20 Aralık 2024 Cuma

Yerel yönetimler

 

Patronlara SGK primi indirimi yerel yönetimlere haciz!

Mustafa Durmuş

21 Aralık 2024


İktidar 5’i büyükşehir olmak üzere, Muhalefetin yönetiminde olduğu toplam 6 belediyeye ve bunların bünyesindeki şirketlere 20 milyar TL civarındaki gecikmiş Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) prim borçlarından ötürü haciz gönderdi. Üstelik bu borçların, azımsanamayacak bir kısmı (en az üçte biri) eski AKP’li belediye yönetimlerinden kalma borç.

Bu belediyeler Ankara (bağlı şirketler), İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin Büyükşehir Belediyeleri ile İstanbul’daki Şişli Belediyesi.

Haciz yetmedi maaşlara bloke kondu!

Sadece haciz gönderilmekle kalınmadı, aynı zamanda Ankara BŞB’nin şirketlerindeki çalışanların maaşlarına da bloke koyduruldu. İşçiler bu ay sonunda maaşlarını alamamak gibi bir riskle karşı karşıya.

Ülkedeki tüm belediyelerin SGK prim borçlarının tutarının 96 milyar TL olduğu daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan tarafından açıklanmıştı.

Özel hastanelere yapılan ödemelere ne demeli?

Işıkhan keşke, Bakanlığına bağlı bir kurum olan SGK’nın, “Yeni Doğan Çetesi” örneğinde olduğu gibi, “adları bebek cinayetlerine karışanlar da dahil olmak üzere, özel hastanelere sadece geçen yıl 35 milyar TL ve bu yıl şu ana kadar 50 milyar TL ödediğini de söyleseydi.

Bir başka deyişle, kamu hastanelerinin verebileceği hizmetler, yapılan özelleştirmelerle, sağlıkta çete kurmuş bir kesimin kurduğu merdiven altı tabir edilen sözde hastanelerden alınıyor, böylece oralara SGK’dan milyarlarca lira aktarılıyor. Bu durum onların iştahını daha da kabartıyor ve yeni usulsüzlükleri, yolsuzlukları, kötüye kullanımları teşvik ediyor.

Diğer taraftan, halka hizmet götüren ve üstelik de gelirleri mevcut düzenlemelerle budanmış olan, bu yüzden kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışan iktidarın kayyumlarla ele geçirmeye çalıştığı belediyelerle ilgili olarak terörle iltisaklı, israfçı, müflis algısı yaratılıyor.

Sermayeye prim desteğine devam!

Dahası, iktidarın bu yıl, sermaye kesiminden “5 puanlık SGK prim indirimi” adı altında verilen teşvik kapsamında 242 milyar 811 milyon TL’lik prim alacağından vaz geçtiği de ortaya çıktı. Halka kemerlerin sıktırıldığı bu dönemde bu destek sadece bazı bazı sektörlerde 1 puan indirilerek yüzde 4 olarak verilmeye devam edilecek.

“Sosyal Güvenlik Kurumu’nun almaktan vazgeçtiği bu primleri kim karşılıyor” dersiniz? Hazine ve Maliye Bakanlığı elbette. Bakanlık bu yıl şu ana kadar bu tutardaki parayı SGK’ya aktardı.

306 milyar liralık “görev zararı”

Ancak en büyük bütçe ödeneğine sahip bulunana Hazine ve Maliye Bakanlığının transferleri SGK ile sınırlı değil.

Kasım ayı bütçe gerçekleşmelerine göre, Hazine ilk 11 ayda Elektrik Üretim AŞ’ye (EÜAŞ) 198 milyar TL, Ziraat Bankası’na 75 milyar TL ve Halk Bankası’na 33 milyar TL olmak üzere toplam 306 milyar TL “görev zararı” adı altında para aktardı.

Neden transfer yapıyorsunuz?

Şimdi, Sosyal Güvenlik Kurulu’na yapılan transferle ilgili olarak ilgili Bakanlara “bu transferin nedeni nedir” diye sorsanız, muhtemelen, “kayıt dışılıkla mücadele etmek” ya da “mükelleflerin vergiye uyumunu sağlamak için” diye yanıt vereceklerdir.  Bankaların görev zararlarını sorsanız “döviz kurunun ve ekonominin istikrarını sağlamak için” diyeceklerdir.

Oysa sırasıyla; kayıt dışılık üzerindeki etkisi konusunda vergi oranları ve SGK primleri, patronların aşırı kâr hırsı gibi hedeflerinden ve ödememe alışkanlıklardan ve denetimsizlikten çok daha küçük bir öneme sahip.

Yani bazı sermaye çevreleri vergi ve prim ödememeyi kârını artırmak için ve devlete ödeme yapmamayı alışkanlık haline getirdiklerinden sürdürüyorlar. Nitekim kurumsallığını tam olarak sağlamış diğer şirketlerin vergilerini ve primlerini düzenli ödemeleri bunun bir kanıtı.

Vergilemede çifte standart!

Mükellef uyumu ise vergi mükellefine bir tür rüşvet vermenin kibarca adlandırılmasından başka bir şey değil. Ücretlinin gelir vergisini kaynağından keserek daha eline geçmeden tahsil eden Maliye, sermaye gelirleri ve sermaye kesimi söz konusu olduğunda bu kesimlerin yıllık beyanname vermelerini yeterli buluyor.

Beyannamelerde eksik matrah beyan etmesinler ya da kayıt dışı işçi çalıştırmasınlar diye de “vergiye mükellef uyumu” adı altında bu kesimlerden alacağı hem verginin hem de sigorta primlerinin bir kısmından vazgeçiyor.

Yani işçisine, memuruna güvenmeyen Maliye, sermayedara, rantçıya, faizciye fazlasıyla güvenebiliyor!

Yandaşa destek “görev zararı” olarak mı sunuluyor?

Bu üç kurumun özellikle de banka niteliğindeki ikisinin neden zarar ettiği ise ortada: Yandaş şirketlere sunulan düşük faizli krediler, düşük kurdan döviz satışları ve tahsil edilemeyen kredi borçları.

Kısaca sorunun kaynağı iktidarın yapmış olduğu sermaye yanlısı, emek karşıtı siyasal tercihler.

Belediyeler kamu hizmeti sunuyor!

Diğer taraftan, başta belediyeler olmak üzere yerel yönetimlerin sunduğu hizmetler kamu hizmetleri niteliğindedir ve bu hizmetler kamu personeli aracılığıyla verilir.

Azami kâr peşinde koşan ve kamusal olmayan mal üreten özel sektörden aldığı primlerin bir kısmından vazgeçerken, sermaye ve iktidarın rahatça at oynattığı bankaların zararlarını görev zararı adı altında kapatırken, kamu hizmeti sunan belediyelerin prim borçlarını tahsil etmek için haciz göndermek nasıl açıklanabilir?

Yıllardır belediyeleri siyasal İslamcı cemaatlere ve yandaş şirketlere kaynak aktarmak için kullananlar, bu belediyeler ellerinden gidince, geri alabilmek için kayyumlar, hukuksuz tutuklamalar ve borçları zorla tahsil etmek gibi etik dışı yollara başvurmaktan, seçmenlerin iradesini yok saymaktan ve halkı cezalandırmaktan çekinmiyorlar.

Sonuç olarak

Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor.

Gelişkin toplumlara bakın oralarda güçlendirilmiş yerel yönetimlerin hem güçlü demokrasinin hem de güçlü ekonominin temel direkleri olduğu görebilirsiniz. Tabi güçlü bir demokrasi ve sürdürülebilir bir ekonomi yaratmak niyetiniz varsa…


16 Aralık 2024 Pazartesi

Suriye'de belirsizlik

 

Suriye’nin belirsiz geleceği: Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler (3)

Mustafa Durmuş

17 Aralık 2024


2011 ayaklanmasının arifesinde 1.500 dolar kişi başına gelire sahip Suriye ekonomisi, aynı yıl başlayan iç savaşın ekonomiye ağır bir darbe vurmasının ardından yüzde 70’e yakın oranda azaldı.

Son 13 yılda işsizlik ve yoksulluk giderek derinleşirken, Beşar Esad rejimi askeri olarak Rusya ve İran sayesinde ve başta muhalifler olmak üzere halkın üzerinde kurduğu ağır baskılarla, tıka basa dolu hapishanelerle bu yılın Kasım ayına kadar dayanabildi.

Otoriter baskıcı rejimler yıkılmaya mahkum!

Bir başka anlatımla, 53 yıllık Esad Hanedanlığı (yaklaşık 25 yılı Beşar Esad yönetiminde olmak üzere) her zaman yıkılmaya mahkumdu. Çünkü çürümeye yüz tutmuş baskıcı rejimler -özellikle de yolsuzluğa batmışlarsa, halklarına yeterli hizmet sunamıyorlarsa, onları yoksulluğa sürüklemişlerse ve politik sistemlerini değişen iç ve dış koşullara adapte edemiyorlarsa- genellikle de halk ayaklanmalarıyla eninde sonunda çökerler.

Nitekim içten içe çürüyen bu rejim, ABD ve Türkiye’nin desteklediği silahlı selefi cihatçı gruplar (Suriye Milli Ordusu/SMO gibi) ve Heyet Tahrir el-Şam Örgütünün (HTŞ) iki hafta önce başlattıkları saldırılarla kısa süre içinde devrildi.

Esad herhangi bir açıklama yapmadan Suriye’yi terk etti. Şam'daki eski hükümet yetkilileri, bazı üst düzey liderlerin de Şam düşmeden önce onunla birlikte ayrıldığını gittiğini söylüyor.

Halkını düşünmeyeni halk da düşünmez!

Esad’ın, halkına herhangi bir cesaret verici söz söylemeden hazinesini de yanına alıp ülkeden kaçması  devletin kendilerini HTŞ gibi grupların saldırılarından koruyacağına temelden inanan pek çok Suriyeliyi şaşkına çevirdi.

Rejime bağlı Cumhuriyet Muhafızları’nın şehri savunmaya çalışmaması ise aslında rejimin halktan nasıl koptuğununun bir göstergesi oldu. Bu da ancak halklarının refahını ve güvenliği korumak için çaba gösteren ve kendi halklarından destek alan iktidarların direnebileceğini ve kazanabileceğini bir kez daha gösterdi.

Defolu iki yaklaşım!

Bazı yorumcular (bunlara bir kısım sol ve sosyalist çevreler de dahil), saldırıların ABD ve İsrail tarafından düzenlendiğinden ve HTŞ ve SMO’nun siyasal İslamcı karakterinden yola çıkarak Esad rejimine destek anlamına gelen açıklamalar yapıyorlar.

Diğer bazıları ise bu selefi cihatçı güçlerin, 2011'de Esad rejimini neredeyse devirecek olan halk devrimini yeniden canlandırdığı gerekçesiyle her hangi bir eleştiriye tabi tutmadan romantikleştiriyor.

Her iki yaklaşımın da bugün Suriye'de ortaya çıkan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmadığı için defolu olduğunu vurgulamakla başlayalım..

Bölgede yıllarca sürebilecek bir kaos ve belirsizlik dönemi

Öncelikle, her şey bitmedi, hatta yeni başladı denilebilir. Hatta bundan sonra Suriye’nin parçalanması söz konusu dahi olabilir. Çünkü dış ve iç aktörler, ortadaki kadavranın her birinin yapabildiği kadar çok parçasını ele geçirmeye ve/veya kontrol etmeye çalışacaklar. Bölgede yıllarca sürecek olan bir kaos ve çekişme dönemi de bunu izleyecek.

Suriye şu anda Rusya, İran, Türkiye, ABD, Körfez ülkeleri ve İsrail’den çeşitli derecelerde destek alan farklı silahlı gruplar tarafından kontrol edilen bölgelere bölünmüş durumda. Bu silahlı grupların her biri, bölgesel çıkarlarının korunmasını sağlamak için yarışan bu büyük uluslararası güçler tarafından desteklenmeye devam edecektir.

Bölgede çok farklı dinamikler söz konusu

Bölgedeki birbirinden çok farklı ve birbiriyle çatışmaya hazır dinamikleri ihmal etmemek gerekiyor. Örneğin Suriye’de şimdilik en büyük kazananlardan biri olarak nitelendirilen İsrail, gerçekleştirdiği işgal ile birlikte selefi cihatçılarla sınır komşusu oldu. Şu anda çatışmıyorlar ama mevcut çatışmasızlığın uzun süre devam etmesi beklenmemeli.

Suriye'deki rejimin hızla çökmesi, Rusya ve İran'ın nüfuzuna aşağılayıcı bir son verirken, Türkiye'nin nüfuzunu arttırmasına kapı açsa da iktidarı ele geçiren selefi cihatçılar henüz tam niyetlerini ortaya koymuş değiller.

2017’de bir dizi silahlı grubu bir araya getiren ve Suriye'nin kuzeybatısındaki bazı bölgeleri kontrol altına alan Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), bütünlüklü ya da merkezi bir yapıya sahip değil ve bünyesindeki çeşitli gruplar  sık sık birbirleriyle çatışıyor. Buna rağmen Suriye'de önemli bir oyuncu olmaya devam ediyor ve Kürt silahlı gruplarının Türkiye için bir tehdit oluşturmasını önlemek için Türkiye sınırı yakınlarında bir tampon bölge oluşturmayı hedefliyor. (1)

ABD, HTŞ, SMO ve SDG

HTŞ'nin Türkiye'nin kontrolü altında olan Suriye'nin İdlib vilayetindeki sicili oldukça karışık. HTŞ, IŞİD deneyiminden ders alarak, çok sert davranmaktan uzak durmaya çalışıyor gibi görünse de, hala demir yumrukla yönetiliyor. HTŞ’liler Esad'ın hapishanelerini özgürleştirirken bile, kendi hapishanelerindeki muhaliflere çok kötü muamele etmeyi sürdürdüler.

Suriye'nin düşmesi, ABD’nin Suriye’nin kontrolünü ele geçirmesiyle birlikte Türkiye için bir sorun haline geliyor. Çünkü Washington bundan böyle HTŞ'yi kendi çıkarları için kullanmaya çalışacaktır ki bu da Türkiye'nin yapmak istedikleriyle pek uyumlu olmayabilir. YPG’nin vurucu gücünü oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), ülkenin doğusundaki büyük petrol, gaz ve buğday tarlalarının kontrolünü elinde tutuyor. Şam’da hükümet olmak isteyen herkesin devleti finanse edebilmek için bu kaynaklara erişmesi gerekecek. (2)

Ekonomik maliyetler

Aynı zamanda, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sorununun daha da ağırlaşması hayli muhtemel. Türkiye şu anda (resmi verilere göre) 3 milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapıyor (gerçek sayının bunun birkaç katı olduğu iddia ediliyor).

Suriye’ye geri dönüşler hedeflendiğinden çok daha yavaş sürerken, özellikle de yandaş medya düşük ücretli sığınmacı işgücü kaybının üretim maliyetlerini artırmak (böylece ihracatı düşürmek) ve enflasyonu körüklemek gibi ekonomiye ciddi  zarar vereceği endişesini dile getiriyor.

Türkiye uzun vadede “en büyük kaybeden” de olabilir!

Yaygın kanı Esad iktidarının devrilmesinde en büyük kazananın Erdoğan olacağı yönünde olsa da, Türkiye uzun vadede en büyük kaybeden de olabilir. Daha fazla mültecinin akınına uğrayabilir. Suriyeli aşırılık yanlıları Esad'ı devirme hedefinde artık birleşmedikleri ve ülkeyi yönetmek gibi zor bir görevle karşı karşıya kaldıkları için, kendi aralarında Türkiye’yi bir grubu desteklemeye ve böylece yeni düşmanlar edinmeye zorlayacak uzun süreli güç mücadeleleri söz konusu olabilir. Savaşın Türkiye’ye sıçraması ve 2010’ların ortalarında ülkenin başına bela olan terör saldırılarına geri dönülmesi -muhtemel olmasa da- tamamen mümkün. Ayrıca Türkiye'nin İsrail'e devam eden örtülü desteği nedeniyle içeride de bir gerginlik söz konusu ve Suriye meselesi bu gerginliği bir süreliğine örtbas edebilirse de, bu gerginliğin ortadan kalkması pek mümkün görünmüyor. (3)

Büyük inşaat şirketleri için kậrlı işler kapıda!

Bu “zaferin” Türkiye için ne gibi ekonomik faydaları olacağı ise belirsiz. Financial Times'a göre, “zaten yüksek enflasyon ve resesyonla mücadele eden Türkiye, 900 km’lik Suriye-Türkiye sınırı boyunca iş ve ticaret ilişkilerini yeniden başlatmaktan fayda sağlayacaktır. Erdoğan'la yakın bağları olan inşaat sektörü, yüz milyarlarca dolara ulaşması beklenen yeniden inşa faturasından para kazanabilir.”(4)

Ancak burada yapılacak kậrlı inşaat, alt yapı ve üst yapı işlerinin Türkiye (ve Suriye) halklarına her hangi bir ekonomik bir fayda sağlayacağı da son derece tartışılır.

Türkiye tuzağa mı düşürülüyor?

Ayrıca, Türkiye mucizevi bir şekilde barış ve güvenliğe kavuşmadıkça bunun nasıl gerçekleşeceğini görmek de zor. Tüm bunların Türkiye’nin elinde patlaması çok daha muhtemel. Çünkü Amerikan’ın konumu Türkiye’den çok farklı. En önemli farklardan birisi, ABD’nin ortalığı karıştırıp iki okyanus arasındaki evine çekilebilmesi. Oysa Türkiye’nin Suriye ile sınırı var ve ABD Esad'ı devirmek için Türkiye liderliğindeki operasyona verdiği destekle sadece Suriye'yi değil Türkiye'yi de istikrarsızlığa sürüklüyor olabilir. Öyle ki Ankara Esad, Rusya, İran ve Hizbullah'ı ve onların sağladığı istikrarı ilerde  özleyebilir. (5)

HTŞ ve SMO’nun ve gerici, faşizan doğaları ve sahip oldukları siyasi projeler bölge halklarını endişeye sevk ediyor. SMO, çoğunlukla İslami muhafazakar politikalara sahip silahlı gruplardan oluşan bir koalisyon. Çok kötü bir üne sahip ve özellikle kontrolü altındaki bölgelerde Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlalleriyle suçlanıyor. Özellikle 2018'de Afrin'de çoğunluğu Kürt olan yaklaşık 150 bin sivilin zorla yerinden edilmesine yol açtığı biliniyor.

