24 Mayıs 2018 Perşembe

“PİYASA TANRI” “DEVLET TANRIYA” KARŞI


 “PİYASA TANRI” “DEVLET TANRIYA” KARŞI

Mustafa Durmuş

23 Mayıs 2018

Dolar sonunda 4,80’i de aştı, 5’e doğru koşuyor. Sadece yılbaşından bu yana liranın dolar karşısındaki değer kaybı yüzde 25’e yaklaştı.
“Neler oluyor?” diye soranlar için yanıt açık: Aslında yeni bir şey olmuyor. Bir süredir başta döviz, işsizlik, enflasyon, borç stokları ve cari açık olmak üzere ekonominin temel göstergeleri freni patlamış bir araç gibi yolundakileri ezip geçiyor. Alınan baskın seçim kararı ise, tıpkı 2001 yılında alınan erken seçim kararı gibi, bu süreci hızlandıran ve aracı duvara toslatan bir karar olarak tarihe geçecek.

DOLAR NEDEN YÜKSELİYOR YA DA LİRA NEDEN BU DENLİ DEĞER KAYBEDİYOR?
Bu sorunun birçok yanıtı var ama sadece belli başlılarına değinmekle yetinelim.
Küresel çapta sırasıyla; Trump’ın uyguladığı korumacı politikalar, koyduğu ithalat vergileri ve ithalat kısıtlamaları, FED’in ard arda faiz oranlarını artırıyor olması ama en önemlisi petrol fiyatlarının sürekli artması doları fırlatıyor.

PETROL FİYATLARI ARTIYOR
Örnek olarak petrolün varili 80 doları buldu. 40 dolarlardan bu düzeye geldi. Petrolü sadece elinizdeki dolar ile alabiliyorsunuz. Dolayısıyla da Türkiye gibi petrol ithalatı yüksek bir ülke iseniz dolara olan ihtiyacınız çok daha fazla oluyor. Böylece petrolün fiyatı arttıkça cebinizde daha çok dolar bulundurmak zorundasınız. Bu da sizin hesapsız-kitapsız büyüme politikalarınızı gözden geçirmenizi gerekli kılıyor.

İTHALATA OLAN AĞIR BAĞIMLILIK
Türkiye ekonomisi hem üretim ve tüketim, hem de ihracat açısından ithalata bağımlı. Yani sermayedarlar kâr elde edebilmek için üretim yaptıklarında bunun hammaddesini, makine ve ekipmanını, teknolojisini, ara malını çok büyük ölçüde dışarıdan sağlamak zorundalar. Bu bağımlılık yüzde 80’e yaklaşmış durumda. Ayrıca saman, et, buğday, şeker, hatta tereyağı dahi gıda maddeleri de artık ithalatla geliyor. Soframızda olan neredeyse hiçbir şey ne yerli ne de milli artık.
Bu durum son 16 yıldır izlenen sanayisizleştirici olduğu kadar tarımsızlaştırıcı neo liberal ithalat politikalarının ve inşaata dayalı kâr ve sermaye biriktirme stratejisinin bir sonucu. Tarımsal arazilerin üzerine AVM’ler, plazalar, TOKİ binaları dikerseniz, buralardaki dükkân ve mağazalarınız da ağırlıkla ithal malı ürünler satarsa siz üretimde de tüketim de ithalata bağımlısınız demektir. Bu nedenle de bunları ithal etmek için dolarınızın, avronuzun olması gerekiyor.

ÖZEL SEKTÖRÜN DIŞ BORCU PATLADI
Ülkenin dış borç stoku 453 milyar dolar. Bunlar geri ödenecek. Tek başına özel sektörün bu yıl sonuna kadar ödemesi gereken dış borç faiziyle birlikte yaklaşık 94 milyar. Döviz pozisyon açığı ise bunun üç katı. Bu da borçlu firmaların, ekonomiye ve iktidara olan güveni azaldığında bu borçları ödeyebilmek için bugünden, yani dolar daha da yükselmeden dolar satın alarak biriktirmesine neden oluyor. Bu da kuru yükseltiyor.

ENFLASYON VE BELİRSİZLİKLER ARTTI
Son olarak enflasyon bu denli yüksek, gelecek bu denli belirsiz ve ekonomik ve politik risklerle dolu olduğunda elinde Türk lirası olanlar paralarının değerinin erimesini önlemek için ya dolar (ya da avro) veya altın almaya başlıyorlar. Dolar ile birlikte altının da zirve yapmasının nedeni bu.
Aklınıza şu öneri gelebilir: Hükümet dolar bassın! Doların başkasının parası olduğunu, yani bunu basma yetkisine sahip tek ülkenin ABD olduğunu hatırlatalım. Geçmişte bunu Saddam yasa dışı olarak yaptı ama başına neler geldiğini gördük. Yani bu da çözüm değil.

YA SONUÇLARI?
İflaslar artacak. Kitlesel işçi çıkarımları gündemde:
Kuşkusuz bunun en çarpıcı sonucu, döviz cinsinden borçlu bazı firmaların, artık borçlarını dahi çevirebilmek için yeni borç alamamaları nedeniyle batmaları, iflas etmeleri olacak. Bunun işaretleri de yok değil. Doğuş Grubu dâhil birçok büyük firma mallarını satarak bu sıkıntıyı aşmaya çalışıyor. Ama bu batış ve iflaslar asıl olarak, o işletmelerde çalışanları, işçileri, emekçileri vuracak. Çünkü bu durum onları işsiz bırakacak, yoksulluğa ve açlığa itecek.
Vergi gelirleri azalacak:
Batışlar, iflaslar olduğunda hem doğrudan kurumlar vergisi ve gelir vergisi tahsilatları azalacak, hem de azalan ithalat ya da iç ticaretten dolayı KDV ve ÖTV gelirleri düşecek. Bu devletin yeni kemer sıkma politikalarına başvurmasına neden olacak ve halkın yoksulluğunu artıracak.
Hayat daha da pahalanacak:
Döviz artınca, petrolden başlayarak, iğneye, ipliğe zam geldiğini artık yaşayarak biliyoruz. Yani fiyatlar, enflasyon artacak. Gelirlerini kaybeden ya da ücretleri enflasyon nispetinde artmayanlar bu fiyat artışları karşısında daha da yoksullaşacaklar.

MERKEZ BANKASI MÜDAHALE EDECEK Mİ?
Ana akım burjuva iktisat teorileri ekonomideki her şeyi Arz-Talep Kanunu ile açıklamaya çalışsalar da genelde yetersiz kalırlar. Bunun nedeni petrol, emlak, borsa ve döviz piyasaları gibi çok önemli piyasalarda genellikle bu kanunun çalışmamasıdır.
Örneğin bu kanuna göre, bir malın fiyatı arttığında o mala olan talep düşer. Şimdi soralım: O halde neden dövizin fiyatı yükselirken dövize olan talep azalmıyor, tersine artıyor?

DOĞRU DOZU AYARLAMAK İMKÂNSIZ
Bu nedenle de para arzı ile para talebinin kesiştiği nokta olarak açıklanan denge faizi gibi kavramların da gerçekte karşılığı olduğunu ileri sürmek zor. Yani döviz kurunu dengede tutabilmek için gerekli olan denge faiz oranını grafik üzerinde hesaplamak, çizmek kolay ama gerçekte bu hesap tutmuyor. Arz-Talep Kanunu işlemediğinde bunun zorunlu parçası olan denge fiyatı da anlamını yitiriyor.
Buradan hareketle Merkez Bankası faiz oranını 300-500 puan artırsa dahi, bu artışla sağlanan faiz oranı denge faiz oranı olmayacak ve kısa bir süre düşen kur tekrar yükselecek. Yani ilacın dozunu tam olarak belirlemek mümkün olmadığı gibi, ilaç hastalığın kendini ortadan kaldırmayan, sadece kısa süreliğine ağrı kesici etkisi yaratan bir ilaç. Kaldı ki faiz artırımı konusunda çok da geç kalındı.

DOLARIN GERÇEK DEĞERİ NE?
Eğer dövizin fiyatını Arz-Talep Kanunu belirlemiyorsa ne belirliyor? Bizce bu konuda hala başvurabileceğimiz bir ekonomi politik kanunu var: Emeğin Değer Kanunu. Ancak bu kanunun 19.yüzyıldakine göre biraz genişletilmiş bir versiyonuna başvurmak gerekiyor. Zira son 150 yılda dünya çok değişti.
Bu kanuna göre bir malın değerini (fiyatın değerden sapması daha farklı bir şey) belirleyen şey onun için harcanmış olan toplumsal emek miktarıdır. Günümüzde baskın emperyalist finans kapital olgusu ve FED gibi kurumların varlığı bu değeri doğrudan etkileyen faktörler. Bu nedenle de normalde basımı 1 doları geçmeyen bir 100 dolarlık banknotun değeri ancak onu elde edebilmenin maliyetinin yüksekliğiyle açıklanabilir.

DOLARA ERİŞİM MALİYETİ
Bu noktada az gelişmiş ülkelerin dolara erişim güçlükleri, içeride çok yüksek faiz oranları uygulamak zorunda kalmaları, FED’in faiz politikaları ve LİBOR gibi piyasalar belirleyici oluyor. Böylece doları bir az gelişmiş ülke ne kadar zor elde ediyorsa, doların değeri o ülkenin parası karşısında o denli yüksek oluyor (bu yaklaşım çerçevesinde arz-talep sadece sonuca etki yapan etkenlerden biri olarak görülmeli).

TANRILAR SAVAŞIYOR!
Kapitalist sistem içinde mecazi olarak iki tanrıdan söz edilebilir: Piyasa Tanrı ve Devlet Tanrı. Bunlar genelde birbiriyle uyum içindedirler, birbirlerinin işine pek karışmazlar. Böyle bir durum hatta kapitalizm öncesinde de mevcuttur. Öyle ki Hz. İsa’nın “Tanrının hakkı Tanrıya, Kralın hakkını Krala” diye özetlenen ünlü sözünde, köylüden toplanan vergi gelirlerinin Kral ve Kilise arasındaki (tithe) paylaşımını meşrulaştırdığı ileri sürülür.
Ama zaman zaman bu tanrılar da birbirlerine ters düşerler. Özellikle de derin ekonomik ve politik krizler söz konusu olduğunda bu çatışma görülür. Hele Devlet Tanrı kendi iktidarı, gücüyle ilgili sıkıntılarından dolayı piyasaları karşısına aldığında ya da almış gibi göründüğünde, Piyasa Tanrının kendine olan güvenini kaybeder. Böyle bir durumda hegemonya savaşları da başlar. Devlet Tanrı elindeki devlet erkini kullanarak Piyasa Tanrıyı cezalandırmak, Piyasa Tanrı da faiz, kur, enflasyon gibi araçlarıyla onu cezalandırmak ister. Şu an Türkiye’deki durum aslında bu benzetmeye uygun bir durum olarak görülebilir.

HZ. MUSA'NIN ASASI KİMİN ELİNDEYSE SONUCU O BELİRLER?
Tekrar aynı soruya dönelim. Merkez Bankası faiz silahını çekerek bu gidişi durdurabilir mi?
Bu, öncelikle asanın (faiz) Devlet Tanrının mı yoksa Piyasa Tanrının mı elinde olmasına bağlı olarak değişir. Asa Devlet Tanrının elindeyse, inşaat, emlak, konut sektöründeki taahhütleri ve dini söylemleri de dikkate alındığında faizin ciddi oranda yükseltilmesini beklemek zor. Piyasa Tanrının elindeyse faiz yükseltilebilir ama bu yeterli olmaz. Zira piyasalar siyasal iktidarın ekonomi yönetimine güvenlerini giderek yitiriyorlar. Artık bu kesimler açısından da gelecek iyice belirsizleşmiş durumda. Yani ciddi bir güven sorunu oluştu. Böyle olduğunda faiz gibi araçlar yetersiz kalıyor.
Kaldı ki piyasaların böyle bir gücü olduğuna, yani faiz asasını kullanacağına inananlar, Hz. Musa’nın kavmini kurtarabilmek için asasıyla denizi ortadan yarıp, bir geçiş yolu ortaya çıkardığına inananlar, böyle bir gücü vardıysa neden işin başında kavmine yapılan saldırıyı önlemedi, sorusunu kendilerine sormalılar.


Formun Üstü

Formun Altı


18 Mayıs 2018 Cuma

NASIL BİR TOPLUM, ÖYLE BİR EĞİTİM


NASIL BİR TOPLUM, ÖYLE BİR EĞİTİM

Mustafa Durmuş

18 Mayıs 2018

Son 16 yılda en çok tahrip edilen kurumların başında eğitimin geldiği artık toplumun büyük bir çoğunluğunca kabul edilen bir gerçek.

Öyle ki bundan birkaç ay önce Milli Eğitim Bakanı “elimizde sadece 600 tane nitelikli lisenin kaldığını” itiraf etmişti. Bunun ötesinde, PISA örneğinde olduğu gibi eğitimdeki bir başarı ölçütü açısından Türkiye yerlerde sürünürken, eğitimde ticarileşme, muhafazakârlaşma ve dinselleştirme tavan yaptı.

Üstelik eğitimdeki bu kötüleşme, asıl olarak kaynak yetersizliğinden değil, bu alana kamudan son 16 yılda, bugünkü değer itibarıyla 1,2 trilyon liralık bir kamu kaynağının aktarılmasına paralel gelişti.

Ayrıca az sayıda nitelikli liseye çocuklarını yerleştiremeyenler orta sınıf aileler kaynaklarını zorlayarak ve bankalardan ihtiyaç kredisi alarak çocuklarını pahalı özel okullara gönderirken, yoksullar İmam Hatipler veya meslek liselerini tercih etmek(!) durumunda kalıyorlar. Bu durum hem eğitim-finansallaşma ilişkisini hem de eğitimin sınıfsal ayrışmayı nasıl daha da artırdığını gösteriyor.

VASIFSIZ BİR EMEK GÜCÜ YETİŞTİRİLİYOR
Bu gelişmelerin sonucunda üretimin temel unsuru olan emek gücü giderek vasıfsızlaştı, dolayısıyla da verimi düştü. Öyle ki OECD ülkeleri arasında emek gücü verimliliği açısından en gerilerde yer alıyoruz. Örneğin 2015 yılında satın alma gücü paritesiyle bir işçinin bir saatte ürettiği değer, OECD ortalamasında 51 dolara yakın iken Türkiye’de bu değer 32 doların biraz üzerinde (1). Keza düşük becerili işçilerin toplam emek gücü içindeki payı açısından OECD ortalaması yüzde 23 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 51. Böylece Türkiye Şili’nin ardından OECD içinde emek gücü içinde düşük eğitimli ve düşük vasıflı işçilerin payının en yüksek olduğu ikinci ülke konumunda kalıyor. (2)

Ayrıca AKP’nin ilk yıllarını kapsayan bir dönemde, yani 2001- 2007 döneminde emek gücü verimliliği yılda ortalama yüzde 6 artarken, 2009-2014 döneminde bu artış yılda yüzde 1’e gerilemiş (3). Yani AKP iktidarlarının ikinci döneminde verimlilikler ciddi oranda azalmış.
Temel 12 yıllık eğitim içinde öğrenci başına harcanan paranın (2012 yılında) OECD’de ortalama 10,000 dolar iken Türkiye’de sadece 3,500 dolarda kalması da (4) bu gelişmede eğitime yeterli kaynak ayrılmadığını gösteriyor.

BAZILARI İÇİN BAŞARI
Bu noktada sorulması gereken sorulardan biri de şu olmalı: “Genel ekonomi ve toplumsal gelişim açısından eğitim bu denli kötüleşirken, bu durum acaba birileri açısından bir başarı mıdır?” Çünkü okumayan, sorgulamayan, eleştirmeyen, militarist ve dinci bir itaat kültürüyle yetişen bir gençliğin kimin işine yaradığı sorgulanmalı.

Düzenin egemenlerinin genel olarak bundan fayda sağladığı açık. Zira böyle bir kitlenin desteğini arkalarına alarak iktidarlarını sürdürebilirler. Nitekim son 16 yıllık süreçte eğitimden geçen 1,6 milyon gencin önümüzdeki seçimde seçmen olarak oy kullanacak olması (ortaya çıkacak sonuca bağlı olarak) eğitimdeki bu gelişmenin aslında bilinçli olarak planlanıp planlanmadığının bir diğer göstergesi olacak.

PARÇA-BÜTÜN İLİŞKİSİ
Genelde eğitimciler, eğitim sorununu parça - bütün ilişkisini düşünmeden ele alırlar. Özellikle de aydınlanmacı geleneğin sürdürücüsü bir kuşak eğitimci ilerici-aydınlanmacı (kendi deyimleriyle Atatürkçü) bir eğitim sistemi ile eğitim sorununun çözümlenebileceğine ve nitelikli gençlerin yetiştirilebileceğine inanıyorlar. Aslında bu görüşün karşısında olanlar da, benzer bir düşünce yapısı altında, siyasal İslamcı, milliyetçi, itaatkâr bir nesil yetiştirerek ülkenin sorunlarının çözümleneceğini ileri sürüyorlar. Geçmişten bu güne her iki grup da iktidar olduğunda düşüncelerine uygun bir eğitim sistemi tasarladılar, ona göre öğrenci yetiştirdiler.
Her iki görüşün ortak noktası özünde metafizik olmaları. Yani bu kesimler toplumdaki maddi üretim tarzı ve üretim ilişkilerinden kopuk bir biçimde, düşünceye yapılan müdahalelerle sorunların çözümlenebileceğine inanıyorlar.
Kuşkusuz bir üst yapı kurumu olarak eğitimin değiştirici, ilerletici (ya da geriletici), dönüştürücü etkisi inkâr edilemez bir olgu. Ama son tahlilde belirleyici olanın ekonomik ve sosyal ilişkiler, yani üretim tarzındaki gelişmeler olduğu unutulmamalı.
Bir başka anlatımla, eğitimde olan biteni anlayabilmek ve çözüm üretebilmek için, içinde yaşadığımız toplum olan kapitalizmde son yıllarda neler olduğunu anlamamız gerekiyor.

SOSYAL DEVLET BİR PROJE DEĞİL, İSTİSNA!
Örneğin hem dünyada, hem de Türkiye’de 2. Dünya Savaşı ile 1980’lerin sonuna kadarki dönem kamu finansmanına dayalı bir eğitim için uygun bir dönemdi. Bu dönemde emekçi sınıfların çocukları için iyi bir eğitim almak, iyi bir iş bulabilmenin, iyi bir gelir elde edebilmenin, kısaca hayatlarını kurtarabilmenin en önemli yollarından biriydi.

Ancak kapitalizmin bu genişleme ve refahı yayma dönemi, 500 yıllık tarihinde sadece bir istisnadır. Bu dönemde; dünyada yaşanmakta olan sosyalizmin etkilerine ilave olarak, kâr oranlarındaki hızlı artışa, emek gücü verimlilik artışına, reel ücret artışlarına ve sendikal örgütlenmedeki artışa uygun olarak sosyal devlet uygulamaları, yani nitelikli, kamucu ücretsiz eğitim, sağlık, sosyal güvenlik uygulamaları söz konusu oldu (bu belli ölçülerde Türkiye için de geçerli oldu).

Bu dönemde üretim ilişkileri (asıl olarak bölüşüm ilişkileri) üretici güçlerin gelişimini önler nitelikte değildi. Bu yüzden de merkezi planlama fikri ağır bastı, emek gücü verimliliğini de, reel ücretleri de artıran üretim ve bölüşüm modelleri (asıl olarak Keynesyen) hayata geçirildi.

NEO LİBERALİZM, NEO MUHAFAZAKÂRLIK VE NEO OTORİTERLİK
Diğer taraftan 1980’lerden itibaren kapitalizm içinde sınıfsal güç dengesi sermayeden yana olmak üzere belirgin bir biçimde değişti. Sermaye kârını ucuz ve örgütsüz emeğin bol olduğu azgelişmiş çevre ekonomilerine kaydırırken, aynı zamanda da finansallaşma üzerinden kârını katlamak yolunu seçti. Böylece reel üretimden kopuş hızlanırken, buna uygun bir işçi sınıfı kompozisyonu oluştu. Bu da beraberinde artık varlığı çok da istenmeyen, kolayca gözden çıkartılabilen itibarsız bir işçi sınıfı yarattı. Sermaye sınıfı ve onun adına iş yapan devlet kurumu açısından örgütsüz, güvencesiz, kısmi çalıştırılan, düşük ücretli bir işçi sınıfının varlığı yeterliydi.

SORGULAMAYAN, ELEŞTİRMEYEN BİR EMEKÇİ
İşte böyle bir işçi sınıfının temel özelliği belli düzeye kadar eğitimli olmasıydı. Bu işçiler asla sorgulayan, eleştiren, örgütlenen, hakkını arayan işçiler olmamalıydı. Kendisine verilene şükreden ve egemene itaat eden bir işçi sınıfı kapitalist üretim tarzının geldiği son aşamanın ihtiyacı olan şeydi. Yani gelişmenin önünü tıkayan bölüşüm ilişkileri kendine uygun bir üretici güç gelişimi de yaratmıştı.

Bu durumu bölüşüm ilişkilerine ait verilere bakarak somutlamak mümkün. Öyle ki dünyada en zengin yüzde 1’lik bir nüfus tüm servetin yüzde 82’sine; Türkiye’de ise yüzde 60’ına sahip. Gelir dağılımında ise Türkiye’de en zengin yüzde 1 milli gelirin yüzde 23’ünü alırken, son iki yıldır emeğin milli gelir içindeki payı iyüzde 30’a kadar düştü.

SABIR, ŞÜKÜR, SINAV…
Yani böyle bir üretim ilişkisi, üretici güçlerin gelişimini bastırmak, kendine uygun bir üretici güç (ağırlıklı olarak da emek gücü, insan kalitesi) yaratmak durumundaydı. Öyle de oldu. Artık örgütlü işçilerin yerini dünyada robotlar alırken, Türkiye’de insani gelişimi de artırabilecek olan sektörler yerine kamusal kaynaklar inşaat sektörüne teşvik olarak aktarılıyor. Üretimi yapacak olan işçiler ise, siyasal İslam’a uygun, muhafazakâr, milliyetçi, tartışmayan, okumayan, sorgulamayan, hakkını aramayan, sabırcı, şükürcü, dünyada sınandığına inanan ve tevekkül sahibi insanlar olarak yetiştiriliyordu.

Bu nedenle de bu bölüşüm ilişkilerinden en büyük payı alanlar açısından izlenen eğitim politikalarını başarısız sayabilmek mümkün değil. Ama içinde yaşadığımız toplum sadece onlardan oluşmuyor. Deyim yerindeyse onlar” sadece yüzde1, bizler ise yüzde 99’u” oluşturuyoruz. Yani şu ana kadar izlenen eğitim politikaları toplumun büyük çoğunluğu açısından başarısız.

O halde üretim tarzından, toplumsal ilişkilerden ve bunların dönüşümünden bağımsız soyut bir iyi eğitim sistemi ve politikasını, bu bağlamda da “iyi bir eğitim ile ülkenin tüm sorunlarının çözümlenebileceği” düşüncesini savunabilmek oldukça zor. Aksine “nasıl bir toplum istiyorsak ona uygun bir eğitim politikası tasarlamalıyız”.

Eğer geleceğimizi oluşturacak toplum örneğin, emeğe, doğaya saygılı, onunla uyumlu, insani gelişimi merkezine koyan, israfçı olmayan verimli bir büyüme ve ekonomik ve sosyal kalkınmayı öngören, adaletli bir bölüşümü temel alan bir ekonomik ve sosyal kalkınma modeli ile kurulacaksa, bunun gerçek bir demokrasi ve demokratikleşme ile sağlanabileceği ve bunun önemli parçalarından birinin de buna uygun bir demokratik ve özgürleştirici kamucu eğitim sistemi ve politikası olacağı açıktır.
…………..
(1) OECD, Productivity Statistics, 2017.
(2) OECD, Skills Outlook, 2017, Figure 1.7.
(3) OECD Compendium of Productivity Indicators 2016 (2017).
(4) OECD, Society at a glance 2016.

6 Mayıs 2018 Pazar

KESENİN AĞZI AÇILDI


KESENİN AĞZI AÇILDI
Mustafa Durmuş
5 Mayıs 2018
Bildik bir konudur. Seçim yaklaştıkça hükumetler oy hesabıyla kesenin ağzını açarlar. Bugünlerde bunu bir kez daha yaşıyoruz. Hele bu seçimler sadece milletvekilliği değil, rejimin karakterini de değiştiren Cumhurbaşkanlığı seçimi olunca ve durum bıçak sırtı olunca kesenin ağzı daha da açılıyor.
Halen Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülen “30.4.2018 tarihli vergi ve sigorta primi alacaklarının yeniden yapılandırılmasına ilişkin kanunla” son 15 yılda 6. kez vergi ve prim affı getirildiği gibi, emeklilere yılda iki kez dini bayramlar öncesi 1,000 lira ikramiye verilmesi de söz konusu olacak.

İLK İKRAMİYE VERİLMEDEN ERİDİ
Piyasalar bu ikramiyeleri şimdiden fiyatladı ve yaklaşan Ramazan ayının yaklaşmasının da etkisiyle özellikle de gıda fiyatlarında patlama yaşanıyor. Buna bir de 4,30’a kadar yaklaşan ve en azından seçime kadar daha da artacak olan dolar kurunu ekleyince aslında ilk 1,000 liralık ikramiye eridi gitti. Öyle ki böyle bir enflasyonist etki yaratacağını bilseydi emekli belki de, “bu ikramiyeleri vermeseydiniz daha iyi olurdu” diyecek bir noktaya gelecek.
Bu taslakta yer alan imar affı ise son derece tartışmalı. Zira yine oy hesabı ile yapıldığı, bu arada ciddi rant sağlayacak Hazine arazilerinin özel mülkiyete devrinin de meşru kılındığı bu düzenleme ile affedilen ve yasa dışı yapılan yapıların yasallaştırılmasının neden olduğu bir ahlaki erozyon söz konusu.
Ayrıca zengin yoksul, yapı cinsi vs ayrımı yapılmaksızın, bu affın karşılığında bedel olarak, emlak bedelinin tek bir oranında, yani % 3’ünün tahsil edilecek olması da çok sorunlu.

GECEKONDUDA YÜK DAHA AĞIR HİSSEDİLECEK
Zira dağın başında, bir yoksulun bin bir sıkıntı ile yaptığı bir gecekondudan alınacak % 3’ün gecekondu sahibine getireceği yük ile lüks bir villa sahibinin ödeyeceği % 3’ün onun bütçesine getirdiği yük aynı değil. Gecekondu sahibinin yükü çok daha ağır olacak. Ayrıca tapuda gösterilen emlak bedellerinin gerçeğin çok altında olduğunu ve belediyelerin uygulamasına göre de çok değiştiğini biliyoruz.
Bu vergi, prim affı nedeniyle ortaya çıkacak kamu geliri kaybının 28-30 milyar lira civarında olması bekleniyor. Hükumet ise imar affından 60 milyar lira civarında bir gelir beklendiğini açıkladı. Bu rakamları önceden kesinleştirmek imkânsız olsa da, sağlanacak bu gelirin seçim çalışmalarında rahatça kullanılabilmesinin önünde her hangi bir engel bulunmuyor (hele OHAL koşullarında).

YENİ VERGİ İNDİRİM VE BİNDİRİMLERİ GELDİ
Bugün de Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu' nun 2018/11674 sayılı kararıyla yeni vergi indirimleri ve bindirimleri yapıldı.
Sırasıyla; son dönemlerin hemen her düzenlemesinden yararlanan inşaat- konut sektörüne ilişkin olarak tapu harçları binde 20’den binde 15’e düşürüldü. Bu düzenleme 31 Ekim 2018 tarihine kadar yürürlükte kalacak. Aynı tarihe kadar yürürlükte kalacak bir başka düzenleme ise inşa edilen konutların teslimi sırasında ödenen KDV’nin % 18’den % 8’e düşürülmesiydi.
Ciddi bir kriz içinde olduğu bilinen inşaat – konut sektörüne dönük bu düzenlemenin aslında müteahhitleri rahatlatmaya dönük bir düzenleme olduğu belli. Çünkü eğer amaç evsizlerin ev sahibi yapılması olsaydı, yani evsizlerin ihtiyacının karşılanması olsaydı, bunun yolu “barınmanın bir hak olduğu” kabul edilerek, bu kesimlere sosyal konut sunumun yapılması olabilirdi. Diğer taraftan bu düzenlemenin de bir vergi kaybı ile sonuçlanacağı açık.

MAKİNE VE TEÇHİZATA TEŞVİK
Ayrıca bu kararla imalat sanayide kullanılan yeni makine ve teçhizat da katma değer vergisinden istisna tutuldu. İlave olarak bu makine ve teçhizata iki kat hızlı amortisman uygulamasına imkan tanındı. Böylece, üretim teşviki adı altında yapılacak olsa da bu düzenlemenin de önemli bir gelir kaybına neden olacağı açık.

TEŞVİK: ÇOCUKLU ANNEYE Mİ, ÖZEL KREŞLERE Mİ?
Bir diğer düzenleme ise ilk bakışta kreşte çocukları olanları rahatlatabilecek izlenimi veren bir düzenleme. Buna göre kamuda çalışan kadınlara istihdama destek için verilen kreş desteğinde çocuk başına tutar fiilen 304 liradan 1,015 liraya çıkartıldı. Böylece kreşte çocuğu olan kamu emekçisi bir kadının vergi matrahından istisna edilen tutar yükseltilmiş oldu.
Buradaki önemli konu yine “nitelikli istihdamın bir hak olduğu”, dolayısıyla da devletin kamu-özel sektör ayırımı yapmaksızın çalışabilecek herkese istihdam sağlamakla yükümlü bulunduğu, bunun ise çocuklu kadınlar açısından iş yerlerinde ücretsiz kreş sunumunu gerektirdiği biçimindeki bir vatandaşlık hakkından uzaklaşılarak bu hizmetin özel sektörden satın alınması.
Yani çalışan kadın çocuğunu ya da çocuklarını özel kreşe verecek, ödediği kreş ücreti için de çocuk başına 1,015 liraya kadar ki kısmını ödeyeceği vergiye esas alınan matrahtan indirecek.
Ancak hatırlatalım, nitelikli kreş ücretleri artık 1,000 liranın çok üzerinde seyrediyor, ayrıca bu düzenleme aslında özel sektörü teşvik ediyor. Keza bu düzenleme de vergi geliri kaybına neden olacak.

İÇİCİLER ÖDESİNLER!
Hükumet bu vergi gelirlerinin bir kısmını ise şöyle telafi edecek: Rakı, cin, votka gibi alkollü içkilerden aldığı maktu vergileri artırıyor (bu artırımın bir diğer nedeni de AB’ye 2009 yılında verilmiş olan bir taahhüt). Örneğin rakıdan aldığı vergi eskiden 171,2 lira iken bundan böyle 184,3 lira oldu.
Muhafazakâr seçmenin en azından bir kısmının (bu düzenlemenin içki içenleri cezalandıracağı inancıyla) bu düzenlemeden mutlu olacağını söylemek mümkün. Diğer yandan aynı seçmen haram olduğu bu kesimce kabul edilen faizden neden asgari ücretliden alındığı kadar bile vergi alınmadığını, yine paradan para kazanmak biçiminde adeta bir kumar kazancı olarak da görülebilecek olan borsa gelirlerinin neden hiç vergi alınmadığını sorgulamıyor. Muhtemelen işin bu kısmından haberdar değil, Büyük medyanın yaydığı eksik ve yanlış haberlerle kendini yeterince bilgilendirilmiş varsayıyor.
Özcesi seçime giderken, siyasal iktidar kesenin ağzını açmaya devam edecek. Ya sonrası? Ne olabileceğini bir arkadaşımın paylaştığı bir fıkra ile tahmin etmeye çalışalım (fıkranın bir miktar cinsiyetçi olduğunun farkında olarak özür diliyorum ama durumu da tam olarak anlattığı için paylaşmadan edemedim).

"PARAMI GERİ ALINCAYA KADAR"
“Hemşerim Temel bir fahişe ile pazarlık yapmış ve bir geceliğine ne kadar ücret istediğini sormuş. Cevap 10 bin TL olmuş. Bizimki fiyatı iki katına çıkarmış, “Ama özel bir isteğim var.” demiş. Fahişe merak etmiş sormuş “Nedir?”. Temel ”Gecenin sonunda seni döverim” demiş. Paranın cazibesine katılan kadın endişeli de olsa teklifi kabul etmiş. Ama eve gidene kadar devamlı “Ne kadar döveceksin?” diye sorup durmuş. İşi bitinceye kadar cevap vermeyen Temel sorunun tekrar sorulması üzerine cevap vermiş. “Paramı geri alana kadar.” (R. Hakan Özyıldız, http://www.hakanozyildiz.com/…/derinlesen-ekonomik-sorunlar…).
İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğimle…


3 Mayıs 2018 Perşembe

ALTERNATİF SUNAMAYAN İKİ BLOK VE ORTADA DURAN ALTERNATİF İHTİYACI


ALTERNATİF SUNAMAYAN İKİ BLOK VE ORTADA DURAN ALTERNATİF İHTİYACI
Mustafa Durmuş
2 Mayıs 2018
Tarihte, köleciliğin temel üretim ilişkisi olduğu bir toplumda kölelerin çıkarının köle sahiplerine isyan etmek ve özgürleşmek yerine, köle sahiplerini mutlu etmekten geçtiğini ileri sürenler oldu.
Bu bakışa göre, kölelerin alternatif bir özgür sistem kurma inançları ve güçleri yoktu, bu nedenle de sahiplerini kızdırmadıklarında, onları mutlu ettiklerinde daha az kırbaçlanacaklar ya da daha az işkence göreceklerdi.
Benzer bakış açıları kapitalist toplumda da mevcut. Yani kapitalistleri mutlu etmenin işçiler, emekçiler, yoksulların lehine olduğunu ileri sürenler, savunanlar var.
Buna göre, mutlu kapitalist daha büyük bir coşku ile yeni yatırımlar yaparak daha fazla kazanırken, aynı zamanda da işsizlik azalacak, yeni istihdam yaratılacak, sonuçta yoksulluk azalacak ve halk nispeten rahat edecek.
Bu bağlamda bazı istisnalar dışında kapitalist sistemin iktidarından, muhalefetine tüm partileri kapitalistleri mutlu edebilmek için tüm kamusal kaynakların onlara aktarılmasına, onlardan çok daha az vergi alınmasına, her türlü ekonomi politikası ile bu sınıfın desteklenmesine karşı çıkmıyorlar, hatta hararetle destekliyorlar. Son dönem verilen büyük çaptaki sermaye teşviklerine ve yapılan özelleştirmelere “yandaşlara verilmesin” itirazı dışında ana muhalefetten de itiraz gelmemesi bu savı destekliyor.

Sistemin egemenlerini yenmek imkânsız (!)
İki örnek üzerinden özetlemeye çalıştığımız bu bakış açısı, sistemin dışına çıkmanın, sistemi yenmenin imkânsız olduğu biçimindeki bir perspektifi yansıtıyor. Yani yeni ve başka bir dünya kurma fikrine artık inanmıyorsanız, bir tür “yetmez ama evet” diyorsanız, bu fikri benimsiyor ve ona göre stratejiler, argümanlar, politikalar üretiyorsunuz demektir.
Bu fikrin yaygın bir biçimde benimsenmesinin nedenleri arasında ise sermayenin egemenliğindeki medyanın bu fikri yayması, resmi eğitimin bu fikir üzerine kurgulanmış olması gibi faktörler var.

Yeni özgür, adaletli bir dünya kurmak mümkün!
Oysa bu perspektifin karşısında bir başka perspektif var, hep vardı ve hep de var olacak. Bu, sistemi ve onun egemenlerini karşısına alarak, onları aşan bir yerden alternatif bir sunabilen bir perspektif.
Yani bu perspektif ezilenlerin çıkarının, kaderlerine razı olarak egemeni mutlu etmeye, onu rahatsız etmemeye, onun gönlünü hoş tutmaya çalışmak değil, cesaretle alternatifini sunarak ezilenleri ve tüm toplumu bu alternatife davet ederek, “başka bir sistem ya da dünya mümkün” diyebilen bir perspektif.

İki blok ve karşılanmayan bir ihtiyaç
Bu perspektiften son gelişmeleri ele aldığımızda şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor:
İki blok oluşmuş durumda. İlki AKP+MHP ve BBP’ den ve devletin seçilmemiş organları ve bu bloğu destekleyen bazı sermaye gruplarından oluşuyor.
Diğer blok ise muhalefette yer alan CHP+İYİ PARTİ + SP ve DP’den oluşuyor. Bu ikinci blokta 6 milyon civarında seçmeni olan HDP’ ye yer verilmemiş.
Her iki blokun ortak bir özelliği var: Sistemin koyduğu kısıtlar içinde hareket etmek ve sistem egemenlerini karşılarına almamak, onları kızdırmamak.
İlki çok daha sert, otoriter ve totaliter rejim altında, diğeri ise sistemin daha yumuşak versiyonu olan parlamenter demokratik bir rejim altında siyaset yapmak üzerinde anlaşmış durumda.
Kuşkusuz, bu ortak noktasına rağmen, yaratabileceği sonuçlar itibariyle iki bloğun birbirinden önemli farklılıkları var. Bu nedenle 24 Haziran tarihinde demokrasiden yana olan güçler bu farklılıkların bilincinde hareket edecektir.
Bu ittifakların dışında kalan ya da bırakılan sırasıyla Meclis’te temsil edilen HDP, küçük sol, sosyalist partiler ve toplumsal hareketler var.
Sistemin kısıtlarını reddederek, egemenleri mutlu ederek bazı kazanımları edinmek yanılsamasından kurtularak, böylece emekçileri, halkı, toplumun bütününü mutlu edecek yeni bir alternatifi sunmak görevi kendiliğinden bu dışarıda bırakılan kesime verilmiş gibi gözüküyor.


YENİ PAKET GÖRÜŞÜLÜRKEN UNUTULANLAR


YENİ PAKET GÖRÜŞÜLÜRKEN UNUTULANLAR
Mustafa Durmuş
3 Mayıs 2018
Bugün Meclis Bütçe Plan Komisyonu’nda yeni bir vergi, prim ve imar af paketi görüşülüyor.
Ancak güne artan enflasyon ve tarihsel zirve yapan döviz kuru haberleri ile başladık. Bu iki göstergenin birbiri ile neden-sonuç ilişkisi var. Yani enflasyon arttıkça altın ve döviz gibi sağlam araçlara yönelim de artıyor. Bu da doları ve avroyu fırlatıp, lirayı daha da zayıflatıyor. Cebimizde zaten birkaç gün kalabilen maaşlar, ücretler de böylece eriyip gidiyor.
Dolardaki artışın asıl nedeni artık ekonominin yönetilemez bir noktaya geliyor olması. Bu da ifadesini örneğin S&P’nin Türkiye’nin notunu daha da düşürmesinde buluyor. Allah’tan bu ay Fed faiz artırımına gitmedi, gitseydi durum daha da kötü olabilirdi. Bunun farkında olan AKP (seçimleri kazanması halinde) ekonomi yönetiminin tek elde toplanmasını planlıyor.

YOĞUN BAKIMDA BİR EKONOMİ
Aslında, kur, enflasyon, faiz gibi göstergeler bir hastanenin yoğun bakım servisinde yatan bir hastanın giderek kötüleşen göstergeleri gibi. Bir de, vücutta yüzeyde oluşan yaraların dışında, sağlıklı büyüyememe, işsizlik, yoksulluk gibi derinde yatan asıl dertler var.
Ekonomi ancak yapay bir biçimde KGF kredileri ve teşviklerle büyütülebiliyor ve bu büyümenin toplumun büyük bir kesimine her hangi bir faydası olmadığı gibi, artan enflasyon, kur ve faiz oranları nedeniyle, faturayı bu kesim ödüyor.
Ülkede resmi olarak 3,5 milyon civarında işsiz var ama her 3 gençten birisi ne istihdamda ne de işsiz rakamlarında gözüküyor. Yani bu gençler bir saatli bomba gibi ortalıkta dolaşıyor.

ENFLASYON: TÜKETİCİ DE ÜRETİCİ DE YOKSULLAŞIYOR
Bugün açıklanan enflasyon verilerine göre, tüketici enflasyonu yıllıkta % 11’i, üretici enflasyonu ise % 16'yı buldu. İlkinde tüketicinin yoksullaştığı, ikincisinde ise maliyet artışının tamamını fiyatlara yansıtamayan üreticinin yoksullaştığı görülüyor.

BARIŞ DEĞİL, BİR KEZ DAHA AF
Bugün görüşülecek tasarı ile (seçim yatırımı olduğu anlaşılan emeklilere 1000+1000 liralık yılda iki ikramiye sözü dışında) toplanamayan vergilerin bir kez daha af edilmesi öngörülüyor.
İktidar her zamanki gibi buna “af” değil, “barış” diyor. İktidar barış sözcüğünü kullanmayı sadece vergileri, kaçak yapıları ya da yurt dışındaki varlıkları af ederken tercih ediyor. Bunun dışında bu sözcükten çok hazzettiğini ileri sürmek zor.
Vergi gecikme faizlerinin % 90' a kadar af edilmesi gündemde. Bunun yanı sıra yine toplanamayan SGK primleri de af ediliyor. Ücretli ve maaşlı durumdaki emekçiler açısından değişen bir şey yok zira onların vergileri kaynağından kesilerek alındığından kaçıramıyorlar.
Kısaca gündemdeki konu her seçim öncesinde önemsenen esnaf ve küçük çaptaki iş alemi ile ilgili bir konu. Son 15 yılda 6 ve 2011’den bu yana 5 kez bu kesimlerin vergi ve prim borçları affediliyor. Büyüklere gelince onlar uzlaşma yoluyla af ediliyorlar zaten.

KÜÇÜK ESNAFIN SORUNLARI SADECE ERTELENİYOR
Aslında esnafın da sorunları kalıcı olarak çözülmüyor, sadece erteleniyor. İşleri açılmadığı, bunu sağlayacak ekonomide bir iyileşme görülmediği sürece bu borçları gelecekte ya ödeyecekler ya da iflas bayrağını çekecekler. Bu aflar aynı zamanda vergisini dürüstçe ödeyen esnaf ve ücretlileri de “keriz” yerine koyuyor.

İMAR AFFINDA SUS PAYI
Bu arada çok önemli bir konuya da af getiriliyor. İmar affı ile yıllardır kanunsuz bir biçimde kıyılardaki, ormanlardaki Hazine arazileri üzerine yapılmış olan villalar, malikâneler ve her türlü kaçak yapı af ediliyor. Bu yapılırken de Hazine arazileri üzerindeki işgaliye ile yapılmış gecekondular da af edilerek diğerlerinin affı meşru gösteriliyor.
Diğer yandan bu pakette birikmiş, hatta kangren olmuş tüketici, öğrenci ve çiftçi borçlarının hafifletilmesine ilişkin her hangi bir düzenleme yok. Oysa asıl sıkıntı orada.

KREDİ BORÇLARINDA PATLAMA YAŞANIYOR
Milyonlarca tüketici bankaların tefeci faizlerine varan faiz oranları yüzünden borçlarını ödeyemiyor, yaşam standartlarını düşürmek zorunda kalıyor. Kredi ile aldıkları evleri, arabaları risk altında.
Hiçbir değer üretmeden, yaratılmış değeri paylaşmak için sofraya oturan bankalar ise yüksek faizleri ile milyonlarca insanın yoksullaşmasına neden oluyor. Kendi kârlarını ise katlıyorlar. Örneğin bugün Yapı Kredi yılın ilk çeyreğini 1.24 milyar liralık net kâr ile tamamladığını açıkladı (1).
Tüketicilerin kullandıkları kredilere ilişkin veriler bankaların kârlarının kaynağının ne olduğunu da ortaya çıkartıyor.
Merkez Bankası verilerine göre, 2002 yılında kullanılan ihtiyaç kredisi tutarı 3,3 milyar liradan, 2013 yılında 182 milyar liraya, 2017 (Haziran) yılında ise 367 milyar liraya çıkarken, kredi kartı borçları 105 milyar liraya ulaşmış.
Tüketici kredisi ve konut kredisi kullanan toplam kişi sayısı 19 milyon 614 bin kişiye yükselmiş.
Temmuz-Eylül 2017 dönemi itibariyle takipteki tüketici kredileri ve konut kredilerinin tutarı yaklaşık 11 milyar 42 bin lira olmuş. Bu kredilerin faizi ortalama yıllık % 19 civarında seyrediyor.
Bireysel kredi veya bireysel kredi kartı yüzünden bankalarla ihtilaflı durumda olan 3 milyon 248 bin kişi var.
Eylül 2013 - Mart 2017 arasında hanelerin bankalara olan borçlarındaki artış % 141 olmuş. TÜİK’ e göre hanelerin % 68’i ya taksit ödüyor ya da bankalara kredi borcu ödüyor.
Kısaca dağa taşa borçlu, aynı zamanda da bu borcu çevirmekte zorlanan milyonlarca tüketiciden söz ediyoruz. Pakette toplumun bu sayıca en kalabalık ve tüketime dayalı bu ekonomiyi ayakta tutan en önemli unsuru olan tüketicilerin kredi faizi borçlarının silinmesini ya da azaltılmasını öngören bir düzenleme yok.
Buna, "bu alanın devletin müdahale alanının dışında olduğu" biçiminde yapılabilecek bir itirazın ise hiçbir karşılığı yok. Çünkü OHAL koşullarında her türlü düzenlemenin yapıldığına tanık oluyoruz. Böyle bir düzenleme de istenirse yapılabilir. Yapılmadığında iktidarın faiz karşıtlığının gerçek olup olmadığı bir kez daha sorgulanacaktır.

ÖĞRENCİLER BORÇLA MEZUN OLUYORLAR
Üniversite mezunu bir öğrencinin kredi borcu ortalama 20 ila 30 bin lira arasında seyrediyor. Mezun olduklarında hem iş yok, hem de borçlu mezun oluyorlar. Pakette öğrencilerin öğrenciliklerinin devamı ile ilgili bir düzenleme yapılırken, kredi borçlarının silinmesi ya da azaltılması yönünde bir düzenleme söz konusu değil.

ÇİFTÇİLER ZOR DURUMDA
Bu pakette çiftçilerin kullandıkları mazottan ya da gübreden alınan vergilerden bir indirim söz konusu değil. Oysa maliyet yönünden artık bitme noktasına gelen küçük ve orta halli çiftçi, üretici bir de borçları yüzünden eziliyor.
Çiftçilerin kullandıkları tarım kredileri asıl olarak iki kurum tarafından sağlanıyor: Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri. Bu kurumlar tarafından 2016 yılında toplam 34 milyar lira, 2017 yılının ilk 9 aylık döneminde ise 26,3 milyar lira kredi kullandırılmış.
Çiftçinin krediye erişimi hem kolay değil, hem de maliyetli. Yakınlarda yapılan bir operasyon ile Doğan Medya’nın satışında Demirören Grubuna çok iyi koşullarla 675 milyon dolarlık krediyi kullandıran Ziraat Bankası’nın çiftçi söz konusu olduğunda bu kadar cömert olmadığı açık.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun (BDDK) verilerine göre, çiftçilerin 2008'den beri bankalardan kullandığı kredi 2015 yılının Kasım ayı itibarıyla % 336 oranında artış göstermiş. Ancak aynı dönemde çiftçilerin borç alıp da ödeyemediği takipteki kredi miktarı da % 228'lik artışla 411 milyon 835 bin liradan 1 milyar 352 milyon liraya çıkmış.

ÇİFTÇİLERİN GELİRLERİ BORÇ ÖDEMEYE YETMİYOR
Researchgate adlı kurumca yapılan bir araştırma kapsamında yürütülen ankete göre (2); tarım sektöründe işveren olarak çalışanların yıllık ortalama geliri 13 bin 399 lira, yevmiyeli olarak çalışanlarınki ise 4 bin 772 lira. Ankete katılan çiftçilerin % 45’i tarım dışı gelirlerinin olmadığını ifade ediyor.
“5 yıl öncesine göre hanenizin ekonomik durumu nasıl?” sorusuna % 31’i iyi ve çok iyi cevabını verirken, % 24’ü aynı % 43’ü kötü ve daha kötü cevabını veriyor.
Gelirlerinin yetersiz olduğunu söyleyenlerin oranı ise % 97. Katılımcıların % 95’i “ürün fiyatlarının düşüklüğünü gelir yetersizliğinin sebebi olarak görüyor.
Çiftçilerin % 63’ü teşviklerden çok az ya da hiç yararlanmadığını belirtirken, % 27’si teşviklerden yararlandığını ifade ediyor.
Yaklaşık 2 milyon çiftçinin toprağını terk ettiği son 15 yıllık bu süreçte tarım sektörünün milli gelire katkısı % 10,3’ten yüzde 7,1’e düşerken, istihdama katkısı da % 34,9’dan % 20,4’e kadar geriledi.
Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre, 2008 yılında 1 milyon 127 bin 744 olan 4/b sigortalı çiftçi sayısı 2015 Kasım ayı itibarıyla 802 bin 893'e kadar düştü.
Tarım sektöründe çiftçilerin bu haline rağmen bu pakette bu kesimin en azından bankalara olan kredi borçlarının faizlerinde bir indirim yapılması biçiminde, sorunlarını hafifletmeye dönük her hangi bir düzenleme yok.
Özcesi pakette öngörülen düzenlemeler tipik bir seçim paketi görüntüsü veriyor. Ne emeklinin, ne esnafın temel sorunlarını çözecek bir paket olmadığı gibi, bu sorunları biriktirerek yakın geleceğe erteleyen bir paket. işçi sınıfı ve diğer emekçilerin yükünün hafifletilmesine dönük her hangi bir düzenleme söz konusu değil. Pakette unutulanlar ise başka tüketiciler, çiftçiler ve üniversite öğrencileri olmak üzere bu toplumun sayıca en kalabalık kesimleri.
…..
(1) 
http://www.paraanaliz.com/…/bankalardan-guclu-finansallar-g….
(2) Tarımsal İşgücünün Demografik ve Yapısal Dönüşümü Projesi Ön Raporu, Ocak 2017, 
https://www.researchgate.net.