21 Haziran 2020 Pazar

ERKEN AÇILMA VE SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI STRATEJİSİ


ERKEN AÇILMA VE SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI STRATEJİSİ

Mustafa Durmuş

21 Haziran 2020


1 Haziran’dan itibaren başta ABD ve Avrupa’da olmak üzere çok sayıda ülkede ekonomiler ve sosyal yaşam yeniden açıldı. Türkiye’de bu yeniden açılma “normalleşme” programı adı altında ve önce Mayıs ayında AVM’lerin, 1 Haziran’dan itibaren de ekonominin geri kalan sektörlerinin açılmasıyla gerçekleşiyor.

Büyük çoğunluk erken açılmaya karşı

Ancak başta halk sağlığı hekimleri ve epidemiyolojistler olmak üzere tıp ve bilim dünyası genelde bu erken açılmaya; vaka sayılarını artıracağı, böylece daha fazla ölüme neden olacağı, ayrıca şu ana kadar başta sağlık emekçileri olmak üzere fedakârca yürütülen mücadelenin boşa gideceği için karşı çıkıyor. Üretime ve hizmetlere geri döndürülen emekçiler hastalanıp ölmekten endişe duyarken, birçok iktisatçı da bunun telafisi çok zor olacak bir ikinci ekonomik kapanma, dolayısıyla da daha fazla işsizlik, borç, yoksulluk ve bütçe açığına neden olacağına inandıklarından karşı çıkıyor.
Müesses nizam ise, insanları deyim yerindeyse işsizlikten, açlıktan ya da evde kalmanın neden olacağı sorunlardan ölmekle, işe dönüp salgından ölmek arasında bir tercih yapmaya zorluyor. Böyle bir dayatma aslında normal bir dünyada ciddi bir suç sayılabilirdi. Çünkü üretim faaliyetlerine bırakılan yerden devam edilmesi ve ekonomik kayıpların hızlıca kapatılması için böyle bir erken açılma kararı başta işçiler olmak üzere yüz binlerce insanın daha hastalanmasına ve ölmesine neden olacak.
Üstelik birçok işyerinde (bırakın yeni koruyucu sağlık önlemlerinin alınmasını), sabun, dezenfektan gibi temizlik araçları dahi mevcut değil. Dahası Türkiye’de olduğu gibi, yeni bir düzenleme ile işe dönüş sonrasında işyerlerinde ortaya çıkacak Koronavirüs vakalarından dolayı işverenler sorumlu tutulamayacak. Çünkü Sağlık Güvenlik Kurumu tarafından 7 Mayıs'ta yayımlanan bir genelge ile Koronavirüs meslek hastalığı ve iş kazası sayılmayacak.(1)

Sürü bağışıklığı stratejisi

Bu arada 19 Haziran’da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından pandemideki günlük vaka sayısında şu ana kadar görülmemiş bir artış yaşanarak bir günde ortaya çıkan vakanın 181,000’i geçtiği açıklandı. (2) Bu vakaların çok büyük bir kısmı Brezilya ve Hindistan gibi çevre ülkelerinde görülüyor. Yani Avrupa ülkeleri günlük vaka sayısını azaltırken, dünyanın azgelişmiş bölgelerinde (ABD’nin yanı sıra) yeni Koronavirüs vakaları giderek artıyor.

Bu durum karşısında haklı olarak DSÖ de salgının “yeni ve çok tehlikeli bir aşamaya geldiği” açıklamasını yaptı ve normalleşme adı altındaki erken açılma yapan ülkeleri uyardı. (3)

Bir önceki yazımızda da vurguladığımız gibi, bir süredir kontrollü bir “sürü stratejisi” izlemekte olan Türkiye’de de erken açılmanın sonucunda resmi günlük vaka sayısı 1-15 Haziran arasında yüzde 58 artarak 1,567 oldu. (4) Şu an günlük vaka sayısının 1,200’ün üzerinde seyretmesi bu stratejinin kaçınılmaz bir  sonucu olarak algılanıyor.

İngiltere, Hollanda, İsveç

“Sürü bağışıklığı stratejisi” Korona salgını sonrasında ilk kez İngiltere, Hollanda ve İsveç’teki uygulamalarla gündeme gelmişti. Belli bir yaş grubunun dışında halkın sokağa çıkmasının serbest bırakıldığı bu ülkelerde bu strateji, salgının yayılımını azaltmak ve salgının neden olduğu büyük çaptaki ekonomik zararı asgaride tutmak  gerekçeleriyle olduğu kadar, başta seyahat özgürlüğü olmak üzere bireysel özgürlükleri korumak gerekçesiyle savunulmuştu.

Örneğin kendisi de iki kez virüs nedeniyle tedavi altına alınan İngiltere Başbakanı Boris Johnson bu virüs nedeniyle Britanya halkına “bağışıklığı zayıf olan bazı sevdiklerine veda etmek zorunda kalabileceği” biçimindeki absürt bir açıklama yapmıştı.(5)

Bir yazarsa bu stratejiyi (eve kapanmanın neden olduğu özgürlük kısıtlamalarını, sosyal ve ekonomik zararları eleştirerek) insanları özgürleştirici bir strateji olarak savundu.
Yazara göre “salgınla mücadele için ekonomileri kapatmayı savunmanın tarihsel ya da bilimsel bir temeli yok zira eve kapanma bilimsel araştırmaların sonucunda ortaya konulan bir çözüm değil. Aksine sosyal mesafelenme, oto izolasyon ve oto karantina gibi, eve kapanma da sosyal kontrol amaçlıdır. Hak ve özgürlükleri kısıtlamanın, ekonomiyi tahrip etmenin, bütün toplumu kalıcı bir sinir bozukluğu halinde tutmanın topluma, ekonomiye, ekonomik iyi olma haline faydası olmadığı gibi, ortada bunlara sayısız zarar veren bir aşırı reaksiyon mevcuttur. Çünkü ekonomilerin aç-kapa düğmeleri yoktur. Bir kapanma milyonlarca insanı işsiz bırakırken, bir o kadar işletmeyi de batırır. Batan bu firmaları tekrar canlandırabilmek ise çok zordur”. (6)

Kısaca, bu strateji altında salgından kurtulabilmek; ya etkili bir aşının geliştirilmesiyle ya da doğal yollarla ona karşı bağışıklık geliştirmekle mümkün olabilir. Bu yüzden de eve kapanma kalıcı bir çözüm değildir.

İsveç anayasası sürü stratejisinin gerekçesi mi?

Diğer İskandinav ülkeleriyle kıyaslandığında (sürü stratejisi uygulayarak) çok daha yüksek vaka sayısına, yüksek ölüm oranına ve vaka artış hızına neden olduğu için eleştirilen ülkelerin başında gelen İsveç’te ise bu uygulamanın planlı bir strateji olmaktan ziyade, İsveç Anayasasından kaynaklandığı da ileri sürülüyor.
Buna göre İsveç Anayasasında var olan üç madde bu uygulamayı zorunlu kılıyor. Bunlar seyahat özgürlüğü (Bölüm 2/ madde 8), kamu otoritelerinin uygulamacı bakanlıklardan özerk karar alabilme yetkileri (Bölüm 12/ madde 2) ve yerel yönetimlerin kendi kararlarını alabilme ve uygulayabilme gücü (Bölüm 14/ madde 2).(7)
Bu yaklaşım ışığında, Korona salgını sonrasında İsveç Hükümeti, barış zamanında olağanüstü hal ve buna bağlı olarak sokağa çıkma yasağına izin vermeyen anayasası gereğince diğer ülkeler gibi kapanamadı. Sadece insanların 50’den fazla bir sayıda bir araya gelmesi yasaklandı, fiziki mesafelenmeye uymayan restoranlar kapatıldı, liseler ve üniversiteler kapatıldı ama kreşler, ilkokullar açık tutuldu, serbest dolaşıma izin verildi. Hükümet bu arada el yıkama, fiziki mesafelenme, self-izolasyon gibi konularda halkı bilgilendirdi ama her hangi bir zorlamada bulunmadı.
Diğer taraftan gerekçesi ne olursa olsun (bir önceki yazımızda da vurgulandığı gibi) (8) böyle bir uygulama İsveç’te diğer ülkelerdekinden çok daha  fazla, daha hızlı Korona vakası ve ölümünün ortaya çıkmasıyla sonuçlanırken, beklenen ekonomik zarar da önlenemedi.
Sürü bağışıklığı nedir?
Sürü bağışıklığı yaklaşımına göre; virüsü daha fazla kontrol altına almak mümkün olmadığı için tüm ülkeyi kapatmaktansa, sadece yüksek risk grubuna mensup olanları karantinaya almak ve kalanların arasında virüsün yayılmasına izin vermek daha mantıklıdır.

Yani sürü bağışıklığı fikri; aşının henüz geliştirilmediği bir dönemde, eğer nüfusun belli bir bölümüne (yüzde 50-70’i) işyerlerini, sokakları, okulları, ulaştırma araçlarını işlek tutarak virüsün bulaşmasına izin verilerek salgına karşı bağışıklık kazandırılırsa, virüsün artık yayılamayacağı (geri kalan nüfusu aşılamaya gerek olmaksızın), vaka sayılarının azalacağı düşüncesine dayanıyor. Yani sağlıklı insanlara salgının bulaştırılmasına izin verilerek uzun vadede daha çok insanı kurtarmanın mümkün olduğuna inanılıyor.

Bir başka anlatımla, insanların büyük bir kısmını eve kapatmaya gerek kalmayacak, sadece 65 yaş ve üstü ve kronik hastalıkları olan yüksek risk grupları evde kalmaya zorlanarak korunacak, diğer nüfus bağışıklık kazanmak için serbestçe dolaşacak.
Böylece aşının bulunması beklenirken, aynı zamanda da virüsün yayılması yavaşlatılarak sağlık sistemi üzerindeki (yoğun bakım gibi) etkileri hafifletilecek. 

Kuşkusuz salgının neden olduğu ekonomik zarar da olabildiğince hafifletilecek. Sağlık bilimciler ise bu yaklaşımın; bilim dışı, çok riskli ve çok daha yüksek oranda ölümlerle sonuçlanacak bir yaklaşım olduğunu ileri sürüyorlar.

Bağışıklık beklendiği gibi değil

Burada kuşkusuz bu stratejiyi uygulayan ülkelerin salgının yayılmasını (beklendiği gibi) önleyip önleyemedikleri sorusu önem kazanıyor.

Bunu ancak antikor testleriyle öğrenebilmek mümkün olabiliyor. Yapılan araştırmalar İsveç’in başkenti Stockholm’ün nüfusunun sadece yüzde 7,3’ünde Covid-19 antikorları geliştirildiğini (çok düşük bir oran) ortaya koyuyor. Madrid gibi yüzde 5’inin virüs pozitif olduğu bir kentte antikor oranı yüzde 11,  Britanya ortalamasında ise yüzde 17 (Londra’da yüzde 5). Şu anda hiçbir ülke yüzde 5’ten fazla bir antikorlu nüfusa sahip değil (buna sürü bağışıklığını yaklaşımını destekleyen ülkeler de dâhil). (9) DSÖ ise dünyada antikor ortalamasının yüzde 3 gibi düşük bir oranda olduğunu açıkladı.(10)
Türkiye’de ise bağışıklık oranlarının hesaplanması için 153,000 hanede yapılacak antikor testlerinin İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Konya, Tekirdağ, Adana, Sakarya, Gaziantep, Manisa, Eskişehir, Bursa ve Kayseri’de yapılacağı açıklandı. (11)

Diğer yandan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, Koronavirüse karşı toplumsal bağışıklığın oluşmasının hayal olduğunu belirtiyor. Ona göre Türkiye'de şu ana kadar bağışıklık oranı sadece yüzde 2. Ülkenin yüzde 50'ye çıkabilmesi için Türkiye genelinde 25 tane Koronavirüs büyüklüğünde salgın geçirmesi gerekiyor. (12)

Dünya çapında yapılan bilimsel araştırmalarsa sürü bağışıklığının başarıyla uygulanabilmesi için nüfusun en az yüzde 60’ının koruyucu antikor (bağışıklık) geliştirmesinin gerekli olduğunu ileri sürüyor. (13) Bu hedef, mevcut veriler altında, ne dünyada ne de Türkiye’de gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir hedef.


ABD: Sürü bağışıklığı için 2 milyon insan daha ölebilir

Kısaca bu oranı yakalayabilmek için yüz binlerce insan daha ölmesi gerekecek. Nitekim İspanya’da yüzde 5’lik bir nüfusun antidot geliştirmesinin bedeli gereksiz bir yere 27,459 insanın ölümü biçiminde oldu. Bu da İspanya nüfusunun yarısının enfekte olması için 250 bin insanın daha ölmesi gerekiyor demek. Bu 330 milyon nüfuslu ABD’de 2 milyon ilave insanın ölmesi anlamına geliyor. (14) Ayrıca Harvard’lı bilim insanlarına göre, aşının vaktinde bulunamaması halinde ve etkin tedavi yapılamazsa sürü stratejisinin hedeflerine ulaşabilmesi 2 ila 4 yıl alabilecek. (15)


Aslında böyle bir tehlike konusunda hükümetler (henüz ekonomilerin yeniden açılması gündeme gelmeden de) bir rapor ile uyarılmışlardı. Imperial College London adlı bir kuruluş raporunda (16) salgın nedeniyle alınan önlemlerin yumuşatılarak işe geri dönüş uygulamasının başlatılmasının, işyerlerinde, hastanelerde ve topluluklarda virüsün yeniden patlama yapmasına engel olmayacağı ve bunun sonucunda yeniden kapanmaların  gündeme geleceği vurgusu yapılmıştı.


TTB: Sayılar alarm veriyor

Türkiye’de Türk Tabipler Birliği erken açılmayla birlikte Türkiye’de doğrulanmış olgu sayılarındaki artışın alarm verdiğini ileri sürerek Sağlık Bakanlığı’nı uyarmak durumunda kaldı.

TTB ayrıca Bakanlığın COVID-19 pandemisi ile ilgili olarak epidemiyolojik verileri açıklamaktan ısrarla kaçındığını, açıklanan verilerin yalnızca 10 kente ait olduğunu, geriye kalan 71 kentteki olgu sayılarının açıklanmadığını, buna rağmen (Bakanlık verilerine göre dahi) son 3 günde 10 ildeki vaka sayısının 1,293 olduğunu   açıkladı. (17)

Bağışıklık kalıcı mı?

İkinci soru bu şekilde sağlanan bağışıklığın kalıcı olup olmadığı. Çünkü Covid-19 virüsünün kuzenleri olduğu ileri sürülen SARS ve MERS’te bağışıklık ancak 1-3 yıl sürebildi.  (18) Yani böyle bir serbestleşme ile elde edilecek bağışıklığın kalıcı olduğu bilimsel olarak kanıtlanamıyor.

Öte yandan bilim insanlarına göre, sürü bağışıklığı şart değil. Çünkü birçok ülke daha fazla test yaparak, izleme yaparak izolasyonu ve sıkı korumayı sürdürerek günlük vaka sayısını ciddi olarak düşürebiliyor.

İşte bu nedenden dolayı sürü bağışıklığı konusunda uyarılarda bulunan Dünya Sağlık Örgütü Acil Sağlık Programı Direktörü Dr. Mike Ryan sürü bağışıklığı ile ilgili kaygılarını dile getirirken şunları söyledi:

 “İnsanlar sürü değildir. Bu virüs çok ciddi bir virüstür, bir numaralı düşmandır. Herkes güvende olmadan hiç kimse kendini güvende hissetmemelidir”. (19)


…devam edecek: Neden sürü stratejisi?

Dip notlar:

(1) Fundanur Öztürk, “19 meslek hastalığı ve iş kazası sayılsın' çağrısı”, https://www.bbc.com (27 Mayıs 2020).

(3) COVID-19: UN health agency warns of ‘new and dangerous phase’ as cases mount, https://news.un.org (19 June 2020).

(4) Mustafa Durmuş,  “COVİD-19 vakaları tekrar artarken ön plana çıkan iki ülke deneyimi”, https://kesk.org.tr (15 Haziran 2020).
(6) Mike Whitney, “Lifting the Lockdown; Easy Does It”, https://www.unz.com/mwhitney/lifting-the-lockdown-easy-does-it (26 April 2020).
(7) Lars Jonung, Sweden’s constitution decides its exceptional Covid-19 policy”, https://voxeu.org (18 June 2020).
(8) Durmuş, agm.
(9) Jeremy RossmanHerd immunity in Europe – are we close?”, https://theconversation.com (28 May 2020).
(11)                https://t24.com.tr/haber/antikor-testleri-yapilacak-iller-aciklandi (17 Haziran 2020).
(13)                Rossman, agm.
(14)                Andre Damon,”The murderous pseudoscience of “herd immunity”, https://www.wsws.org (16 May 2020).

(15)                Projecting the transmission dynamics of SARS-CoV-2 through the postpandemic period, https://science.sciencemag.org (24 April 2020).

(16)                Imperial College COVID-19 Response Team,  Report 9 - Impact of non-pharmaceutical interventions (NPIs) to reduce COVID-19 mortality and healthcare demand, https://www.imperial.ac.uk/media/imperial-college/medicine/mrc-gida/2020-03-16-COVID19-Report-9.pdf.

(17)                Türk Tabipler Birliği,  “Erken yeniden açılmanın sonuçları alarm veriyor!”, https://www.ttb.org.tr (18 Haziran 2020).


16 Haziran 2020 Salı

COVİD-19 VAKALARI TEKRAR ARTARKEN ÖNE ÇIKAN İKİ ÜLKE DENEYİMİ





COVİD-19 VAKALARI TEKRAR ARTARKEN ÖNE ÇIKAN İKİ ÜLKE DENEYİMİ

Mustafa Durmuş

15 Haziran 2020

(‘15 Haziran Dünya Yaşlılara Şiddet ve Suistimal Farkındalık Günü’nde yaşlılarımıza saygıyla…)

Bir süre önce açıklanan “normalleşme” programına uygun bir biçimde, sokağa çıkma kısıtlamaları ve yasakları kaldırıldı. Böylece ara verilmiş ekonomik faaliyetler (önem sıralarına göre) aşamalı olarak tekrar başlatıldı. Salgın nedeniyle üretiminin durdurulduğu bir kısım özel sektörde çalışan işçiler, emekçiler fabrikalara, işyerlerine ve hizmetler sektöründeki esnaf ve emekçiler de hizmet mekânlarına tekrar gitmeye başladılar.

2 haftada yüzde 58 artış

Yeniden açılma sürecine ait salgın verilerine göre, bu gevşeme ile birlikte günlük vaka sayısında da belirgin bir artış oldu. Öyle ki 1 Haziran’da 827 olan günlük vaka sayısı (özellikle de bu ayın ikinci haftasında) belirgin bir şekilde arttı ve dün 1,567 oldu.(1) Böylece normalleşmenin ilk ayı olan Haziran başından bu yana geçen iki haftada vaka sayısındaki artış yüzde 58 oldu.

Bu gelişmeden haklı olarak endişe duyan uzmanlar, bu artışların ikinci bir salgın dalgasının değil, ilk dalga sürerken kapanma önlemlerinden erken vazgeçmenin, aşırı iyimser bir gevşetmenin bir sonucu olduğunu belirtiyorlar.

Dünyada ikinci dalga ihtimali
Diğer yandan dünyada durum biraz daha karmaşık gelişiyor. ABD başta olmak üzere Merkez ekonomilerde ilk çeyreğe ilişkin olarak açıklanan çok yüksek ekonomik daralma verilerinin piyasalar üzerinde yarattığı olumsuz etkiye ek olarak, salgında ikinci dalga yaşanması ihtimali borsaları etkilemeye başladı. Başta ABD borsaları olmak üzere uluslar arası borsalarda ikinci dalga satışları hala sürüyor.

Öyle ki Wall Street bu yılın Mart ayının ortasından bu yana en şiddetli düşüşünü yaşadı. S&P 500 yüzde 5,9; Dow Jones yüzde 7 ve Nasdaq yüzde 5,3 düştü. The Cboe Volatility Index (hassasiyetin arttığı gösterir) adı verilen ve supap endeksi olarak da bilinen endeks ise yüzde 4,1 oranında arttı. Benzer düşüşler Avrupa piyasasında da yaşandı. Stoxx 600 index yüzde 4,1 ve FTSE 100 index yüzde 4 düşüş gösterdi. Çin'de (gelen pozitif verilerin etkisiyle) kayıplar daha sınırlı kalsa da, Japonya'da Nikkei index yüzde 3,5; Güney Kore'de KOSPI index yüzde 3; Hong Kong'da Hang Seng index yüzde 2,2 düştü. (2)

Bu arada salgın coğrafi olarak yer değiştirmeye de başladı. Başta Brezilya olmak üzere Latin Amerika’da salgın ve buna bağlı olarak ölümler hızla yayılıyor.
Kısaca Korona salgını dünyada da, Türkiye’de de bitmediği gibi, yeni veriler erken açılmanın vaka sayılarını artıracağını ve ikinci bir dalganın da gündemde olduğunu gösteriyor.

Salgınlar çağındayız

O halde şu tespitin doğruluğunu kabul etmek durumundayız: Bu salgın bir kerelik değil, bir kez görülen “siyah kuğu” değil, mevsimsel değil. Eğer mutasyona uğrarsa tekrar gelecek demektir. Ayrıca biyo çeşitlilik kaybından dolayı başka pandemiler de söz konusu olacaktır. Ormansızlaştırma ve beraberinde kurulan vahşi hayvan pazarları insanların vahşi hayvanlarla yakın temas kurmasına neden oluyor ki bu hayvanlardan gelecek virüslere karşı bağışıklığımız mevcut değil. Kısaca başka salgınlar da olacak ve önümüzdeki yıllarda ormansızlaştırma, biyo çeşitlilik kaybı ve iklim değişikliği nedeniyle yeni salgınlarla karşılaşacağız. (3)

İki ülke iki sonuç

Korona salgını ile mücadelede birbirinden büyük ölçüde farklı yöntemler izleyen iki ülkedeki hem sağlıkla, hem de ekonomik durumla ilgili sonuçları kıyaslamak faydalı olacak.

Bu iki ülke İsveç ve Yeni Zelanda. İsveç çok tartışmalı “sürü bağışıklığı” stratejisini uygulayan, Yeni Zelanda ise neredeyse tam bir kapanmayı uygulayan iki zıt örnek oluşturuyor.

Salgının en hızlı yayıldığı aylardan olan Mayıs ayı itibarıyla milyon başına toplam ölüm açısından Batı Avrupa’da en tepede Belçika, İspanya ve İtalya geliyor. Diğer yandan ölüm artış hızı açısından bakıldığında İsveç, Fransa’yı, İtalya’yı, İspanya ve ABD’yi geçip 6,2 oranı ile İngiltere’den (6,6) sonra ikinci sıraya oturuyor. İsveç, bu açıdan İskandinav ülkeleri arasında açık ara önde. Çünkü bu oranlar Danimarka’da 1,5 ve Norveç’te 0,1.

Haziran’a girildiğinde bu tablo daha da netleşiyor ve İsveç milyon başına günlük ölüm oranlarında ilk sıraya yükseliyor: Günde milyonda 5,7 ölüm (Nüfusu 10 milyon olan İsveç’te bu 57 ölüm demek oluyor). Bu oranlar salgının en etkili olduğu İngiltere’de 3,7 ve ABD’de 2,9. (4)

14 Haziran itibarıyla 1 milyon başına ölüm açısından İsveç 483 ölüm ile dünyada 5. Sırada yer alıyor. İsveç’in önünde İtalya (568), İspanya (580), İngiltere (614) ve Belçika 833) yer alırken, Fransa (450) ve ABD (356) İsveç’in gerisinde kalıyor. 

Buna karşılık Okyanusya’daki Yeni Zelanda’da 1 milyon başına ölüm sayısı sadece 4. (5) Bu ülkenin nüfusu 4,8 milyondan biraz fazla (yani İsveç’in nüfusunun yarısı kadar bir ülke). Bu ülkede şu ana kadar toplam 1,504 Koronavirüs vakası görüldü ve bu virüsten toplamda sadece 22 kişi hayatını kaybetti. Son 15 gündür yeni vakanın görülmediği ve hatta son hastanın da tedavi edilerek evine gönderildiği ileri sürülüyor. (6)

Büyük kaybın nedeni “sürü stratejisi” ve özelleştirme

Dünyanın en uzak köşesinde yer alan, nüfusu da daha az, bu nedenle de virüsün yayılımı açısından Avrupalı bir ülke olan İsveç’e karşı daha korunaklı-avantajlı olduğu, bu sayede salgından daha az insani kayıpla çıktığı ileri sürülebilirse de, İsveç’in komşuları olan Norveç ve Danimarka’nın da İsveç’ten daha iyi durumda olması sorunun nedeninin bu ülkede uygulanmış olan ve ilerde ele alacağımız “sürü stratejisi” ve sağlık ve bakım alanındaki özelleştirmeler olduğunu gösteriyor.

Çünkü İsveç’teki ölümlerin yüzde 90’ı 70 yaş ve üzeri yaşlı nüfus arasında ve bunların çoğunluğu da devlete ait bakım evleri ya da devletin fonladığı evde bakımlarda gerçekleşti. (7)

Sağlık alanındaki bütçe kısıntıları, özelleştirmeler ve beraberinde gelen çalışan personelin esnek çalıştırılıp güvencesizleştirilmesi bu ülkedeki ölüm oranlarının yüksekliğinin asıl nedenini oluşturuyor.

Öyle ki; Belediyelerin yüzde 96’sı kemer sıkmaya ilk olarak yaşlı bakım hizmetlerinden başladılar. Bunun sonucunda 1980 yılı öncesinde bir bakım emekçisi günde en fazla 4 ev ziyareti yaparken, bu sayı 2015 yılında 12’ye çıktı, Korona salgını ile bu sayı daha da arttı. Sağlık ve bakım emekçilerinin koruyucu ekipmanları yetersiz kaldı.  Özellikle de evde bakım yapanlar kendi önlemlerini kendileri almak zorunda bırakıldılar. Böylece yaşlılar, koruyucu ekipmandan mahrum personelin virüsü onlara istemeden de olsa bulaştırması yüzünden öldüler. (8)

Keza bakım hizmetleri “serbest tercih” adı altında özelleştirildi. Öyle ki Stockholm’de sadece bir bölgede böyle 50 civarında özel birim faaliyet gösteriyor.  Bunlar kendi aralarında koordineli çalışmıyorlar. Bu da salgınla mücadeleyi sekteye uğratıyor. Ayrıca bakım emekçilerinin güvencesizliği ölümleri artırdı. Salgın başladığında bu emekçilerin yüzde 40’ı saatlik sözleşmeli olarak çalışıyordu. Bunlar geri kalan zamanlarında da çalışmak zorunda olduklarından, kendilerini yeterince virüse karşı koruyamadılar ve yaşlı hastalarına bulaştırdılar. (9)

Ekonomik toparlanma da sağlanamadı

Üstelik bu strateji ekonominin canlanmasını da sağlamadığı gibi, ekonominin ciddi oranda daralmasıyla sonuçlandı. Öyle ki ülke İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en yüksek daralmayı bu yıl yaşayacak.

Oysa İsveç modeli altında, “gereksiz bir biçimde polis devleti uygulamalarına başvurmaksızın halkın salgına karşı korunabileceği, aynı zamanda da ölçülü bir yöntemle salgın sırasında ekonominin bir bölümünü açık tutarken, kalan bölümlerinin de hızla toparlanmasına imkân sağlanarak, ekonomiye verilebilecek zararın asgaride tutulabileceği ileri sürülmekteydi”. (10)

OECD’nin son raporu İsveç’in bu yıl ikinci bir salgın dalgası olmazsa yüzde 6,7; eğer ikinci bir dalga olursa yüzde 8,9 küçüleceğini öngörüyor. Aynı raporda Yeni Zelanda’da beklenen ekonomik küçülmenin ise sırasıyla yüzde 7,8 ve yüzde 10 olacağı tahmin ediliyor. (11)

Kısaca “sürü stratejisi” salgının yayılmasını azaltmadığı, buna karşılık vaka ve ölüm sayılarını artırdığı gibi (ülke milli gelirinin yüzde 16’sına denk bir devlet desteği sağlanmasına rağmen) ekonomiyi de canlandıramadı.  Yeni Zelanda ekonomisi ise İsveç’ten 2,2 puan daha fazla daralacak olsa da, asgariye indirdiği insani kayıplarla salgınla mücadelede en başarılı kamucu modellerden biri olarak tarihe geçti bile.

Pişmanlık itirafı

İsveç’te izlenen sürü stratejisi ile ilgili olarak ilk pişmanlık bu stratejiyi planlayan uzmandan geldi.

İsveç Hükümetine sürü bağışıklığı stratejisini öneren ve hükümetin bu öneriyi hayata geçirmesini sağlayan epidemiyolojist A. Tegnell  kendisi ile yapılan bir radyo söyleşisinde bu stratejinin gereğinden çok fazla ölüme neden olduğunu, bugün olsa daha farklı bir strateji üzerinde düşünülebileceğini açıkladı. (12)

Yeni Zelanda’nın başarısı: Açıklık, güven, demokrasi ve bütçe hakkı

Yeni Zelanda’nın başarısı ise; hükümetin salgınla ilgili bilgiyi halkla şeffaf bir biçimde paylaşmasına (böylece halkın hükümete olan güveninin yüzde 88’e kadar yükselmesine); güven veren, kararlı bir kolektif liderliğe; kamu personelinin tam desteğine; bilim kurulunun uyarılarına tam uyulmasına ve halkın da çok sert tedbirleri (bazı özgürlüklerinin kısıtlanmasına, geleneklerini dahi çiğnenmesine katlanarak) benimsemesine ve bunlara tam olarak uymasına bağlanıyor.

Öyle ki ülke insanının çoğu ciddi gelir kaybına uğradı, sosyal izolasyona tabi tutuldu,  spor ve eğlenme biçimleri radikal değişikliklere uğradı. Ancak bu önlemler sayesinde virüsün yayılması da önlenebildi.  Bu süreçte hükümetin ötekileştirici, dışlayıcı olmayan, böylece muhalefeti de stratejik kararlara ve uygulamalara katan tavrı çok belirleyici oldu (Parlamentonun yerine geçici olarak oluşturulan Konseyde muhalefetin sayıca çoğunluğu sağlamasına izin verildi). (13)

Kısaca Yeni Zelanda (son yıllarda neo-liberalizmin giderek ele geçirdiği bir ülke olan İsveç’ten farklı olarak) önce piyasaları ya da ekonomiyi değil, halkının sağlığını düşünen bir strateji izledi ve bunda da başarılı oldu.

Bunu yaparken de hükümet halkıyla dayanışma içinde oldu, onun güvenini kazandı, ama her şeyden önemlisi kamucu bir strateji ve buna uygun politikalar uyguladı. Yani salgınla mücadeleyi piyasaların insafına ya da bireylerin kendi almaları gereken bireysel önlemlere bırakmadı.

“Mutluluk Bütçesi”

Bu ülke ayrıca adına “Mutluluk Bütçesi” ya da  “İyilik Bütçesi” (Well Being Budget) denilen ve diğer ülkelere de örnek teşkil edebilecek yeni bir bütçe modeli ile salgınla ve ekonomik daralmayla mücadelesini başarı ile uyguluyor.

Mutluluk Bütçesi ilerici, içermeci, bütünlükçü, ulusal kaynaklarını bütün toplum için kullanmayı amaçlayan bir vizyonla hazırlanıyor ve tüm bütçe süreçlerinde halkın etkin katılımını ve denetimini (bütçe hakkının kullanılmasını)  hedefliyor. Böylece (başlangıçtaki kazanımları göreli olarak daha az olsa da), orta ve uzun vadede hem ekonomik, hem de politik anlamda çok ciddi sosyal kazanımlar içeriyor.

Kısaca Yeni Zelanda’nın bu bütçesinin 5 temel önceliği söz konusu: (i) Düşük karbonlu bir ekonomi yaratmak (ii) Sosyal ve ekonomik fırsatlar yaratan teknolojik yenilikleri artırmak (iii) Ülkenin asıl sahipleri olan yerli Maoriler ve diğer dezavantajlı gruplar için gelir, beceri ve fırsat artışları yaratmak (iv) Çocuk yoksulluğunu ve aile içi şiddeti azaltmak (v) Özellikle de gençler için olmak üzere ruh sağlığını korumaya ilişkin hizmetleri artırmak. (14)

Böylece bütçe hazırlanırken (1980 ve 1990’larda bu ülkede de olduğu gibi  öncelik verilen) neo-liberal mali disiplin, mali şeffaflık, kamu yönetiminde etkinlik ve ekonomik büyüme kavramlarından ve toplumsal refahın GSYH ile ilişkilendirilmesinden vazgeçiliyor. Bunların yerine başarı ölçütü olarakYaşam Standardı Çatısı” ölçütü altında mevcut “mutluluk” durumuna etki eden 12 alan ve gelecekteki “ mutluluk halini” etkileyecek olan 4 varlık belirleniyor. Bunlar OECD’nin Daha İyi Bir Yaşam Endeksi ile uyumlu 61 ilerici gösterge ile destekleniyor.

Tahammülün neresindeyiz?

Sonuç olarak, Koronavirüs salgınının bitmediği, ekonomik toparlanma adı altında kâr çıkarımına öncelik verilmesi yüzünden gerçekleştirilen erken açılma ve kontrolsüz gevşetmenin salgın vakalarının artmasına neden olduğu açık.
Ayrıca ilk salgın dalgası sürerken, ikinci bir dalganın da yaşanabileceği ihtimali giderek artıyor. Kaldı ki bu salgın sona erse de kapitalizmin neden olduğu metobolik yarılmanın bundan böyle bizleri yeni salgınlarla baş başa bırakacağı da görülüyor.

Bu yüzden de bütün mesele bu salgınlara neden olan üretim tarzına, siyasal ve sosyal sisteme, bu sistemde sermayenin doğa üzerindeki hegemonyasına, sağlık ve bakım alanındaki kesintilere, özelleştirmelere, özcesi insan ve toplum sağlığının kâr çıkarımına kurban edilmesine daha ne kadar tahammül edeceğimizdir.

Dip notlar:

(1)  Türkiye’de günlük Koronavirüs tablosu, https://covid19.saglik.gov.tr/(15 Haziran 2020).
(3)  Gaël Giraud: Will COVID Lead to Authoritarianism?, https://www.ineteconomics.org/perspectives/podcast/gael-giraud (11 June 2020).
(4)  DSÖ’nün günlük verilerinden hesaplanmıştır.
(7)   Sweden, the pandemic and precarious working conditions”, https://www.socialeurope.eu (10 June 2020).
(8)  Agm.
(9)  Agm.

(10)                Mike Whitney, “Sweden Is Right. The Economy Should be Left Open”, https://www.globalresearch.ca/sweden-right-economy-should-left-open (20 April 2020).

(11)                OECD Economic Outlook, Volume 2020 Issue 1: Preliminary version, No. 107, OECD Publishing, Paris,
(13)                Grant Duncan, “New Zealand’s coronavirus elimination strategy has united a nation. Can that unity outlast lockdown?”, https://theconversation.com (15 April 2020).
(14)                Chye-Ching Huang with Paolo de Renzio and Delaine McCullough, New Zealand’s “Well-Being Budget”: A New Model for Managing Public Finances? (May 2020), International Budget Partnership, https://www.internationalbudget.org/wp-content/uploads/new-zealand-well-being-budget-may-v2-2020.pdf.





7 Haziran 2020 Pazar

EVRENSEL GELİR VE KAMU GARANTİLİ İSTİHDAM ZAMANI




EVRENSEL GELİR VE KAMU GARANTİLİ İSTİHDAM ZAMANI

Mustafa Durmuş

7 Haziran 2020

Birleşik Krallık Avrupa’da sosyal refah devleti uygulamalarını ilk başlatan ülkelerden biri. 1942 yılında W. Beveridge tarafından hazırlanan ve tarihe “Beveridge Raporu” olarak da geçen bir rapora dayanılarak, savaşın bitimiyle birlikte ülkede başta işsizlik yardımı, kamucu sosyal güvenlik sistemi, aile yardımı ve kamucu sağlık sisteminin (NHS) kurulması yönünde atımlar atıldı. 

Böyle bir dönüşümde genel olarak; İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızla yükselişe geçen ekonomi, artan kârlılık ve verimlilik etkili olduğu kadar, dünyanın üçte birinde sosyalist sistemlerin kurulması ve bunun Avrupa işçi sınıfı üzerindeki uyarıcı etkisi de önemli bir faktör oldu.

Neo-liberalizm sosyal devleti aşındırdı

Ancak sosyal refah devleti uygulamaları 1979 yılında M. Thatcher’in başbakan olmasıyla birlikte tersine dönmeye başladı. Toplum olmak yerine birey olmayı öne çıkartan ve piyasaların tam üstünlüğünü ve serbestliğini savunan Thatcher ile başlayan bu neo-liberal dönemde hayata geçirilen özelleştirmeler, finansal de-regülasyonlar ve taşeronlaştırma ile sosyal refah devleti uygulamaları giderek ortadan kaldırıldı. Bu dönem aynı zamanda işçi sendikalarının güçlerinin önemli ölçüde azaltıldığı, toplumsal ve siyasal yapıda da sınıfsal güç dengesinin iyice sermaye sınıflarından yana olmak üzere radikal bir biçimde kayma yaşadığı bir dönem oldu.

2008 finansal krizi ise neo-liberal uygulamaların derinleştirilmesinde bir fırsat olarak görüldü ve kriz sonrasında piyasalaştırma, özelleştirme ve ticarileştirme had safhaya çıktı. Bütün bu 40 yıllık dönemin sonucunda ülkede işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluk hızla arttı.

Covid-19 sistemin sorunlarını açığa çıkarttı

Covid-19 ya da Koronavirüs olarak anılan salgın, bir yandan giderek ortadan kaldırılmış olan Ulusal Sağlık Sistemi (NHS) ile birlikte sağlık alt yapısının büyük ölçüde yok edildiğini, diğer yandan 1929 Büyük Depresyonundan bu yana yaşanan en büyük işsizlik ve yoksulluk sorununu ortaya çıkardı.

Diğer yandan tarih sosyal refah devleti uygulamaları gibi radikal değişimlerin ya  İspanyol Gribi salgınında olduğu gibi büyük salgınların ya da Büyük Depresyon sonrasında olduğu gibi ekonomik krizlerin ve ardından gelen büyük savaşların ardından gündeme getirildiğini gösteriyor. 

Bu olgu da, Korona salgını sonrasında işsizlik ve yoksulluğun daha da artmakta olduğu gerçeğinden hareketle,  sosyal refah devleti uygulamalarının gözden geçirilerek yenilenip güçlendirilmesinin gereğini önümüze koyuyor.

İşsizlik tarihsel zirvede

Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından yayınlanan The Monitor’a göre (1),  bu yılın ilk çeyreğinde dünyada çalışılan saat kaybı yüzde 4,8 (135 milyon yeni işsiz) olurken,  ikinci çeyrekte 305 milyon yeni işsiz ortaya çıktı. Merkez ekonomilerdeki çalışılan saat kaybı yüzde 13 civarında oldu. Dünyada her 6 gençten 1’i Koronavirüs nedeniyle işsiz kaldı, çalışmayı sürdürebilenlerin çalışma saatleri ise yüzde 23 oranında azaldı. Bu gelişmeden genç kadın işçiler çok daha fazla etkilendiler. Korona gençlerin sadece istihdamını değil, eğitimlerini, işyerindeki eğitimlerini ve işgücü piyasasına girişlerini de olumsuz etkiledi.

Birleşik Krallık’ta (BK) salgının ilk üç ayında resmi işsiz sayısı 50,000 artarak 1,35 milyona yükseldi. Aslında bu rakam daha yüksek olmalı. Çünkü Resmi İstatistik Bürosu’nun verilerini haberleştiren The Independent Gazetesine göre, devletten gelir desteği alanlar (ücretlerinin yüzde 80’i oranında) işsiz sayılmıyor. Ayrıca bu dönemde toplam çalışılan saatlerde ciddi bir azalma var. İşsizlik yardımı başvuruları 1996 yılından bu yana ilk kez zirve yaparak 2,1 milyona çıkarken, sadece Nisan ayındaki yeni başvuru sayısı 856.000 oldu. Bu arada Hazine Bakanı Sunak, önlemlerin gevşetilmesine rağmen ülke ekonomisinin toparlanmasının uzun zaman alacağını ileri sürdü.(2) Yani beklendiği gibi ekonomide  “V” biçiminde bir toparlanma olmayacak.

Kamu oyu ile paylaşılan bir rapor ise işçiler için çok daha karamsar bir tablo sergiliyor.  Öyle ki CIPD ve  the Adecco Group’un son işgücü piyasası raporuna göre (3); Birleşik Krallık’taki işverenlerin beşte birinden fazlası önümüzdeki 3 ay içinde işçi çıkartacaklar. Birçoğu ise işçi çıkarmayı; ücretleri dondurarak, işe alımları durdurarak, hükümetin ücretli zorunlu izin imkânından yararlanarak ve işçilerin sosyal ödemelerini kısarak savuşturdular. Rapor özel sektör işverenlerinin yüzde 42’sinin ve ülkedeki tüm işverenlerin yarısından fazlasının ücretleri dondurmayı planladıklarını, hatırı sayılan bir kesimininse ücret ve diğer ödemelerde kesintiye gideceklerini ortaya koyuyor.

Birleşik Krallık, Korona salgınından en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyor. İlk ortaya çıktığında salgının Hükümet tarafından yeterince ciddiye alınmaması, başlarda uygulanan “sürü bağışıklığı” stratejisi ve son 40 yıldır ağır tahribata uğratılan sağlık sistemi nedeniyle, salgın hem sağlık, hem de ekonomik sonuçlar itibarıyla ülkeyi ciddi anlamda vurdu. Dünyada olduğu gibi ülkede de ekonomi kapatıldı. Eğer ikinci bir salgın dalgası olursa (ki bu hayli muhtemel) bu ekonominin tekrar kapatılmasıyla sonuçlanacak,  bu da mevcut işsizliği kalıcı hale getirirken, yoksulluğu da daha da artıracaktır.

Böyle bir durumun “Yeni Normal” olarak kabul edilmesi gerektiğini söyleyen bazı yazarlar, bu durumda işsiz ve yoksullara yapılan yardımların kalıcı hale getirilerek bunun bir Yurttaşlık Temel Geliri uygulamasına dönüştürülmesinin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyorlar.(4)

Salgın yoksulları daha da yoksullaştıracak

IMF tarafından yürütülen bir ankete göre, Salgın Büyük Depresyon’dan bu yana görülen en büyük felaket olarak değerlendiriliyor. Öyle ki 2020 yılında dünya ekonomisi yüzde (eksi) 3’lük bir küçülme yaşayacak. Kuşkusuz bu işsizliği olduğu kadar yoksulluğu da artıracak.

“Dahası salgın yoksullara çok daha ağır bir fatura ödetecek. Onlar diğerlerine göre birkaç kat daha kötü duruma düşecekler. Nitekim bir grup ünlü ekonomist salgının gelir dağılımının kısmen düşük becerili işçiler üzerindeki orantısız etkisinden dolayı çok daha kötüleşeceğine inanıyor. Onlara göre salgın hem gelir dağlımı eşitsizliğini artırdı, hem de iyi eğitimli işçiler üzerinde çok fazla etkide bulunmasa da, çok temel bir eğitimle sınırlı işçilerin iş bulma imkânlarını iyice daralttı”. (5)

Resmi istatistikler Korona salgını öncesinde Birleşik Krallık’ta hem göreli, hem de mutlak anlamda ciddi bir yoksulluk olduğunu gösteriyor. Korona ile birlikte artan işsizlik ise bu yoksulluğu daha artıracaktır.

Yoksulluk tanımına göre, ortanca hane halkı gelirinin yüzde 60’ından daha az gelir elde edenler “göreli yoksul”, böyle bir geliri enflasyondan arındırılmış olarak elde edenlerse “mutlak yoksul” sayılıyorlar. Buna göre Birleşik Krallık’ta 2018/19 döneminde, konut için yapılan ödemeler dâhil edilmediğinde 11 milyon (nüfusun yüzde 17’si), konut ödemeleri dahil edildiğinde ise 14,5 milyon (nüfusun yüzde 22’si) göreli yoksul mevcut. Kabaca ülkedeki her 5 kişiden 1’i yoksul. Ülkedeki yoksulluk altında yaşayan çocukların sayısı ise 4,2 milyon (çocuk nüfusunun yüzde 30’u). Yani ülkede neredeyse her 3 çocuktan 1’i yoksulluk çekiyor. (6)

Korona sonrası açlık kapıda

İşsizlik ve yoksulluğun yanı sıra ürkütücü diğer bir diğer sorun kuşkusuz açlık. Bazı bilimsel hesaplamalara göre dünyada 1,5 - 2,5 milyar insan Koronavirüs öncesinde açlık çekiyor ya da yetersiz besleniyordu.(7) Bu sayının Korona salgını sonrasında daha da artacağını kestirmek zor değil. Nitekim Birleşmiş Milletler (BM)  Dünya Gıda Programı, eğer acil olarak önlem alınmaz ve yeterince fonlama yapılmazsa Covid-19 salgınının günde 300,000 insanın açlıktan ölümüne neden olacağını ve birkaç ay içinde 130 milyon insanın daha açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını açıkladı. (8)

İşsizlik ve yoksulluk neden var?

İşsizliğin ve yoksulluğun nedenlerini sistemik faktörler dışında; aylaklık, küreselleşme-teknolojik değişimler, krizler gibi faktörlerle açıklayan görüşler olduğu kadar, bunların kapitalist sistemin kaçınılmaz sonuçları olduğunu, kapitalist sistemin başarısızlığının göstergeleri olduğunu (9) ileri süren radikal görüşler de mevcut.

19.Yüzyılda Marx Kapital’de işsizliğin, “Yedek Sanayi Ordusu” kavramı altında, kapitalist sistem tarafından üretilen bir sorun olduğu kadar, emekçi kitleleri disiplin altına almaya yarayan bir işlevinin bulunduğunu ileri sürmüştü. 20.Yüzyılda ise Kalecki sermaye sınıfı açısından kârdan ziyade işyerlerindeki işçi disiplini ve politik istikrarın daha önemli olduğunu, onların sınıfsal içgüdüleri açısından tam istihdamı sürdürmenin çok anlamlı olmadığını, yani işsizliğin normal bir kapitalist sistemin zorunlu bir parçası olduğunu söylemiş ve buna karşı 1943 yılında “EvrenselTemel Gelir” (UBI) uygulamasını savunmuştu. 

Evrensel Temel Gelir (UBI)

Korona salgını öncesinde Britanyalı bir akademisyen bir kitabında (10), küresel istihdamın yapısının dramatik bir biçimde değişeceğini, önümüzdeki onlu yıllarda dünyanın Güneyindeki işlerin yüzde 60’ının otomasyon yüzünden ortadan kalkacağını, robotların insanların yerini alacağını, bu olduğunda insanların yaşam standardında ciddi bir düşüş ortaya çıkacağını, bir insanlık krizi ortaya çıkabileceğini, mevcut işlerimizde yoksulluğu azaltmamızın mümkün olamayacağını, alternatif yollar bulmak zorunda olduğumuzu, bunun bir yolunun küresel çapta herkese koşulsuz olarak asgari bir gelir sunmak olduğunu ileri sürmüştü.  

Yazara göre, böyle bir gelirin kaynağı küresel çapta bir fon oluşturarak sağlanabilir. Bu fona önce müşterek varlıklarımızın (petrol gibi) gelirleri, ardından toprak değerleme vergisi, kirletme vergisi, entelektüel mülkiyet gelirleri vergisi, Tobin Vergisi gibi finansal spekülasyon gelirleri vergisi gelirleri akıtılabilir.

Nitekim Londra’da yerleşik bir kuruluş olan World Basic Income bu şekilde her yıl 3 trilyon dolar gelir yaratılacağını ve bunun yeryüzündeki her insana ilave günde 1 dolar gelir sağlayacağını hesaplıyor.  Bu özellikle de yoksul Güney ülkelerindeki yoksulluğun azaltılmasında çok önemli bir rol oynayabilir(11).

Böyle bir uygulamanın istihdamı olumsuz etkileyeceği, aylaklığı artıracağı yönündeki eleştirilerse böyle bir programı uygulamış olan Finlandiya Hükümetince hazırlanan bir raporla (12) çürütülüyor.

Çünkü bu rapora göre; 2017-2018 yıllarında 2 yıl boyunca, 25-58 yaş aralığındaki 2 bin kişiye düzenli olarak aylık 560 avronun verildiği bu program istihdamı azaltmadığı gibi (küçük çapta da olsa) istihdama olumlu katkısı oldu, işsizler ekonomik güvenceleri olduğuna inanmaya başladılar. Programın işsizlerin moralleri ve ruh sağlığı üzerinde olumlu etkileri olduğu görüldü.

“Kamu Tarafından Garantilenmiş İstihdam” Programı

İşsizliği (dolayısıyla da yoksulluğun asıl kaynaklarından birini) azaltacak olan diğer program ise kamu tarafından garantilenmiş istihdam programı. Bu program yaşanabilir düzeyde ücretle çalışmaya razı, ama iş bulamayan herkese istihdam olanağı sunan, açık uçlu bir kamusal istihdam programı. Böyle bir program altında devlet, işsizleri doğrudan kendi ya da yerel yönetimlerin sorumluluğu ve eliyle yürüteceği projelerde istihdam ediyor.

Günümüzdeki devlet yapılarının daha çok gücü konsolide eden, aşırı merkeziyetçi yapılar haline dönüştüğü gerçeğinden hareketle, böyle istihdam programlarının finansmanının merkezi devlet tarafından (Bütçe ya da Merkez Bankası finansmanı aracılığıyla) ama uygulamasının güçlendirilmiş yerel yönetimler ve belediyeler tarafından (hatta işçi kooperatifleri tarafından) yürütülmesi gerektiği savunuluyor.

Programın ana tezi “devletin yaşanabilir-temel bir ücret düzeyinde çalışmaya razı ve çalışabilecek durumda olan herkese iş vermesi” olsa da (13), programın bazı belirgin hedefleri şöyle sıralanıyor: Tam istihdam sağlamak, asgari yaşanabilir bir ücret sunmak ve bunu sosyal ücret harcama destekleri (zorunlu ücretsiz eğitim, sağlık, çocuk yardımı gibi), aile yardımları ve işsizlik yardımları gibi devlet yardımlarıyla desteklemek. (14)

Sonuç olarak, “Evrensel Temel Gelir” önerisi çalışsa da,  çalışmasa da her yurttaşa yaşamını sürdürebilmek için devlet tarafından düzenli bir gelir sağlanması programı iken, Kamu Garantili İstihdam Programı sadece çalışmak isteyenlere benzer bir ödemenin yapılmasını öngören bir program. Ancak her ikisi de (özellikle de Korona salgını sonrasında artan) işsizlik ve yoksullukla mücadelede ihmal edilemeyecek iki önemli araç.

Her iki programın da gündeme getirilmesinin (işsizliği, yoksulluğu ve bunlardan kaynaklanan sosyal sorunları azaltma hedefinin yanı sıra) bir nedeni robotlar ve yapay zekânın etkili olacağı gelecekte istihdam biçimlerinin bugünden çok farklı olacağı, bu nedenle de bazı mesleklerin ortadan kalkarak birçok insanın işsiz kalacağı ve yoksullaşacağı öngörüsü. (15)

Böyle bir durumda garantili istihdam ya da yurttaşlık geliri altında herkesin belli bir gelirinin olmasının, onların yoksullaşmasını önleyeceği gibi, bu gelirlerin harcanmasının yaratacağı talep etkisiyle içermeci bir büyümeye hizmet edeceği de ileri sürülebilir.

Özellikle de Kamu Tarafından Garanti Edilmiş İstihdam Programlarının makroekonomik istikrarı sağladığı, finansal kırılganlığın artmasını önlediği, özel sektördeki sermaye birikimi açığını kapatarak ekonomik büyümeyi hızlandırdığı ve enflasyona neden olmaksızın işsizliği ortadan kaldırdığı, bu yüzden de neden olabileceği mali yükün, sağlayacağı sosyal fayda ile birlikte değerlendirilmesi gerektiği ileri sürülüyor. (16)

Ayrıca her ne kadar esasta istihdam yaratmaya dönük bir program olsa da, kamu yararını geliştirmeye, sosyal barışı tesis etmeye, çalışma koşullarını iyileştirmeye, gündelik yaşamları ilerletmeye hizmet ettiği kabul ediliyor. (17)

Her iki programın (eksik yanları dikkate alınarak) birbirinin tamamlayıcı olarak ele alınması daha uygun olabilir. Yani iki program birbirine alternatif olarak düşünülmemeli, birlikte uygulanmalıdır. Çünkü işi olsun ya da olması herkesin saygın bir yaşam sürme hakkı olduğu gibi, insanların onurlarına uygun bir biçimde istihdam edilmeleri gerekir.

Ancak bu iki program da, sosyal refah devleti dönemindeki gibi nitelikli, ücretsiz, kalıcı kamusal hizmetlerin varlığı, bunların daha da geliştirilmesiyle gerçek anlamda işsizliği, yoksulluğu azaltıp, toplumsal refahı bir bütün olarak artırabilir.

Dip Notlar:

(1) ILO Monitor: COVID-19 and the world of work, Fourth edition, https://www.ilo.org (27 May 2020).

(3) “Hiring and pay intentions have tumbled but furlough scheme has helped prevent large-scale job cuts, new research shows”, https://www.cipd.co.uk/about/media/press/hiring-pay-intentions-tumble (18 May 2020).

(4) Chief Economic Advisor at Allianz, “The New Normal”, https://www.brinknews.com/this-is-the-new-normal-mohamed-el-erians-predictions-for-the-global-economy (25 May 2020).
(5) Davide FurceriPrakash LounganiJonathan D. Ostry, “How Pandemics Leave the Poor Even Further Behind”, https://blogs.imf.org (11 May 2020).

(6) Poverty in the UK: statistics, https://commonslibrary.parliament.uk/research-briefings (29 May 2020).

(7) Jason Hickel, The Divide-A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 46.

(8) World Food Programme warns: COVID-19 pandemic will cause “famines of biblical proportions”, https://www.wsws.org (23 April 2020).

(9) Richard D. Wolff, Mass Unemployment Is a Failure of Capitalism”, https://www.nakedcapitalism.com (9 May 2020)
(10)                Hickel, agk.,  s. 269-270.
(11)                Agk.
(12)                Andrea Germanos, “After 'Encouraging' Results From Finnish UBI Experiment, Experts Say the Time for Such a Bold Idea Is Now”, https://www.commondreams.org (6 May 2020).
(13)                Scott T. Fullwiler, “The Costs and Benefits of a Job Guarantee: Estimates from a Multi-Country Econometric Model”, (May 2012).
(14)                Bill Mitchell, “What is a Job Guarantee?, - Modern Monetary Theory”, http://bilbo.economicoutlook.net/blog (4 May 2013).
(15)                International Federation of Robotics, Frankfurt, https://ifr.org/.World’den aktaran World Bank, World Development Report 2019: TheChanging Nature of Work,Working Draft (20 April 2018)
(16)                Fullwiler, agm.
(17)                Pavlina R. Tcherneva, “The Job Guarantee, Design, Jobs, and Implementation”, http://www.levyinstitute.org, Working Paper No. 902, (April 2018).