şekilde siyasetçileri ve çevrelerini zenginleştirdiğini
ve giderek artan bir şekilde özel çıkarlara hizmet etmek için kullanıldıkları
için halkın kamu kurumlarına olan güvenini de sarstığını” ileri sürüyor. Bu
olgu Avrupa Komisyonu'nun genişleme ülke raporlarında da rapor edilmiş
bulunuyor. (3)
Cezasızlık
ve kişiye özel yasalar
Bu rapor, Batı Balkanlar ve Türkiye’de devletin ele
geçirilmesini mümkün kılan iki temel etkeni inceliyor: Üst düzey yolsuzluğun
cezasız kalması ve kişiye özel yasalar. Rapor, yargının büyük yolsuzlukları ve
üst düzey yetkililerin yaptığı diğer yolsuzlukları nasıl etkisiz bir şekilde
ele aldığına dair fikir veriyor. Ayrıca, bu sorunun ve özel çıkarların
hizmetinde olan kanun yapma sürecindeki usulsüz etkinin devletin ele
geçirilmesine ve bunun sürdürülmesine nasıl yardımcı olduğunu da gösteriyor.
Yolsuzluk
ve adalet
Bu iki rapor kuşkusuz yolsuzluklar ile sosyal adalet
arasındaki ilişkiyi gün ışığına çıkartıyor. Nitekim yolsuzluk ve adalet
karmaşık ve ters bir ilişki içinde birbiriyle yakından bağlantılı iki olgudur.
Öyle ki adaletin hüküm sürdüğü yerlerde yolsuzluğa çok az yer vardır ama
yolsuzluğun geliştiği yerlerde adalet terazisinin dengesi bozulur.
Hukuksuzluk yolsuzlukların önünü açar. Oysa adalet ve
etkili bir hukukun üstünlüğü hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yolsuzluğun
önlenmesi ve durdurulması için elzemdir. Hukuksuzluk arttıkça yolsuzluk da artar.
Yolsuzluk, adalete erişimi kısıtlayarak ve kanun
önünde eşitlik temel ilkesini tehdit ederek adaletin erozyona uğramasına neden
olur. Yolsuzluk adalet sistemini ele geçirdiğinde, güçlü ve varlıklı kişiler
kovuşturmalardan ve mahkûm edilmekten kurtulurlar.
İyi işleyen bir adalet sisteminin hukukun üstünlüğünü
desteklemesi, insan haklarını koruması ve mevcut yolsuzlukla mücadele hükümleri
de dâhil olmak üzere yasalarda yer alan diğer tüm hak ve yükümlülüklere uygun
şekilde riayet edilmesini sağlaması gerekir. (4)
Yolsuzluk
dürüstlüğü aşındırıyor
Bir grup araştırmacının 8 Afrika ülkesinden, Amerika
Kıtasındaki 13 ülkeden, 26 Asya ülkesinden, 34 Avrupa ülkesinden ve Okyanusya’daki
2 ülkeden elde ettiği veriler yolsuzlukların yurttaş dürüstlüğünü olumsuz
etkilediğini gösteriyor.
Öyle ki yazarlar, organize suç gruplarının çok daha
yaygın olduğu ülkelerde yurttaşların dürüstlüğe daha az eğilimli olduklarını,
yolsuzlukların daha kolay ve yaygın olarak meşrulaştırıldığını ileri sürüyorlar.
Ayrıca, bu araştırma kapsamında, daha yüksek siyasi
güven bildiren kişilerin daha dürüst davrandıkları görülüyor. Yani hükümetin,
polisin ve mahkemelerin dürüstlüğüne ve güvenilirliğine inanılıyorsa, onların koyduğu,
uyguladığı kurallara uyma olasılığı da artıyor. Çünkü politik güven, kurumların
meşruiyetinin bir yansımasıdır, insanlar kurumları meşru gördüklerinde, teşvik
ettikleri normları ve değerleri kendilerininmiş gibi içselleştirme olasılıkları
daha yüksektir. (5)
Kısaca, hukukun üstünlüğü de, yolsuzlukların önlenmesi
de demokrasinin temel taşlarıdır. Yolsuzluğun cezasız kalması - gücünü kötüye
kullanan kişilerin neden oldukları zararın sonuçlarıyla yüzleştirilmemesi -
adaletsizliğin ve hukukun üstünlüğünün geçerli olmamasının temelini oluşturuyor.
