7 Ağustos 2019 Çarşamba

KAPİTALİZM ISLAH EDİLEBİLİR Mİ, İNSAN VE DOĞA HUZURA KAVUŞABİLİR Mİ?



KAPİTALİZM ISLAH EDİLEBİLİR Mİ, İNSAN VE DOĞA HUZURA KAVUŞABİLİR Mİ?

Mustafa Durmuş

6 Ağustos 2019

2008 kapitalist krizinin ardından 10 yıl geçmiş olmasına rağmen küresel ekonomi toparlanamadı ve tekrar ekonomik durgunluk eğilimine girdi. Bir türlü eski büyüme dinamizmini yakalayamıyor. 

Ayrıca gelir ve servet eşitsizliği ve yoksulluk hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde giderek artıyor. Küresel ısınma başta olmak üzere ekolojik sorunlar gezegeni tehdit eder hale geldi. Bölgesel savaşlar ve çatışmalarla birlikte göçlerin de artması şu ana kadar görülmemiş boyutlarda bir mülteci akınına neden oluyor.

Bu gelişmelere paralel olarak son 40 yıla damgasını vuran neo-liberal ideolojik ve politik hegemonya da sarsıldı, inişe geçti.

Diğer taraftan neo-liberalizme yönelik eleştirilerin ve meydan okumanın Sol’dan ziyade Sağ’dan (manipüle edilerek) geldiğine tanık oluyoruz. Sağ popülist-otoriter liderler ve hareketler dünyanın her yerinde, özellikle de neo-liberal politikaların iyice dışlayıp marjinalleştirdiği kesimlere erişmeye çalışıyorlar (1).

Sonuçta müesses nizam Merkez ülkelerde Trump ve Johnson, Çevre ülkelerde ise Putin,  Bolsonaro, Modi ve Erdoğan gibi otoriter- popülist lider ve yönetimleri iş başına getirmeyi başardı.

SOSYAL DEMOKRASİNİN KRİZİ Mİ?

Avrupa ülkelerinde sağcı popülist-otoriter hareketlerdeki yükselişin nedenini C. Johnson sosyal demokrasinin krizine bağlıyor:

“Küresel eşitsizlikler sosyal demokrasinin iktidar olması için iyi bir fırsat yaratmışken sosyal demokrat partiler bu fırsatı teptiler. Çünkü bu partilere hâkim olan görüş kapitalizmi ehlileştirip, daha adaletli hale getirmekti. Ama kapitalizmin reforme edilmesinin ne denli zor olduğu gerçeğini kavrayamadılar ve sonuçta liberalizme kayıp, sağcılaştılar. Bu da sosyal demokrasiyi zayıflattı.  Oysa sosyal demokrasi günümüzde sadece kapitalizmin ehlileştirilmesi ve sınıfsal eşitsizliğin azaltılmasıyla kendini sınırlandırmamalı, farklı etnisite,  cinsiyet ve kimliklerin, inanç ve kültürlerin varlığı gibi gerçekleri de dikkate alarak bunları eşitleyici ve haklarını kollayıcı bir siyaset tarzı geliştirmelidir” (2).

Sosyal demokrat görüşün güçlü iktisatçı ideologlarından J. Stiglitz küresel sermaye birikimi ve üretime hâkim olan dört önemli olgunun ekonomik sorunların yanı sıra, otoriter -sağ popülizmin yükselişine neden olduğu görüşünde.

Bu dört olguyu şöyle sıralıyor Stiglitz (3): (i) Emek tasarrufuna neden olan teknolojik gelişmeler orta sınıfın bir kısmını işsiz bıraktı (ii) Küreselleşme küresel piyasalar yaratarak pahalı ama kalifiye işçilerle ucuz ama kalifiye olmayan işçileri karşı karşıya getirdi (iii) İşçi örgütleri çok etkisizleşti, zayıfladı (iv) Politik kararları artık çok daha açık bir biçimde en zengin yüzde 1 veriyor. Tüm bu gelişmeler de kapitalizm ile demokrasinin birlikteliğini tehdit ediyor ve otoriter rejimlerin iş başına gelmesiyle sonuçlanıyor.

Yani Stiglitz’e göre asıl sorun kapitalizmin kendi değil, küreselleşmenin de etkisiyle onun uğradığı değişimdir. Dolayısıyla da (ona göre) kapitalizmi karşısına alacak radikal çözümlere değil, onu ehlileştirecek reformlara ihtiyaç var.

Nitekim Stiglitz, 2011 yılında Wall Street’in işgal edildiği eylemler sırasında yaptığı bir konuşmada, işsizlikten, evsizlikten ve finansal spekülasyondan söz ederek, kapitalist sistemin olması gerektiği gibi işlemediğinden yakınıyordu. Ona göre mevcut ekonomi gerçek kapitalizm ya da piyasa ekonomisi değil, saptırılmış, yozlaştırılmış bir ekonomiydi.

Stiglitz’in yanılgısı tam da burada başlıyor. Sistemin iyi işlemediği iddiası doğru değil, aksine sistem mükemmel işliyor.  Çünkü kapitalist sistemde her zaman zengin-yoksul uçurumu, aşırı çalıştırılan ve sömürülen işçiler ve yedek sanayi ordusu,  köylülerin topraklarının çalınması, doğa tahribatı ve sömürüsü, kısaca sermayenin egemenliği hep vardı.  Finansal spekülasyonların ardından şişirilen ve patlayan balonlar ve ardından gelen kriz dönemleri hep oldu. Bu yüzden de sistemde çok sayıda kaybeden, az sayıda kazanan oldu. Kârlara hiç dokunulmazken, zararlar hep sosyalleştirildi. Yani, kapitalist ama aynı zamanda da adil bir toplum yaratmak imkânsız.

Benzer bir reformcu yaklaşımı (bu aralar kurulmakta olan bir partinin kurmaylarıyla birlikte hareket ettiği ileri sürülen)  Daron Acemoğlu da sergiliyor ve Türkiye’de yapısal reformların hayata geçirilmesiyle birlikte Türkiye’nin krizinden çıkabileceğini ileri sürüyor (4).

“FELAKET KAPİTALİZMİ”

Kapitalizmin geldiği noktayı “Felaket Kapitalizmi” olarak tanımlayan G. Monbiot’a göre (5):

“Bugün büyük servetler kapitalist girişimcilikten ziyade; miras yoluyla, tekelcilikle, rant-kollayıcı faaliyetlerle, arazi, emlak, entelektüel mülkiyet hakları gelirleriyle, software, sosyal medya platformları, montaj hizmetleri gibi normalin çok üstünde kâr marjı ve rant sunan faaliyetlerle gerçekleştiriliyor. Öyle ki sermayenin gücü artık iktidardaki oligarşinin gücüne dönüşüyor ve / veya sermaye gücünü oligarşiden alıyor. Bu oligarşik yapı ve sermaye grupları hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir demokratik devlet ya da kontrol altında tutulan bir kapitalizm değil, kaosa dayalı, sermayenin kuralları dışında hiçbir kurala tabi olmayan bir “Felaket Kapitalizmi” istiyorlar. Çünkü kaos ve Felaket Kapitalizminden asıl olarak onlar yararlanıyorlar. Kaos ve hukuksuzluk servetlerinin katlanarak büyümesine hizmet ediyor.

“RANTÇI EKONOMİ RANTÇI DEVLET”

G. Standing (6) ise günümüz kapitalizmini ve kapitalist devletini sırasıyla “Rantçı Kapitalizm” ve “Rantçı Devlet” olarak tanımlıyor. Böyle bir kapitalizm ve onun üstünde şekillenen devletin özünde; özel sermaye gruplarının devletle kurduğu özel-sıcak ilişkiler, bağlantılar, kendilerine sunulan seçici sübvansiyonlar ve seçilmiş sermayedarlara kamuya ait malların-varlıkların devredilmesi, satılması, özelleştirmeler gibi uygulamalar var. Toprak ve su kaynakları, madenler çok uluslu enerji ve maden ve gıda şirketlerine uygun fiyatlardan satılıyor, devrediliyor. Böyle olunca da rant için bu doğa tahrip edilirken, yüzlerce yıldır halkın müşterek kullanımında olan bu alanlar yeni çitlemelerle halka kapatılıyor ya da fiyatlama yoluyla bu alanlar metalaştırılıyor. Böylece halkla bağlarını tamamen koparan politik alan artık bir takım akıldışı teşhirciler tarafından işgal ediliyor. Kısaca seçilenlerden ziyade, seçkinci, kibir abidesi ve sorumsuz atananların ekonomiye ve siyasete ilişkin kararları doğrudan aldıkları ve yönettikleri, buna karşılık hiçbir biçimde hesap vermek istemedikleri bir dönemde yaşıyoruz.

“ZOMBİ KAPİTALİZM”

C. Harman ise 2008 krizinin ardından yazdığı  “Zombi Kapitalizm” adlı kitabında (7);    21. Yüzyıl kapitalizminde bankaların zombi bankalara, şirketlerin ise zombi şirketlere dönüştüğünü anlatıyordu. Yani tüm sistemin insan ihtiyaçları ve duyguları söz konusu olduğunda ölü olduğunu, kaos yaratmak istediklerinde aniden canlanan yaratıklar haline geldiğini ve toplum için hiçbir olumlu iş yapmadığını, buna karşılık egemenler dışında her şey (doğa dahil) ve herkes için tehdit oluşturduğunu yazmıştı.

“AHBAP-ÇAVUŞ KAPİTALİZMİ”

“Ahbap-Çavuş Kapitalizmi” tanımı ise bu yüzyılda kapitalizmi tanımlamak için kullanılan bir diğer tanım. Bu tanım, büyük sermayenin rakipleri karşısında avantaj elde edebilmek amacıyla, devletle özel ilişkiler geliştirerek kapitalizmi nasıl yozlaştırdığını anlatmak için ortaya atılmış bir tanım. Buradan hareketle bu çevrelerin daha dinamik, yaratıcı ve daha etkin firmaların piyasaya girmelerini önleyerek serbest piyasanın işleyişini bozdukları iddia ediliyor.

Buraya kadar yaptığımız özetten, başta Kaz Dağlarının altın çıkarma sevdasına tahrip ve talan edilmesi olmak üzere, Ankara-AOÇ, Munzur, Salda Gölü, Hasankeyf, Gediz Havzası ve diğer yerleşimlerdeki doğa katliamlarının ekonomi politiğini anlamaya yönelik epeyce bir teorik malzeme çıkar.

KAPİTALİZMİN GELECEĞİ VAR MI?

Yelpazenin soluna doğru ilerlemeyi sürdürelim. 2013 yılında “Kapitalizmin geleceği var mı” başlıklı kitaplarında (8) aralarında Wallerstein’in de bulunduğu bazı yazarlar; dinamizmini kaybeden kapitalizmin dünyanın alt üst olması ve baskıcı, homofobik rejimlerin ortaya çıkışıyla sonuçlanabileceğini, bu durumun düzenin sağlanması için faşizm kadar, daha ileri bir demokrasiyi de getirebileceğini, yani geleceğin belirsiz olduğunu ileri sürmüşlerdi.

Kitabın yazarları arasında yer alan C. Calhoun ve M. Mann ulus devletlerin ekolojik ve nükleer felaketlere karşı birleşebileceklerini, böylece küreselleşmenin uysal bir sosyal demokratik versiyonu altında kapitalizmin süreceğini iler sürüyordu.

Wallerstein ise kapitalizmin alternatifinin, kapitalizmin hiyerarşik ve kutuplaştırıcı yönleriyle devam eden bir kapitalist olmayan sistem ya da göreli olarak daha demokratik ve eşitlikçi bir sistem olabileceğini öngörüyordu.

Bu öngörülerin üzerinden altı yıl geçti. Daha çok distopya niteliğindeki öngörülerin hayata geçmekte olduğundan hareketle, sosyal demokrasi ile ıslah edilmiş bir kapitalizmin ya da ileri demokrasiye dayalı bir toplumun -henüz ufukta görünmediğini söylemek fazla karamsarlık olmaz sanırız.

“KAPİTALİZM SONRASI TOPLUM”

Ancak kapitalizm sonrasının (mutlaka sosyalizm olmasa da) çok daha iyi bir toplum olacağına inancını sürdürülenler de var. Bunlardan biri “Kapitalizm Sonrası” adlı kitabıyla ünlenen P. Mason. Kapitalizm sonrasında bir tür sosyal demokrasi ile sosyalizm arasında bir toplum düşleyen Mason’a göre (9):

“Kapitalizm sonrası/ötesi toplum tezi piyasacı kapitalizmden farklı bir rota çizer. Kalıcı, verimli faaliyetlerin otomasyonuna dayanır, ücreti işten ayrı tutar, ağ etkisini kaldıraç olarak kullanır ve bilgiyi-veriyi demokratikleştirir. Böyle bir toplumda demokratik bir devlet yapılanmasının görevleri şunlar olacaktır: (i) Müşterekler, kooperatifler ve göreceli bolluk havuzlarını kapsayan piyasa dışı ekonomi sektörlerinin oluşumunu mümkün kılmak (ii)-Kamu sektörünü herkese asgari gelir ve temel kamu hizmeti sunacak biçimde genişletmek (iii) Özel mülkiyet ve piyasacı değişim tarafından ele geçirilmemiş ücretsiz kamusal kolaylıklar yaratabilmek için ağ etkisini artırmak (iv)Tekelleri parçalayacak, rant kollayıcı iş pratiklerini caydıracak (emlak-arsa ve finansal rant dahil) yasalar çıkartmak”.


SOSYALİZMİN KRİZİ

Sosyalizmin ve sosyalist düşüncenin kendi krizinden hala çıkamadığı bir dönemde alternatiflerin sistem içi ya da sistemin sınırlarının genişletilmesini hedefleyen ideolojilerden ve buna uygun siyasal örgütlenmelerden gelmesi doğal karşılanmalı.
Giderek daha da gericileşen, insafsızlaşan, emek, doğa ve kadın, farklı kimlik ve inançlar üzerindeki etkileri ölümcül hale gelen, daha da otoriterleşen bir kapitalizme karşı daha insaflı, daha insancıl bir kapitalizme sığınma ihtiyacı (gerçek alternatifinin yokluğunda) anlaşılabilir bir durum.

Nitekim ABD’de Sanders, İngiltere’de Corbyn’in popüler hale gelmesi ve Türkiye’de (sosyal demokrat olmanın temel kriterlerine dahi sahip bulunmayan bir ana muhalefet partisinin etkisizliği koşullarında) neo-liberal politikaların uygulayıcısı ve ilk dereceden sorumlusu bazı eski AKP’lilerin yeni parti kurma girişimleriyle halkın karşısına çıkabilecek cesareti ve yüzü bulabilmeleri de bu yüzden.  Çünkü ideoloji de siyaset de boşluğa izin vermiyor.

KAPİTALİZME İLİŞKİN YENİ TANIMLAMALAR NE KADAR GEÇERLİ?

Neo-liberalizm sonrası kapitalizmin nasıl bir görünüm ve içeriğe büründüğünü anlatan kapitalizm tanımlarına yukarıda kısaca yer verdik (bunlara ilişkin geniş bir değerlendirmenin ayrıca yapılmasının gerekli olduğu kuşkusuz).

Bunlar arasında Türkiye’de de  “Rant Kapitalizmi” ve “Ahbap Çavuş Kapitalizmi” sıklıkla kullanılıyor. Ancak (günümüzde servet biriktirme biçimlerinin değişikliğe uğradığı ve bu konuda devletin rant kollayan faaliyetlere destek olduğu gerçeğini ihmal etmeden) bu tanımlamalara ilişkin şöyle bir eleştiri yapmamız kaçınılmaz.
Rant Kapitalizmi tanımı (niyetten bağımsız olarak) sanayiciyi iyi kapitalist, rantiyeyi kötü kapitalist olarak niteleyerek, aslında rantın kârın içinde değerlendirilmesi gereken bir bölüşüm kategorisi olduğu ve her ikisinin de artı-değer sömürüsünün bir sonucu olduğu gerçeğini gizliyor. Üstelik modern çağın üretim tesislerinde çalıştırılan işçilerin modern çağın kölelerine dönüştüğü gerçeği ortada iken. Yani sorun sadece rantiye ile sınırlı değil, genel olarak sanayici de, tüccar kapitalist de emek ve doğaya zarar veriyor. Kaldı ki bunlar artık iç içe geçmiş durumda. Çok büyük alt ve üst yapı inşaat yapımı işlerini yürüttükleri gibi, büyük perakende mağaza zincirlerini, üniversiteleri, özel hastaneleri işletiyorlar ve bankacılık faaliyetlerinde bulunuyorlar.

ÇEŞİTLERİ BOL OLSA DA DONDURMANIN ÖZÜ AYNIDIR

Ahbap-Çavuş Kapitalizmi tanımında ise yine sorunun kapitalizm değil, onun özgün bir biçimi olduğu belirlemesi yapılıyor. Böylece başka tür bir kapitalizme, yani etik ve sorumlu kapitalizme (sanki öyle bir kapitalizm varmış gibi) ihtiyaç olduğu ileri sürülüyor. Bu değişikliğin ilerici politikalarla ve doğru kamu müdahaleleri ve düzenleme ve denetimleriyle sağlanabileceğine inanılıyor.

Kısaca iki tanım altında da, kapitalizmi sistem olarak karşımıza almamıza gerek yok. Bilinçli devlet müdahaleleriyle ve reformlarla kapitalizmi ıslah etmek, insaflı, sorumlu ve etiğe uygun bir hale getirmek mümkün.

Oysa sistemin yüzeyinde yer alanlarla sistemin derininde yer alanlar arasındaki farkı görmek çok önemli. Bu bilinç daima, Marksist Diyalektik ve Tarihsel Maddeci dünya görüşünün analiz yönteminin temeli olmuştur.

“Öyle ki gökyüzündeki yıldızlara baktığınızda dünyanın evrenin merkezi olduğunu sanabilirsiniz.  Ancak bu yüzey görüntüsüne bakarak aldanmamak gerekiyor. Kısaca kapitalizm dondurma gibi farklı tatlarda sunulsa da,  özü itibariyle aynıdır (10).
Bu çerçevede günümüz kapitalizminin geldiği aşamayı özetle şöyle açıklamak mümkün:
Kapitalizm öyle bir noktaya geldi ki adeta kendini tekrarlarcasına (16. ve 17. Yüzyıllarda yaptığı gibi), sermaye birikimini giderek artan bir biçimde ilkel sermaye birikimi yöntemleriyle (örneğin zorla ele geçirme, el koyma ve gasplar)  sürdürüyor. Bu durumda büyük sermaye grupları ve onların siyasal temsilcileri artık temsili demokrasi oyununu daha fazla oynamak istemiyorlar. Halkın seçtiklerini değil, kendi istediklerini iktidara getiriyorlar. Yani kapitalizmin (sahte de olsa) demokrasi ile evliliği sona ermiş görünüyor. Atanmışların her sermaye grubuna eşit mesafede olmasını da beklememek gerekiyor, zira bir noktadan sonra pasta daralıyor, iştah artıyor, rekabetse derinleşiyor.

KEYNES’İN YANILGISI, MARX’IN GERÇEKLEŞMEYİ BEKLEYEN ÖNGÖRÜSÜ

Kapitalizmin yol açtığı bu sorunlar karşısında (sosyalizmin krizi de henüz aşılamadığından)  Sol adına Keynesçi-sosyal demokrat öneriler değişik biçimlerde gündeme getiriliyor. Bir başka dünyanın mümkün olduğu fikrine inanmayanlar ya da bunu ütopik bulanlar “insancıl ve insaflı kapitalizm” fikri etrafında dönüp duruyorlar. Bu fikir de kabaca Keynesçi ideolojiye dayanıyor.

Bu yazının sınırlı kapsamı yüzünden top yekûn bir Keynes ideolojisi değerlendirmesi yapılamayacağından, kapitalizmin insanlığa refah getirmesi fikrinden başlamak yerinde olur.

Keynes 1930’larda (artan emek gücü verimliliğinden hareketle) 20.Yüzyılda işçilerin maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için günde sadece 3,  toplamda haftada 15 saatlik çalışmalarının yeterli olacağına inanıyordu (11).

Ona göre kapitalizm altında teknolojik gelişmeler bu verimlilik artışını, bu ise bolluğu, yüksek reel ücret düzeylerini, toplumsal refah artışını beraberinde getireceği gibi, insanlara bol miktarda boş zaman sunarak onların entelektüel, sosyal ve kültürel gelişimlerinin de hızlanacağını ileri sürmüştü.

Keynes’ten 85 yıl önce Karl Marx insanların çok az çalışacakları, her günlerini ayrıca planlayabilecekleri, doğa ile baş başa olabilecekleri, entelektüel tartışmalar yürütebilecekleri zamanlarının olacağı bir bolluk, eşitlik ve refah toplumu öngörüsünde bulunmuş ve böyle bir toplumda bir insanın olası bir gününü tahayyül etmişti. Marx’ın öngördüğü bu özgürlük ve bolluk (Keynes’in aksine kapitalist toplumda değil) komünist bir toplumda mümkün olabilecekti (12).

Marx’ın öngörüleri hala test edilmeyi bekliyor çünkü dünya kısmen başarılı da olsa, kötü bir reel sosyalizm deneyiminden sınıfta kaldı. Oysa teorik olarak komünizm, başarılı bir sosyalist toplumdan sonraki aşamayı anlatıyor.

Diğer taraftan Keynes’in öngörüsünün gerçekleşmediği kesin. Çünkü 2019 yılı itibariyle çalışma saatleri bırakın azalmayı, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı ülkelerde haftada 50 saatin üzerine çıktı. Reel ücret artışları yavaşladı, hatta fiilen reel ücretlerde düşüş yaşanıyor, gelir eşitsizlikleri daha da arttı ve güvenceli istihdam imkânı artık istisna oldu (13).

Önümüzdeki bayram tatilinin süresinin uzatılıp uzatılmaması konusunda olduğu gibi, insanların tatil hakkı turizm sektörünün ihtiyaçlarına göre belirleniyor. “Tesisler dolduğuna göre bayram tatilinin uzatılmasına gerek olmadığını” söylüyor atanmış turizm işletmecisi bakan.

Kısaca Keynes öngörüsünde yanıldı zira bir burjuva iktisatçı bakış açısıyla ekonomideki gelişmelerin sadece emek gücü verimliliği gibi iktisadi gelişmelerce belirlendiğine inanıyordu. Oysa ekonomideki ve sosyal hayattaki gelişmeleri ekonomideki gelişmelerin yanı sıra başka faktörler de etkiliyor.

Bunların başında; Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’ da altını çizdikleri gibi “sınıf mücadeleleri” olgusu geliyor. Onlara göre toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir (14). Günümüzde bunu tüm ezenlerle ezilenler arasındaki mücadele olarak, daha geniş anlamda yorumlamak mümkün.

Bu yüzden de emek gücü verimliliği Keynes’in dönemine göre kat be kat artmış olsa da (teknolojik gelişmeyi, robotları ve yapay zekâyı düşünelim)  artan üretim, gelir ve refahın paylaşımı bu verimlilik artışına göre yapılmıyor. Yani Burjuva neo-klasik bölüşüm teorisinin ileri sürdüğünün aksine, insanlar son birim emeklerinin verimliliğine göre gelirden ya da refahtan pay almıyorlar.

Kaldı ki sorunlarımız sadece insan, toplum ve siyasetle de sınırlı değil. Çünkü örneğin doğa can çekişiyor.

Bundan 10 yıl kadar önce bilim insanları sınırlarına erişmekte olduğumuz gezegene ait 10 risk olgusuna vurgu yapmışlardı: İklim değişikliği, okyanuslardaki asitlenme, kimyasal kirlilik, nitrojen ve fosfor yığılması, içme suyu kaynaklarındaki azalma, topraktaki dönüşüm, biyo -çeşitlilik kaybı ve ozon tabakasının incelmesi (İngiltere gibi bazı ülkelerde son tarih 17 Mayıs 2019 idi). IPCC ise bu yüzyılın yarısına kadar küresel çapta tüm emisyonları net olarak sıfıra kadar düşüremezsek küresel ısınmayı 1,5 C’nin altında tutamayacağımızı ileri sürüyor. Bu süreçte dünya ekonomisinin üç kat büyüyeceğini öngörülüyor. Yani mevcuttan üç kat daha fazla üretim ve tüketim yapmış olacağız (15).

Keynesçi-sosyal demokrat bir iktisatçı olan Murphy’e göre (16), böyle bir kısa zaman içinde ekonomiyi de-karbonize etmek (karbondan arındırmak) çok zor. Tek çıkış; iklim felaketinden kurtulmak ve bunun için de konut, eşitlikçi gelir dağılımı, demokratikleşme, ısınma, eğitim ve gelir gibi ihtiyaçlarımızı gösteren sosyal faktörleri ekolojik limitlerle birlikte ele almak. Bunun yolu da fiziksel olarak tüketimi (küresel çapta en az yüzde 20 oranında) kısmaktan geçiyor.

Ancak (tıpkı diğer ana akım burjuva iktisat ideolojileri gibi), tüketimi insani ve toplumsal gelişkinliğin ve refahın temel ölçütü olarak alan ve başta maliye politikaları olmak üzere temel ekonomi politikalarının rasyonalitesini buradan kuran Keynesçi bir ideoloji altında tüketimin azaltılması (dolayısıyla da kâr ve sermaye birikiminin yavaşlatılabilmesi) mümkün olabilir mi?

Özcesi kapitalizm altında ne “boş zamana” erişilebiliyor, ne de doğayı tahrip eden “tüketim çılgınlığından” vazgeçilebiliyor.

O halde kapitalizmi ıslah etmeyi hedefleyenler hangi mucizevi reformlarla insanı ve doğayı huzura kavuşturabilecekler?



DİP NOTLAR:

(1)  C.P. Chandrasekhar,  “The Indiscreet Aggression of the Bourgeoisie”, http://www.macroscan.org ( Jul 4th 2018).
(2)  Carol Johnson, “Is the crisis of social democracy a crisis of equality?”, https://www.socialeurope.eu (8th May 2019).
(3)  Robert Kuttner, Can Democracy Survive Global Capitalism?,  WW Norton,  2018.
(4)  Daron Acemoğlu: “Reformlar yapılmazsa kriz derinleşir”, https://www.gazeteduvar.com.tr (25 Mart 2019).
(5)  George Monbiot, “from Trump to Johnson, nationalists are on the rise – backed by billionaire oligarchs”, https://www.theguardian.com (26 July 2019).
(6)  Guy Standing, The Corruption Capitalism- Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay, Biteback Publishing, 2017, s. 3-5; 241-243.
(7)  Chris Harman, Zombie Capitalism-Global Crisis and the relevance of Marx,  Second Edition, Haymarket Books, 2010.
(8)  Wallerstein, Collins, Mann, Derluguian, Calhoun, Does capitalism have a future?, Oxford Press, 2013.
(9)  Paul Mason, “Time for post capitalism”, https://www.socialeurope.eu (1 July 2019).
(10)               Jack Farmer, “The myth of cronycapitalism?” http://www.socialistreview.org.uk (February 2012).
(11)               John Maynard Keynes, “Economic Possibilities for our Grandchildren”, 1930, http://www.econ.yale.edu/smith/econ116a/keynes1.pdf, s. 5.
(12)               Karl Marx, “Private Property and Communism”,  The German Ideology. 1845- Part I: Feuerbach, Opposition of the Materialist and Idealist Outlook içinde.
(13)               Mustafa Durmuş, Büyük Değişim-Popülist Otoriterleşme, İmge Kitabevi, 2019,, s. 13-69.
(14)               Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, İmge Kitabevi, 2018, s. 7.
(15)               Richard Murphy, “We have to cut material consumption by 20% globally”, https://www.taxresearch.org.uk (11 July 2019)
(16)               Agm.


3 Ağustos 2019 Cumartesi

ANKARA’DA FAİZ İNDİRİLMİŞ, EVDE BİR BAYRAM HAVASI!



ANKARA’DA FAİZ İNDİRİLMİŞ, EVDE BİR BAYRAM HAVASI!

Mustafa Durmuş

3 Ağustos 2019

Son faiz indiriminden bir iki gün sonra bankaya gittim. 4.25 puan gibi yüksek oranda bir politika faizi indiriminin kredi faizlerinde ne kadarlık bir indirime yol açtığını merak ediyordum.
Faiz indirimi kredi faizlerine henüz yansımamıştı ama vadeli mevduat faizleri yüzde 18’in altına düşürülmüştü. Yani özel bankalar ilk olarak tasarruf mevduatlarına uyguladıkları faiz oranını indirmişler. Diğerlerinin de (beklendiği gibi büyük indirimlere yol açmasa da) inmesini bekliyorlardı. Nitekim Ziraat Bankası ve Vakıfbank’ın konut kredisi faizlerini yüzde 1’in altına indirdiği haberi duyuruldu.
Bu arada yine dün FED faiz oranlarını binde 25 indirdi ve ilerde tekrar indirime gideceğini işaretini verdi. Anlaşılan o ki ABD finans sermayesi ucuz para kullanımına doymuyor ve istedikçe istiyor. Bu indirimin hem ABD’de yakında ortaya çıkacak bir resesyonun belirtisi, hem de finans oligarşisinin gücünün göstergesi olduğu, reel sektöre ya da konut sektörüne bir faydasının olmayacağı (morgıç faizleri hali hazırda düşük olduğundan), başta otomotiv olmak üzere bazı sektörlerde daralmanın kaçınılmaz olduğu ileri sürülüyor (1).
Türkiye’nin FED faizlerinin düşürülmesinden beklentisinin neden yüksek olmaması gerektiğini daha önceki bir yazımda anlatmıştım. Merak edenler bu yazıma bakabilirler (2).

FAİZ İNDİRİMİNİN GEREKÇELERİ
Siyasal iktidarın faizleri indirirken ileri sürdüğü gerekçe birkaç noktada özetlenebilir. Sırasıyla: “Faizler çok yüksek, rantiye haksız kazanç elde ediyor; faizler indiğinde enflasyon düşer ve ekonomi canlanır”. Ancak bu gerekçe kendi içinde çelişkilerle dolu.

FAİZ ORANLARI ÇOK YÜKSEK! O HALDE?
Sırasıyla ele alalım. Faizlerin çok yüksek olduğu doğru. İndirmek gerekiyor, hatta mümkün olabilse hiç faiz söz konusu olmasa. Ama finans kapital çağında bunun mümkün olamayacağını ülkeyi yönetenler de benim kadar iyi biliyor.
Diğer taraftan yüksek olan nominal faizler, reel faiz değil. Çünkü enflasyon ve dolarizasyon düzeyi çok yüksek ve liranın değeri çok düşük. Gerçek enflasyon rakamları dikkate alındığında reel faizlerin negatifte olduğu dahi ileri sürülebilir. O zaman da son 17 yıldır cari açık ve sıcak yabancı para ile büyütülen ekonominin tekrar büyütülme şansı yok. Çünkü sıcak para yüksek reel faizi seviyor, onun için geliyor. Cari açık kapanınca ekonominin fiilen küçülmesi ve kriz içine girmesi de bu yüzden.
Yani yerli tasarruflar kısa sürede mevcudun en az yarısı kadar artırılmadığı sürece (ki bu imkânsız) , sıcak para da yoksa ekonomiyi büyütmeyi unutabilirsiniz. Doğrudan yabancı yatırımlar ise yıllardır azalıyor. Ya Volkswagen’ın yeni yatırımını Türkiye’de yapmasına ilişkin kararı örneğinde olduğu gibi çok büyük tavizler, teşvikler vererek, dolayısıyla da vergi geliri kaybına yol açarak yabancı yatırımcıyı çekebilirsiniz ya da yabancı yatırımcılar gelmezler, hatta çekip giderler. Katarlıların (muhtemelen ABD baskısı yüzünden) Türkiye deki borsalardaki yatırımlarını geri çekmesi üzerinde durmamız gereken bir konu (3). Yani Müslüman ülke ya da ümmet dayanışması geçerli değil reel ekonomi politikte.

FAİZ HAKSIZ KAZANÇTIR, GÜNAHTIR! O ZAMAN?
İkinci gerekçe olarak, “faizci, rantiye haksız kazanç elde ediyor, üstelik de faiz günah” diyorsanız o halde faizleri ağır bir biçimde vergilendirmek gerekiyor ki mevcut zarar ve günah azalsın. Ancak Hazine bonosu ve devlet tahvillerinden (yerli- yabancı fark etmeksizin) sıfır vergi (ve ikraz tarihine göre en fazla yüzde 10), borsadan sıfır vergi ve milyonlarca lirayı bulan banka mevduat faizi gelirlerinden vadesine göre ortalama yüzde 12 vergi alıyorsanız (4), yani kazanılmamış, rantiye, faiz geliri elde edenler bir asgari ücretlinin ödediği kadar vergi ödemiyorsa, faizin haksız kazanç olduğunu söylediğinizde ne kadar inandırıcı olabilirsiniz?

FAİZ NEDEN Mİ, YOKSA SONUÇ MU?
Üçüncü gerekçe en tartışmasız olanı. Çünkü faizler indiğinde enflasyonun düşüp düşmeyeceği konusunda iktisat literatürü net. Paranın fiyatı olarak kapitalist bir ekonomide faiz oranının neden değil, bir sonuç olduğu tespitinde büyük çoğunluk hem fikir. Yani faiz artık içsel değil, dışsal bir değişken. Ekonominin içinde bulunduğu durumu dikkate almaksızın faiz oranında değişiklikler yaparak istediğiniz sonucu almanız, eskinin TV dizisindeki Tatlı Cadı’nın elindeki sihirli çubukla hayatı güzelleştirmesine benzer. Kaldı ki kâğıt üzerinde enflasyonu indirmekten vazgeçersek, faiz indirimlerinin enflasyon üzerindeki etkilerini hep birlikte yakında göreceğiz.

İNDİR FAİZİ CANLANDIR EKONOMİYİ! BU KADAR KOLAY MI?
Son olarak, faiz indiriminin ekonomiyi canlandıracağı konusuna gelelim. Evet, kredi maliyetleri (faiz indirimi nedeniyle) düştüğünde (normal koşullarda yatırım maliyetleri de düşeceğinden) yatırımların artması, bunun da ekonomiyi canlandırması beklenir. Ama normal koşullarda.
Yani yatırımcının ekonomiye ve siyasete olan güveni sağlamsa, ülkede faaliyet kârlılık (yatırımın getirisi) oranı yeterince yüksekse, politik ve jeopolitik riskler söz konusu değilse, kısaca diğer koşullar normalse bu mümkün olabilir. Peki bunlar bugün normal mi? Bunun için TÜİK’in Ekonomik Güven Endeksi’ndeki (5) düşüşe (Temmuz’da geçen aya göre yüzden 3’ün üzerinde düştü) bakmak yeterli.

DEVLETİN YATIRIM YAPMAYA NE NİYETİ NE DE KAYNAĞI VAR!
O halde devlet yatırımlarını artırsın diyebilirsiniz. Bunun için de devlet Maliyesinin ve Hazinesinin iyi durumda olması gerekir. Bir yıllık bütçe açığının yüzde 95’ini ilk 6 altı ayda gerçekleştirmiş, nakit açığını kapatabilmek için MB’nin ihtiyat akçesini kullanmaya başlamış, KÖİ projelerinin açık ve gizli risklerinin birer birer gerçekleşip bütçeye yeni yükler getirdiği, fiilen savaş hali içinde olan ve daha büyüğüne hazırlandığını ileri süren, vergi gelirlerinin de azaldığı bir ülkede devlet hangi kaynaklarla, hangi yatırımlarla ekonomiye can suyu olabilir?

TÜKETİCİ DAHA FAZLA TÜKETSİN DE, NASIL, HANGİ GELİRLE?
Geriye yine özel tüketim harcamaları kalıyor. İşte son faiz indirimlerinden beklenen de bu aslında. Faizler düşerse, konut kredisi, araba kredisi ve ihtiyaç kredisi faizleri de düşer böylece tüketim artar beklentisi. Böylece büyüme stratejisinin temel itici gücü inşaat-emlak sektörü de kurtarılmış olur. Ayrıca faizler düştüğünde insanlar tasarruftan uzaklaşırlar, böylece daha fazla harcama yaparlar.
İşte faiz-enflasyon ilişkisi konusunda teoriyi tersine çeviren anlayış, burada birden teoriye sığınıyor: Düşük faizin tüketim harcamalarını artıracağını, ekonomiyi canlandıracağını yeniden keşfediyor. Ancak teorinin bu konuda çok önemli bir şartı var: “Diğer koşullar sabitken!” Ya da ekonomik canlanma için düşük faiz gerekli koşullardan biridir, yeterli koşul değildir, demek daha doğru.
Yani işiniz, gücünüz, düzenli geliriniz varsa, gelecekle ilgili beklentileriniz en azından kaygı düzeyinde değilse, faiz oranlarındaki böyle bir düşüş sizi daha fazla harcamaya itebilir.
Ülkeye bir bakalım. İşsiz sayısı 8 milyon civarında, açlık sınırı asgari ücretin üzerine çıkmış, yani yaklaşık 8- 10 milyon asgari ücretli açlık sınırının altında gelir elde edebiliyor. Gelir dağılımı Meksika ve Şili’den sonra OECD ülkeleri arasında en kötü durumda. Öyle ki en zengin yüzde 1 milli gelirin yaklaşık dörtte birini, nüfusun en yoksul yüzde 60’ı milli gelirin üçte birinden azını alıyor. Servette bölüşüm ise çok daha kötü. Üstelik çalışma koşulları çok ağır. Çok ağır koşullarda, uzun saatler ve esnek istihdam altında güvencesiz çalışıyorsunuz. Üstüne üstlük ülkede bir de derin bir ekonomik kriz var (6).
O halde onlarca milyon tüketici hangi geliri harcayarak tüketimi pompalayacak, toplam talebi artıracak, böylece ekonomiyi canlandıracak? Geliri olmayan, geleceği belirsiz insanların (indirilen faizlerden yola çıkarak) olmayan gelirlerini harcamalarını nasıl bekleyebiliriz ve bunun üzerine nasıl bir krizden çıkış stratejisi oluşturabiliriz? (eğer amaç krizden çıkış ise).

UCUZ KREDİ, DAHA FAZLA BORÇ, DAHA FAZLA TÜKETİM: ETİK Mİ, SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ?
“Gelirleri olmasa da kredileri ucuzlatıp, borç almalarını sağlayarak harcama yaptırırız” diyebilirsiniz. İnsanları daha da borçlandırarak ekonomiyi kurtarmak fikrinin ne kadar etik ve sürdürülebilir bir çözüm olduğu bir yana, ülke insanının genel borçluluk durumunun hiç bu denli kötü olmadığı, kredi kartı borçlarının patladığı (7), batık kredi oranının tarihsel zirveler yaptığı, bankaların tahsil edemediği kredileri çok büyük iskonto oranlarından aracı borç tahsil şirketlerine sattığı bir dönemde, sizce bankalar kolay kolay kredi verirler mi?
Onlar kredi verseler dahi insanlar ödeyemeyecekleri kredilerle ev, araba almaya, düğün yapmaya, çocuklarını özel okullara yazdırmaya yanaşırlar mı?
Kısaca sormak gerekirse, faiz oranları ile uğraşmadan önce ülkedeki gelir dağılımını düzeltecek önlemler almak gerekmez mi? Örneğin büyük çapta bir toplu iş sözleşmesi dönemindeyiz. Eğer gerçekten krizden çıkılması isteniyorsa siyasal iktidar zam konusunda sendikalara destek olsun ve kamu emekçilerinin yaşanabilir bir ücret düzeyine erişmek için ücret zammı taleplerini geri çevirmesin. Özel sektörde işverenlerin ellerini ceplerine atmalarını sağlasın. Sendikalar da ücret artışı taleplerinin ardında dursunlar.
İlave olarak ilerici vergi politikalarıyla, ücretlinin, emekçinin üzerindeki vergi yükünü azaltsın, faizi ve sermayeyi, serveti vergilendirsin, bu kesimlere verdiği muafiyetleri ve istisnaları kaldırsın, tahsil etmediği vergileri tahsil etsin.

YÜZDE 1’İ DEĞİL, YÜZDE 99’U GÜÇLENDİR!
Yani ekonomiyi canlandırmak için yüzde 1’i gözetecek yerde, yüzde 99’u güçlendirsin. Buna uygun bölüşüm politikaları, ücret ve sosyal politikaları ve vergi politikalarını hayata geçirsin. Savaş harcamalarını ve lüks tüketim niteliğindeki devletin israf harcamalarını kıssın.
Siyasal iktidarın böyle bir derdi ya da en azından önceliği yok. Son haftalarda, Kaz Dağları, Ankara Gar binaları ve AOÇ arazileri, Salda Gölü ve Munzur’da ve Ovacık’ta yapılması planlanan HES’ler örneklerinde görüldüğü gibi sermayeyi zengin edecek ama emekçileri daha da yoksullaştırırken, doğayı da tahrip edecek projelerini tam gaz sürdürüyor.

“BEN TİYURUM KULAKLARI, SEN TİYURSUN AYAKLARI”
Yani “yeniden bölüştürücü politikalar” derken biz “zenginden yoksula doğru bölüşümü” kastediyoruz, siyasal iktidarsa bunu “yoksuldan zengine kaynak aktarımı” olarak anlıyor.
Karadeniz’e giden bir yurttaş, Temel’in dar bir kaya oyuğundan katırını geçirmeye çalıştığını, ama bir türlü geçiremediğini görür. Temel elinde bir taşla hayvanın kafasının üstündeki kayaya vurarak yer açmaya çalışmaktadır. Sebebini sorduğunda Temel, “katırın kulaklarının bu kayaya değdiğini, bu nedenle de oyuktan geçemediğini” söyler. Kayanın sertliğini fark eden yurttaş Temel’e “kayayı oymak yerine hayvanın ayaklarının altındaki toprağı kazarak sorunu çözebileceğini, katırı rahatça geçirebileceğini” söylediğinde, kan ter içindeki Temel kızgın kızgın cevap verir: “Uşağım ben tiyurum kulakları, sen tiyursun ayakları”.
Kıssadan hisse, biz asıl sorun bozuk gelir dağılımı ve ülkenin yönetilme biçimi diyoruz, ekonomiyi yönetenlerse faiz oranlarında ısrar ediyorlar.

DİP NOTLAR:

(1) Dean Baker, “Missing Issues on the Economics of a Fed Rate Cut”,https://www.counterpunch.org (1 August 2019).
(2) Mustafa Durmuş, “Dökme su ile değirmen dönmez”, 
http://sendika63.org(23 Haziran 2019).
(3) 
https://www.sozcu.com.tr/…/borsada-dikkat-ceken-hareket-kat… (12 Haziran 2019).
(4) Gelir Vergisi Kanunu Geçici 67. Madde.
(5) TÜİK, Ekonomik Güven Endeksi, Temmuz 2019 (30 Temmuz 2019).
(6) Mustafa Durmuş, Büyük Değişim-Popülist Otoriterleşme, İmge Kitabevi, 2019, s. 13- 69.
(7) R. Hakan Özyıldız, “Ekonomi küçülürken Hazine ve reel sektörün borçları hızla artıyor”, 
http://www.hakanozyildiz.com (2 Haziran 2019).

1 Ağustos 2019 Perşembe

DEFOLU KUMAŞTAN BİR ÜRETİM DAHA: BORİS JOHNSON


DEFOLU KUMAŞTAN BİR ÜRETİM DAHA: BORİS JOHNSON

Mustafa Durmuş

29 Temmuz 2019

Modi, Trump ve Bolsonaro gibi isimlerin ardından iktidardaki milliyetçi-otoriter popülist liderler kervanına Boris Johnson da katıldı, T. May ’in istifasıyla boşalan İngiltere’deki başbakanlık koltuğuna oturdu.

SAĞCI, IRKÇI, CİNSİYETÇİ VE SERMAYE AŞIĞI

Yukarıda adları verilen ama aslında sayıları dünyada çok daha fazla olan bu liderlerin belirgin bazı özellikleri var:  İkiyüzlülükle, seçkinlere karşı sıradan insanların, halkın çıkarlarını savunduklarını ileri sürerler; insanların korkularını ve duygularını manipüle ederler, onlara yalan söylerler (1).  

Bu liderlerin bir diğer özelliği, iktidar olduklarında mevcut devlet aygıtını ele geçirerek, onu hem kendilerini, hem de çevrelerini zenginleştirmek için kullanmak, yani bir tür “ahbap-çavuş kapitalizmini” yaygınlaştırmak (2).

Ayrıca kişisel özelliklerinde de ortak yönler fazlasıyla mevcut. Trump ve Bolsonaro ırkçı, yalancı, mülteci düşmanı, cinsiyetçi ve homofobik söylemleriyle akıllara kazınmıştı. Johnson ise “kendini kontrol edemeyen, derbeder bir yaşam tarzına sahip, kronik yalancılığı ve uygunsuz davranışları yüzünden daha önceki işlerinden kovulmuş biri” olarak tanımlanıyor (3).

Ayrıca başbakan olmadan çok kısa bir süre önce, bir gece yarısı kız arkadaşı C. Symonds ile ciddi bir münakaşaya girmesi sonucunda bu durumdan rahatsız olan komşuların şikâyetiyle Symond’un evine polisin gelmesiyle bir skandala adı karışan bir politikacı (4). Bu kişisel özellikleriyle Johnson’un diğerlerinden farklı olmadığı ortaya çıkıyor.

İNGİLTERE’DE ENDİŞE İLE KARŞILANDI

Johnson’un başbakan olması, beklendiği gibi, İngiltere’deki emekçileri,  ilericileri, solcuları, demokratları ve aralarında Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının da bulunduğu göçmenleri endişelendirdi.

TRUMP VE JHNSON’UN ÇANKIRI’LI HEMŞEHRİLERİ MEMNUN

Ülke dışında Johnson’un başbakanlığına sevinenlerin başında ise ABD Devlet başkanı Trump geliyor. Trump, Johnson’un kararlı, zeki iyi bir politikacı, aynı zamanda da kendisinin İngiltere versiyonu olduğunu söyledi (5). Yani 1980’lerin başında Reagan ve Thatcher ile somutlaşan neo-liberal neo-otoriter Anglo-Sakson İttifakı bugünlerde Trump ve Johnson ile sürdürülüyor.

Johnson’un başbakanlığı Türkiye’de sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından değil, Çankırı’nın bir köyünde yaşayan Johnson’un dedesinin köylüleri tarafından da memnuniyetle karşılandı (6).

Yurdum insanı Johnson’un başbakan olmadan önce Brexit karşıtı açıklamaları sırasında Brexit’i (aralarında Türklerin de bulunduğu göçmenleri İngiltere’den kovmak için istediğini belirten sözlerini duymadıklarından olsa gerek) sırf Osmanlı bir dedeye sahip olduğu için Johnson’u sahiplendiler.

COCKBURN: YUMUŞAK DARBE!

Britanyalı gazeteci - yazar P. Cockburn İngiltere’deki bu gelişmeyi (Trump’ın seçilmesine ilave olarak) 1920 ve 1930’ların demagog milliyetçi popülist liderlerin yükselişine ve başbakan olma biçiminden hareketle bunu bir tür yumuşak darbeye benzetiyor (7).

MONBİOT: ULTRA ZENGİN YERLİ OLİGARKLARIN DÖNEMİ

Tarihsel olarak adı burjuva demokrasisi ile anılan ülkelerin başlarında gelen Britanya’da böyle birinin (Muhafazakâr Tory Partisi’nden dahi olsa) nasıl başbakan seçildiğini, yine Britanyalı bir araştırmacı gazeteci-yazar G. Monbiot sermaye sınıfının değişmekte olan karakteriyle açıklıyor.

Monbiot’a göre (8), Johnson’un seçilmesinin asıl nedeni ülkedeki ultra zenginler. Çünkü bu zenginler paralarını ve medya güçlerini böyle politikacıları iş başına getirmek için kullanıyorlar.

Bir zamanlar orta düzey yöneticileri, teknokratları tercih ederken bugün büyük sermayenin “soytarıları” neden tercih ettiğini ise yazar, kapitalizmin değişmekte olan karakteri ile açıklıyor.

Ona göre, 1990’lerde ve 2000’lerde sermayenin baskın kanadı kârı sürekli kılmak ve sınıfsal çıkarlarını güvence altına alabilmek için teknokrat türden politikacıları ve hükümetleri kullanmayı tercih ediyordu.  Bugünse büyük servetler girişimcilikle değil, miras ile, tekelcilikle, rant-kollayıcı faaliyetlerle, arazi, emlak, entellektüel mülkiyet hakları gelirleriyle, software, sosyal medya platformları, montaj hizmetleri gibi normalin çok üstünde kâr marjı ve rant sunan faaliyetlerle gerçekleştiriliyor. Ayrıca bu durum Rusya’daki oligarklarla sınırlı değil, küresel bir olgu haline geldi. Öyle ki sermayenin gücü artık oligarşinin gücüne dönüşüyor ve / veya sermaye gücünü oligarşiden alıyor (9).

Bu oligarklar istikrarlı bir devlet ya da kapitalizm değil, parçalanmış ve yeniden yapılandırılmış kaos içinde bir düzene ve yapıya sahip bir “Felaket Kapitalizmi” istiyorlar. Çünkü kaos böyle bir kapitalizmin çoğaltanı olarak işlev görürken,  servet artık bunun üzerinden birikerek çoğalıyor.

AKIL DIŞI TEŞHİRCİLER

Burjuva demokrasisinin kurumlarının, kurallarının ve işleyişinin bozulmasıyla yeşeren ‘Felaket Kapitalizmi’nden asıl olarak ultra zenginler yararlanıyor. Giderek dinamizmini yitiren, donuklaşan politik alan artık Trump, Johnson, Putin ve diğerleri gibi akıldışı teşhirciler tarafından işgal ediliyor. Dünyanın birçok Batılı ülkesinde insanların bir zamanlar ciddiye almayıp, gülüp geçtikleri karakterler işbaşına getiriliyorlar.

CHANDRASEKHAR: SEÇKİNLERİN SALDIRILARI BAŞKA BİR GÖRÜNÜMDE DEVAM EDİYOR

Bir başka anlatımla, neo- liberal politikalar piyasa köktenciliğini göklere çıkartan, ancak aynı zamanda da devleti, gelir ve serveti finans kapital ve büyük sermaye lehine yeniden bölüştürmede kullanan politikalar.  Ancak bu politikalar bugün küresel çapta büyük ölçüde meşruiyetini kaybetti. Sadece yüzde 1’i zenginleştirirken, toplumun geri kalanını düşük büyüme ve resesyonla ezen bu politikaların seçenek olmadığı anlaşıldı. Bu Brexit ve Trump’ın iş başına gelmesiyle iyice açığa çıktı.

Diğer yandan bu gelişmeler neo- liberal seçkinleri durdurmaya yetmedi, tam tersine daha da azdırdı. İktidarın emekçiler tarafından alınabileceği korkusuyla, büyük sermaye grupları ekonomide karar alma mekanizmalarını ele geçiren hamlelerle neo- liberal projelerin çöküşünü önlemeye çalışıyorlar (10).

STANDİNG: RANTÇI EKONOMİ RANTÇI DEVLETE YOL AÇIYOR

Standing’in anlatımıyla (11), artık rant ekonomisine dönüşen “Çürümüş Kapitalizm” ve onun çıkarlarına hizmet eden “Rantçı Devletlerden” söz etmek gerekiyor.

Böyle bir kapitalizmin özünde; özel sermaye gruplarının devletle kurduğu özel-sıcak ilişkiler, bağlantılar, kendilerine sunulan seçici sübvansiyonlar ve seçilmiş sermayedarlara kamuya ait malların-varlıkların devredilmesi, satılması, özelleştirmeler gibi uygulamalar var. Toprak ve su kaynakları, madenler çok uluslu enerji ve maden ve gıda şirketlerine uygun fiyatlardan satılıyor, devrediliyor. Böyle olunca da kâr –rant için bu doğa tahrip edilirken, yüzlerce yıldır halkın müşterek kullanımında olan bu alanlar yeni çitlemelerle halka kapatılıyor ya da fiyatlama yoluyla bu alanlar metalaştırılıyor.

En yaygın gelir biçimleri ise; topraktan, mülkten, sudan, madenlerden ve finansal yatırımlardan sağlanan rant gelirleri olsa da, borç faizi gelirleri, entelektüel mülkiyet hakları, yatırımlardan sağlanan sermaye kazançları, tekel kârları, devletçe verilen sübvansiyonlar, finansal ve diğer alanlardaki aracılık ve komisyonculuk gelirleri de rant gelirleri olarak ön plana çıkıyor. Böylece gelirlerinin büyük kısmını ranta dayalı faaliyetlerden sağlayan “rant ekonomisi” rantiyeye hizmet eden “rantçı devlete” dönüşüyor.

(Ankara Garı'ndan sonra Atatürk Orman Çiftliği’nin imar planı kapsamındaki kamu arazisinden de 555 bin metrekarelik bir alanın bir Cemaate yakın olduğu bilinen Medipol adlı bir şirketler grubuna verilmesi rant ekonomisi- rant-devleti uygulamalarının yaygınlığını göstermiyor mu?) 

Bu tespitler ışığında, Johnson’un başbakanlığı kapitalizmde yaşanan değişikliklerle olduğu kadar, egemen sermaye yapısındaki değişimle de uygun düşüyor.

KÜRKÇÜ: LÜMPEN BURJUVAZİNİN SURETİNDE BİR DÜNYA

E. Kürkçü Johnson’un başbakanlığını “lümpen burjuvazinin suretinde bir dünya” olarak niteliyor:  

"Saman sarısı saçları, portakala çalan ciltleriyle dünyanın geri kalanına ilk bakışta ne kadar yabancı görünseler de tarzı siyasetleri, söylemleri, antientelektülel ve özgürlük karşıtı zihniyetleriyle çok tanıdık” (12). 

Ancak Johnson’u sadece rantiye sermaye gruplarının, İngiliz oligarklarının ya da lümpen burjuvazinin bir temsili olarak görmek önemli bir gerçeğin gözden kaçırılması gibi bir riski içeriyor. Bu ülkenin Thatcher yıllarında yaşadığı en keskin neo-liberalizm uygulamalarına geri dönülüyor olduğu gerçeği. Bu dönüş çabasının izlerini Johnson’un yeni kabinesinin bileşiminden görebilmek mümkün.

ANDREWS: SERBEST PİYASACILIĞA GERİ DÖNÜŞ YAŞANACAK

Piyasacı bir düşüncü kuruluşu olan Institute of Economic Affairs’in  (IEA) yöneticilerinden K. Andrews’e göre (13),  Johnson yeni kabineyi en sert piyasacı kişiliklerden oluşturarak çok önemli bir iş yaptı (Thatcher’den bu yana bir ilk).
Böylece yeni kabinenin üyelerinin en az 14’ünün tam bir bireycilikten yana olan ve serbest girişim fikrinin şampiyonluğunu yapan Serbest Girişim Grubu gibi ultra liberal düşünce gruplarından oluşması piyasa sevicilerini mutlu ediyor.

Bunlar sadece anlaşmasız bir biçimde AB’den çıkmaktan yana değiller (Brexit), ayrıca devlet müdahalelerinin sona ermesinin, sermayeye verilen vergi indirimlerinin yaygınlaştırılmasının, özel sektöre daha fazla destek verilmesinin gerekliliğini savunuyorlar.

 SEÇMEN-HALK DESTEĞİ: NEDEN?  

Diğer taraftan gerek Trump, gerekse Johnson’un ve diğer milliyetçi -otoriter popülist liderlerin azımsanamayacak bir halk desteğine sahip oldukları da bir gerçek. Yani olay sadece büyük sermayenin, büyük medya gruplarının halkı manipüle etmesi olgusuyla açıklanamaz.

Bu konuyu bilimsel bir araştırma konusu haline getiren iki Britanyalı akademisyenin geçen yıl yayınladıkları bir kitap yol gösterici olabilir (14). Yazarlar Batı ülkelerinde geniş yığınların milliyetçi, otoriter, popülist lider ve partilere yönelmelerini uzun dönemli sosyal değişiklikler yaratma etkisine sahip aşağıda özetlenen dört faktörle açıklıyorlar.

EATWELL & GOODWİN: MİLLİYETÇİ, OTORİTER POPÜLER YÖNETİMLERE YOL AÇAN DÖRT FAKTÖR

İlk olarak, Batı ülkelerindeki liberal demokrasi seçkinci ve bu halkta politikacılara ve demokrasinin kurumlarına olan güveni sarstı.  Öyle ki yığınlar artık parlamento ya da hükümetlerde (hatta AB’de)  kendi seslerinin duyulmadığına, kendi ihtiyaçlarının dillendirilmediğine inanıyorlar. Yani ciddi bir sisteme ve onun aktörlerine güven yitimi sorunu yaşanıyor.

İkinci olarak,  (özellikle de yaşlı seçmenlerde olmak üzere) ülkeye olan göçler, mülteci akınları ve toplumdaki hızlı etnik değişimler tarihsel ulusal kimliklerinden kopartıldıkları ve alışıla gelmiş yaşam biçimlerinin ciddi bir tehdit altında olduğu algısına neden oluyor.

Üçüncü olarak, neo-liberal küreselleşme sonucunda gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve ekonomik sorunlar iyice arttı. Kitleler giderek daha fazla yoksullaştıklarına, yoksun bırakıldıklarına ve dışlandıklarına inanıyorlar. Bu da hem kendileri, hem de çocuklarının gelecekle ilgili olarak endişeye kapılmalarına yol açıyor.

Bu belirleme oldukça önemli çünkü iktidardaki merkez partiler neo-liberal küreselleşmeyi benimsediler ve buna uygun ekonomi politikaları uygulayarak, ekonomik sorunların ve eşitsizliklerin artmasına, halkların yoksullaşmasına neden oldular. Bu durum bu partilerin taban kaybetmeleri ile sonuçlanırken, hızla değişen dünya koşullarında kapitalizmin geleceğine ait belirsizlikler nedeniyle korkuya kapılan halk, bu korkularını çok iyi kullanan aşırı sağcı partiler ve hareketlerin eline düşmeye başladı (15).

Dördüncü olarak, sıradan insanların geleneksel ana akım siyasal partilerle olan bağları iyice zayıfladı. Bu partilere ve içinde yaşanılan sisteme olan yabancılaşma giderek artıyor.  Bu nedenle de liberal demokrasinin “istikrarlı siyaset”, “güçlü ana akım partiler” ve “sadık seçmen” gibi temel özellikleri erozyona uğramış durumda. Artık insanlar ana akımın değil, giderek marjinallerin peşine düşüyorlar. Bu boşluğu şu ana kadar dolduran en becerikli kesim ise böyle sağcı milliyetçi popülist liderler ve partiler oldu (16).

Nitekim yıllardır İngiltere’de muhalefetteki İşçi Partisi işçilerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük öneriler geliştiremedi, küreselleşmenin yol açtığı sorunları doğru analiz edemedi ve emekten yana çözümlerle kitleleri yanına alamadı. Bu nedenle de bu halkın bir kesiminin sağcı parti ve politikacıların eline düşmesini önleyemedi (17).

 ‘EKONOMİK GÜÇLÜKLER TEZİ’ TEK BAŞINA AÇIKLAYICI DEĞİL

Yazarların bu kitapta özellikle vurguladıkları bir diğer konu,  genelde Sol tarafından ortaya atılan ekonomik eşitsizliklerin ve işsizliğin böyle bir sağ popülizmi yükselttiği iddiası. Yazarlar milliyetçi-popülist otoriter partilere yönelenlerin sadece işsizler, işsizlik yardımı alanlar ve Beyazlar olmadığını,  her kesimden ve kimlikten, etnisiteden (farklı ölçülerde de olsa) kesimlerin bu sağcı hareketleri ya da liderleri desteklediklerini ileri sürüyorlar.

Bu bağlamda sadece kitlelerin ekonomik durumlarının iyileştirilmesinin (örneğin Keynesyen yeniden bölüştürücü ve istihdam yaratma politikalarıyla) milliyetçi-otoriter popülizmi ortadan kaldırmaya yetmeyeceğini vurguluyorlar.

Kısaca politik alanda temsil edilmediklerini düşünenler, artan göçler ve mülteci akımları nedeniyle tarihsel etnik kimliklerinin bozulmasından ve yaşam kalitelerinin kötüleşmesinden korkanlar; burjuva demokrasisi altında neo-liberalizmin kendilerini yoksullaştırdığını, aynı zamanda yoksunlaştırıp geride bıraktığını görenler, bu yüzden de mevcut politikacılarla her hangi bir özdeşim kurmak istemeyenler sağcı milliyetçi-otoriter popülizmin havuzunda buluşuyorlar.

SONUÇ: HER ALANDA KARŞI MÜCADELEYİ ÖRMEK ÖNEMLİ

Böylece sadece ne ekonomik, ne kültürel faktörler, ne işsizlik, ne göçmen-mülteci akımları, ne milliyetçilik, ne de kemer sıkma politikaları tek başına milliyetçi- otoriter popülizmin yükselişini açıklamaya yetmiyor.  Böyle bir yönelimin 2008 Büyük Resesyonu’ndan önce başlamış olması bu yönelimin sadece kriz gibi ekonomik faktörlerle açıklanamayacağının bir kanıtı.  

Trump, Johnson, Putin, Modi ve diğer otoriter, milliyetçi dinci popülist liderlerle ve partilerle cisimleşen bu gelişimin en tehlikeli yanı ise kısa vadeli, ya da gelip geçici olmaması.

Ekonomik faktörlerin dışında toplumun sosyal dokusuyla ilişkili faktörlerden besleniyor olması bu olguyla mücadelenin de çok yönlü olmasını gerekli kılıyor. Bu da ekonomik-demokratik ve ideolojik alanda güçlü ve örgütlü bir mücadelenin örülmesi ihtiyacını önümüze koyuyor.

DİP NOTLAR:

(1)  Bu konuda bkz: Mustafa Durmuş, Büyük Değişim-Popülist Otoriterleşme, İMGE Kitabevi, 2019, s. 46-54: Luigi Guiso, Helios Herrera, Massimo Morelli, Tommaso Sonno, “The spread of populism in Western countries”, https://voxeu.org/article/spread-populism-western-countries (14 October 2017).
(2)  John Feffer, “Why Is the Radical Right Still Winning?” www. commondreams.org (11 October 2018).
(3)  Jeffry D. Sachs, “The Crisis of Anglo-American Democracy”, https://www.project-syndicate.org (25 July 2019).
(4)  https://www.theguardian.com/police-called-to-loud-altercation-at-boris-johnsons-home (21 June 2019).
(5)  https://www.thetimes.co.uk/article/boris-johnson-is-the-british-version-of-me-says-president-trump (24 July 2019).
(6)  https://www.sozcu18.com/boris-johnsonin-koyluleri-kalfatlilar-sevindi (24 Temmuz 2019).
(7)  Patrick Cockburn, “Why Boris Johnson is Even More Dangerous Than Trump”, https://www.counterpunch.org (23 July 2019).
(8)  George Monbiot, “from Trump to Johnson, nationalists are on the rise – backed by billionaire oligarchs”, https://www.theguardian.com (26 July 2019).
(9)  Agm.
(10)               C.P. Chandrasekhar,  “The Indiscreet Aggression of the Bourgeoisie”, http://www.macroscan.org ( Jul 4th 2018.
(11)               Guy Standing, The Corruption Capitalism- Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay, Biteback Publishing, 2017, s. 3-5; 241-243.
(12)               https://qoshe.com/yeni-yasam/ertugrul-kurkcu/lumpen-burjuvazinin-suretinde-bir-dunya-ertu (25 Temmuz 2019).
(13)               Kate Andrews, “It’s the cabinet of the libertarian comeback kids”, https://www.thetimes.co.uk (26 July 2019).
(14)               Roger Eatwell and Matthew Goodwin, National Populism-The Revolt Against Liberal Democracy, A Pelican Book, 2018.
(15)               Mustafa Durmuş, “Brezilya: Popülist pragmatizmin çöküşü ve faşizmin yükselişi (1)”, www. Sendika63.org (20 Ekim 2018.
(16)               Eatwell ve Goodwin, agk.
(17)               Sachs, agm.