durgunluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
durgunluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2018 Cuma

TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (I


TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (I)

Mustafa Durmuş

14 Aralık 2018

Bu hafta TÜİK tarafından açıklanan büyüme verileri Türkiye ekonomisinin bu yılın üçüncü çeyreğinden itibaren krizin ikinci fazına, yani resesyon sürecine girdiğini gösteriyor. Dahası uluslararası raporlara göre 2019 yılı Türkiye ekonomisi için resesyonun derinleştiği yıl olacak.
Bu yılın Ağustos ayında krizin ilk fazı olan finansal krizin belirtileri kendini göstermişti. Milli gelirin yüzde 52’sine kadar yükselen dış borçların ve 200 milyar doları bulan kısa vadeli dış borç ödemelerinin varlığında, doların kuru 7’nin üzerini görmüş, resmi faiz oranları yüzde 25’in üzerine çıkmış ve enflasyon yüzde 20’yi aşmıştı. Borsa çöküş içindeydi.
Bunlar aslında (bankacılık sektörü dışarıda tutulduğunda) bir finansal kriz için yeterli göstergelerdi. ABD ile yaşanan rahip krizi çözülemeyip, AB ile yaşanan güven krizi hafifletilmeseydi muhtemelen bu kriz bankacılık sektörüne sıçrayacak ve böylece finansal kriz tam olarak gerçekleşmiş olacaktı.
Atılan normalleştirme adımlarıyla kur düşürüldü. Böylece dış borçları olan şirketlerin geri ödeme yükü geçici olarak hafifletilerek ötelendi, ama tamamen ortadan kaldırılamadı. Çünkü bu borçlar hala ortada duruyor. Lira cinsinden kredi borcu olanların yükü ise zoraki faiz düşürücü önlemlerle de olsa azaltılamadı. Çünkü özellikle de özel ticari bankalar bu zorla faiz düşürümünü uygulamıyorlar.
Cari açıkta yaşanan azalma ise sevindirici olmaktan ziyade endişe verici bir durum. Zira üretimde ve ihracatta kullandığı ara malı, hammadde ve sermaye malının yüzde 80’ini ithalatla dışarıdan satın alan bir ekonomide ithalatlardaki keskin düşüş ciddi bir üretim daralmasına işaret ediyordu. Bu da şirketler için daha az kâr, daha az satış, daha az gelir, hatta üretime son vermek demek. Böyle bir ortamda mevcut borç stokları nasıl eritilebilir, vadesi gelen borçlar faiz ve anaparalarıyla birlikte nasıl geri ödenebilir ki?
Yani azalan cari açık, düşen kur, baskılanan faiz ya da polisiye önlemlerle düşürülmeye çalışılan enflasyon (bize sunulduğunun tersine), aslında Türkiye ekonomisinin krizde ikinci faza, yani resesyon sürecine geçtiğinin belirtileri.

Resesyon (ekonomik küçülme)
Resesyon ekonomik krizleri anlatmada kullanılan en yaygın tanım. IMF, OECD, DB gibi uluslararası mali örgütlere göre, eğer bir ekonomi iki çeyrek (altı ay) boyunca üst üste daralıyorsa resesyon içindedir.
Ancak bu resmi tanım ekonomik kriz durumunu tam anlatmakta yetersiz kalıyor. Bunun için sadece büyüme verilerine değil, aynı zamanda üretime (özellikle de sanayi üretimine), satışlara, ihracata, borsa hareketlerine ve istihdama da bakmak gerekiyor.
Bu bağlamda tek başına bazı göstergelerin kötüleşmesi resesyonun varlığını göstermezken, iyileşmesi (örneğin borsanın yükselişi) ekonominin resesyonda olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Türkiye ekonomisi resesyon sürecine girdi
TÜİK’in 2018 yılının son çeyreğine göre ait büyüme verilerini (1) esas alarak Türkiye ekonomisine baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz:
Arz (üretim) yönünden, tarım sektörü yüzde artı 1 ve sanayi sektörü binde artı 3 (geçen yıl yüzde artı 15,4 idi) büyüyebilmiş. Gerçek anlamda büyüyebilen tek sektör yüzde artı 4,5 ile hizmetler sektörü olmuş. Diğer taraftan son 15 yılın sermaye birikim modelinin özünü oluşturan inşaat sektörü yüzde eksi 5,3 küçülmüş (geçen yıl yüzde artı 18,8 büyüme sağlamıştı).
Talep (harcamalar) yönünden, yıllardır ekonomideki büyümeyi sürükleyen ana kalemlerden olan özel tüketim harcamaları sadece yüzde artı 1,1 artabilmiş. Bu, yurttaşın durumunu göstermesi açısından önemli bir gösterge. Toplam talebi belli düzeyde tutan harcamalar ise devletin tüketim harcaması artışı ve ihracat artışı, buna karşılık ithalat azalması olmuş. Mal ve hizmet ihracatı yüzde artı 13,6 artarken, mal ve hizmet ithalatı yüzde eksi 16,7 azalmış.
Devletin tüketim harcamaları ise yüzde artı 7,5 artmış. Bu durum devletin kriz ortamında özel sektör harcamasını tamamlamak için nasıl devreye sokulduğunun bir göstergesi.
Diğer yandan yatırım harcamaları yüzde eksi 3,8 oranında azalmış (bu oran geçen yıl yüzde artı 12,8 idi). Borsa ise 90,000’lere kadar gerilemiş durumda. Bu gelişmelere paralel olarak işçilerin yarattıkları gelirden aldıkları pay bir önceki çeyreğe göre yüzde 12’nin üzerinde azalarak yüzde 36’dan yüzde 31,6’ya gerilemiş.

10 Katlık düşüş!
Sonuç olarak ekonomi üçüncü çeyrekte sadece yüzde 1,6 büyüyebilmiş (mevsim ve takvim etkisinden arındırıldığında bu büyümenin yüzde 1,1 küçülme olduğu ortaya çıkıyor). Bu, bir önceki çeyreğe göre 3,5 kat, geçen yılın aynı çeyreğine göre ise neredeyse 10 kat düşüş anlamına geliyor. Dahası ekonomideki büyüme son 7 çeyrektir giderek ivme kaybederek negatife dönmüş durumda.
Kısaca tüm göstergeler 2017 yılında yüksek cari açık ve bol KGF kredilerine dayalı özel tüketim harcamaları ve kamu tüketim harcamalarından oluşan iç talebe dayalı olarak büyütülen ekonominin bu yılın ikinci yarısından itibaren sert bir biçimde çakılarak resesyon sürecine girdiğini, 2019 yılında da bu daralmanın artarak devam edeceğini gösteriyor. Zaten yurt içi beklentiler de uluslararası raporlar da bu yönde.

Bu resesyon öncekilerden farklı
Bu resesyon daha öncekilerden (örneğin 1980’lere doğru yaşanan ve 12 Eylül askeri darbesi ile sonuçlanan resesyondan) farklı. Artık bildik “iş döngülerinden” (5- 10 yıl süren canlılık döneminin ardından durgunluk-küçülme ve yeniden ekonomik canlılık biçimindeki) söz etmek çok zor.
Yani bu resesyonun ardından, alınacak bazı ekonomik tedbirlerle ekonominin yeniden güçlü bir canlanma dönemine gireceğini ileri sürmek güç. Önümüzdeki yıldan itibaren dünya ekonomisinin motorlarının da yavaşlayacağını (2) dikkate aldığımızda ülkeyi yöneten iktidar bloku için Türkiye ekonomisinin böyle bir krizden çıkabilmesi için hem sadece ekonomik önlemler yeterli olmayacak, hem de bu resesyondan çıkış uzun zaman alacak.
Bu nedenle de (yaklaşan son seçimlerin de etkisiyle) hem yeniden savaş rüzgârları estirilmeye, hem de otoriterleşme yönünde baskı artırılmaya başladı.
Bu resesyonun diğerlerinden farklı olmasına yol açan en önemli gelişme ekonominin an itibariyle çok borçlu bir hale gelmesi. Toplam borçlar 5 trilyon liraya yaklaştı. Bu milli gelirin neredeyse yüzde 120’sine denk düşüyor. Ancak bu borçlar içinde dış borçlar çok büyük bir öneme sahip. Çünkü 457 milyar dolarlık bu dış borç stokunun yüzde 70’i ise özel sektöre ait.
Böylece, döviz kurunun ve faiz oranlarının yüksek seyretmesi ve resesyon ortamında kârların ve gelirlerin düşmesi gibi nedenler yüzünden, bu borçların çevrilmesi zorlaşacağından bu kez resesyondan hızlıca çıkılması çok daha zor görünüyor.

Önümüzdeki yıllar çoklu kriz yılları olacak
Üstelik sorun sadece resesyonla da sınırlı değil. İlave olarak yüksek bir enflasyon söz konusu. Her türlü veri manipülasyonuna rağmen enflasyon oranının yüzde 20’nin altına düşürülemediği görülüyor. Halkın, özellikle de sayısı onlarca milyonu aşan düşük gelirlilerin mutfağındaki enflasyon ise bunun bir kaç katı düzeyinde.
Bu arada bu ay itibariyle yeni asgari ücret düzeyi belirlenecek. Bunun en az 400 lira artarak net 2 bin liranın biraz üzerinde olması bekleniyor. Bu durum, hem ücretlerin üretim maliyetinin önemli bir parçası olması (yaklaşık yüzde 40) nedeniyle toplam maliyetleri artırarak; hem de harcama yönünden talebi artırarak fiyatların artmasına, dolayısıyla da enflasyonun artmasına neden olacak. Yani iki yönden de yeni asgari ücret enflasyonu artıracak.
Böylece önümüzdeki yıllar sadece derin bir resesyon (durgunluk) değil, yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ve yüksek iç ve dış borç stokları ve borç geri ödeme zorluğu nedeniyle ciddi bir finansal kriz riskinin sürekli gündemde olacağı yıllar olacak.
Hükümetin neo-liberal uygulamalarını daha da derinleştirme planı çerçevesinde 3,2 milyar liralık bir hacimle başlatıp, yaygınlaştırmayı planladığı menkul kıymetleştirme bu krizi çözmeye yetmeyeceği gibi, mevcut koşullar altında bir finansal krizin patlama riskini daha da artırıyor.

Toplumsal fatura büyük
Bu çoklu kriz halinin ekonomik ve sosyal sonuçlarını tahmin edebilmek zor değil: Konkordatolar, şirket iflasları, kapanan işyerleri, işsiz sayısında patlama, daha fazla yoksullaşma, mülksüzleşme, topyekûn bir toplumsal refah yitimi.
Siyasal sonuçları ise şimdiden yaşanıyor: Daha fazla otoriterleşme ve militerleşme. Bu gelişme de devlet bütçesindeki kaynakların giderek daha fazla ekonomi dışı, toplumsal refahı artırmayan güvenlik harcamaları ve sermaye destekleri gibi alanlara aktarılmasıyla sonuçlanırken, bu da kamu maliyesi alanında yeni bir mali krizle sonuçlanabilecek.
Peki, ülke ekonomisi böyle bir kriz sürecine nasıl girdi? Bu, ileri sürüldüğü gibi dış güçlerin işi mi, yanlış ekonomi politikalarının sonucu mu, beceriksiz yöneticilerin marifeti mi? Yoksa kapitalizmin işleyiş biçiminin kaçınılmaz bir sonucu mu? Bu sorular değişik iktisadi görüşler tarafından nasıl ele alınıyor? Bir sonraki yazımızda…
…….

(1) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz - Eylül, 2018 (10 Aralık 2018 tarihli TÜİK Bülteni).
(2) OECD, Economic Outlook, Chapter one, General Assessment of the Macroeconomic Situation, (2018), s. 12.




3 Mart 2015 Salı

Küresel Ekonominin Ters Esen Rüzgârları




(Yayın tarihi Şubat 2015)

Aşağıda burjuva ana akım iktisadı çerçevesinde yapılmış bir Çin değerlendirmesini sunuyorum. Yazar efsane büyüme gerçekleştiren Çin ekonomisinin bir krizin eşiğinde olduğunu, zira hem küresel ekonomik durgunluk nedeniyle ihracata dönük büyüme stratejisinin, hem de iç talebe ve inşaat ve konut balonlarına dayalı büyüme stratejisinin artık sürdürülemez bir noktaya geldiğini ileri sürüyor.
İlk olarak, yazarın piyasaların içinden gelen akım bir iktisatçı olması çok önemli, zira Çin’deki büyümeyi sağlayan etkenlerin kalıcı olmadığını, yaratılan balonlar sönmeye başladığında Çin’in artık eskisi gibi büyüyemeyeceğini ve Çin’in küresel krizin yeni bir odağı olacağını benim de içinde yer aldığım birçok eleştirel-sol-sosyalist iktisatçı daha önce defalarca yazmıştı. Ancak bu yazılanlara ideolojik olduğu gerekçesiyle itibar edilmemişti. Yazar, Tıpkı Piketty’nin kapitalizmin 21.Yüzyılda neden olduğu gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğinin büyüklüğü örneğinde olduğu gibi, ana akımın kendi içinden artık “kral çıplak” dediği için tespitleri çok önemli.

İkincisi, 2013 yılında yayımlanan  Kapitalizmin Krizi” adlı kitabımın “4. Baskısına önsöz”ünde de yazdığım gibi, bu makale ‘Ayrışma Tezi’ nin bir şehir efsanesi olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Zira 2008 krizinin patlak vermesinin ardından, ortaya atılan bu teze göre, Çin, Hindistan ve Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler dünya ekonomisinin genel gidişinden ayrışacaklar (decoupling), yani dünya ekonomisi küçülürken onlar hızla büyüyecekler ve bu da dünya ekonomisinin canlanması için temel oluşturacaktı. Ancak 2013 yılından bu yana ortaya çıkan gelişmeler ve Çin’deki son durum bunun gerçekleşmediğini ve yükselen piyasaların yeni büyüme kaynağı olamadıkları gibi, küresel istikrarsızlığın da yeni kaynağı haline geldiklerini ortaya koydu. Küresel kapitalizmin motoru durumundaki Çin ekonomisinin eski günlerde olduğu gibi % 10–12 büyüyemeyeceği ve 2013-2104’ü ortalama% ’lük bir büyüme ile kapatacağı IMF tarafından da öngörülmüştü. 
Sadece düşük büyüme oranları değil, Çin ile ilgili bir diğer temel sorun yüksek borç düzeyleriydi. Küresel kriz sonrası uygulanan bol kredi ve mali teşvikler yeni bir finansal krizi tetikleyebilecek boyutlara erişmişti. Financial Times’e göre Çin’in toplam borçları GSYH’sinin % 200’üne erişmişti. Öyle ki Çin bankacılık sistemi 2008–2013 arasında 14 trilyon dolar büyüyerek ABD bankacılık sisteminin büyüklüğüne ulaşmıştı. Geri dönüşü riskli / takipteki kredilerin miktarı 2013’ün ikinci çeyreğinde 2 trilyon dolar artmıştı.

Çinli iktisatçı Minxin Pei’ye göre (MinxinPei, ThePolitics of a SlowingChina, , http://www.project-syndicate.org, 06 July 2013), daha 2013’ün Temmuz ayında sadece birkaç gün içinde interbank faiz oranlarının ikili rakamlara ulaştığı Çin’in son finansal çalkantısı, dünyanın bu en büyük ikinci ekonomisinin sert bir inişe geçtiğini gösteriyordu. Çin ekonomisi 2008–2012 arasında GSYH’sinin % 30’una ulaşan devasa bir kredi büyümesi ile ateşlenmiş, dolayısıyla da kaldıraç oranı yükselen ekonomiler içinde en yükseğe çıkmıştı. Bunun sonucunun iyi bitmesi beklenemezdi. Nomura Securities’e ait bir çalışmanın bulgularından hareketle Pei, Çin’in finansal risk profilini, geçmişteki finansal krizleri öncesinde Tayland, Japonya, İspanya ve ABD’ninkilere benzetiyordu. Çin Halk Bankası da kaldıraç oranlarının tehlikeli bir düzeye eriştiğini kabul etmek durumunda kalmıştı. Tek soru sadece tersine kaldıracın ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği sorusuydu. İster sert isterse yumuşak bir biçimde tersine kaldıraç harekete geçirilsin, her iki politikanın sonucunda da Çin ekonomisi daha da yavaşlamaya devam edeceğiydi. 

Aynı tarihlerde yazan Robert J. Shiller’e göre (Bubbles Forever, 17 July 2013, http://www.project-syndicate.org), balonların sona erdiğini düşünmek yanıltıcıydı. Zira hem ABD hem de Çin gibi ülkelerde yeni ve süregelen balonlar konutta/ gayrimenkülde, borsada, uzun vadeli tahvil piyasasında, petrolde ve altında büyüyerek yayılıyordu. Balonlar sosyal ve psikolojik bir olgu olduklarından doğaları gereği kontrol edilebilmeleri de çok zordu. Spekülatif balonlar kısa bir hikâyede olduğu gibi sonlanmazlardı, gerçek dünyada ne zaman sonlanacakları asla bilinemezdi. 

Bir diğer ana akım iktisatçı ikilisi de (Dennis Reinhardt, Salvatore Dell'Erba, Not all capital waves are alike: A sector-level examination of surges in FDI inflows, http://www.voxeu.org/article/fdi-surges-not-all-capital-waves-are-alike, 8 July 2013), bu kez doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının, tıpkı portföy yatırımları gibi, bilinenin aksine, finansal sektörde yoğunlaşmaları halinde makro ekonomik istikrarsızlığa neden olduğunu, geldikleri ülkelerdeki ekonomik çalkantıların büyümesine, kredi patlamasına, ulusal paranın aşırı değerlenmesine ve aniden tersine dönüşlere yol açtığını ortaya koymuştu.
Son olarak, yine burada kısa bir süre önce yayımlanan bir yazıda (M. Durmuş, Konut desteği: Ev alana mı, finansal sermayeye mi? siyasihaber.org, 3 Şubat 2015), Türkiye’deki sermaye birikimi ve büyüme stratejisinin önemli bir kısmını ağırlıklı olarak, dış kaynakla finanse edilen alt yapı ve üst yapı inşaatları oluşturduğu verilerle ortaya konulmuştu. Öyle ki, 2014 yılı itibariyle inşaat-gayrimenkul ve finans sektörünün GSYH içindeki payı % 23,1’i bularak neredeyse imalat sanayini yakalamıştı. Hali hazırda toplamda milli gelirin beşte birini bulan toplam yatırımların neredeyse yarısı inşaat sektöründe gerçekleşiyordu. 

Keza aynı yazıda İnşaat sektöründeki bu büyümenin eş ikizi finansallaşmadaki artış olduğunun altı çiziliyordu. Genel olarak inşaat sektöründe yaşanan bu hızlı büyümeye paralel bir biçimde Türkiye ekonomisi son on yıldır hiç olmadığı miktarda ve hızda finansallaşmıştı. Sanayi sektöründeki yaşanan kâr sıkışması, dış kaynak kullanımındaki artışla beraber başta bankacılık, sigortacılık ve yatırım fonları olmak üzere inşaat-rant, gayrimenkul sektörlerinden oluşan finansal sektörde yapılan yatırımlarla aşılmıştı. Nitekim 2014 yılının üçüncü çeyreğinde özel sektörün yurt dışından sağladığı uzun vadeli 163 milyar doları aşan borcun asıl olarak bankacılık, inşaat-gayrimenkul gibi finans sektörü ve ulaştırma ve enerji gibi alt yapı sektörlerindeki büyük projelerin finansmanında kullanıldığı göze çarpıyordu. İmalat sanayi firmalarının dışarıdan borçlanmalardaki payı ise % 15’i bulmuyordu. 

Ancak 2013 yılından bu yana inşaat sektöründe ciddi bir yavaşlama göze çarpmaktaydı. Örneğin 2013 yılının ilk altı ayında sektör bir önceki yıla göre ortalama % 6,7 oranında büyümüştü. 2014 yılının ilk ayında ise bir önceki yıla göre büyüme oranı neredeyse yarı yarıya düşerek yüzde 3,8 olmuş ve düşüş özellikle 2014’ün ikinci çeyreğinden itibaren belirginleşmişti. Bu gerilemede en önemli etkenler; yükselen faizler ve döviz kurları nedeniyle özellikle ipotekli konut satışlarında görülen belirgin azalma ve konut stoklarındaki hızlı artışlardı. Paralel bir biçimde de ekonomik büyüme oranları 2014 yılının üçüncü çeyreğinde % 1,7’ye kadar gerilemişti ve 2014 yılının en iyi ihtimalle % 2,5-3 arasında bir büyüme oranı ile kapanabileceği dikkate alındığında bu durum son on yılın büyüme ortalamasının yarısı anlamına gelmekteydi.

Yani asıl olarak 2012 yılına kadarki AKP iktidarları döneminde,  ortalama % 5-6 büyüme sağlayan ve bol sıcak para, düşük kur ve yüksek faiz ve yüksek ithalat ve yüksek cari açık mekanizmasına dayalı olarak temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen paralarla, başta bankacılık, borsa,  gayrimenkul-inşaat, perakendecilik ve ithalata dayalı tüketim sektörlerinde balonlar şişirerek yürüyen, böylece hem ekonomik canlılık yaratırken, hem de özellikle de, kentsel rant projeleri üzerinden sermaye ve servet birikimi sağlayan, böylece kitlelerin borçluluğunu ve yoksulluğunu artırırken, onlarca yeni dolar milyarderi üreten büyüme stratejisi artık sürdürülemez bir hale gelmişti.
Özcesi, Çin’deki son gelişmeler, AKP iktidarları boyunca benzer bir modeli uygulayan Türkiye’deki gelişmelerin de habercisidir. Üstelik Çin’in ekonomik büyüklüğü ve küresel dış ticaret, sınaî üretim içindeki ilk sıralardaki payına bakıldığında, Türkiye’den çok daha iyi durumda olduğu açıktır. Oysa Türkiye ekonomisi dışsal şoklara karşı son derece kırılgan bir ekonomidir.  Bu nedenle de artık ABD’den ziyade “Çin hapşırdığında Türkiye nezle olacaktır.” 

Adair Turner
Çeviri: Mustafa Durmuş

PEKİN- Geçen yıl küresel ekonominin normale dönmesi bekleniyordu. ABD’de ve Birleşik Krallıkta faiz oranları artacak, Japonya’daki ‘miktarsal kolaylaştırma’ enflasyonu yükseltecek ve avro bölgesinde bankalara olan güven tazeleme kredi sürümlü bir toparlanmayı mümkün kılacaktı. 12 ay sonra, sözü edilen bu normalleşme beklentisi artık hiç olmadığı kadar geride kaldı. Bunun temel nedeni ise Çin’den esen ters rüzgârlar (1).

İktisadi büyümeyi sağlamak ve refaha erişmek için Çin daha önce Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ın izlediği yoldan gitmeyi denedi, ama bir tek farkla: Ölçek farkıyla. Sırasıyla, bu Asya ülkeleri 127 milyon, 50 milyon ve 23 milyon gibi nüfuslarıyla, kendilerini daha yüksek gelir düzeylerine kendilerini sıçratabilecek bir ihracata dayalı büyüme modelini esas aldılar. Ancak dünya pazarları 1,3 milyar nüfuslu Çin’i daha yüksek bir gelir düzeyine sıçratacak büyüklükte değil.

İhracata dayalı büyüme modelinin belli bir süreliğine Çin’de işe yaradığına kuşku yok. Öyle ki 2007 yılında dış ticaret fazlası GSYH’sinin % 10’una kadar yükselmiş ve kırsal alandaki emek gücü fazlalığı sanayi tarafından emilebilmişti. Ancak Çin’in bu çaptaki dış ticaret fazlası başka yerlerde, özellikle de ABD’de olduğu gibi, kredi ile büyütülmüş dış ticaret açığı demekti. Bu nedenle de 2008 yılında kredi balonu patladığında Çin’in ihracat pazarları büyük sıkıntı yaşadı.

İstihdam kayıplarını giderebilmek ve ekonomik büyümesini sürdürebilmek için Çin bu kez iç talebi artırmaya yöneldi ve çok büyük çaplı kredilerle inşaat sanayini hızlandırdı. İthalat patlayınca da cari fazlası GSYH’sinin % 2’sinin altına kadar geriledi.

Çin ekonomisi giderek dengesiz bir hal aldı. Yatırımları, 2007 yılında GSYH’nin % 42’sinden, 2010 yılında % 48’ e yükselirken, bu artıştan en büyük payı emlak/gayrimenkul ve alt yapı projeleri aldılar. Benzer biçimde krediler adeta patlayarak 2007 yılında GSYH’nin % 130’undan 2014 yılında % 220’sine kadar yükseldi. Bu artan kredilerin % 45’i ise sözü edilen bu emlak, gayrimenkul ve ilgili sektörlere gitti.

Bu gayrimenkul patlaması 1980’lerde Japonya ekonomisinde yaşananları anımsatıyor. Bu ülkede önce bu sektörde ciddi bir canlılık yaşanmış, sonra da bir çöküş gerçekleşerek ülkenin hala içinden çıkamadığı bir anemik büyüme ve deflasyon durumu gelişmişti. Japonya’nın bu canlılık dönemindeki kişi başına düşen gelirin sadece dörtte birine erişebilen Çin’deki, ülkenin karşı karşıya bulunduğu, riskler ise hafife alınmamalı.

Bu sava karşı verilebilecek bir yanıt, Çin’in durumunun göreli olarak daha iyi olduğu, zira kişi başına düşen sermaye stoku miktarının 1980’lerdeki Japonya’nınkinin çok altında olduğu ve Çin’in hızla büyümekte olan kentsel nüfusunu desteklemek için çok daha fazla yatırıma ihtiyaç olduğu biçiminde olabilir (2013’te % 53’ten, 2020’de % 60’a çıkartılması planlanmış durumda). Ancak bu yatırımlara güvenmek aşırı iyimserlik olur. Zira her ne kadar Çin ekonomisinin daha fazla yatırıma ihtiyacı olduğu bir gerçekse de, sermaye tahsisi mekanizması şu ana kadar inanılmaz bir israfa neden oldu.
İşin gerçeği, Çin diğer üç ülkenin asla yapmadığı bir şeyi yaptı ve kentleşmeyi açık bir amaç olarak belirledi. Böylece inşaat sektörüne yönelik yapısal bir ekonomik eğilime yöneldi. Bir süredir alt yapı inşaatları üzerinden birbiriyle rekabete giren yüzlerce kent ya da “hayalet şehir” üretiliyor.
İşi daha da zora sokan bir başka şey Çin’in yerel yönetim finansman modeli. Bu model yatırım fazlası ve yabancı kaynak (borç) yaratma konusunda oldukça etkinsiz. Zira bu yerel hükümetler, arazilerini alt yapı yatırımlarını fonlamak için aldıkları krediler için teminat olarak kullanıyorlar, ama sonrasında da bu kredilerin geri ödemesini bu arazilerin satışlarından elde ettikleri gelirlerle yapmaya çalışıyorlar. Bu nedenle de emlak piyasası balonu söndükçe bu yönetimlerin borçlarının geri ödenmesi imkânsız hale geliyor. Öyle ki birçok yerel hükümet arazi fiyatlarını yükseltebilmek için arazi satın almaya, bunun için de borç/kredi almaya yöneldiler. Ekonomist Hyman Minsky'nin literatüründe bunun adı spekülatif finansmandır ve bu kaçınılmaz olarak tam bir ‘Ponzi Döngüsü’yle sonuçlanır.

Bunun sonucunda, toplam borcu nominal GSYH’sinden üç kat daha hızlı artıyor olsa da, Çin ekonomisi keskin bir aşağıya doğru gidiş sürecine girdi. Özellikle de büyük şehirlerin dışındaki emlak satışlarının düşmesinin sonucunda inşaat motoru yavaşlamaya başlayınca ağır sanayi sektöründe aşırı kapasite sorunları da kendini göstermeye başladı. Son veriler sanayi sektöründe ciddi bir yavaşlama olduğunu ortaya koyuyor.  Geçen ay üretici fiyatlarındaki düşüş yıllık bazda % 4,3 oldu. Bu da meta fiyatlarına olan talepte ciddi bir düşüşle sonuçlandı. Bu gelişme ise diğer yükselen ekonomilerin büyüme umutlarını zayıflattı. 

Bu arada, Çin’in cari fazlası tekrar artmaya başladı. Her ne kadar bu oran (% 4),  2007- kriz öncesi seviyesi olan % 10’un oldukça gerisinde olsa da,  miktar anlamında eski zirvesine geri döndü. Küresel talebi etkileyen şey de Çin’in bu miktarsal cari fazla düzeyi.  Kısaca Çin başladığı yere geri döndü ve artık büyümesi yine ihracatına bağımlı. İhracatı ise gelişmiş ülkelerin yüksek düzeydeki borçları nedeniyle kısıtlandı.

Bunun sonucunda, Çin’in aşağıya doğru gidişi küresel toparlanmayı önleyen deflasyonist tersinden esen rüzgârları yoğunlaştırıyor, bu da artan arzın yanı sıra petrol fiyatlarının düşmesinde temel bir rol oynuyor. Düşük petrol fiyatları dünya ekonomisi için bir lütuf gibi görünse de, bu düşüş küresel talebin ciddi olarak daralmakta olduğu gerçeğini yansıtıyor.

Çin şimdilerde, daha önce Japonya’nın Güney Kore’nin ve Tayvan’ın karşılaşmadığı bir problem ile karşı karşıya. İç talebi hızlı bir biçimde artırabilmenin ve bunu sürdürülebilir bir hale getirebilmenin yollarını bulmak zorunda. 2014 yılında düşük düzeyde de olsa hane halkı tüketiminde bir artışın olması bu yönde olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Tüketim büyümesini hızlandırmak için Çin’in yöneticiler daha kapsamlı ve daha güçlü bir sosyal güvenlik ağı hayata geçirmeli ve böylece de insanların tedbir niteliğindeki tasarruflara olan ihtiyacını azaltmalıdırlar. Devlete ait işletmelerin dağıtacağı yüksek kâr payları ise aşırı yatırıma yönelmeyi caydırırken, aynı zamanda da sosyal güvenlik ağının fonlanmasına yardımcı olabilir.
15-30 yaş grubunun toplam nüfus içindeki payının önümüzdeki on yıl içinde % 25 oranında düşürülmesi biçimindeki bir demografik değişiklik de işe yarayabilir. Her ne kadar nüfusun istikrara kavuşturulması aşırı gayrimenkul yatırımlarının neden olduğu bugünkü tehlikeleri artıracak olsa da, böyle bir politika emek gücü piyasalarını sıkılaştırarak ücret artışlarının önünü açabilir.
Çin önündeki tehditlerle baş edebilir. Ancak, yatırım sürümlü gelişmesi sona erdiğinden, büyümesinin ciddi oranda yavaşlaması kesindir. Bu da küresel ekonomideki deflasyonist güçleri daha da kuvvetlendirecektir. Bu nedenle de 2015 yılına, bir kez daha, normale dönüş ümitlerinin hayal kırıklığı ile sonuçlanacağı bir yıl olarak bakmak daha doğru olacaktır.

Adair Turner, ‘Birleşik Krallık Finansal Hizmetler Otoritesi’nin önceki başkanı, ‘Finansal Para Komitesi’nin önceki üyesi ve şu anda Frankfurt’taki ‘ Yeni Ekonomik Düşünce ve Finans Çalışmaları Merkezi’nde öğretim üyesi. Bu makale yazarın The Global Economy’s Chinese Headwinds”, www.project-syndicate.org, 12 February 2015, künyeli makalesinden Mustafa Durmuş tarafından çevrilmiştir.
(1) Ekvator’dan 30° enlemlerine esen Alize Rüzgârları’na ters, üstten esen rüzgârlara da Ters (Üst) Alizeler denir. Ters Alizeler 30° enlemleri civarında alçalarak tropikal  çöllerin oluşmasına neden olur(http://cografyalise.blogcu.com).