2015
yılı kırılma noktası
Türkiye’nin Hukukun Üstünlüğü Endeksindeki puanı ve
yeri, AKP-MHP İktidar Blokunun iktidarı ele geçirdiği 2015 Kasım genel
seçimlerinden bu yana istikrarlı bir biçimde düştü. Aynı süreçte ekonomik kriz
derinleşti, gelir dağılımı adaletsizliği ve yüksek enflasyon altında yoksulluk
ve yolsuzluklar arttı.
Yargıtay tarafından yapılan bir Anayasa darbesi ile Av.
Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülerek cezaevinde tutulması ise, yargının
bağımsız olmadığının, hukuksuzluğun ve aynı zamanda ülkenin nasıl bir karanlığa
doğru sürüklendiğinin somut göstergelerinden sadece biri olarak tarihe geçecek.
Yoksulluk
diz boyu
Son olarak, ülkedeki yoksulluk bir yandan ekonomik
kriz, yolsuzluklar, aşırı güvenlikçi politikalar, diğer yandan ve asıl olarak
da hızla artan gelir dağılımı adaletsizliği ile giderek sosyal bir soruna
dönüşmeye başladı. Öyle ki TÜİK dahi son Gelir Dağılımı Araştırmasında bu
gerçeği gizleyemedi ve gelir dağılımı adaletsizliğindeki kötüleşmeyi ve
yoksullaşmadaki artışı kabul etmek durumunda kaldı.(6)
21’nci
yüzyılda faşizm
Ülkeye ilişkin tüm bu gelişmeleri, her seçim
öncesindeki “sağ popülist otoriter” iktidarın yöneldiği şahinleşme politikaları
olarak yorumlayanlar olduğu gibi, bunları büyük resmin içinde görmek
gerektiğini ileri sürenler de var.
Bu ikinci görüşe göre, resmin büyüğünde bazı
yazarların “post faşizm”, ya da diğerlerinin “yeni faşizm” olarak da
adlandırdıkları bir faşizm tehlikesi söz konusu.
“Post
faşizm”
Bir yazara göre, “post faşizm kavramı Modi Hindistan’ını
veya Erdoğan Türkiye'sini şekillendiren ve haklı endişeler uyandıran bazı
eğilimleri tasvir etmek için kullanılabilecek bir kavramdır. Küresel post faşizm
ise, içinde ortak özellikler ve eğilimler bulabileceğimiz heterojen bir
takımyıldızdır. Bunlar; milliyetçilik, otoriterlik ve özel bir “ulusal
yenilenme” fikridir. Bu takımyıldız içinde, bu eğilimler farklı bir şekilde birleştirilmiş
ve değişen derecelerde görünebilir. Örneğin Putin’in Rusya'sı, Meloni'nin
İtalya’sından çok daha otoriterdir. İtalya’da (kendisinin ve ülkesinin) faşist
geçmişine gururla sahip çıkan bir başbakan var, ancak İtalya'nın muhalif
sesleri Rusya’daki gibi sansürlenmiyor, zulüm görmüyor veya hapse atılmıyor.
İtalya'da hayatı tehlikede diye sürgüne gönderilen İtalyan yok. Bu önemli bir
niteliksel farktır. İtalyan post faşistleri bir diktatörlük kurmak ya da
parlamentoyu feshetmek istemiyorlar ama duygusal ve kültürel olarak faşist kalmaya
devam ediyorlar. Bunlar neo liberalizme karşı oldukları için seçimleri
kazanıyorlar ama iktidara geldiklerinde neo liberal politikalar uyguluyorlar
çünkü onun toplumsal yapısında kök salıyorlar.” (7)
“Yeni
faşizm”
Yeni faşizm ise, “parlamento ve yerel yönetim
seçimlerine izin verildiği, parlamentonun etkisiz de olsa açık tutulduğu, işçi
sendikaları ve siyasal partilerin biçimsel de olsa faaliyetlerine göz yumulduğu
(böylece rejimin meşruiyetinin sağlandığı), diğer taraftan anayasanın yargı
eliyle yapılan darbelerle hükümsüz kılındığı ve burjuva hukukunun dahi yok
edildiği bir devlet biçimi” (8) olarak tanımlanıyor.
“Cezasızlık
kültürü”
G. Monbiot, faşizmin kök salması için (yeterli olmayan)
ancak gerekli bir koşulun varlığından söz eder: “Faşist liderler sadece kanunları
çiğnemekle yetinmemeli, demokrasiyi de otoriter bir terör ile yer
değiştirmelidirler. Faşist ve pro faşist liderlerin/hükümetlerin iki önemli
ortak özelliği mevcuttur: Kendilerini sınırlaması beklenen kanunları takmazlar
ve ezilen kimlikleri baskı altında tutabilmek için yeni ve genelde de anayasaya
aykırı kanunları gündeme getirirler. Cezasızlık kültürü faşizmin inşasında
oldukça önemlidir ve bu kültür bugün tüm dünyaya yayılıyor: “Durdurabilirsen durdur
beni” mottosu Macaristan’dan Türkiye’ye, İsrail’den Çin’e kadar her yerde gizli
bir motto olarak sürüyor. Cezasızlığın normalleşmesi (normal sayılması
tartışmasını bir kenara bırakın) otoriter rejime gidiş için atılan en önemli
adımdır”. (9)
Şiddet
ve faşizm
Örgütlü şiddet faşizmin olmazsa olmazıdır. Faşist
liderler, Hitler’in yaptığı gibi seçimler yoluyla iktidara gelebilirler. Hatta
iktidara yaklaştıkça, 2022 parlamento seçimleri öncesinde İtalya’da Meloni'nin
ve yakın zamanda Hollanda’da Wilders’in yaptığı gibi, anayasacı ya da ılımlı
bir imaj çizmeye çalışabilirler. Ancak bir kez iktidara geldiklerinde,
genellikle güç veya şiddet kullanarak orada kalmaya çalışırlar. Şiddet,
faşistlerin deri rengi, etnik kimlik veya kültürle tanımlanan geleneksel olarak
baskın çoğunluğun üstünlüğünü savunmak için toplumu “arındırmak” amacıyla
devrimlerini veya karşı devrimlerini gerçekleştirmek istedikleri ana araçtır.
(10)
Neo
liberalizm ve faşizm
1990’lardan itibaren kapitalizme damgasını vuran ve giderek
gericileşen neo liberalizm, kapitalizmin çoklu krizlerine karşı toplumsal
olarak kabul edilebilir çözümler üretemediğinden, topluma sunabileceği şeyler daha
ziyade; kemer sıkma, ekonomik durgunluk ve işsizlik, yüksek enflasyon yüzünden
yaşam düzeylerinin düşmesi, artan eşitsizlikler, mülksüzleştirme ve
yoksullaştırma, işçi eylemlerine ve herhangi bir toplumsal meydan okuma ya da
alternatife karşı devletin daha da sertleşmesi gibi emekçilere ödettirilen
faturalarla sınırlı kalıyor.
Bu yüzden de neo liberalizm altında otoriter
iktidarlar yasaları ve anayasayı çiğneyerek ve aldıkları büyük sermaye yanlısı
ekonomik ve sosyal önlemlerle faşizmin kurumsallaşmasına zemin hazırlarlar.
Faşist hareketlerde liderler kritik öneme sahip
olsalar da, toplumsal koşullar bu liderlerin yükselmesi için gerekli fırsatları
yaratır. Bu noktada neo liberalizm ve küreselleşmenin radikal sağ hareketlerin
ortaya çıkmasında oynadığı rol çok önemlidir.