Arap Alevileri, Kürtler, Süryaniler, Rum-Ortodoks, Rum-Katolikler ve diğer halklar endişeli!

HTŞ lideri Ebu Muhammed Colani’nin geçmişte yaptığı ve Suriye’de Nusayri, Hıristiyan ve diğer azınlıklara yer olmadığını açıkça belirttiği açıklamalar, bölgede yaşayan tüm halklar ve inançlar için derin bir kaygı ve endişe yaratmıştı. Bu on binlerce insanın evlerini terk etmesine neden olmuştu.

Özellikle Nusayriler, Kürtler, Süryaniler, Rum-Ortodoks, Rum-Katolikler ve diğer halklar kendilerini çok ciddi bir tehdit altında hissediyorlar. HTŞ’nin yanı sıra Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) ülkede yaşayan Alevilere zulmettiklerine dair haberler kamuoyuna yansıyor. Bu da on binlerce Aleviyi, yeniden göç yollarına düşürüyor.

Ülke ise yeni hükümet konusunda kutuplaşmış durumda. Savaş ve yaptırımlar nedeniyle yaşam tarzlarının bozulduğunu gören bazı halk kesimleri gelişmeleri  memnuniyetle karşıladı ve yeni durumu kutlamak için sokaklara döküldü. İsrail'in eylemlerine bağlı olarak bu durum değişebilecek olsa da, Orta Doğu'nun daha geniş bağlamı onları doğrudan ilgilendirmiyor. Önemli bir kesim, Sünni olmayan Müslümanlara karşı “Nusayriyye” (Esad ailesinin topluluğu olan Aleviler için) ve “Rawafid” (Suriye'deki büyük Şii nüfus gibi) gibi aşağılayıcı terimler kullanan İslamcıların davranışlarından endişe duyuyor. Sünni olmayan Müslümanları “ehl-i batıl” ya da "yitikler" olarak adlandırmak ve dinden dönme ve bunun cezası hakkında güçlü bir Selefi dil kullanmak, saldırıların hedefi olabilecek kişiler arasında korku yaratıyor. Yeni hükümetin bu mezhepçi ideoloji tarafından motive edilen güçlerini kontrol edip edemeyeceği ise belirsiz. (6)

Ayrıca Suriye'deki isyancı grupların birlik ve istikrar içinde bir geçiş hükümeti kuramamaları halinde, Rusya ve İran diğer aktörlerin boşluğu doldurmak için hızla harekete geçeceği de beklenmelidir.

İlerici güçlerin şansı?

“HTŞ’nin iktidar olması ülkedeki  ilerici güçlere devrimci mücadeleyi yenilemeleri ve hem rejime hem de İslami köktenciliğe bir alternatif sunmaları için alan ya da alanlar açacak mı”, sorusu yanıtı aranması gereken asıl sorudur.

Keza Esad rejiminin kovulduğu bölgelerde aşağıdan mücadele ve özörgütlenme mümkün olacak mıdır? Gramsici anlamda sivil toplum örgütleri (devlet dışı halk oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalara sahip alternatif siyasi yapılar kendilerini kurabilecek, örgütlenebilecek ve HTŞ ve SMO’ya karşı siyasi ve toplumsal bir alternatif oluşturabilecekler mi? HTŞ ve SMO güçlerinin geriletilmesi yerelde örgütlenmeye alan açacak mı ve yereldeki yeni ekonomik ve siyasal örgütlenmeler eskinin tekrarı olmaktan öteye geçebilecek mi?

Bunlar net cevapları olmayan kilit sorular. Ancak net olan bir şey var: HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesini teşvik etmediklerini, tam tersine otoriter davrandıkları çok açık.  

Tarih bize otoriter-faşizan güçlere güvenilmemesi ve sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının özörgütlenmesinin ve öz savunmasının bu alanı yaratabileceğini ve gerçek kurtuluşa giden yolu açabileceğini defalarca gösterdi.

Örneğin, “Rojava Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, Suriye iç savaşının siyasi bir boşluk yaratmasından bu yana özyönetim kurallarını yeniden yazan Kürtlerin liderliğindeki bir bölge. IŞİD, SMO ve Suriye rejiminin kuşatması altındaki Rojava halkı, doğrudan demokrasi, toplumsal cinsiyet eşitliği ve çevresel sürdürülebilirlik temelinde özerk bir bölge oluşturdu. Rojava halkının inşa ettiği şey hayatta kalmanın çok ötesinde. Bu, tiranlığa direnmek ve daha iyi bir şey yaratmak için tasarlanmış, toplumun tamamen yeniden tasarlanmasıdır. Bunu kararlılıkla ve otoriter rejimlerin değil, toplulukların kendi geleceklerine karar vermesi gerektiğine olan inançlarıyla inşa ettiler”.(7)

Bu örneklere bir yenisini daha ekleyebilmek, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluğa ve toplumsal yerinden edilmeye kadar pek çok engelin aşılabilmesine bağlı olacak.

Sonuç yerine

Suriye rejimine ve selefi cihatçı köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilecek ve örgütlenebilecek bağımsız, demokratik ve ilerici bir cephenin henüz yokluğu gibi acı bir gerçek söz konusu.

Böyle bir cephenin inşası zaman alacak. Böyle bir  cephenin otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışma inşa etmek için demokrasi, barış, eşitlik, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürlüğü taleplerini yükseltmesi gerekecek. (8)

Türkiye tarafında ise, ülkedeki iktidar blokunun  etnik-milliyetçi neo-Osmanlıcı yükselen kanadı, Kürtlerin zorla da olsa kontrol altına alınması kadar askeri sanayi karması sektörün hızla büyütülmesini de istiyor. ABD'nin Türk savunma sanayisine uyguladığı yaptırımlar, Suriye'nin doğusundaki varlığı ve Kürtleri desteklemesi gibi nedenlerle, Kürt meselesi ile askeri sanayi karması sektör ve savunma sanayinin büyütülmesi iç içe geçmiş durumda.

Aslında Suriye’deki gelişmelerin açıkça ortaya koyduğu şey; Türkiye'nin alt emperyalist hırslarının ABD’ninkilerle çok da uyumsuz olmadığıdır. Yeter ki bundan sonra Türkiye, ABD-İsrail ortak hedeflerine de uyacak şekilde davranabilsin.

Suriyeliler zengin etnik ve dini çeşitlilikleriyle her zaman gurur duydular. Tüm Suriyelilerin eşit yurttaşlık haklarını da garanti altına alan kapsayıcı ve demokratik bir hükümet, ülkenin bir bütün olarak ayakta kalmasını ve mezhepsel bir kaosa sürüklenmemesini sağlamak için elzem.

Otoriter bir yönetimin yerini bir başkasının alması ya da ülkenin silahlı gruplara bölünmesi felaket demek olacaktır. Her ne kadar belirsizlikler devam etse ve önümüzde büyük zorluklar olsa da Suriyelilerin acil ihtiyaçlarına öncelik vermek mantıklı bir ilk adım olacaktır. Ve her şeyden önemlisi, Suriye halkının olağanüstü direncini, cesaretini, umutlarını ve hayallerini yansıtan barışçıl, savaş sonrası bir Suriye'nin kaderine yön verenler olması sağlanmalıdır. Suriyelilerin- hem geri dönenlerin hem de hiç gitmeyenlerin- yeni Suriye devletini kendi şartlarına göre yeniden inşa etmeleri kritik önem taşıyacaktır. (9)

Dip notlar:

(1)    https://theconversation.com/what-syrias-rebel-takeover-means-for-the-regions-major-players-turkey-iran-and-russia (9 December 2024).

(2)    https://www.moonofalabama.org/syria-winner-and-losers-or-both (9 December 2024).

(3)    https://www.nakedcapitalism.com/2024/12/did-turkiye-win-the-battle-but-lose-the-war (11 December 2024).

(4)    Agm.

(5)    Agm.

(6)    https://www.theleftchapter.com/post/the-fall-of-the-assad-government-in-syria (12 December 2024).

(7)    https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/communalism-in-rojava (20 November 2024).

(8)    https://www.counterpunch.org/understanding-the-rebellion-in-syria (10 December 2024).

(9)    https://www.counterpunch.org/syria-at-the-crossroads (13 December 2024).

 

 

13 Aralık 2024 Cuma

Savaş sanayi

 

Silah satışları: Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler? (2)

Mustafa Durmuş

14 Aralık 2024


Suriye’nin işgalinin bölgedeki jeopolitik ve Suriye’nin komşularının iç siyasetlerine etkileri açısından büyük etkileri ve sonuçları olacağı açık.

Ankara tarafından yakılan “yeşil ışık”

İşgalin hemen öncesindeki haftalarda Erdoğan’ın Esad’a yönelik “normalleşme” önerileri içeren söylemlerinin Esad Yönetiminde bir karşılık bulmaması, Türkiye’nin isyancı grupların askerî harekâtını teşvik etmesiyle ya da en azından buna yeşil ışık yakmasıyla sonuçlandı.

Ankara’nın amacı başlangıçta, Suriye rejimi ve aynı zamanda İran ve Rusya ile gelecekte yapılacak müzakerelerde konumunu iyileştirmekti. Şimdi rejimin düşmesiyle birlikte, Türkiye'nin Suriye'deki etkisi daha da önemli hale geldi ve muhtemelen ülkedeki kilit bölgesel aktör oldu. Ankara ayrıca, kendi kontrolündeki Suriye Ulusal Ordusu’nu (SUO), Kürtlerin kontrolündeki Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) zayıflatmak için kullanmaya çalışıyor.

Suriyeli sığınmacılar ve Kürtler

“Türkiye'nin iki ana hedefi daha var: Birincisi, Türkiye'deki Suriyeli mültecilerin Suriye’ye geri gönderilmesini amaçlıyor. İkincisi, Kürtlerin özerklik isteklerini reddetmek ve daha spesifik olarak Suriye’nin kuzeydoğusunda Kürtlerin öncülüğünde kurulan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin (Rojava) altını oymak. Böylece Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmeleri için bir emsal teşkil edecek bu tehlikeyi de ortadan kaldırmak istiyor”. (1)

Ekonomik çıkarlar dayatıyor!

Diğer taraftan bu savaşın ardında yer alan devasa büyüklükteki ekonomik çıkarlar da göz ardı edilmemelidir. Zira işgaller de savaşlar da diplomasi de özünde ekonomik çıkarlarla ilgilidir.

Örneğin enerji santralleri, oto yollar, hava limanları ve diğer limanlar gibi alt yapı yatırımlarından; hastaneler, okullar, alışveriş merkezleri, fabrikalar, konutlar gibi üst yapıya kadar, yeniden inşa edilmesi gerekecek olan Suriye’de bu inşa işleri hangi uluslara ait şirketlere verilecektir?  

Diğer Orta Doğu ülkelerine nazaran daha az petrol kaynağı olsa da Suriye’deki petrol kaynakları kimlerin kontrolünde olacaktır? Hangi ulusların finans kuruluşları ya da bankaları tefeci faizleriyle ülkeye kredi verecektir? Ülke, hammadde, ara ve yatırım malı, zorunlu tüketim malı ithalatlarını hangi ülkelerden yapacaktır? Son olarak, yeni Suriye devletini ve ordusunu hangi emperyal ya da alt emperyal güçler organize edecek ve eğitecektir?

Silah sanayinin büyük kârları

Bu orduya silah ve mühimmat temini kimlerden ve nasıl sağlanacaktır? Bu da savaşın silah ticareti ve bu ticaretten sağlanan büyük kârlara dikkat çekiyor.  Çünkü küresel çapta yıllık 2,2 trilyon dolarlık bir askeri harcama ile hızla militarizme ve yeni savaşlara doğru savrulan dünyada, bu gelişmelerin inanılmaz kârlar sağladığı devlet destekli bir savaş sanayi ve büyük çapta silah satışları söz konusudur.

Nitekim SIPRI tarafından açıklanan verilere göre (2), sektördeki en büyük 100 şirketin silah ve askeri hizmet satışlarından elde ettiği gelirler 2022 yılına kıyasla reel olarak yüzde 4,2 artış göstererek, 2023 yılında 632 milyar dolara erişti. Silah satışlarından elde edilen gelirlerindeki artışlar tüm bölgelerde görülürken, özellikle Rusya ve Orta Doğu merkezli şirketlerin satışlarında ciddi artışlar yaşandı.

Silah şirketlerinin konuşlandığı bölge ve ülkeler

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)

Küresel silah sektörünün kaymağını ABD’li şirketlerin yiyor olması sürpriz değil. (3) ABD merkezli 41 şirket, silah satışı gelirlerini yüzde 2,5 oranında artırarak 2023 yılında 317 milyar dolara ulaştı. Bu şirketlerin gelirleri en büyük 100 silah şirketi satış gelirlerinin yarısını oluşturuyor.  Sıralamadaki ilk 5 silah şirketinin tamamı ABD’de yerleşik şirketler. Birlikte ele alındıklarında, silah satışı gelirleri İlk 100’ün toplamının yüzde 31'ini oluşturuyor.

Avrupa Bölgesi

Avrupa sıralamada ikinci geliyor. Bölgede yerleşik (Rusya hariç) İlk 100’deki 27 şirketin toplam silah satışı gelirleri 2023 yılında 133 milyar dolara ulaştı. Bu rakam 2022 yılına kıyasla sadece yüzde 0,2’lik bir artışa tekabül ediyor ve tüm dünya bölgeleri arasında en az artışı gösteriyor. Ancak, bu düşük büyüme rakamının ardındaki resim daha farklı. Karmaşık silah sistemleri üreten Avrupalı silah şirketleri 2023’te çoğunlukla eski sözleşmeler üzerinde çalışıyordu ve bu nedenle yıl içindeki gelirleri sipariş akışını yansıtmıyor.

Rusya

Rus firmalarının silah satışı gelirlerinde Ukrayna savaşı keskin bir artışa yol açtı İlk 100’de yer alan 2 Rus şirketinin toplam gelirleri yüzde 40 artarak, tahminen 25,5 milyar dolara ulaştı. Bu artışın neredeyse tamamı, daha önce İlk 100'de yer alan ve bireysel gelir verilerine ulaşılamayan 7 şirket de dahil olmak üzere, birçok silah üreticisini kontrol eden devlete ait bir holding şirketi olan Rostec'in silah satışı gelirlerinde kaydettiği yüzde 49’luk artıştan kaynaklandı.

Güney Koreli ve Japon şirketler Asya ve Okyanusya’da gelir artışında başı çekiyor. Asya ve Okyanusya merkezli İlk 100’de yer alan 23 şirket, bir önceki yıla göre yüzde 5,7’lik silah satışı geliri artışı kaydederek, 136 milyar dolara ulaştı. Güney Kore merkezli 4 şirket silah gelirlerinde toplam yüzde 39 artış kaydederek 11,0 milyar dolara ulaştı. Japonya merkezli 5 şirketin toplam silah gelirleri yüzde 35 artarak 10,0 milyar dolara erişti. Japonya'da 2022’den bu yana uygulanan askeri yığınak politikası yerel siparişlerin artmasına neden olurken, bazı şirketlerin yeni siparişlerinin değeri yüzde 300’den fazla arttı. İlk 100’de yer alan Çin merkezli 9 şirket ise yavaşlayan ekonomi nedeniyle 2019’dan bu yana silah gelirlerinde yıllık bazda en düşük yüzde artışını (yüzde 0,7) gördü. Bu şirketlerin 2023 yılındaki toplam silah gelirleri 103 milyar dolara ulaştı. (4)

Orta Doğu: İsrail

Rusya’dan sonra, Orta Doğu silah satışı gelirlerini en fazla artıran bölge olurken, İlk 100’de yer alan 6 İsrail ve Türk şirketinin satışları toplamda yüzde 18’lik bir artışla 19,6 milyar dolara ulaştı. Özellikle Israel Aerospace Industries ve Rafael sırasıyla yüzde 15 ve yüzde 16’lık artışlar kaydetti. Türk Havacılık ve Uzay Sanayii ise yüzde 45’lik gelir artışıyla Türk şirketleri içinde en büyük artışı gerçekleştirdi.

Orta Doğulu silah üreticilerinin satış gelirlerindeki artış aslında Gazze ve Ukrayna’daki çatışmalarla bağlantılı. Gazze’de savaşın patlak vermesiyle birlikte İlk 100’de yer alan İsrail merkezli 3 şirketin silah satışı gelirleri 13,6 milyar dolara ulaştı. Bu rakam, SIPRI İlk 100’de yer alan İsrailli şirketlerin şimdiye kadar kaydettiği en yüksek rakam oldu.

İlk 100’de yer alan İsrail merkezli 3 şirketin silah satışı gelirleri, Gazze'deki savaşın tetiklediği silah talebi yüzünden 2023 yılında daha önce görülmemiş seviyelere ulaştı. Toplam silah satışı gelirleri yüzde 15 artarak 13,6 milyar dolara ulaştı. Elbit Systems’in (27. sıra) silah gelirleri 2023’te yüzde 14 artarak 5,4 milyar dolara yükseldi. Şirket, Ekim 2023 ile Aralık 2023 arasında askeri bağlantılı yurt içi sözleşmelerden yaklaşık 900 milyon dolar gelir elde ettiğini bildirdi. Silah gelirleri 2022’ye göre yüzde 15 artışla 4,5 milyar dolar olan Israel Aerospace Industries (34. sıra), 2023’ün şirket için rekor bir yıl olduğunu bildirdi. Şirket, İsrail ordusunun mühimmat talebini karşılamak için üretim hızını artırdı ve yeni sistemlerin geliştirilmesini hızlandırdı. Rafael de (42. sıra) rekor düzeyde satış ve sipariş bildirdi. Rafael'in silah gelirleri 2023 yılında bir önceki yıla göre yüzde 16 artarak 3,7 milyar dolara ulaştı. Bu şirket ‘Demir Kubbe’ ve David's Sling Hava Savunma Sistemlerinde’ kullanılan füzeler gibi İsrail’in askeri stratejisi için kritik öneme sahip silahlar üretiyor. (5)

Türkiye

SIPRI İlk 100’de yer alan Türkiye merkezli 3 şirketin toplam silah satışı gelirleri ise 2023 yılında 6,0 milyar dolara ulaşarak bir önceki yıla göre yüzde 24 artış gösterdi. Türkiye’nin uzun süredir silah üretiminde kendine yeter hale gelme hedefi var. Artan iç talep ve genellikle Ukrayna’daki savaşla bağlantılı olarak artan ihracat 2023’teki büyümenin ana itici güçleriydi.

Bu şirketlerin önde gelenlerinden olan Baykar (69. sırada) Ukrayna'daki savaşta yaygın olarak kullanılan silahlı İHA’ları üretiyor ve hem doğrudan Ukrayna’ya hem de Ukrayna’ya teslim edilmek üzere, diğer ülkelere ihraç ediyor. İhracat 2023 yılında şirketin silah satışı gelirlerinin yaklaşık yüzde 90’ını oluşturdu. Baykar'ın silah satışı gelirleri yüzde 25 artarak 1,9 milyar dolara ulaştı.

Türk Havacılık ve Uzay Sanayii de (TUSAŞ; sıra 78) ihracatını artırdı. Bu satışlar 2023’te 1,7 milyar dolar olan toplam silah satışı gelirlerinin yüzde 31’ini oluşturdu. TUSAŞ, İlk 100’deki Türk şirketleri arasında silah satışı gelirlerinde bir önceki yıla göre en büyük artışı kaydeden şirket oldu (yüzde 45). Sıralamadaki diğer iki Türk şirketinin aksine, ASELSAN (54. sıra) silah gelirlerinin sadece küçük bir kısmını ihracattan elde ediyor. Bu nedenle, 2023 yılında silah satışı gelirlerindeki yüzde 12'lik artışla 2,4 milyar dolara ulaşması, Türkiye'nin yerli üretim silahlar geliştirme konusundaki kararlılığının teşvik ettiği iç talebin bir sonucudur.

Silah satışları artarak sürecek

SIPRI Askeri Harcamalar ve Silah Üretimi Programı Kıdemli Araştırmacısı Dr. Diego Lopes da Silva, “İlk 100'deki en büyük Orta Doğulu silah üreticilerinin silah satışı gelirlerinin 2023 yılında daha önce görülmemiş boyutlara ulaştığını ve bu büyümenin devam edeceğini” ileri sürüyor. “Özellikle İsrailli silah üreticileri 2023’te rekor silah geliri elde etmenin yanı sıra, Gazze'deki savaş sürdükçe ve yayıldıkça çok daha fazla sipariş alıyorlar. (6)

Küresel silah sanayindeki üretim ve satışların bundan böyle de hız kesmeden devam etmesi beklenmeli. Zira örneğin Suriye çatışmalar bitmiş gibi görünse de bu durum  daha ziyade “fırtına önceki bir sessizlik” olarak ele alınmalı. Bölgede asıl savaşın yeni başladığını ve vekilleri kadar savaşan asıl tarafların da bir süre sonra savaşa dahil olabilecekleri gerçeğini ihmal etmemek gerekiyor.

Bu gelişmeler neo liberalizmin de çözüm olamadığı kapitalizmin krizi derinleştikçe kapitalizmin ve kapitalist ulus devletlerin yeni biçimler alacağına ve dünyanın da buna göre şekilleneceğine işaret ediyor.

“Askeri Sanayi Karması Sektörü” kapitalizmin yükselen yıldızı!

Bu bağlamda “savaş ekonomi için iyidir mottosuna sahip” Askeri Keynesyenizm ve “sonsuz savaşlar, sonsuz ölümler, sonsuz yıkım, sonsuz kậr” sloganı ile hareket eden “Askeri- Sanayi- Karması” olarak da adlandırılan silah sektörü ve devlet iş birliği, neo liberalizm sonrası ‘nekro kapitalizm’in ve bunun toplumsal ve siyasal ilişkileri üzerinden şekillenen ‘yeni faşizm’in ya da ‘geç faşizm’in temel özelliği olduğunun altı çizilmelidir.

Askeri- Sanayi- Karması Sektörü, tarihsel olarak, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, ABD’li General Dwight Eisenhower'ın açıkladığı gibi, “muazzam bir askeri kuruluşun” -Pentagon, silahlı kuvvetler, istihbarat teşkilatları ve diğerleri- “ve büyük bir silah endüstrisinin” birleşmesinden doğdu. Bu iki güç, askeri ve endüstriyel, ABD Kongresi ile birleşerek kutsal olmayan bir “Demir Üçgen” ya da bazı akademisyenlerin Eisenhower'ın başlangıçta ve daha doğru bir şekilde “askeri-endüstriyel-kongre kompleksi” olarak adlandırdığına inandığı şeyi oluşturdu. Bu üçü bugüne kadar askeri sanayi karmasının kalbi olmaya devam etti ve kendi kendini sürdüren bir yasallaştırılmış yolsuzluk döngüsüne kilitledi (ki bu döngüde pek çok yasadışılık da mevcut). (7)

Nitekim sektörün bu yanı fark edildiğinde, Askeri- Sanayi- Karması Sektörüne karşı 1961 yılında General Eisenhower bir uyarıda bulunmuş ve “taşeron firmaların devasa kậrları için ülkenin güvenlik konseptinin araçsallaştırıldığını ve burada bir döner kapı sisteminin işlediğini” ileri sürmüştü. (8)

Özetle, militarizmin hızlanması biçimindeki mevcut eğilimler devam ederse, askerileştirilmiş ekonomi, toplum olarak ihtiyaç duyduğumuz pek çok başka şey pahasına büyümeye devam edecek, eşitsizlikleri arttıracak, inovasyonu boğacak ve sonsuz savaş politikasını sürdürecektir. Askeri kaynaklı refah yanılsamasına- ki bu bir yanılsamadır! - on milyonlarca insanın ihtiyaçlarını ihmal etmemize ya da gelecek nesiller için inşa etmek istediğimiz türden bir dünya tasavvur etme yeteneğimizi ve çabalarımızı  engellemesine izin vermemeliyiz.

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)  https://www.counterpunch.org/understanding-the-rebellion-in-syria (10 December 2024).

(2)  https://www.sipri.org/media/press-release/2024/worlds-top-arms-producers-see-revenues-rise-back-wars-and-regional-tensions (2 December 2024).

(3)  Sipri Fact Sheet December 2024, s. 8. (e.t: 10 Aralık 2024).

(4)  Agr.

(5)  Agr.

(6)  Agr.

(7)  https://mronline.org/2024/06/04/the-military-industrial-complex-is-killing-us-all (4 June 2024).

(8)  Mandy Smithberger, Tom Dispatch, “The Military-Industrial Complex Gets Away With Murder in Contract After Contract”, https://truthout.org (21 January 2020).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

11 Aralık 2024 Çarşamba

Suriye'nin işgali

 

Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler? (1)

Mustafa Durmuş

12 Aralık 2024


Tunus-Mısır-Libya’da halk ayaklanmaları

14 yıl geriye gidelim.

2010 yılının 17 Aralığında Tunus’ta, 26 yaşındaki elektronik mühendisi bir işsiz, sokaklarda sebze satarak hayatını kazanan M. Bouazizi adlı Tunuslu bir genç kendini yakmış; ardından on binlerce Tunuslu sokaklara çıkarak hükümeti ve işsizliği protesto etmiş ve isyan diktatör Ben Ali Tunus’u terk edene kadar sürmüştü.

Bundan yaklaşın 45 gün sonra 31 Ocak 2011’de bu kez Mısır’da Tahrir (Kurtuluş) Meydanı’nda yüz binlerce Mısırlı: “İş, Ekmek, Özgürlük ve Sosyal Adalet” sloganlarıyla isyan etti. On binlerce genç-yaşlı, Müslüman-Hıristiyan, örtülü- modern kadın-erkek meydanı tuttu. Onlarcası öldürüldü ama Mısır Devlet Başkanı Mübarek ülkeyi terk edene kadar da kitleler meydandan ayrılmadı. Sonrasında Libya Batılı emperyalist güçler tarafından işgal edildi ve Devlet Başkanı Kaddafi öldürüldü.

Kuzey Afrika’nın bu üç ülkesinin ikisinde (Tunus ve Mısır) ortak sorunlar vardı. Buğday ve diğer temel gıda maddeleri ve enerji fiyatlarının çok hızlı artması, derin yoksulluk, açlık, işsizlik, dışa bağımlılık, neo liberal politikalar ve 30 yıldır süren baskı-zulümle özdeşleşmiş kanlı diktatörlükler halkları isyana sürüklemişti.

Libya’da ise durum daha farklıydı. Kaddafi de bir diktatördü ama ülke ekonomisi kötü durumda değildi. Günde 1,8 milyon varillik mükemmel kalitede petrol üretimi yapılıyordu. Ülke, doğalgaz kaynakları açısından da çok zengindi ve bu doğal zenginlikler Libya’da ortalama yaşam süresinin 75’e çıkmasını ve Afrika’nın kişi başına yıllık geliri en yüksek ülkesi olmasını sağlamıştı. Ülkenin sert çölün altında muazzam bir fosil sıvı denizi vardı. Tüm bunlar emperyalist güçlerin iştahını kabartıyordu. Nitekim ABD bu ülkeyi işgal etmek üzere NATO’yu devreye sokmakta tereddüt etmedi.

Devasa ekonomik sorunlar ve devrimci durum

Kısaca, devasa ekonomik sorunlar, gıda fiyatlarındaki artışlar ve iktidarların halkın sorunlarına ilgisizliği ayaklanmaların önünü açtı. Halk mevcut rejimleri bu sorunlarla özdeş tuttuğundan rejimin değişmesini istiyor, rejimle uzlaşmaya yanaşmıyordu.  “Ekmek, özgürlük ve adalet” sloganlarıyla yürüyen kitleler olağanüstü hâl uygulamalarının kaldırılmasını, parlamentonun feshini ve yeni bir anayasanın yapılmasını talep ediyorlardı.

Bir başka boyutuyla ise bölgede devrimci bir durum yaşanıyordu ve bu devrimin dürtüsü sadece diktatörlük karşıtı olmak değil, aynı zamanda anti-emperyalist, IMF karşıtı ve İsrail karşıtı olmaktı.

Çalınan devrim!

Bu nedenle de ABD ve müttefikleri bu devrimi durdurmak, bunu yapamazlarsa da onu bölgedeki Amerikan egemenliğini sürdürülebilmesi için yeniden bir biçime sokma niyetindeydiler. Nitekim bunu da sağladılar. Diktatörler devrildi ve halkların gazı alındı ama gerçek bir devrim fırsatı da böylece halkların elinden alınmış oldu. Sonrasında bu ülkeler yeniden bir kaosun içine sürüklendiler ve iç savaşlar ortaya çıktı. Mısır’da yeniden askeri diktatörlük tesis edildi.

Suriye’ye emperyalist müdahale ve iç savaş

Bu gelişmeler 2011 yılının sonlarına doğru Orta Doğu’ya da sıçradı ama bu kez hedefteki Suriye beklenmedik bir direniş göstererek o tarihten bu yılın aralık ayına kadar direndi. Bu süreçte “Büyük Orta Doğu Projesi” kapsamında başta IŞİD olmak üzere, selefi cihatçı gruplar Esad’a karşı ayaklandırıldı, 13 yıl sürecek olan bir iç savaş başlatıldı.

Ancak bu terör örgütleri hem Suriye ordusunun hem de Bölgedeki Kürtlerin direnciyle karşılaştılar. Yine de El Kaide ve El Nusra yenilmiş olsa da bölgeye hâkim devletlerin desteğiyle İdlib gibi belli bölgeleri tutmayı başardılar. Bu süreçte Esad ülkede demokratikleşmek yerine Baasçı eski rejimi sürdürmeye kalkışınca iyice gözden düştü ve yenildi. Ülkesinden kaçarak Rusya’ya sığınmak zorunda kaldı. Ülke Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve arkasındaki devletler ve İsrail tarafından işgal edildi.

Nesnel değerlendirmeler gerekiyor!

Suriye’nin işgali konusunda çok farklı değerlendirmeler yapılabilir. Nitekim Suriye’yi işgali alkışlayanlar (bizdeki iktidar medyası gibi) gibi, bunu emperyalist bir müdahale olanlar da mevcut.

Ancak, ülkeyi işgal eden güçler “ülkede diktatörlüğü ortadan kaldırmak, demokrasiyi inşa etmek, kendi sınırlarını güvence altına almak” gibi mazeretler ileri sürebilirse de, bunun doğru olmadığı ve bu eylemin açıktan bir işgal olduğu inkar edilemez bir gerçek. Nitekim daha önceki Irak’ın işgali de bu gerekçelerle yapılmış ama bölgeye demokrasi de gelmemişti.

Esad’ın serveti ile birlikte ülkeden kaçması diktatörlerin genelde yaptıkları bir şey. Ülkesini düşünüyor olsaydı zamanında ülkesindeki Araplar, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler, Dürziler gibi tüm halklarla birlikte tek bir ulusa dayalı olmayan demokratik bir Suriye’yi inşa edebilir ve emperyalist ve alt emperyalist güçlere geçit vermeyebilirdi. Oysa, beklendiği gibi, bunu yapmadı ve kendi ülkesinin emperyalist, Siyonist ve selefi-cihatçı bir yağmaya terk etti.

Rusya ve İran kaybetti

Suriye’deki bu gelişmelerden isyancı grupların ardındaki hangi devletlerin nasıl kazançlı ya da zararlı çıkabileceğini konusunda değerlendirme yapmak gerekirse sırasıyla:

Rusya, Beşar Esad rejiminin önemli bir destekçisiydi. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) öncülüğündeki isyancı grupların iktidarı ele geçirmesi bu devlet açısından çok büyük bir kayıp olabilir. Zira Moskova 2015 yılında binlerce Rus askeri göndererek ve Suriyeli isyancı gruplara ve sivil altyapıya hava saldırıları düzenleyerek Esad'ı desteklemişti. Ancak Rusya, Ukrayna'daki savaş nedeniyle Esad'ın ihtiyaç duyduğu destek düzeyini sürdüremedi. Sonuç olarak Rusya'nın Orta Doğu'daki projesi büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Bu durum Rusya’nın Suriye'nin Akdeniz kıyısındaki üslerini kaybetmesiyle sonuçlanabilir.

Esad rejiminin yıkılması, rejimi destekleyen ve Lübnan’daki Hizbullah’a silah göndermek için Suriye’ye bel bağlayan İran için de bir darbe anlamına geliyor. Yani İran devleti için de Esad'ın devrilmesi büyük bir kayıp. Doğu Akdeniz'e uzanan bir kara köprüsünü, Hizbullah gibi İran'ın vekilleri konumundaki örgütler için önemli bir üssü ve silahların Lübnan'a ulaşabileceği bir yolu kaybetmiş oldu. İran'ın Suriye'deki stratejik derinliğini kaybetmesi, İsrail ile çatışması nedeniyle ciddi şekilde zayıfladığı bir dönemde Hizbullah'ı destekleme kabiliyetini de zayıflatacaktır. (1)

Diğer taraftan, bu gelişmeler Hizbullah için varoluşsal bir tehdit oluşturuyor. Hizbullah İran'dan Suriye üzerinden Lübnan'a uzanan son derece önemli karasal yaşam hattını kaybetti. HTŞ muhtemelen İran'dan gelen silah ve diğer malzemelerin akışını durduracak ve İran'ın İslamcı Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü danışmanlarının Hizbullah'ı desteklemeye devam etmesini engelleyecektir. (2)

Savaşın asıl kazananı İsrail!

Rejimin düşmesinden sadece birkaç saat sonra İsrail ordusu Hermon Dağı'nın Suriye tarafını ele geçirdi. Ordu, 1974 ateşkes hattına yakın beş köyün sakinlerine evlerinde kalmalarını ya da olası çatışmalar nedeniyle köyleri boşaltmalarını söyledi. Başbakan Benjamin Netanyahu bölgeyi ziyaret etti ve İsrail'i bölgeden askerlerini çekmeye zorlayan 1974 anlaşmasının artık geçerli olmadığını açıkladı. İsrail hava kuvvetleri, stratejik askeri varlıklar içerdiği iddiasıyla Büyük Şam'daki bazı askeri bölgelere baskın düzenledi. Kuzeyde ise çatışmaların yeniden alevlendiği haberleri üzerine Türk hava kuvvetleri Kürt mevzilerini bombaladı. (3)

ABD, HTŞ'yi de “terör örgütü” olarak tanımlasa da uzun süredir Esad rejimine karşı çıkıyor ve onu devirmek için uğraşıyordu. Bu yüzden de istediği oldu.  Bölgedeki en temel müttefiki olan İsrail ise bu savaşın asıl kazananı konumunda. Zira Golan tepelerini işgal edip Şam’a doğru ilerleyerek “Büyük İsrail Projesi” için önemli bir adım daha atarken, İran’ın bölgedeki konumunu da zayıflattı. Suriye'nin en stratejik yeri olan Cebel Şeyh'i işgal etmesi ise bölgede kendine çok önemli bir stratejik mevzi kazandırdı. (4) İsrail bu hafta Suriye’de en az 350 hava saldırısı gerçekleştirdi.

Türkiye kazandı mı?

Türkiye'nin HTŞ gibi selefi cihatçı silahlı gruplara verdiği destek son saldırılar açısından kritik önem taşıyordu. Ayrıca 2017 yılında bir dizi silahlı grubu bir araya getiren ve kuzeybatı Suriye'nin bazı bölgelerini kontrol altına alan önemli bir aktör olan “Suriye Ulusal Ordusu” da Türkiye tarafından destekleniyor.

Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır.

Kısaca, Türkiye’deki iktidar bloku Esad'ın şiddet yoluyla devrilmesini zımnen destekledi ve Şam'daki yeni rejimi şekillendirme fırsatına sahip oldu.

Nitekim birçok uluslararası yorumcu bu görüşü destekliyor. Örnek olarak bir yoruma göre: “Esad’ın düşüşünden potansiyel olarak asıl kazançlı çıkacak olan devlet Türkiye’dir. Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye’de uzun bir yol kat etti; bir zamanlar Esad’ın hamisiyken onun devrilmesini talep etti ve ardından Esad rejimiyle normalleşme arayışına girdi. Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan Esad'ın şiddet yoluyla devrilmesini zımnen destekledi. Ankara şimdi Şam'daki yeni rejimi şekillendirmek için bir fırsata sahip oldu”. (5)

ABD, İsrail, Türkiye aynı çizgide mi?

Keza Orta Doğu uzmanı gazeteci Conor Gallagher, “ABD’nin vekilleri (Ukraynalı neo-Naziler, İslami köktendinciler ve Siyonist soykırımcılar) aracılığıyla  Suriye Devlet Başkanı Esad'ı devirmek ya da en azından olası bir çözüm öncesinde daha fazla toprak koparmak ve Tahran'ın ülkedeki etkisini zayıflatmak için Suriye'de yeniden bir araya geldiğini; Türkiye’ninse, eski adıyla Nusra Cephesi olarak bilinen İslamcı paramiliter örgüt HTŞ’nin en büyük destekçisi olarak merkezi bir rol oynadığını” ileri sürüyor.

Neo Osmanlıcı girişimler

Türkiye’nin ABD ve İsrail ile iş birliği yaptığını ileri süren yazara göre: “Erdoğan’ın çıkarları ABD-Ukrayna-İsrail grubun çıkarlarıyla örtüşüyor. Türkiye'nin eski imparatorluğun büyük bir kısmı üzerindeki etkisini güçlendirdiğini görmek isteyen Erdoğan ve kliğinin katı neo-Osmanlı hırsları, ABD-Ukrayna-İsrail'in bölgedeki Rus ve İran etkisini azaltma arzusuyla örtüşüyor. En azından Türkiye, mültecilerin geri dönüşü için herhangi bir kalıcı çözümden (potansiyel olarak Trump II döneminde) önce Suriye'de kendisinin ve vekillerinin kontrolü altında daha fazla toprak elde etmek istiyor ve bu da Ankara'nın tehdit olarak gördüğü Kürt güçlerini etkisiz hale getirmek için daha iyi konumlanmasını sağlayacak. Türkiye üç milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapıyor ve Erdoğan bu konuda bir şeyler yapması için ülke içinde baskı altında ve binlerce kişiyi "gönüllü geri dönüş" beyanlarını imzalamaya zorlamakla suçlanıyor. Suriye'de güvenlik ortamı “güçlendikçe” Erdoğan daha fazla Suriyelinin Türkiye'den sınır dışı edileceğini söylüyor”. (6)

Devam edecek…

Dip notlar:

(1)  https://theconversation.com/what-syrias-rebel-takeover-means-for-the-regions-major-players-turkey-iran-and-russia (9 December 2024).

(2)  https://www.cfr.org/expert-brief/syria-after-assad-what-know-about-hts-hezbollah-and-iran (9 December 2024).

(3)  https://geopoliticalfutures.com/after-the-fall-of-assad-the-middle-east-braces-for-unrest (10 December 2024).

(4)  https://www.cfr.org/expert-brief/after-fall-assad-dynasty-syrias-risky-new-moment (8 December 2024).

(5)  Agm.

(6)  https://www.nakedcapitalism.com/2024/12/erdogan-backstabs-his-way-into-center-of-middle-east-conflict.html (2 December 2024).

2 Aralık 2024 Pazartesi

Kara Cuma

 Gıda patronları için Türkiye’de her gün “Şahane Cuma”!

Mustafa Durmuş

3 Aralık 2024

Kara Cuma (Black Friday), ABD'de Şükran Günü’nden (28 Kasım) sonra gelen ilk cuma gününe verilen ad. Bu gün 1952’den bu yana Noel alışveriş sezonunun başlangıcı kabul ediliyor.

Bu günde perakende mağazaları çok erken saatte açılıyor, geç kapanıyor ve yüksek indirimli satışlar yapılıyor. Alışverişten dolayı oluşan yoğun trafik ve zorluklar nedeniyle güne bu adın verildiği düşünülüyor. Nitekim son yıllarda mağazalarda bu günde aşırı kalabalıktan dolayı kaza oranı artış gösteriyor. (1)

Türkiye’de “Şahane Cuma” aldatmacası

Kara Cuma indirimleri, “Şahane Cuma”, “Muhteşem Cuma”, “Efsane Kasım” gibi farklı isimlerle son yıllarda Türkiye'deki mağazalarda da gündeme getiriliyor. Cep telefonlarından, bilgisayara, gıda ve yeme-içmeden mefruşata, konfeksiyondan tekstile ve elektroniğe kadar hemen her üründe indirimli satışlar yapılıyor. O gün indirimli satışlardan faydalanmak isteyenler erken saatlerde mağazalara yöneliyorlar. Ayrıca, “amazon”, “hepsi burada”, “trendyol” gibi internet/e-ticaret alışveriş sitelerini de kullanıyorlar.

Diğer yandan, TESK Genel Başkanı B. Palandöken, bu durumun aslında ‘Efsane Kasım' değil, efsane bir pazarlama taktiği” olduğunun, fiyatların indirim zamanı şişirilip şişirilmediğine bakılması, ilgili meslek odalarının izni olmadan yapılan indirimlere itibar edilmemesi gerektiğinin altını çiziyor:

“Böylesine yüksek kậr marjları gerçekçi değil. Yüzde 80-100 gibi indirim oranları sürdürülebilir bir kazanç modeli olamaz. Bu nedenle bu kampanyaların Bakanlık tarafından denetlenmesi gerekiyor. Aynı şekilde, güvenilir olmayan sitelerden alışveriş yapılmasının sakıncalarına da dikkat edilmeli. 3D güvenlik doğrulaması olmayan yerlerden alışveriş yapan vatandaşlar mağduriyetlerini sıkça dile getiriyor. İnsanlar, dokunup görmedikleri ürünleri cazip fiyatlarla sipariş ederken sonunda hayal kırıklığı yaşayabiliyorlar. Fiyatlardaki anormalliklerin oturması, istikrar sağlanması ve vatandaşların bütçelerine uygun alışveriş yapmaları için bu tür aldatıcı kampanyaların önüne geçilmesi şart. İnsan sağlığına zarar veren veya kalitesiz ürünlerin satışını engellemek tüketicinin korunması adına önemli bir adım olacaktır” (2)

TESK Başkanının, büyük firmalar karşısında haksız rekabete uğrayarak zarar eden bu yüzden de işlerine son veren küçük esnafın sözcüsü olarak, bunları söylemesi son derece normal. Ancak Türkiye ekonomisinin özellikle de son yıllarda özel tüketim harcamalarıyla büyüdüğü de bir gerçek. Bu harcamalara konu olan ürünlerin önemli bir kısmının da ithalat yoluyla sağlandığı, yatırım malları ve ara malları ithalatının azalırken tüketim malları ithalatının artmaya devam ettiği de bir gerçek.

Tüketime dayalı ekonomik büyüme modeline devam

Nitekim, IMF tarafından hazırlanan bir rapora göre de Türkiye ekonomisi son iki yılda net bir biçimde özel tüketim harcamalarındaki artışla büyüdü. Sektörel olaraksa ekonominin esasta hizmetler sektöründeki genişlemeyle büyüdüğü aşağıdaki grafikten görülebiliyor. Bu iki büyüme dinamiği birbiriyle uyumlu zira özel tüketim harcamaları hizmetler sektörünün temel sürükleyicisi konumunda.

Diğer taraftan, özellikle de lüks tüketim harcamalarından kaynaklanan bu özel tüketim artışı sürdürülebilir olmadığı gibi, enflasyonun düşürülmesinin de önünde engel oluşturuyor. (3)

Bu yılın üçüncü çeyreğine ilişkin ekonomik büyüme verileri ise bir yandan bu çeyrekte GSYH’nin bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,2 azaldığını, ikinci çeyrekte de benzer bir küçülme yaşandığından bunun ülke ekonomisinin teknik olarak resesyona girdiğini gösterirken, diğer yandan da yıllık olarak sağlanan yüzde 2,1’lik büyümenin sürükleyicilerinin inşaat-emlak, finans ve sigorta sektörleri olduğunu, sanayi sektörünün ise yüzde 2,2 küçüldüğünü (4) ortaya koyuyor.

Tüketimi kimler yapıyor, enflasyonun bedelini kimler ödüyor?

Bu noktada yanıtlanması gereken soru, halkın yoksulluğu ve borçluluğu dikkate alınarak “bu tüketimi hangi sınıfların yapmakta” olduğudur. Bunun için bölüşüm verilerine bakmak yeterli.

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20 milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde10 en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor. Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,52. En zengin yüzde 10 toplam servetin yüzde 68’ine sahip. Servet Gini katsayısı 0,84 olarak hesaplanıyor. (5)

Gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin her geçen gün daha da artıyor olması, böyle bir talep artışının, dolayısıyla da eğer ülkede bir talep enflasyonundan söz edilecekse bunun asıl sorumlusunun yüksek gelirliler, sermaye sahibi zenginler olduğunu gösteriyor.

Yani eğer gerçekten enflasyonla mücadele edilmek isteniyorsa, maliyetin yüksek enflasyondan fayda sağlayan sermaye kesimine ve zenginlere yüklenmesi gerekiyor ki bu hem etkin hem de adil bir çözüm olacaktır.

Tam tersine iktidar bloku, sermayeyi ve zenginleri vergilendirerek bu talebi kontrol altına almak yerine, milli gelirden aldıkları payın üçte birin altına düştüğü emekçilere kemer sıktırıyor. Böylece toplumun neredeyse yüzde 85’ini oluşturan bu kesimin daha da yoksullaşmasına neden oluyor.

Kapitalist büyüme ve yoksulluk el ele gidiyor

Ancak kapitalizm altında yoksulluğun ekonomik büyümenin diyalektik bir eşlikçisi olduğu unutulmamalı. Yani sorun, bazı ünlü iktisatçıların yaptığı gibi, “iyi ve içermeci” kurumlara sahip olmak yerine, “kötü ve dışlayıcı” kurumlara sahip olmaya ve kötü yönetilmeye indirgenmemeli. Ortada sistemik sorunlar var.

Kısaca, emekçilerin yoksullaşmasının nedeni büyük zenginlerdir, büyük servetlerin sahipleri sermaye sınıfıdır. Özellikle de neo liberal döneminde kapitalist büyüme sermayenin, servetin büyümesidir ve kaçınılmaz olarak yoksulluk üretir.

“Kapitalist büyümeye zorunlu olarak ilkel sermaye birikimi süreci eşlik eder, bu da bir yığın küçük üreticinin mülksüzleştirilmesini ve dolayısıyla yoksullaşmasını gerektirir. Ancak kapitalist sektörde çalışan, doğrudan işçi olarak asimile ettiği kişilerin sayısı yoksullaşanların sadece bir kısmını oluşturur. Sermaye birikimi ilerledikçe “sistemin dışında” kalan ilkel sermaye birikiminin kurbanlarının mutlak sayıları artmaya devam eder ya da mutlak sayıları artmayıp sabit kalırsa veya azalırsa, o zaman yoksulluğun boyutları da artar. Bu olgu, “bir kutuptaki zenginlik birikimine neden aynı anda başka bir kutupta yoksulluğun artmasının eşlik ettiğini” açıklar. Ancak bu olgunun algılanması, birikim sürecinin bütününe dair kapsamlı bir vizyonun yokluğu nedeniyle karartılır”.  (6)

Gıdada fiyat artışları tam gaz sürüyor

Türkiye gıda enflasyonu açısından OECD ülkeleri arasında ilk sırada yer alıyor. Üstelik gıda fiyatları her geçen gün artmaya da devam ediyor. Yakın gelecekte bu fiyatların düşmesi de beklenmiyor. Öyle ki TCMB’nin gıda enflasyonu tahmini; 2024 yılı sonu için yüzde 41,8 ve 2025 için yüzde 22,5. Ancak bu tahminlerin de çok iyimser olduğunu, gerçekleşecek rakamların daha yüksek çıkma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu belirtelim.

Nitekim T. Ziraat Odaları Birliği’nin açıkladığı Kasım ayı market fiyatlarına göre; bazı kış ürünlerindeki son bir yıldaki fiyat artışları şöyle: Karnabahar yüzde 255, Mandalina yüzde 143, Marul yüzde 111 ve Pırasa yüzde 86. (7)

Bunların yaz sebzesi değil, içinde bulunduğumuz kış dönemi sebzeleri olduğu unutulmamalı. Yani domates ve salatalıktaki fiyat artışları “mevsimi olmadığı” gerekçesiyle belki mazur görülebilir ancak kış sebzelerindeki fiyat artışları için aynı değerlendirmeyi yapmak doğru olmaz. Burada gıdada fiyatların yüksek kalmasına neden olan yapısal faktörleri de ele almak gerekir.

Gıdanın gramajını azaltma ve kalitesini düşürme

Kaldı ki gıda sektörü patronları sadece fahiş fiyat artışlarıyla kậrlarını artırmıyorlar. Aynı zamanda bu ürünlerin gramajları azaltılıyor ve kaliteleri de düşürülüyor. Üstelik bu aynı anda fiyatlar artırılarak da yapılabiliyor. Dahası, bu durum “merdiven altı” diye tabir edilen yerlerle de sınırlı değil. Büyük marketlerde de görülebiliyor.

Örneğin satın aldığınız ekmeğin, bisküvinin, gofretin, sütün, cipsin, bakliyatın net gramajı düşürülürken, sosis ya da salamın içeriği baş etinden, tırnağa kadar kötü malzeme ile değiştirilebiliyor. Dana kıyması olarak satın aldığınız kıymaya baş eti, sakatat ya da kırmızı bibere kiremit tozu katılabiliyor. Tereyağı artık saf tereyağı değil, patates gibi sebzelerin katılımıyla ucuz ve sağlıksız bir yağa dönüşebiliyor. (8)

Bir yandan kậr güdüsü ve denetimsizlik, diğer yandan giderek yoksullaşan halkın gramaj ve kaliteyi fark etmeden ya da önemsemeden tüketmek zorunda olması böyle davranışların önünü açıyor.

Shrinkflasyon ve skimpflasyon

Kısaca gıda enflasyonuna, yukarıda anlatıldığı bir küçültme (shrinkflasyon) ve kalitesizleştirme (skimpflasyon) enflasyonunu da katmak gerekiyor. Bu durum kuşkusuz gıda piyasasını kontrol eden büyük sermaye şirketlerinin, market zincirlerinin kậrlarını daha da artırıyor. Aksi halde geçen yılın kậr şampiyonunun gıda sektörü olması başka türlü nasıl izah edilebilir?


Sonuç olarak

“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor. Diğer yandan bu durum şirketlerin satışlarını ve kậrlarını daha da artırmaya hizmet ediyor.

Ancak Türkiye’de, Şahane Cuma ya da Şahane Kasım adları altında yürütülüyor olsa da, özellikle de gıda sektöründeki büyük üreticiler ve zincir marketler için Kara Cuma gibi uygulamalara pek de ihtiyaç duyulmuyor. Gıda ürünlerine neredeyse her gün yapılan zamlar dikkate alındığında, Türkiye’de gıda sanayinin patronları için her gün Kara Cuma'dır.

Dip notlar:

(1)    https://tr.wikipedia.org/wiki/Black Friday (1 Aralık 2024).

(2)    https://finans.mynet.com/haber/detay/ekonomi/efsane-kasim-degil-efsane-pazarlama-taktigi-diyerek-sitem-etti-alisveris-tutkunlarina-tesk-baskani-ndan-uyari-sizi-mutlu-edecekken-uzebilir (16 Kasım 2024).

(3)    G20 Report on strong, sustainable, balanced and inclusive growth

2024, s. 9-10).

(4)    TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz-Eylül, 2024 (29 Kasım 2024).

(5)    TÜİK, Gelir Dağılımı İstatistikleri, 2023, https://data.tuik.gov.tr (29 Ocak 2024).

(6)    https://mronline.org/2024/10/26/the-dialectics-of-wealth-and-poverty (26 October 2024).

(7)    https://www.tzob.org.tr/basin-odasi/haberler/kasim-ayi-uretici-market-fiyatlari-ve-aylik-yillik-girdi-fiyat-degisimleri (1 Aralık 2024).

(8)    https://www.haberturk.com/yazarlar/esen-y-evran/1929963-etiketi-birak-gramaja-bak (22 Nisan 2018); https://www.ekmeginsesi.com/gundem/firmalarin-gramaj-hilesi-urun-miktarini-azaltip-fiyatini-artiriyorlar (29 Eylül 2020).