24 Temmuz 2018 Salı

SORUN EKONOMİK KRİZ Mİ YOKSA KAPİTALİZMİN KENDİ Mİ?


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (1):
SORUN EKONOMİK KRİZ Mİ YOKSA KAPİTALİZMİN KENDİ Mİ?
Mustafa Durmuş
22 Temmuz 2018

Bugünlerde ekonomiye ilişkin tartışmalar (doğallıkla) kriz üzerinde yoğunlaştı. Fitch, önce Türkiye’nin puanını düşürdü ve görünümünü negatife çevirdi, (1) sonra da sırasıyla; aralarında Türk Telekom ve Tüpraş’ın da bulunduğu 7 büyük şirketin (2) ve 24 bankanın temerrüt notunu düşürdü (3). IMF ise bu ayki raporunda, Türkiye ekonomisinin bu yıla ait büyüme tahminini revize etti ve yüzde 4,2’ye indirdi (4).

AĞUSTOS’A DİKKAT!
Dahası, ekonomistlerin sektörlere ilişkin yaptığı bazı değerlendirmeler ekonominin Ağustos ayından itibaren ciddi bir daralmaya gireceğini ve bunun uzun süreli bir durgunluk ya da depresyonla sonuçlanabileceğini öngörüyor.
Nitekim bir araştırmaya göre (5), aralarında Ülker, Doğuş ve bazı inşaat devlerinin de olduğu 85 büyük şirket, ağırlıklı olarak döviz cinsinden oluşan borçlarını ödeyemediklerinden iflasın eşiğine gelmiş durumda.
Bankaların (bu şirketler de dâhil) verdikleri kredilerin takipte olanları ve yapılandırmada olanları anlamında toplamda sorunlu kredilerinin tutarı 200 milyar lirayı buluyor. T. Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin verilerine göre, bu kredilerin içinde KOBİ’lere verilenlerin payı yüzde 40’ı bulurken ticari krediler yüzde 33 ile ikinci ve tüketici kredileri yüzde 28 ile üçüncü sırada yer alıyor.

BANKALAR DA POTAYA GİRDİ
Bu da artık sadece reel sektörün değil, bankacılık sektörünün de kriz potasında olduğunun bir göstergesi. Çünkü borç geri ödemesi yapamayan firmaların batışı sadece işsizliği artırmayacak, aynı zamanda da bu sorunlu kredilerdeki artış güçlü ve sürekli hale geldiğinde bu kredileri veren bankalar kredi zarar provizyonlarını artırmak zorunda kalacaklar, bu da onların kârlılığını düşürecek.
Hatta sektörün kriz ihraç edecek bir konuma geldiği söylenebilir. Öyle ki İspanya’da yayımlanan bir habere göre (6), Türkiye’de en yüksek kredi veren üçüncü sırada, ama batık kredi oranı yüzde 16’yı aştığı için bu anlamda en riskli bir bankanın yüzde 49,9’una sahip olan İspanya’nın en büyük ikinci bankası olan BBVA’nın bu yerli bankaya ortaklığından dolayı zararı 3,7 milyar avroyu buldu ve bankayı ciddi bir sıkıntıya soktu. Bu bankanın kredi alış verişi içinde bulunduğu diğer bankalar ve finans kuruluşlarının da olası bir krizden zarar görecekleri açık.

EKONOMİK KRİZİN TOPLUMSAL VE SİYASAL YANSIMALARI OLACAK
Yukarıda özetlemeye çalıştığım son gelişmeler aslında (özellikle de sosyal medyadaki yayınlar aracılığıyla) üzerinde sıklıkla konuşulan, yazılan şeyler. Bu gelişmeler kuşkusuz çok önemli.
Ülkenin derin bir ekonomik krize girmesi sadece ekonomiyi değil, toplumsal yaşamı, siyaseti, sınıf ilişkilerini her şeyi etkiliyor.
Öyle ki 1920’ler İtalya ve 1930’lar Almanya faşizmi örneklerine görüldüğü gibi, derin ekonomik krizler, sonu faşizme kadar gidebilecek otoriterleşme ve totaliterleşmenin de, devlet ve yönetim biçimlerindeki radikal değişiminde altyapısını oluşturuyor.
Sonuçta hâkim sınıfların böyle dönemlerde uyguladıkları krizden çıkış programlarının (IMF’li ya da IMF’siz) bedelini yine, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm halklar; daha fazla işsiz kalarak, gelirleri azalarak, özgürlüklerini, örgütlerini, toplu sözleşme ve grev haklarını kaybederek ve yüksek enflasyon altında daha da yoksullaştırılarak ödüyorlar.

EKONOMİK KRİZ TESPİTİ EMEKÇİLERİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUMU ANLATMAYA YETMİYOR
Ancak kriz ve ekonomideki bu durumu anlatmak, hem de tüm gerçekliği ile anlatmak yetmiyor. Çünkü kriz içinde olmak ya da olmamak bir ekonominin ya da toplumun “iyi olma hali” için yeterli bir ölçü değil. Kriz sadece emekçilerin sorunlarını daha da derinleştiriyor. Yani krizde olmayan kapitalist bir ekonomide de aslında emekçi sınıflar refah içinde, mutlu ve iyi bir yaşam süremiyorlar.
Buna rağmen hâkim ideolojiye sıkı sıkıya bağlı iktisatçılar meseleyi, ekonomik büyüme ya da büyüyememe anlamında durgunluğa, krize, iktisadi etkinlik ve verimliliğe indirgiyorlar. Bu kesimler için “iyi bir ekonominin temel göstergesi” ekonomik büyümenin sürdürülebilir olması, ekonominin durgunluğa ya da krize girmemesi gibi şeylerdir.

"EKONOMİST"-"EKONOMİ POLİTİKÇİ" FARKLILIĞI?
İktisadı bir meslek gibi gören bu kesimler için, ekonomik büyüme, verimlilik, etkinlik (tersi durumda durgunluk, kriz) gibi konular, deyim yerindeyse, hep trenin birinci mevkiinde seyahat ettirilen yolcular gibidir. Diğer yandan böyle iktisatçılar değerlendirmelerinde, bölüşüm, gelir dağılımı eşitsizlikleri, yoksulluk ve açlık gibi konulara ya hiç yer vermezler ya da bu konuları lütfedip trenin üçüncü mevkisinde oturturlar.
Bu yüzden de (doğru bir biçimde) birinci grupta yer alanlara ekonomist (iktisatçı), ikinci gruptakilere “ekonomi politikçi” denilir. Bu ayırım aslında 150 yılı aşkın bir süredir yapılmaktadır. Öyle ki 19. yüzyılda Proudhon bu bağlamda mülkiyeti “hırsızlık” olarak nitelemiş, Marx ise tüm sistemi emek sömürüsü üzerinden açıklamıştı. Yani “bölüşüm adaleti ya da adaletsizliği”, her zaman ekonomi politikçilerin ana teması oldu, trenin birinci sınıfında seyahat ettirildi.
Diğer taraftan sayı itibariyle ekonomi politikçiler daha azdır. Çünkü kurulu düzende başta üniversiteler ve siyaset kurumları ve medyada böyle ekonomi politikçilerden pek haz edilmez.

“EKONOMİK CANLILIK” KAVRAMI DA, “KRİZ” DE YANILTICI
Bu nedenle de “bir yıldaki kişi başı GSYH büyümesi olarak hesaplanan ekonomik büyüme, ana akım hakim iktisat anlayışına bağlı birinci grup akademisyen, politikacı ya da gazeteciler için ekonominin ne denli sağlıklı olduğunun (ya da tersinden durgunluk ve krizin ekonominin kötü durumda olduğunun) temel göstergesini oluşturur.
Böyle iktisatçılar analizlerini yaparken, ya bir zamanlar eski ABD Başkanlarından John F. Kennedy’nin ekonomik büyümeyi denizde yükselen bir dalgaya benzeterek, “yükselen dalga tüm kayıkları kaldırır” sözünden ya da 2000’lerde moda olmuş damlayan ekonomi kavramından esinlenirler.
Böyle olunca da, GSYH büyümesine indirgenmiş kapitalist ekonomik büyüme kavramı ideolojik bir zırha büründürülerek, büyük sermaye iktidarlarının elinde adeta her türlü sorunun altına süpürebileceği büyük bir halıya dönüşür.
Öyle ki yüksek büyüme oranları, işçilerin çok kötü koşullarda, normalden de uzun süreler çalıştırıldığı, asgari ücretin açlık sınırının altında tutulduğu, az sayıda zengin ve üst gelirlinin ulusal gelir ve servetin büyük bir kısmına el koyduğu, toplumun önemli bir kesiminin yoksul yaşadığı gerçeğinin üzerini örtmeye yararken, ekonomik kriz ya da ciddi durgunluklar sorunun tek sorumlusu olarak gösterilir.
Kısaca bir toplumun iyilik halini yüksek bir büyüme hızı ile açıklayamayacağımız gibi, kötülük halini de tek başına krize indirgemek büyük bir yanılgıdır.

İYİ BİR EKONOMİ NASIL OLMALIDIR?
İyi bir ekonomi, sosyal emeğin fayda ve yüklerini adilce dağıtmalı, insanların kendi ekonomik yaşamlarını etkileyen kararlarda etkili olabilmelerine izin vermeli, insani yaratıcılığı, işbirliği ve empatiyi güçlendirmeli ve insani ve doğal kaynakları etkince kullanmalıdır.
Yani sadece sağlam kaynaklara dayalı, bu anlamda sürdürülebilir bir ekonomik büyüme yeterli değildir. Bu büyüme israfa yol açmamalı, emek ve doğa dostu olmalıdır. Ancak hepsinden önemlisi büyüme ile ortaya çıkan refah, nema adaletli bir biçimde bölüştürülmelidir. Çünkü az sayıda zengin sermaye grubu arasındaki bölüşüm sadece ganimetin üleştirilmesi anlamına gelir.
……devam edecek: “Belki dünya ekonomisi toparlanıyor ama eşitsizlikler daha da artıyor!”
…………………
(1) 
http://www.bloomberght.com/…/2138743-fitch-turkiye-nin-kred….
(2) 
https://www.sozcu.com.tr/…/fitch-yedi-sirketin-kredi-notun…/
(3) 
http://www.bloomberght.com/…/2140645-fitch-24-turk-bankasi-….
(4) IMF, World Economic Outlook (July 218),
http://www.imf.org/en/publications/weo, s. 5.
(5) Bahadır Özgür, “Asıl fırtına daha yeni başlıyor!”,
https://www.gazeteduvar.com.tr/…/asil-firtina-daha-yeni-bas….
(6) Don Quijones, “As Turkish Lira Collapses, Foreign Banks in Turkey Rue the Day”,
https://wolfstreet.com/…/as-turkish-lira-collapses-foreign-… (26 June 2018).


Formun Üstü


17 Temmuz 2018 Salı

İŞSİZLİK VE GELİR BÖLÜŞÜMÜ ADALETSİZLİĞİNDE İLK DÖRTTEYİZ



İŞSİZLİK VE GELİR BÖLÜŞÜMÜ ADALETSİZLİĞİNDE İLK DÖRTTEYİZ

Mustafa Durmuş

16 Temmuz 2018


“Enflasyon”, “işsizlik” ve “adaletsiz bir gelir dağılımı” dünyada olduğu gibi Türkiye’de de emeği ile geçimini sağlayanların hayatlarını karartan üç önemli ekonomik olgu. Bu üçü bir arada olduğunda “yoksulluk” da kaçınılmaz oluyor.
Bunlardan enflasyonu, yakın zamanda ele almış ve yüzde 16’ya çıkan enflasyonun artmaya devam edeceğinin ve sadece ekonomiyi değil, asıl olarak sabit gelirlileri vurmakta olduğunun, onları yoksullaştırdığının altını çizmiştik.
Bugün de bunlardan 2018 Nisan işsizlik verileri açıklandı. Hâkim medya TÜİK’in bülteninde yer verdiği başlığı ön plana çıkartıp işsizliğin azaldığını ve tek haneye (yüzde 9,6) düşürüldüğünü müjdeledi. Ancak gerçek durum farklı.

ŞEYTAN AYRINTIDA GİZLİ

TÜİK bülteninin[1] ayrıntısına bakıldığında, her ne kadar dar tanımlı işsizlik oranı, son 2 yıldır verilen devasa istihdam teşvikleri sayesinde ve kısa zamanlı işlerin yaygınlaşmasıyla yüzde 9,6’ya düşse de,  mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik oranının yüzde 10,3 olarak gerçekleştiği görülüyor. 

103,000 YENİ İŞSİZ

Böylece standart işsizlik bir önceki aya göre binde 4 puan artış gösterip, işsiz sayısı (geçen yılın aynı ayına göre) 103 bin artarak 3 milyon 188 binden 3 milyon 291 bine yükseliyor.

Daha da önemlisi, mevsim etkilerinden arındırılmış tarım dışı işsizlik yüzde 12,2 olarak gerçekleşirken, aynı biçimde mevsim etkilerinden arındırılmış genç işsizliği yüzde 17,9 olarak gerçekleşti.

BETAM: İNŞAAT MOTORU YAVAŞLADI, İŞSİZLİK ARTTI

Düzenli büyüme ve işsizlik analizleri yapan BETAM’a göre[2], tarım dışındaki işsizlik oranındaki bu binde 4’lük artışın nedeni hem işgücünün hızlı artması, hem de istihdamın düşmesi. Sanayide istihdam artarken,  hizmetlerde aynı kalıyor ama büyüme modelinin temelini oluşturan inşaat sektöründe son iki dönemdir kuvvetli istihdam kayıpları yaşanıyor. Bu yüzden de tarım dışı işsizlik yüzde 12,2’ye yükseliyor.  BETAM Mayıs 2018 döneminde bunun daha da artarak yüzde 12,3 olacağını öngörüyor.

DİSK-AR: GERÇEK İŞSİZLİK YÜZDE 17,3.

DİSK-AR ise işsizlik verilerini yorumladığı raporunda[3], geniş tanımlı (daha gerçekçi) işsiz sayısını 5 milyon 872 bin, işsizlik oranını yüzde 17,3, kadın işsizliğini yüzde 12,6, genç kadın işsizlik oranını yüzde 22,  yükseköğrenim mezunlarının işsizliğini yüzde 10,9 ve ne eğitimde ne istihdam da (NEET) olanların oranını yüzde 21,3  (2,5 milyonu aşkın genç) olarak açıkladı.

TÜRKİYE İŞSİZLİKTE İLK DÖRTTE

Böylece OECD’ye göre, Türkiye (Mart 2018 itibariyle), Yunanistan, İspanya ve İtalya’nın ardından OECD ülkeleri arasında en yüksek işsizlik oranına sahip dördüncü ülke oldu[4].

Kuşkusuz işsizlik istatistiklere,  sayılara, oranlara sığdırılamayacak kadar önemli etkilere sahip bir olgu. Sosyal ve ekonomik olarak, tüketimle büyüyen ekonomilerde, tüketim eksikliği dolayısıyla ekonomik büyümenin yavaşlaması, aynı zamanda da artan yoksulluk ve bölüşüm adaletsizliği demek.

Ayrıca işsiz olmak demek, toplumun gözünde itibarsızlaşmak, kendini değersiz hissetmek, sosyal ilişkilerden ve statüden kopmak, bunalıma girmek, çabuk hastalanmak ve çabuk ölmek ve sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanamamak demek.

NİTELİKLİ İSTİHDAM BAŞARI ÖLÇÜTÜ

Bu nedenle de işsizlik hem bireysel, hem de toplumsal olarak bir felaket anlamına geliyor ki bir sistemin, yönetimin, iktidarın başarısının en belirgin göstergelerinden biri işsizliği ortadan kaldırmak ve nitelikli, iyi ücretli ve güvenceli istihdam yaratmak oluyor. Bu bağlamda resmi veriler dahi iktidarın başarısızlığını ortaya koyuyor.

GELİR BÖLÜŞÜMÜ

Türkiye’nin diğer bazı ülkelerle ilk sıralarda yer aldığı bir önemli veri daha var: Gelir bölüşümü adaletsizliği. Bu da maalesef tıpkı enflasyon ve işsizlik gibi içinde yaşadığımız toplumda emeği ile geçinenleri derinden etkileyen bir sorun.

Hâkim iktisat öğretisi gelir bölüşümü adaletsizliğini, adına Gini katsayısı denilen ve Mussolini döneminde İtalya’daki Gini adlı bir istatistikçinin ortaya attığı bir katsayı ile ölçüyor. “0” ile “1” arasında değişen bu katsayı 1’e yaklaştıkça gelir bölüşümü adaletsizliği artarken, 0’a yaklaştıkça azalıyor.

TÜİK en son 2016 yılında yaptığı araştırmada Gini katsayısını Türkiye için 0,404 olarak hesaplamıştı.

TÜRKİYE GELİR BÖLÜŞÜMÜ ADALETSİZLİĞİNDE İLK DÖRTTE

Dünya Bankası’nın bir araştırmasına göre [5], 2015-2017 arasında gelir bölüşümü adaletsizliği 41 Yükselen ekonominin 37’sinde azalırken, sadece 4 ülkede artış gösterdi: Ermenistan, Bulgaristan, Kamerun ve Türkiye. Yani Türkiye gelir bölüşümü adaletsizliği açısından da ilk 4’te yer alıyor. İzlenen politikalar bakılırsa, 2018’de Türkiye’de bu katsayının daha da büyümesini beklemek gerçekçi olur.

Benzer bir sonuca Londra Siyasal Bilgiler Fakültesi bünyesinde yapılan bir çalışma da ulaşmış. Buna göre[6], emek koruyucu yasaların giderek ortadan kaldırılması ve emeğin esnekleştirilip güvencesizleştirilmesinin sonucunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede Gini katsayısı arttı.

Gelir bölüşümü adaletsizliği, bir yandan kapitalist sömürünün boyutlarının ne denli büyük olduğunu ortaya koyarken, diğer yandan da yoksulluğun, sosyal bölünme ve çatışmaların asıl nedenini oluşturuyor.

GİNİ KATSAYISI YETERLİ BİR ÖLÇÜT DEĞİL

Diğer yandan gelir bölüşümü adaletsizliğinin ölçümünde kullanılan Gini katsayısı sorunlu bir katsayı. Yani nasıl ki GSYH büyümesi ekonominin ve insanların daha iyi durumda olduğunun göstergesi olamıyorsa,  Gini katsayısı da gelir eşitsizliğini ölçme konusunda yeterince iyi bir araç değil.

Çünkü gelir dağılımı araştırmaları ve Gini katsayısının hesaplanması seçilmiş ailelerle yapılan anketlere dayanıyor. Zengin aileler ise ne kadar vergi ödüyorlarsa o kadar gelir beyan ediyorlar. Yani (vergi kaçırdıkları ortaya çıkmasın diye) gerçek gelirlerini gizliyorlar.

Bu nedenle asıl mesele insanların sürdürülebilir bir yaşam standardına sahip olabilmesi için gereksinim duyduğu temel mal ve hizmetleri satın alabilecek düzeyde gelir elde edip etmediklerinin ortaya çıkartılmasıdır.

Bu asgarinin içinde yeterli gıda, giyim, ısınma-barınma, çalışabilme ve kültürel ve sosyal faaliyetlere katılabilme gibi çağdaş ihtiyaçlar yer almalı.

Bu açıdan özellikle de son iki yıldır sermayeye büyük çapta devlet desteğinin sağlandığı, vergi yükünün sermayeden alınıp büyük ölçüde emek üzerine kaydırılırdığı, ücret artışlarının enflasyon artışının dahi gerisinde tutularak (reel ücretlerin baskılanarak) ekonomik krizin faturasının böyle kemer sıkma politikaları ile emekçilerin üzerine yıkıldığı bir dönemde, geniş yığınların eskisinden daha yoksul ve daha kötü durumda olduğunu görmek zor olmasa gerek.

Özcesi, makro düzeyde Türkiye ekonomisi ciddi bir ekonomik durgunlukla karşı karşıya. Büyüme hızı yavaşlamaya başladı. Ayrıca özel sektör dış borçlarından kaynaklı bir finansal kriz kapıda bekliyor. Ama bunlar kadar önemli (hatta daha önemli) bir gerçek daha var:  Sabit gelirli işçilerin, emekçilerin, küçük üreticilerin,  çiftçilerin, hiç işi gücü olmayanların işsizlik, enflasyon, gelir adaletsizliği, borç ve yoksulluk kıskacında olmaları.





[1] TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Nisan 2018, Sayı: 27695 (16 Temmuz 2018).
[2] Gökçe Uysal ve Uğurcan Acar,  İşgücü Piyasası Görünümü: Temmuz 2018, BETAM,http://betam.bahcesehir.edu.tr/2018/07/isgucu-piyasasi-gorunumu-temmuz-2018 (16 Temmuz 2018).
[3] DİSK-AR İşsizlik Raporu Temmuz 2018, https://disk. org.tr/2018/07/disk-ar-issizlik-raporu-temmuz-2018-turkiye-issizlikte-en-kotu-dort-ulke-arasinda (16 Temmuz 2018).
[4] Agr.
[5] World Bank World Development Report, The Changing Nature of Work, 2019, (July 2018).  s.5.
[6] Servaas Storm and Jeronim Capaldo, Labor Institutions and Development Under Globalization, Working Paper No. 76 (30 May 2018), s. 12-13.

14 Temmuz 2018 Cumartesi

“YENİ REJİMİN” YENİ OLMAYAN EKONOMİ PROGRAMI



“YENİ REJİMİN” YENİ OLMAYAN EKONOMİ PROGRAMI

Mustafa Durmuş

14 Temmuz 2018


Yeni rejimin yeni kabinesi piyasalara yeterince güvence vermediğinden olsa gerek, dolar geçen hafta 4,98’e kadar yükselmişti. Ardından 4,80’e kadar gerileyen kur dün Fitch’in ülke puanını BB+ den BB’ye düşürmesinin (daha da önemlisi görünümünü “durağandan negatife” düşürmesinin) sonucunda tekrar yükselmeye başladı ve bu hafta sonunun ilk saatlerinde 4,85’i aştı. Pazartesi açılacak piyasalarla muhtemelen kurdaki bu yükseliş sürecek.

İki gün önce yeni Hazine ve Maliye Bakanının açıkladığı yeni ekonomi programı piyasalarca kabul görmedi. Kısaca bu programda kısa vadede “enflasyonla mücadele edileceği”, aynı zamanda da alınacak önlemlerle “dengeli bir büyümenin sağlanacağı” ileri sürülüyor.

Bu bağlamda; “mali disiplinin sürdürüleceği”, “enflasyonun tek haneli rakamlara düşürüleceği”, verimli bir “kamu harcaması kontrolü sağlanırken”, “vergi yükünün dengeli dağıtılacağı”, sade ve öngörülebilir bir vergi sistemi oluşturulacağı ileri sürülüyor. Son olarak ne oldukları açıklanmayan “yapısal reformların yapılacağı” söyleniyor.

Maliye politikalarına geri dönüş
Kısaca yeni rejimin yeni ekonomi politikası sıkılaştırılmış maliye politikası olacak gibi görünüyor. Yani daha az harcama, daha fazla vergi ve sıkı bir mali disiplinden oluşan bir” kemer sıkma” politikası.

Üniversitelerde makroekonomi ya da maliye politikası derslerinde, piyasa ekonomilerinde genelde iki tür “istikrarsızlık” halinin görüldüğü, dolayısıyla da bunlara uygun olarak iki tür ekonomi politikası karmasının uygulanması gerektiği anlatılır.

“Ekonomik kriz” terimi yerine “istikrarsızlık” terimi kullanılır çünkü hâkim burjuva iktisat teorisinin varsayımları gereği kapitalist ekonomilerin krize girmeyecekleri, olsa olsa geçici istikrarsızlıklar (ya da iş döngüleri) yaşayabileceği kabul edilir.

Durgunluğa karşı gevşek maliye politikası
Bu istikrarsızlık biçimlerinden ilki “resesyon” ya da “durgunluk” diye bilinen ve şu ana kadar en derini 1929-1933 ve 2008-2009 yıllarında görülen krizlerdir. Böyle krizlerde fiyatlar genel seviyesi düşer (deflasyon), işsizlik artar ve en önemlisi ekonomiler ciddi biçimde küçülürler.

Böyle bir durum da çözüm olarak “ genişletici maliye politikası” uygulanır. Yani tüketim ve yatırım harcamalarını, böylece de toplam talebi artırmak için devlet harcamaları artırılır, vergi oranları düşürülür ve ilave olarak gevşetilmiş bir para politikasıyla (düşük faiz, bol para ve kredi arzı gibi) ekonomiye bol para pompalanır, ekonominin kurumuş çarkları yağlanır.

Enflasyona karşı sıkı maliye politikası
Tersi olduğunda, yani ekonomi aşırı ısınıp, ekonomik büyüme potansiyelinin üzerine çıkıp, balonlar şişmeye, enflasyon hızla yükselmeye başlayınca bu kez sıkı maliye politikaları (destekleyici olarak sıkı para politikaları) uygulanır.

Yani kamu harcamaları kısılır, vergi oranları yükseltilir, faizler artırılır, piyasadan para çekilir, kredi arzı daraltılır, bu yolla tüketim ve yatırım harcamaları kısılarak, yani toplam talep düşürülerek toplam arz ile dengeye getirilmeye çalışılır. Bu ikinci tür istikrarsızlık biçimi 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1970’lere kadar görülen bir istikrarsızlık biçimidir.

Ancak yukarıda özetlediğimiz Keynesyen teorinin asıl olarak ABD, AB gibi merkez ekonomilerin analizine dayandığını söylememiz gerekiyor. Çünkü Türkiye gibi azgelişmiş ekonomilerde işsizlik de, enflasyonda parasal bir olgu olmaktan ziyade yapısal nedenleri olan bir olgu. Örnek olarak, Türkiye’de son dönem enflasyon artışı üzerinde KGF kredilerinin talep artırıcı rolü olduğu inkâr edilemez ama ülkede enflasyon daha ziyade maliyet yönlü olarak ortaya çıkıyor.

Yani ülkede hem üretim, hem de ihracat büyük ölçüde sermaye malı, enerji-hammadde, ara malı ve teknoloji açısından ithalata bağlı. İthalatta dolar ya da avro ile yapılabiliyor. Böylece döviz kuru fırladığında hem enflasyon paketi içinde ithal mallarının da olmasından dolayı (doğrudan), hem de üretim maliyetleri üzerindeki etkilerinden ötürü (dolaylı olarak) enflasyon tırmanışa geçiyor.

Böyle bir yapı altında, enflasyonu önleyebilmek ancak üretimi ve ihracatı kısmakla mümkün olabilir. Bu da kâr sürümlü bir sistemde bunu sağlayabilmek için gerekli olan ekonomik büyümeden vazgeçmek demektir ki sistemin egemenleri açısından bu kabul edilemez.

Hem durgunluk hem de enflasyon bir arada olursa?
Peki, iki istikrarsızlık türü bir arada görüldüğünde ne olur? Yani ekonomide aynı anda yüksek enflasyon varken, işsizlik de artıyorsa ve ekonomi küçülüyorsa ne olur? Buna literatürde “stagflasyon” adı veriliyor.

Stagflasyon halinde, iki ayrı parçaya göre ayrı ayrı tasarlanmış Keynesyen maliye ve para politikalarından yeterince verim alınamıyor, çünkü iki sorun artık bir arada yaşanıyor. Nitekim 2008 krizinden bu yana dünya ekonomisinin gerçek anlamda krizden çıkamamış olması ve uluslararası kuruluşların dahi 2019’dan itibaren dünyanın yeni bir durgunluğa gireceği yönündeki beklentileri bunu doğruluyor.

Kilit büyük anahtar küçük
Uygulanan maliye ve para politikalarının işe yaramamasının asıl nedeni, hâkim iktisadın sorunu “kısa vadeli, geçici iş ya da kredi döngüsü” olarak görüp, bir “arz-talep dengesizliğine” indirgemesi.

Oysa bugün yaygın bir biçimde kapitalizmin içinde bulunduğu durumun 1970’lerden bu yana devam eden yapısal bir kriz olduğu, yani sistemin kendi iç çatışmalarının neden olduğu bir kriz olduğu kabul ediliyor. Bu bazı Post Marksist iktisatçılar tarafından uzun “vadeli durgunluk” (stagnasyon) olarak da tanımlanıyor. Böyle yapısal nedenlerle ortaya çıkan krizlere karşı, iş döngülerinden hareketle tasarlanmış kısa vadeli maliye ya da para politikalarının etkisiz kalacağı açıktır ki dünyadaki son 10 yılda ortaya çıkan gelişmeler bu tezi güçlendiriyor.

Türkiye’de sıkı maliye politikalarının başarı şansı var mı?
Öncelikle, yukarıdaki tartışmanın ışığında yeni kabinenin elindeki son ekonomi politikası aracı gibi duran sıkı maliye politikalarının başarılı olabilmesi (bu aracın asıl olarak tasarlandığı ABD ve AB gibi merkez ülkelerindeki başarısız örneklerinden hareketle) çok olanaklı görülmüyor.

Yüksek faiz, sıkılaştırılmış kredi, baskılanmış para arzı gibi araçlarla yürütülen para politikası için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Öncelikle çok geç kalınan bir durum söz konusu. 2015 yılından bu yana, ülke içine sokulduğu seçim atmosferi, savaş ve darbe girişiminin etkilerinin sonucundaki OHAL uygulamaları gibi nedenlerle, artan kamu harcamaları ve mali teşviklerin yanı sıra,  faiz oranları yeterince ve zamanında yükseltilmedi, hormonlu büyümenin sürdürülebilmesi için bol ve ucuz kredi politikası uygulandı ve böylece maliyet yönlü olarak zaten potansiyel olarak var olan enflasyon talep yönlü olarak da fırladı.

Bu politikanın da yardımıyla belki seçimler kazanıldı, iktidar daha da güçlendirildi, yeni bir rejim kuruldu ama ülke ekonomisinin geleceği bugününe kurban edildi. Dahası devletin elindeki iki önemli ekonomi politikasından biri olan para politikası ve bunun uygulayıcısı Merkez Bankası etkisiz bir hale getirildi. Bu yüzden de elde geriye bir süredir genişletilerek uygulanan maliye politikalarının sıkılaştırılması seçeneği kaldı.

Devlet harcamalarını kısmak zor
Yeni programın tanıtımında yer alan “mali disiplin, verimli harcama kontrolü, “dengeli vergi yükü düzenlemeleri” gibi sözcükler de geriye kalan bu tek seçeneği anlatıyor. 
Diğer yandan, iktidarın enflasyonist mali teşvikleri (ekonomik büyümedeki temel önemleri nedeniyle), savunma ve güvenlik harcamalarını (yeni rejimin belirleyici özellikleri oldukları için) azaltması zor.

Lüks kamu tüketimi harcamaları ise 16 yıldır ülkeyi yönetenlerin en aşağıdan en yukarıya kadar vazgeçemeyecekleri bir konforlu yaşamın olmazsa olmazı. Öyle ki 1 km’lik bir mesafeye bile onlarca lüks araç ve güvenlik görevlisi ile giden yüzlerce siyasetçi ve bürokratı bu alışkanlığından vazgeçirecek bir mekanizma ortada yok. Yani siyasal iktidarın verimsiz, gereksiz, lüks kamu harcamalarını kısması çok da beklenmemeli.

On milyarlarca dolarlık taahhütlerle gerçekleştirilen enerji ve alt yapı yatırımları ise siyasal iktidarın hem sermaye gücünün, hem de oy potansiyelinin en önemli kaynağı. Bu projeleri durdurmaları ya da ertelemeleri beklenemez, ayrıca böyle iptallerin büyük cezai yaptırımları söz konusu olacaktır. Yani harcamalar boyutunda ufukta halka dönük harcamalardan (sağlık, sosyal güvenlik, sosyal yardımlar gibi) başka kısılacak harcama görünmüyor.

Dengeli ama adaletli değil
Vergilerle ilgili olarak, vergi yükünün “dengeli” biçimde dağıtılacağı ileri sürülüyor. Dikkat edin “adaletli” sözcüğü yer almıyor. Çünkü böyle bir durum adaletsiz bir vergi sisteminin var olduğunun resmen kabul edilmesi anlamına geliyor.

Diğer yandan KDV, ÖTV gibi hali hazırda toplanan vergilerin üçte ikisini oluşturan dolaylı vergilerde üst sınıra gelindi. Yani bunların daha da artırılması hem ekonomik olarak, hem de siyaseten çok zor.  Siyasal iktidarın sınıfsal karakteri gereği verginin yükünü üst gelirliler, servet zenginleri ve rantiyenin omuzlarına bindirmesini beklemek ise aşırı iyimserlik olur. Yani vergileme alanında da toplumun bütününden yana ciddi değişiklikler beklenmemeli.

Enflasyon, peki ya borç krizi?
Siyasal iktidar evvel emirde enflasyonla baş etmek istiyor zira önümüzdeki süreçte kazanılması gereken son bir seçim var: Yerel yönetim seçimleri. Bu seçimlere yüzde 20’lik bir enflasyon oranıyla girmek istemiyor doğal olarak.

Ancak ülkenin hormonlu, sürdürülmesi mümkün olmayan ekonomik büyüme, yüksek işsizlik, yüksek enflasyon sorunlarının dışında yüksek kur, yüksek cari açık (yüzde 6)  gibi sorunları, hepsinden önemlisi  (eylem planında zikredilmese de) “madendeki kanarya” durumunda bir özel sektör dış borç sorunu var.

Toplam dış borç stoku 463 milyar doları buldu. Özel sektörün dış borcu 300 milyar doları aştı. Özel sektör kısa vadeli borçlarını çevirmekte çok zorlanıyor, sürekli borç yapılandırması talep ediyor. Her gün artan borç sigortalama maliyetleri ve yüksek faiz oranlarından (dolayısıyla yüksek maliyetlerden) borç bulup vadesi gelen borçlarını çevirmeye çalışıyor.

Dolar ve avronun kuru her yükseldiğinde özel sektörün dövizli dış borçlarının TL karşılığı durduğu yerde artıyor. Bu da bu kesimi sıkıntıya sokuyor. Adeta “madendeki kanarya” misali bu borçlar batışın adı olabilir.

Nitekim ülkenin dev holdinglerinin on milyarlarca dolarlık dövizli borçları için bankalardan yeniden yapılandırma için sıraya girmeleri, büyük firmalara ilişkin batış haberleri, durumun ciddiyetini gösterirken, yeni iflasların, kitlesel işten çıkarmaların (böyle giderse banka batışlarının dahi) habercisi olabilir.

Kısaca, Türkiye ekonomisi, enflasyon ve işsizlik gibi sorunların dışında ciddi olarak bir finansal kriz riski ile karşı karşıya. Dünyada şu ana kadar bu sorunu çözebilecek bir maliye politikası ortaya atılamadı. Türkiye’de de önerilen bildik maliye politikası ile ülkenin kriz noktasına gelmiş özel kesim dış borç sorununu aşabilmek, yani bir finansal krizi önleyebilmek çok zor.

Para politikalarının ise “yok hükmünde” olduğunu zaten vurguladık. Aylar öncesinde faiz artırımları yapılabilseydi belki bugüne gelinmeyebilirdi. Ama hali hazırda dünyada en yüksek faiz oranına sahip birkaç ülkeden biriyiz. Gösterge faizi yüzde 20’yi aşarken, piyasa faizleri bunun en az 5-6 puan üzerinde seyrediyor. Yeni dış borç bulmayı kolaylaştırabilmek için  faizler daha da yükseltilebilir ama bu durum, faize duyarlı başta inşaat emlak sektörü gibi birikim  modelinin özünü oluşturan sektörlerde firma batışlarını hızlandırır, seçimleri riske atar. Ayrıca bu gerekçelerle yıllardır faizlerini artıran Arjantin sonunda IMF’nin kapısını çalmaktan kurtulabildi mi?

Sözü edilen “yapısal reformlar” ise işgücü piyasası reformları gibi özü itibariyle faturayı emekçilere kesen reformlar olmalarının dışında, orta ve uzun vadede yapılacak reformlar ve ancak ülkenin uluslararası kredibilitesini, kendine duyulan güveni yeniden sağlaması halinde bunlardan sonuç alabilmek mümkün olabilir.

Olası bir finansal kriz durumunda geriye IMF programı ve 2001 krizi sonrasında olduğu gibi banka kurtarmaları gibi devletleştirmeler kalır (o zaman ki kamu zararının 100 milyar dolara kadar çıktığını iktidar çevreleri sıklıkla açıklamışlardı). Bu bir kez daha gerçekleşirse bugünün koşullarında bu zararın çok daha yüksek olacağını ve bunun yıllara sari bir biçimde toplumca ödeneceğini tahmin etmek zor değil.

Dağ fare doğurdu
Sonuç olarak, açıklanan program (işsizliği düşürmeyi bir kenara bırakın) enflasyonu düşürüp, ekonomik büyümeyi sürdürülebilir bir düzeyde tutmaktan uzak olduğu gibi, kapıdaki finansal krizi görmediği için böyle bir krizi önlemeyi başaramayacak bir program. Bu program sorunları daha da derinleştirecektir.

Ülkede acilen bir demokratikleşme ve ekonomide demokratik bir planlama altında emek ve doğa dostu, verimli, etkin ve adaletli bir ekonomik ve sosyal kalkınma paradigmasına, buna uygun bir büyüme stratejisine ve bunu hayata geçirebilecek bir siyasal iradeye ve yönetime ihtiyaç var.

13 Temmuz 2018 Cuma

NATO ZİRVESİ TOPLANIRKEN…


NATO ZİRVESİ TOPLANIRKEN…

Mustafa Durmuş

12 Temmuz 2018

15 Temmuz’daki darbe girişiminden bu yana Türkiye’nin NATO’nun kurucu patronu olan ABD ile ilişkilerinin gerildiği biliniyor. Sadece darbe üzerinden değil, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’deki operasyonları ve bu sırada Rusya ile yakınlaşması, S-400 füze alımı anlaşması üzerinden de kavga zaman zaman büyüdü.

Diğer yandan bu gelişmeler Türkiye’nin birkaç gündür Brüksel’de yapılmakta olan NATO zirvesine katılmasına engel olmadı. Cumhurbaşkanı ve eşi bu toplantıya katılıp diğer liderlerle ve eşleriyle aynı fotoğraf karelerinde yer aldılar.
Kısaca hatırlatırsak, Kuzey Atlantik Paktı veya Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak bilinen ve kısa ismi NATO olan bu örgüt, ABD’nin önderliğinde 12 ülkenin 1949 yılında kurdukları bir örgüt. Şu an üye sayısı 29 olan bu örgüte Türkiye, emperyalizmle eklenme sürecinin birinci aşaması olan Demokrat Parti iktidarı (Menderes) döneminde (1952 yılında) katıldı.

SAVAŞ ÖRGÜTÜ
Dünyada yaygın bir biçimde uluslararası bir “savaş örgütü” olarak anılan bu örgüt 2. Dünya Savaşı sonrasında iki kutba ayrılmış dünyada, sadece sanıldığı gibi kapitalist dünyanın patronluğuna yükselen ABD’nin önderliğinde sosyalist bloka karşı değil, aynı zamanda üye ülkelerin kendi içlerinde işçi sınıfından gelebilecek tehditlere karşı da kapitalizmi savunmak için oluşturulmuş bir örgüt.

1 TRİLYON DOLARI AŞAN HARCAMA
Bu örgütün üyeleri aracılığıyla gerçekleştirdiği savunma harcamaları ise bu yıl itibariyle 1 trilyon doları (yılda) geçiyor. Yani dünyadaki toplam 1,7 trilyon dolarlık savunma harcaması ya da askeri harcamanın yüzde 59’unu bu örgütün üyeleri yapıyor. Kalanı ise, Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler tarafından gerçekleştiriliyor.

Yılda trilyon dolarlık bir fonun on biri kadar bir fon ile insanlığın; yoksulluk, salgın hastalıklarla mücadele, işsizlik, sağlıklı suya erişme ve nitelikli eğitim gibi çok temel sorunlarının önemli ölçüde çözülebileceği gerçekliğine karşın, böyle büyük kaynakların askeri harcamalara harcanmasını kapitalizmin ve onun bir sonucu olan emperyalizmin doğası ile açıklamak mümkün olabilir ancak.

SORUNLARI DERİNLEŞTİREN HARCAMA
Türkiye’de ekonomik büyüme, işsizlik, enflasyon, cari açık, bütçe açığı ve dolar kuru gibi sadece ekonominin kendini değil, işletmelerin geleceğini ve çok daha önemlisi insanlarımızın yaşam standardını etkileyen birçok faktörden biri de  (belki de ulusalcı hassasiyetler nedeniyle yeterince konuşulmayan) adına askeri harcama ya da savaş harcaması da denilen ve bugünlerde zirvede konuşulan “savunma harcamaları” oluşturuyor.

Bu harcamalar sadece ülke içindeki çatışmacı dinamiklerin, bölge ülkeleriyle yaşanan gerginliklerin ya da ihtiyaçların neden olduğu harcamalar değil, bir o kadar da 60 yılı aşkın bir süredir emperyalizmin ileri karakolu konumunda olmanın bir sonucu. Yani dışsal bir etken olarak gözüken, ama 1952 yılından bu yana içimizde olan bir etkenin, NATO’ya üyeliğin bir sonucu.

Çünkü bu örgüte üye olmanın yerine getirilmesi gereken sorumlulukları var. Bu da ülkenin savunma bütçesini belirlerken, diğer sosyal ve ekonomik ihtiyaçlara ayrılabilecek kaynakların azalmasıyla sonuçlanıyor.

EMPERYALİZM DIŞSAL DEĞİL İÇSEL BİR OLGU
NATO’ ye üyelik hem emperyalist- kapitalist sistemin üretim ve bölüşüm ilişkilerinin bir parçası olmayı,  hem de bunu korumak anlamında askeri ittifakların da bir parçası olmayı zorunlu kılıyor. Bu da emperyalizmi içsel bir olgu haline getiriyor. Yani emperyalizmi kovabilmek, onun örgütünden çıkabilmek, ancak küresel kapitalist sistemi karşınıza almakla mümkün.

Örgütün aşağıda son zirvesine ilişkin hazırladığı basın ile paylaşılan bülteninden özetleyip tablolaştırdığım (1) savunma harcamasının büyüklüğü,  yapısı ve üyelerin konumu başta Türkiye olmak üzere üye ülkelerin kendi halklarının ihtiyacı için kullanabilecekleri kaynağı savunma bütçesi olarak ayırarak, onların ekonomik ve sosyal refahını gerilettiğini ve yoksullaştırdığını ve aynı zamanda da bütçe hakkının nasıl bizzat bu örgüt üyeliği nedeniyle ortadan kaldırıldığını gösteriyor.
Bültende yer alan veriler üye ülkelerin Savunma Bakanlığı’nın sunduğu veriler, OECD verileri ve Avrupa Komisyonu verilerinden oluşuyor. Ekipman harcamaları temel ekipman ve arge harcamalarından oluşurken, ve personel harcamalarına emekli askerlere yapılan maaş vs ödemeleri dahil edilmiş.


2015’TEN BU YANA HARCAMALAR ARTIYOR
NATO üyelerinin (29 üye) yapmış olduğu toplam savunma harcamaları 2011-2014 yılları arasında düzenli olarak azalırken, 2015 yılından itibaren tırmanışa geçmiş. 2017 yılındaki artış yüzde 5,2 ile zirve yapmış.

Yani 2011 yılında 1,0 trilyon dolar olan toplam harcamaların 2018 yılında tekrar bu düzeyi yakalayacağı, hatta geçeceği tahmin ediliyor (1,137 trilyon dolar). Bunun yüzde 62’sinin tek başına ABD tarafından yapılıyor olması, Trump’ın zirvede krize neden olan  “diğer üyelerin ellerine cebine atıp paylarını artırmalarını” istemesini açıklıyor.

ÜYELER ULUSAL GELİRLERİNİN YÜZDE YARIM İLE YÜZDE 3,5’İNİ ASKERİ HARCAMAYA AYIRIYOR
NATO üyesi ülkelerin yüzde 51’i (medyan) ulusal gelirlerinin yüzde 1,36’sını askeri harcamalar için kullanıyor. NATO yönergesinde bu oran yüzde 2. Bu nedenle de Trump zirvede bu payın yüzde 2’ye çıkartılmasını istedi.

Ayrılan payların ortaya çıkardığı bazı ilginç durumlar söz konusu. Örneğin beklendiği gibi ABD en büyük payı yani gelirinin yüzde 3,5’ini ödüyor. Ekonomik kriz ile boğuşan Yunanistan yüzde 2,3 ile listenin tepelerinde yer alıyor. Pek çok araştırmacı bu ülkenin krize girmesinin nedenini bu yüksek askeri harcamalarına bağlıyor. Türkiye’nin payı ise yüzde 1,68.  Bu açıdan NATO’’da ulusal kaynaklarını askeri harcamalara en fazla ayıran 10. ülke oluyor.

TÜRKİYE’NİN PAYI ARTIYOR
Ancak Türkiye’nin payının 2014 yılındaki yüzde 1,49’dan bu seviyeye gelmesi önemli. Zira aynı dönemde tüm NATO üyelerinin payları düşüyor, ABD örneğin payını yüzde 5,3’ten neredeyse yüzde 40 azaltarak bugünkü durumuna getiriyor.

SİLAH ÜRETİMİNDE DIŞA BAĞIMLILIK AZALMADI
Türkiye açısından ikinci önemli durum Türkiye’nin yaptığı harcamalar içinde ekipman gibi kendi üretmediği, daha ziyade ithal ettiği malzemeler için yapılanların yüksekliği.
Çünkü üyelerin yüzde 51’inin böyle harcamalarının toplam askeri harcamalar içindeki payı yüzde 21, yönergede istenen yüzde 20, ABD’nin ki yüzde 26 iken Türkiye’nin ki yüzde 32’ye yakın. Oysa bu pay 2014 yılında yüzde 24 idi.

Bu da son yıllarda ulusal savunma sanayi yatırımlarının önemli ölçüde ithalata olan bağımlılığı azalttığı iddiasını boşa çıkartıyor. Yani askeri amaçla yapılan her bir doların 33 centi ithal ekipmana yatırılıyor. Bu açıdan Türkiye, Lüksemburg ve Romanya’nın ardından 3.sırada yer alıyor. Türkiye kalan parasının yüzde 45,3’ünü askeri personel ve yüzde 2,4’ünü alt yapı ve yüzde 20,8’ini diğer amaçlar için kullanıyor.

HER 10 NATO ASKERİNDEN 1,2’Sİ TÜRK
NATO bünyesindeki askeri personelin sayısı 3,2 milyona yakın. Bunun yüzde 40’ını 1,3 milyon ABD askeri oluşturuyor. Bu açıdan yüzde 12 ile ikinci sırada Türkiye geliyor (385 bin).

Böylece Her 10 NATO askerinin 4’ü Amerikalı, 1,2’si Türk askerinden oluşuyor. Bu da örgütün merkezinde yer alan ABD ile ileri karakolunda görev yapan Türkiye’nin uluslararası sermaye akımları, bankacılık, doğrudan yatırımlar gibi ekonomik faktörlerin dışında askeri amaçlarla da nasıl kopması çok zor bağlarla bağlı olduğunu gösteriyor.
Bunun dışında Türkiye’nin 2018 itibariyle yaklaşık 61 milyar TL’lik bir askeri harcama yapması bekleniyor.  Yani bu yılki devlet bütçesindeki her 100 liranın 8 lirası askeri harcamalar için ayrılacak.

BU YIL YÜZDE 15,7 ARTIŞ
Askeri harcamalardaki reel artış ise ürkütücü düzeyde. Çünkü tablodan da görüleceği gibi 2015 yılında yüzde 1,30 oranında olan artış, 2017’de yüzde 11,73 oldu ve 2018’de yüzde 15,7 olması bekleniyor.

Ülkede bunca ekonomik ve sosyal sorun için bütçeden yeterince kaynak ayrılmazken, askeri harcamalara ayrılan kaynağın hem büyüklüğü hem de yıllık reel olarak artışının yüksekliği yeni rejimin askeri yönelimleri ile açıklanabilir.

Bu gelişme ile kişi başına askeri harcama 15,500 dolara yükseliyor. Yani ülkede kişi başına yılda 15 bin doların üzerinde askeri harcama yapılıyor. Kişi başı gelirin 9,000 dolara kadar gerilediği, kişi başı kamusal sağlık harcamasının sadece 624 dolar olduğu (2), kişi başı eğitim harcamasının ise toplamda 4,000 dolar olduğu (3)bir durumda askeri harcamanın bunları katlaması  ancak  yeni rejimin yönelimleri ile açıklanabilir.
……..
(1)  NATO, Public Diplomacy Division, Press Release (10 July 2018) :Defence Expenditure of NATO Countries (2011-2018).
(2)  Focus on spending on health latest trends, 2018, s. 3.
(3)  OECD Education at a glance 2017.



2011
2015
2017(t)
2018(t)
Cari fiyatlar  (Milyar TL)
22,8
35,2
47,0
60,9
Sabit fiyatlar  (2010, Milyar TL)
21,0
22,6
27,5
31,8
ABD doları (Milyar $)
13,6
12,0
13,0
15,2
Yıllık reel
değişiklik (%)
-1,16
1,30
11,73
15,69
Kişi başı
harcama ($)
11,500
13,900
14,900
15,500
Askeri personel
495,000
385,00
416,000
385,000