Neo liberal politikaların ortaya çıkardığı kötüleşen
yaşam koşulları ve büyük çaptaki eşitsizlikler, liberal demokrasinin zenginler
tarafından ele geçirildiğini düşünen insanlar arasında hayal kırıklığı ve bu
politikaları destekleyen merkez sağ ve merkez sol partilere karşı güvensizlik
yarattı. Bu küskün, hoşnutsuz kitleler faşist partilerin tabanını oluşturuyor.
Trump’ın bile bu yıl yapılacak olan seçimlerde iktidara yürüyebileceği
konuşuluyorsa, bunun nedeni ekonomik güvensizlik, kızgınlık ya da nefretin
karışımıyla motive olan böyle bir ateşli kitle tabanının varlığıdır.
“Düşman”
ya da “ötekiler”
Ancak ekonomik koşullar faşist hareketlerin ortaya
çıkışını tam olarak açıklayamaz. Irkçılık, farklı etnik kimliklere olan
düşmanlık ve göçmen karşıtlığı da bu hareketleri besliyor. Aslında bu
davranışsal ya da ideolojik dürtüler, farklı olarak algılananları “Düşman” ya
da “Büyük Öteki” olarak tanımlayarak ten rengi, din, dil ya da kültür temelinde
sınıflar arası bir dayanışma yaratmak olan faşist projenin merkezinde yer alıyor.
Nitekim Hitler’in projesine “nasyonal sosyalizm” denmesi tesadüfi değildir,
yani “eşitlik” söz konusudur ancak bu sadece aynı ırktan olanlar içindir, öteki
için değil. Çünkü toplum Büyük Ötekinin hayal edilen topluluğun krizinin ya da
sorunlarının kaynağı olduğuna inandırılır.(11)
Evrimleşen
faşizm
Faşizm de yeni yüzyılda evrim geçiriyor. Geçen
yüzyılda olduğu gibi, sokaklarda dolaşan eli sopalı, palalı, beli silahlı, kahverengi
ya da kara gömlekli veya siyah takım elbiseli ırkçı faşist çeteleri görmüyoruz
ama günümüzde bunların bazıları takım elbise giyip kravat takıyorlar, sarık
takıp cübbe giyiyorlar, sakal bırakıyorlar, faşist partiler kuruyorlar, dahası
yasama, yürütme ve yargıda çok önemli pozisyonlarda bulunuyorlar. Kısaca devlet
aparatını çok büyük ölçüde ele geçirmiş durumdalar.
Bunların bazıları ise sosyal medyada, internet
sitelerinde tetikçilik yapıyor, hatta büyük medyayı yönetiyorlar. Türkiye’de,
Kahramanmaraş katliamında olduğu gibi 1980 öncesinin birçok katliamından
sorumlu bazı faşist örgütlerse bugün öğrenci yurtlarındaki yöneticiler
tarafından kapılarda törenle karşılanıyorlar, okullarda öğrencilere toplu
telkinlerde bulunuyorlar, hatta üniversite rektörlerince ağırlanıyorlar.
Hızla çökertilen üniversitelerde kadrolaşan bir kısmı ise
akademisyen görüntüsü altında siyasal İslamcı faşist ideoloji ile öğrencilerin
beyinlerini yıkıyor ve iktidar için rıza ürettikleri gibi, geleceğin siyasal
İslamcı faşist kadrolarını da yetiştiriyorlar.
Klasik faşizm deneyimine bakarsak, faşizmin ilk ortaya
çıktığı ülke olan İtalya’da faşist Mussolini döneminde faşist ideolojinin tüm
okullarda doktrin haline getirildiğini görürüz. Öyle ki “Mussolini her zaman
haklıydı”. Üniversite profesörleri onun ilkelerini okutma konusunda yemin etmeye
zorlanmışlardı. (12)
Büyük
meydan okuma
Faşizmin yayılmasının en önemli kanallarından birinin
eğitim olduğu biliniyor. Bu çerçevede okullar siyasal İslamcı faşist ideolojinin
endoktrinasyon fabrikalarına dönüştürülmeye çalışılıyor ve okullarda (her
düzeyde) sistemik ırkçılık, sosyal ayıklama, imal edilmiş cehalet ve zihnin
köreltilmesi artık eğitimin düzenleyici ilkeleri olarak hayata geçiriliyor.
Henry A. Giroux’nun vurguladığı gibi, amacı gençleri
eleştirel, bilgili ve ilgili yurttaşlar olarak yetiştirmek olan “demokratik bir
kamu yararı olarak okullaşma” kavramı tehlikeli olmasa da modası geçmiş bir
ideoloji olarak reddediliyor. Eğitim artık bir kendini keşfetme süreci,
bireysel ve toplumsal eylemliliği genişletmek için bir temel ve eleştirel bir
kamu yararı olarak tanımlanan şeye özgü bir merak, yaratıcılık ve eleştirel
öğrenme alanı olarak görülmüyor. Bu koşullar altında, kamu eğitimi hem ırksal ve
sınıfsal bir ayıklama merkezi hem ceza adaleti sisteminin bir ileri karakolu
hem de amacı kısmen hayal gücünü öldürmek ve gençlere yönelik her türlü
uygulanabilir yatırımı azaltmak olan mutlak bir angarya alanı haline getiriliyor.
(13)
Faşizmin yeniden markalaşmış bu biçimi altında, eğitim
artık tarihsel hafızanın düşmanı olarak tanımlanırken, düşünme eylemi ve
eleştirel bilinç, İktidar Blokunun ekonomik, siyasi, kültürel ve ideolojik
çıkarlarına yönelik tehditler olarak görülürken, laiklik ve demokrasiye Cumhuriyet
tarihinin en büyük meydan okuması ile Şeriat’a karşı gelenler hedef tahtasına
oturtuluyor. (14)
“3Y”
ile mücadele derken gelinen nokta
Bundan 22 yıl önce “3Y” ile yani “yasaklarla,
yolsuzluklarla ve yoksullukla” mücadele edeceklerini söyleyenlerin bugün ülkeyi
bu üç alanda da bir çöküşe sürüklediğini artık görüyor olmamız gerekiyor.
“Bu nasıl mümkün olabildi?” sorusunun yanıtlarından
biri, belki de “mutlak iktidarın mutlak çürümeyi, onun da mutlak korkuyu
beraberinde getirdiği” tespitidir.
Büyük çapta ve yaygınlıktaki yolsuzluklar, ekonomik
kriz başta olmak üzere, bir türlü içinden çıkılamayan çoklu kriz ve halkların
derin yoksulluğunun egemenler açısından oluşturduğu potansiyel tehditler
üzerinden şekillenen bu korku; sağ popülist otoriter rejimin hızla bu yüzyıla
özgü bir faşizme evrilmesinin ve iktidarlarının başlarındaki demokrasi
söylemlerinin yerini ırkçı, milliyetçi, militarist ve siyasal İslamcı
söylemlerin almasının asıl nedenidir.
Hatırlayalım, 2005 yılında Diyarbakır’da,
“milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyenler bugün siyasal İslam’la
milliyetçiliği sentezleyerek bir ideolojik hegemonya kurma çabası içindeler.
“Tüm bunlar seçimler öncesinde kendi tabanını
konsolide etmeye dönük gelip geçici politikalardır” diye düşünen ana muhalefetin,
Almanya’da faşizmin yükselişini hafife alan sosyal demokratların içine düştüğü
tarihsel bir hataya düştüğünün de altını çizmek ve uyarmak zorundayız.
“Aşırı sağın, siyasal İslamcı faşist dalganın yükselişinden
trollerin sorumlu olduğu iddiası” gibi kolay açıklamalara başvurmayı bırakmalı
ve aşırı sağcı kişiliklerin ve hareketlerin sermaye desteği gibi, çok kritik
bir halk desteğine sahip olduğunu kabul etmeliyiz.
Sonuç
olarak
“Türkiye Yüzyılı vizyonu”, burjuva Cumhuriyetin
kurulmasının ardından geçen 100 yıl sonra bu Cumhuriyetin de ortadan
kaldırılarak, bu yüzyılda siyasal İslamcı otoriter bir rejim ve toplum inşa
etmek dışında halklarımıza her hangi bir şey vadetmiyor. Maalesef dünyanın
genel ekonomik ve politik durumu da bu gidişat için lehte bir durum
oluşturuyor.
Eğer karşımızdaki tehlike, bugün biçim değiştirmiş emekçilerin
ve halkların düşmanı bir faşizm olgusu ise onunla sadece klasik araçlarla
değil, çağın koşullarına uygun tüm araçlarla mücadele etmek gerekir.
Ancak öncelikle, farklılıklar olsa da, Mart yerel
seçimlerinde antifaşist gruplar ve hareketlerle en geniş birleşik seçim
cepheleri oluşturulmalıdır.
Sadece işçi sınıfı değil, köylüler ve orta sınıflar da
dahil olmak üzere, ekoloji mücadelesi verenler, kadın hareketi, demokratik Kürt
hareketi ve ezilen kimliklerin mücadelesini verenler gibi nüfusun geniş
kesimleri arasında büyük yankı uyandıran hareketleri anti faşist direnişin
öncüsü haline getirmek gereklidir.
İnsan haklarını (mülteci/sığınmacı hakları dâhil) ve
demokratik değerleri evrensel olarak da savunmalıyız. Zulme uğrayanlarla
uluslararası dayanışma, antifaşist mücadelenin temel bir unsurudur.
Son olarak, belki de önemlisi, aşırı sağla rekabet
edebilecek, artık gözden düşmüş liberal demokrasinin ötesine geçen, yerinden-doğrudan
demokrasiyi inşa etmeyi hedefleyen bir vizyona sahip olmamız ve buna uygun bir emekten
ve doğadan yana ekonomik kalkınma ve gelişme paradigması ortaya koymamız gerekiyor.
Gelmekte olanı durduramazsak, onu durdurmak için
kendimizi bedenen ve ruhen, tamamen ve akıllıca ve örgütlü bir biçimde ortaya
koymazsak, gelmekte olan kesinlikle gelecektir. Onu hala durdurma imkânımız var
bu görev tüm demokratlara düşüyor.
Dip notlar:
(1) WJP
Rule of Law Index, www.worldjusticeproject.org
(28 January 2024).
(2) https://www.transparency.org/en/news/cpi-2023-eastern-europe-central-asia-autocracy-weak-justice-systems-widespread-enabling-corruption
(30
January 2024).
(3) https://www.transparency.org/en/publications/examining-state-capture
(15
December 2020).
(4) https://www.transparency.org/en/news/cpi-2023-corruption-and-injustice
(30 January 2024).
(5) https://theconversation.com/when-mafia-threatens-democracy-research-shows-ordinary-people-are-less-honest-in-countries-hit-by-organised-crime
(24 July 2023).
(6) Bu
konuda bir önceki yazımıza bakılabilir: https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/gelir-dagilimi-adaletsizliginde-konusulanlar-ve-konusul-a-mayanlar
(31 Ocak 2024).
(7) https://posle.media/language/en/global-post-fascism-and-the-war-in-ukraine
(18 May 2023).
(8) https://socialistproject.ca/2023/11/new-fascism-question-of-socialist-strategy
(19 November 2023).
(9) Goerge
Monbiot, The Roots of Fascism”, https://www.monbiot.com (11 February 2020).
(10) Walden Bello, Fascism 101 for Today’s Geopolitics,
https://www.counterpunch.org (12
December 2023).
(11) Bello, agm.
(12) Pareto, Liberismo, Free Trade and Conservative
Fascism, https://beastrabban.wordpress.com/tag/the-seizure-of-power (11 April 2014).
(13) https://znetwork.org/znetarticle/public-education-as-a-domestic-machinery-of-indoctrination-and-disposability-in-the-age-of-fascist-politics
(12 May 2023).
(14) https://www.sozcu.com.tr/erdogan-dan-seriat-aciklamasi
(1 Şubat 2024).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder