(Yayın tarihi Şubat 2015)
Aşağıda
burjuva ana akım iktisadı çerçevesinde yapılmış bir Çin değerlendirmesini
sunuyorum. Yazar efsane büyüme gerçekleştiren Çin ekonomisinin bir krizin
eşiğinde olduğunu, zira hem küresel ekonomik durgunluk nedeniyle ihracata dönük
büyüme stratejisinin, hem de iç talebe ve inşaat ve konut balonlarına dayalı
büyüme stratejisinin artık sürdürülemez bir noktaya geldiğini ileri sürüyor.
İlk olarak, yazarın
piyasaların içinden gelen akım bir iktisatçı olması çok önemli, zira Çin’deki
büyümeyi sağlayan etkenlerin kalıcı olmadığını, yaratılan balonlar sönmeye
başladığında Çin’in artık eskisi gibi büyüyemeyeceğini ve Çin’in küresel krizin
yeni bir odağı olacağını benim de içinde yer aldığım birçok eleştirel-sol-sosyalist
iktisatçı daha önce defalarca yazmıştı. Ancak bu yazılanlara ideolojik olduğu gerekçesiyle
itibar edilmemişti. Yazar, Tıpkı Piketty’nin kapitalizmin 21.Yüzyılda
neden olduğu gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğinin büyüklüğü örneğinde
olduğu gibi, ana akımın kendi içinden artık “kral çıplak” dediği için tespitleri
çok önemli.
İkincisi, 2013
yılında yayımlanan “Kapitalizmin Krizi” adlı kitabımın “4. Baskısına önsöz”ünde de yazdığım
gibi, bu makale ‘Ayrışma Tezi’ nin bir şehir efsanesi olduğunu bir kez daha
ortaya koyuyor. Zira 2008 krizinin patlak vermesinin
ardından, ortaya atılan bu teze göre, Çin, Hindistan ve Brezilya ve Türkiye
gibi ülkeler dünya ekonomisinin genel gidişinden ayrışacaklar (decoupling),
yani dünya ekonomisi küçülürken onlar hızla büyüyecekler ve bu da dünya ekonomisinin
canlanması için temel oluşturacaktı. Ancak 2013 yılından bu yana ortaya çıkan
gelişmeler ve Çin’deki son durum bunun gerçekleşmediğini ve yükselen
piyasaların yeni büyüme kaynağı olamadıkları gibi, küresel istikrarsızlığın da
yeni kaynağı haline geldiklerini ortaya koydu. Küresel kapitalizmin motoru
durumundaki Çin ekonomisinin eski günlerde olduğu gibi % 10–12 büyüyemeyeceği
ve 2013-2104’ü ortalama% 7¾’lük bir büyüme ile kapatacağı IMF
tarafından da öngörülmüştü.
Sadece
düşük büyüme oranları değil, Çin ile ilgili bir diğer temel sorun yüksek borç düzeyleriydi. Küresel kriz
sonrası uygulanan bol kredi ve mali teşvikler yeni bir finansal krizi
tetikleyebilecek boyutlara erişmişti. Financial Times’e göre Çin’in toplam
borçları GSYH’sinin % 200’üne erişmişti. Öyle ki Çin bankacılık sistemi
2008–2013 arasında 14 trilyon dolar büyüyerek ABD bankacılık sisteminin
büyüklüğüne ulaşmıştı. Geri dönüşü riskli / takipteki kredilerin miktarı 2013’ün
ikinci çeyreğinde 2 trilyon dolar artmıştı.
Çinli
iktisatçı Minxin Pei’ye göre (MinxinPei, ThePolitics of a SlowingChina, , http://www.project-syndicate.org, 06 July 2013), daha
2013’ün Temmuz ayında sadece birkaç gün içinde interbank faiz oranlarının ikili
rakamlara ulaştığı Çin’in son finansal çalkantısı, dünyanın bu en büyük ikinci
ekonomisinin sert bir inişe geçtiğini gösteriyordu. Çin ekonomisi 2008–2012
arasında GSYH’sinin % 30’una ulaşan devasa bir kredi büyümesi ile ateşlenmiş,
dolayısıyla da kaldıraç oranı yükselen ekonomiler içinde en yükseğe çıkmıştı.
Bunun sonucunun iyi bitmesi beklenemezdi. Nomura Securities’e ait bir
çalışmanın bulgularından hareketle Pei, Çin’in finansal risk profilini, geçmişteki
finansal krizleri öncesinde Tayland, Japonya, İspanya ve ABD’ninkilere benzetiyordu.
Çin Halk Bankası da kaldıraç oranlarının tehlikeli bir düzeye eriştiğini kabul
etmek durumunda kalmıştı. Tek soru sadece tersine kaldıracın ne zaman ve nasıl
gerçekleşeceği sorusuydu. İster sert isterse yumuşak bir biçimde tersine
kaldıraç harekete geçirilsin, her iki politikanın sonucunda da Çin ekonomisi
daha da yavaşlamaya devam edeceğiydi.
Aynı tarihlerde yazan Robert J.
Shiller’e göre (Bubbles Forever, 17 July 2013, http://www.project-syndicate.org),
balonların sona erdiğini düşünmek yanıltıcıydı. Zira
hem ABD hem de Çin gibi ülkelerde yeni ve süregelen balonlar konutta/
gayrimenkülde, borsada, uzun vadeli tahvil piyasasında, petrolde ve altında
büyüyerek yayılıyordu. Balonlar sosyal ve psikolojik bir olgu olduklarından
doğaları gereği kontrol edilebilmeleri de çok zordu. Spekülatif balonlar kısa
bir hikâyede olduğu gibi sonlanmazlardı, gerçek dünyada ne zaman sonlanacakları
asla bilinemezdi.
Bir diğer ana akım iktisatçı ikilisi de (Dennis Reinhardt, Salvatore Dell'Erba, Not all capital waves are alike:
A sector-level examination of surges in FDI inflows, http://www.voxeu.org/article/fdi-surges-not-all-capital-waves-are-alike, 8 July 2013), bu kez
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının, tıpkı portföy yatırımları gibi, bilinenin
aksine, finansal sektörde yoğunlaşmaları halinde makro ekonomik istikrarsızlığa
neden olduğunu, geldikleri ülkelerdeki ekonomik çalkantıların büyümesine, kredi
patlamasına, ulusal paranın aşırı değerlenmesine ve aniden tersine dönüşlere
yol açtığını ortaya koymuştu.
Son olarak, yine burada
kısa bir süre önce yayımlanan bir yazıda (M. Durmuş, Konut desteği: Ev alana mı, finansal
sermayeye mi? siyasihaber.org, 3 Şubat 2015), Türkiye’deki
sermaye birikimi ve büyüme stratejisinin önemli bir
kısmını ağırlıklı olarak, dış kaynakla finanse edilen alt yapı ve üst yapı
inşaatları oluşturduğu verilerle ortaya konulmuştu. Öyle ki, 2014 yılı
itibariyle inşaat-gayrimenkul ve finans sektörünün GSYH içindeki payı % 23,1’i
bularak neredeyse imalat sanayini yakalamıştı. Hali hazırda toplamda milli
gelirin beşte birini bulan toplam yatırımların neredeyse yarısı inşaat sektöründe
gerçekleşiyordu.
Keza
aynı yazıda İnşaat sektöründeki bu büyümenin eş ikizi finansallaşmadaki artış olduğunun altı çiziliyordu. Genel olarak
inşaat sektöründe yaşanan bu hızlı büyümeye paralel bir biçimde Türkiye
ekonomisi son on yıldır hiç olmadığı miktarda ve hızda finansallaşmıştı. Sanayi
sektöründeki yaşanan kâr sıkışması, dış kaynak kullanımındaki artışla beraber
başta bankacılık, sigortacılık ve yatırım fonları olmak üzere inşaat-rant,
gayrimenkul sektörlerinden oluşan finansal sektörde yapılan yatırımlarla aşılmıştı.
Nitekim 2014 yılının üçüncü çeyreğinde özel sektörün yurt dışından sağladığı
uzun vadeli 163 milyar doları aşan borcun asıl olarak bankacılık,
inşaat-gayrimenkul gibi finans sektörü ve ulaştırma ve enerji gibi alt yapı
sektörlerindeki büyük projelerin finansmanında kullanıldığı göze çarpıyordu.
İmalat sanayi firmalarının dışarıdan borçlanmalardaki payı ise % 15’i bulmuyordu.
Ancak 2013 yılından bu yana inşaat
sektöründe ciddi bir yavaşlama göze çarpmaktaydı. Örneğin 2013 yılının ilk altı
ayında sektör bir önceki yıla göre ortalama % 6,7 oranında büyümüştü. 2014
yılının ilk ayında ise bir önceki yıla göre büyüme oranı neredeyse yarı yarıya
düşerek yüzde 3,8 olmuş ve düşüş özellikle 2014’ün ikinci çeyreğinden itibaren
belirginleşmişti. Bu gerilemede en önemli etkenler; yükselen faizler ve döviz
kurları nedeniyle özellikle ipotekli konut satışlarında görülen belirgin azalma
ve konut stoklarındaki hızlı artışlardı. Paralel bir biçimde de ekonomik büyüme
oranları 2014 yılının üçüncü çeyreğinde % 1,7’ye kadar gerilemişti ve 2014
yılının en iyi ihtimalle % 2,5-3 arasında bir büyüme oranı ile kapanabileceği
dikkate alındığında bu durum son on yılın büyüme ortalamasının yarısı anlamına
gelmekteydi.
Yani
asıl olarak 2012 yılına kadarki AKP iktidarları döneminde, ortalama % 5-6 büyüme sağlayan ve bol sıcak
para, düşük kur ve yüksek faiz ve yüksek ithalat ve yüksek cari açık
mekanizmasına dayalı olarak temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen
paralarla, başta bankacılık, borsa,
gayrimenkul-inşaat, perakendecilik ve ithalata dayalı tüketim
sektörlerinde balonlar şişirerek yürüyen, böylece hem ekonomik canlılık
yaratırken, hem de özellikle de, kentsel rant projeleri üzerinden sermaye ve
servet birikimi sağlayan, böylece kitlelerin borçluluğunu ve yoksulluğunu
artırırken, onlarca yeni dolar milyarderi üreten büyüme stratejisi artık
sürdürülemez bir hale gelmişti.
Özcesi,
Çin’deki son gelişmeler, AKP iktidarları boyunca benzer bir modeli uygulayan
Türkiye’deki gelişmelerin de habercisidir. Üstelik Çin’in ekonomik büyüklüğü ve
küresel dış ticaret, sınaî üretim içindeki ilk sıralardaki payına bakıldığında,
Türkiye’den çok daha iyi durumda olduğu açıktır. Oysa Türkiye ekonomisi dışsal
şoklara karşı son derece kırılgan bir ekonomidir. Bu nedenle de artık ABD’den ziyade “Çin
hapşırdığında Türkiye nezle olacaktır.”
Küresel Ekonominin Ters Esen Rüzgârları ( “The Global
Economy’s Chinese Headwinds”, www.project-syndicate.org, 12 February 2015)
Adair Turner
Çeviri: Mustafa Durmuş
PEKİN- Geçen
yıl küresel ekonominin normale dönmesi bekleniyordu. ABD’de ve Birleşik Krallıkta
faiz oranları artacak, Japonya’daki ‘miktarsal kolaylaştırma’ enflasyonu
yükseltecek ve avro bölgesinde bankalara olan güven tazeleme kredi sürümlü bir
toparlanmayı mümkün kılacaktı. 12 ay sonra, sözü edilen bu normalleşme
beklentisi artık hiç olmadığı kadar geride kaldı. Bunun temel nedeni ise
Çin’den esen ters rüzgârlar (1).
İktisadi
büyümeyi sağlamak ve refaha erişmek için Çin daha önce Japonya, Güney Kore ve
Tayvan’ın izlediği yoldan gitmeyi denedi, ama bir tek farkla: Ölçek farkıyla. Sırasıyla,
bu Asya ülkeleri 127 milyon, 50 milyon ve 23 milyon gibi nüfuslarıyla, kendilerini
daha yüksek gelir düzeylerine kendilerini sıçratabilecek bir ihracata dayalı
büyüme modelini esas aldılar. Ancak dünya pazarları 1,3 milyar nüfuslu Çin’i
daha yüksek bir gelir düzeyine sıçratacak büyüklükte değil.
İhracata
dayalı büyüme modelinin belli bir süreliğine Çin’de işe yaradığına kuşku yok.
Öyle ki 2007 yılında dış ticaret fazlası GSYH’sinin % 10’una kadar yükselmiş ve
kırsal alandaki emek gücü fazlalığı sanayi tarafından emilebilmişti. Ancak Çin’in
bu çaptaki dış ticaret fazlası başka yerlerde, özellikle de ABD’de olduğu gibi,
kredi ile büyütülmüş dış ticaret açığı demekti. Bu nedenle de 2008 yılında
kredi balonu patladığında Çin’in ihracat pazarları büyük sıkıntı yaşadı.
İstihdam
kayıplarını giderebilmek ve ekonomik büyümesini sürdürebilmek için Çin bu kez
iç talebi artırmaya yöneldi ve çok büyük çaplı kredilerle inşaat sanayini
hızlandırdı. İthalat patlayınca da cari fazlası GSYH’sinin % 2’sinin altına
kadar geriledi.
Çin
ekonomisi giderek dengesiz bir hal aldı. Yatırımları, 2007 yılında GSYH’nin %
42’sinden, 2010 yılında % 48’ e yükselirken, bu artıştan en büyük payı emlak/gayrimenkul
ve alt yapı projeleri aldılar. Benzer biçimde krediler adeta patlayarak 2007
yılında GSYH’nin % 130’undan 2014 yılında % 220’sine kadar yükseldi. Bu artan kredilerin
% 45’i ise sözü edilen bu emlak, gayrimenkul ve ilgili sektörlere gitti.
Bu
gayrimenkul patlaması 1980’lerde Japonya ekonomisinde yaşananları anımsatıyor.
Bu ülkede önce bu sektörde ciddi bir canlılık yaşanmış, sonra da bir çöküş
gerçekleşerek ülkenin hala içinden çıkamadığı bir anemik büyüme ve deflasyon
durumu gelişmişti. Japonya’nın bu canlılık dönemindeki kişi başına düşen
gelirin sadece dörtte birine erişebilen Çin’deki, ülkenin karşı karşıya
bulunduğu, riskler ise hafife alınmamalı.
Bu sava
karşı verilebilecek bir yanıt, Çin’in durumunun göreli olarak daha iyi olduğu,
zira kişi başına düşen sermaye stoku miktarının 1980’lerdeki Japonya’nınkinin
çok altında olduğu ve Çin’in hızla büyümekte olan kentsel nüfusunu desteklemek
için çok daha fazla yatırıma ihtiyaç olduğu biçiminde olabilir (2013’te %
53’ten, 2020’de % 60’a çıkartılması planlanmış durumda). Ancak bu yatırımlara
güvenmek aşırı iyimserlik olur. Zira her ne kadar Çin ekonomisinin daha fazla
yatırıma ihtiyacı olduğu bir gerçekse de, sermaye tahsisi mekanizması şu ana
kadar inanılmaz bir israfa neden oldu.
İşin
gerçeği, Çin diğer üç ülkenin asla yapmadığı bir şeyi yaptı ve kentleşmeyi açık
bir amaç olarak belirledi. Böylece inşaat sektörüne yönelik yapısal bir
ekonomik eğilime yöneldi. Bir süredir alt yapı inşaatları üzerinden birbiriyle
rekabete giren yüzlerce kent ya da “hayalet şehir” üretiliyor.
İşi daha da
zora sokan bir başka şey Çin’in yerel yönetim finansman modeli. Bu model
yatırım fazlası ve yabancı kaynak (borç) yaratma konusunda oldukça etkinsiz.
Zira bu yerel hükümetler, arazilerini alt yapı yatırımlarını fonlamak için
aldıkları krediler için teminat olarak kullanıyorlar, ama sonrasında da bu
kredilerin geri ödemesini bu arazilerin satışlarından elde ettikleri gelirlerle
yapmaya çalışıyorlar. Bu nedenle de emlak piyasası balonu söndükçe bu
yönetimlerin borçlarının geri ödenmesi imkânsız hale geliyor. Öyle ki birçok
yerel hükümet arazi fiyatlarını yükseltebilmek için arazi satın almaya, bunun
için de borç/kredi almaya yöneldiler. Ekonomist Hyman Minsky'nin literatüründe
bunun adı spekülatif finansmandır ve bu kaçınılmaz olarak tam bir ‘Ponzi Döngüsü’yle
sonuçlanır.
Bunun sonucunda,
toplam borcu nominal GSYH’sinden üç kat daha hızlı artıyor olsa da, Çin
ekonomisi keskin bir aşağıya doğru gidiş sürecine girdi. Özellikle de büyük
şehirlerin dışındaki emlak satışlarının düşmesinin sonucunda inşaat motoru
yavaşlamaya başlayınca ağır sanayi sektöründe aşırı kapasite sorunları da
kendini göstermeye başladı. Son veriler sanayi sektöründe ciddi bir yavaşlama
olduğunu ortaya koyuyor. Geçen ay
üretici fiyatlarındaki düşüş yıllık bazda % 4,3 oldu. Bu da meta fiyatlarına
olan talepte ciddi bir düşüşle sonuçlandı. Bu gelişme ise diğer yükselen
ekonomilerin büyüme umutlarını zayıflattı.
Bu arada,
Çin’in cari fazlası tekrar artmaya başladı. Her ne kadar bu oran (% 4), 2007- kriz öncesi seviyesi olan % 10’un
oldukça gerisinde olsa da, miktar anlamında
eski zirvesine geri döndü. Küresel talebi etkileyen şey de Çin’in bu miktarsal cari
fazla düzeyi. Kısaca Çin başladığı yere
geri döndü ve artık büyümesi yine ihracatına bağımlı. İhracatı ise gelişmiş
ülkelerin yüksek düzeydeki borçları nedeniyle kısıtlandı.
Bunun
sonucunda, Çin’in aşağıya doğru gidişi küresel toparlanmayı önleyen
deflasyonist tersinden esen rüzgârları yoğunlaştırıyor, bu da artan arzın yanı
sıra petrol fiyatlarının düşmesinde temel bir rol oynuyor. Düşük petrol
fiyatları dünya ekonomisi için bir lütuf gibi görünse de, bu düşüş küresel talebin
ciddi olarak daralmakta olduğu gerçeğini yansıtıyor.
Çin
şimdilerde, daha önce Japonya’nın Güney Kore’nin ve Tayvan’ın karşılaşmadığı
bir problem ile karşı karşıya. İç talebi hızlı bir biçimde artırabilmenin ve bunu
sürdürülebilir bir hale getirebilmenin yollarını bulmak zorunda. 2014 yılında
düşük düzeyde de olsa hane halkı tüketiminde bir artışın olması bu yönde olumlu
bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
Tüketim
büyümesini hızlandırmak için Çin’in yöneticiler daha kapsamlı ve daha güçlü bir
sosyal güvenlik ağı hayata geçirmeli ve böylece de insanların tedbir
niteliğindeki tasarruflara olan ihtiyacını azaltmalıdırlar. Devlete ait
işletmelerin dağıtacağı yüksek kâr payları ise aşırı yatırıma yönelmeyi caydırırken,
aynı zamanda da sosyal güvenlik ağının fonlanmasına yardımcı olabilir.
15-30 yaş
grubunun toplam nüfus içindeki payının önümüzdeki on yıl içinde % 25 oranında
düşürülmesi biçimindeki bir demografik değişiklik de işe yarayabilir. Her ne
kadar nüfusun istikrara kavuşturulması aşırı gayrimenkul yatırımlarının neden
olduğu bugünkü tehlikeleri artıracak olsa da, böyle bir politika emek gücü
piyasalarını sıkılaştırarak ücret artışlarının önünü açabilir.
Çin önündeki
tehditlerle baş edebilir. Ancak, yatırım sürümlü gelişmesi sona erdiğinden,
büyümesinin ciddi oranda yavaşlaması kesindir. Bu da küresel ekonomideki
deflasyonist güçleri daha da kuvvetlendirecektir. Bu nedenle de 2015 yılına,
bir kez daha, normale dönüş ümitlerinin hayal kırıklığı ile sonuçlanacağı bir
yıl olarak bakmak daha doğru olacaktır.
Adair Turner, ‘Birleşik Krallık Finansal Hizmetler Otoritesi’nin önceki
başkanı, ‘Finansal Para Komitesi’nin önceki üyesi ve şu anda Frankfurt’taki ‘
Yeni Ekonomik Düşünce ve Finans Çalışmaları Merkezi’nde öğretim üyesi. Bu
makale yazarın “The Global Economy’s Chinese Headwinds”, www.project-syndicate.org, 12 February 2015, künyeli makalesinden Mustafa Durmuş
tarafından çevrilmiştir.
(1) Ekvator’dan
30° enlemlerine esen Alize Rüzgârları’na ters, üstten esen rüzgârlara da Ters
(Üst) Alizeler denir. Ters Alizeler 30° enlemleri civarında alçalarak
tropikal çöllerin oluşmasına neden olur(http://cografyalise.blogcu.com).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder