22 Ekim 2019 Salı
17 Ekim 2019 Perşembe
90 MİLYAR DOLARI NASIL HARCARDINIZ?
90
MİLYAR DOLARI NASIL HARCARDINIZ?
Mustafa
Durmuş
17
Ekim 2019
“Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış” derler ya,
dünyanın en zenginlerinin serveti de benim aklımı yordu.
Forbes 400’den bu yılki ABD’nin 400 en zenginine ait
servet bilgilerini inceledim ve bunlardan ikinci sıradaki Bill Gates’in yerine (bir
sitedeki uygulama aracılığıyla) onun servetini harcamaya çalıştım. Ama bu servetin
ancak onda birini harcayabildim.
Sözü edilen en zengin 400 Amerikalının toplam serveti
2,9 trilyon ABD dolarını buluyor. Geçen
yıla göre servetlerini yüzde 2,2 oranında artırmışlar.(1) Bu para dünyada 10
yıl boyunca açlığı yok etmeye yeterli bir para. Eşit dağıtılsa dünyada herkese
34,400 dolar düşüyor.(2)
En tepedeki 55 yaşındaki Bezos’un 114 milyar dolarlık servetinin
kaynağı sahibi bulunduğu ünlü Amazon şirketi. Bezos şirketlerinde sendikasız,
güvencesiz, kolayca işten çıkartılabilen ve çok düşük ücretli on binlerce işçi
çalıştırıyor. Yani rant gelirlerinin yanı sıra çok kötü çalışma koşullarında
gerçekleşen emek sömürüsü Bezos’un servetinin asıl kaynağını oluşturuyor.
Kendimi yerine koyduğum ultra zengin ikinci sıradaki
64 yaşındaki Bill Gates. Servetini asıl olarak yazılım gibi entelektüel
mülkiyetten elde edilen rant gelirlerinden sağlıyor. Gates’in 90 milyar dolarlık
servetini sözünü ettiğim sitedeki uygulama aracılığıyla harcamaya çalıştım. (3)
Bu servet ile lüks yiyecekler, içecekler, kitaplar,
spor malzemeleri, irili ufaklı elektronik cihazlar, lüks çantalar, Rolex
saatler, elmas yüzükler, kilolarca altın satın almanın dışında, yatırım yaptım ve
hayırseverliğim tuttu bağış da yaptım. Ayrıca bazıları ultra lüks sayılabilecek
şu harcamalarım da oldu:
1 kamyonet, 2 jet ski, 2 büyük traktör, 2 sürat
motoru, 2 helikopter, 5’er adet Tesla, Ferrari ve Lamborghini marka süper
otomobil, 1 itfaiye aracı, 5 bahçeli ev, 3 bar restoran, 2 pizza dükkânı, 3 bar
altın, 3 lüks yazlık, 3 yat, 3 gökdelen, 2 konak, 3 roket, 3 yolcu uçağı, 1
Mona Lisa tablosu, 3 yolcu gemisi, 1 NBA, 1 MLB ve 1 NFL basket kulübü satın
aldım.
Ancak serveti tüketemediğim. Geriye harcayamadığım 79,5
milyar dolar kaldı. Yani Gates’in servetinin sadece yüzde 10’unu harcayabildim.
Belki “elin sıkıymış” diye eleştirileceğim ama gerçekten de 90 milyar doları
harcamak çok zormuş.
ZENGİN
DOSTU VERGİ POLİTİKALARI SERVET ZENGİNLİĞİNİN BİR NEDENİ
Servetin kendi gerçek, harcaması kurgusal olan bu
deneyimden çıkartacağımız bazı önemli sonuçlar ve dersler olmalı. Ancak
öncelikle dünyada böyle bir servet temerküzünün nasıl oluştuğunu kısaca
anlatmakta yarar var. Hatırlatalım dünyanın 26 en zengininin serveti 3,8 milyar
insanın toplam servetine eşit.(4)
Kapitalizmin (ortaya çıkışından bu yana)
eşitsizliklere neden olduğu ve bunu sürekli olarak büyüttüğü artık bir sır
değil. 1980’lerden itibaren ortaya çıkan neo-liberal dönemin bir sonucu olarak
gelir ve servet; sadece serbest piyasalardaki emek-sermaye ilişkilerinin (emekçi
sınıfların örgütsüzleştirilip güçsüz bırakılmasının) değil, kapitalist
devletlerin sermaye sınıfı lehine uyguladığı ekonomi politikaların da ürünü
olarak bu sınıfa mensup zenginlerin elinde daha da birikti.
Bu birikime hizmet eden en somut politikalarsa,
verginin yükünü emekçilerin üzerine yıkan, sermayedarlardan giderek daha az
vergi alınmasını sağlayan emek karşıtı vergi politikaları oldu. Bunun sonucunda
zengin ve yoksul arasındaki uçurum daha da büyüdü.
Bir başka anlatımla, gelir ve servet eşitsizliği artışı
birinci bölüşüm ve ikinci bölüşüm düzeylerinde olmak üzere iki düzeyde
gerçekleşiyor:
Birinci bölüşümde eşitsizliklerdeki artış günümüzde çok
önemi boyutlara erişti. Çünkü seçkinlerin sahip olduğu ve kendilerine düzenli
gelir sağlayan yeni tür servet gelirleri ortaya çıktı. Bunlar belli ellerde
toplanıyor. Bunların içinde entelektüel mülkiyet var (bilginin kontrolünden elde
edilen rantiye gelir). Yanı sıra doğası gereği sosyal ya da kamusal birçok müştereğin
özelleştirilmesinden elde edilen gelirler var (emek geliri dışında doğrudan
doğa ve bilgi üzerinden elde edilen rantlar). Sermayenin giderek artan pazarlık
gücü ve emek karşıtı serbestleştirme (de-regülasyon) politikaları birinci
bölüşümü servet sahipleri lehine etkiliyor. İkinci bölüşüm ise emek karşıtı,
sermaye yanlısı vergileme, sübvansiyon ve transferler sonrası ortaya çıkan bölüşüm
anlamına geliyor.(5) Son 20-30 yıldır devlet bütçeleri sermaye sahipleri ve
servet zenginlerinin lehine böyle bir yeniden-ikinci bölüşümün aracı olarak kullanılıyorlar.
Örnek olarak, Türkiye’de neo-liberalizmin uygulanmaya
başladığı 1980’li yıllardan itibaren sermayedarlar hem mutlak, hem de nispi vergi yükü anlamında orta sınıf
ve yoksullara kıyasla yükümlülüklerini hızla azalttılar. Öyle ki eğer bugünün süper
zenginleri 40 -50 yıl öncesindeki gibi vergilendirilselerdi ortaya çok daha az bir
bütçe açığı çıkardı. Üstelik bu zenginlerin göreli olarak daha yüksek oranda
vergilendirildiği o yıllarda elde edilen ekonomik büyüme bugünlere göre çok
daha yüksek ve işsizlik oranı çok daha düşüktü.
Kısaca bugünün süper zenginlerinin mevcut
servetlerinin önemli bir kaynağı çok ödemeleri gereken verginin çok altında vergi
ödemeleri. 1980’lerden itibaren ödedikleri vergilerin oranı azaldıkça bu
kesimlerin milli gelirden aldıkları pay da hızla arttı.
SERVETİN
BELLİ ELLERDE BİRİKMESİ NEDEN SAKINCALI?
Bu belirlemenin ardından şu değerlendirmeleri yapıp,
emekten, halktan yana belli önermelerde bulunabiliriz:
Öncelikle, servet, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda
yöneten sınıfların yönetilenler üzerindeki hegemonyasının en önemli araçlarından
birini oluşturuyor. Öyle ki yüksek düzeyde
serveti olanlar sadece ekonomik ve sosyal alanda yoksullarla arayı açmıyorlar,
politik alanda da yasaları, kuralları ve düzenlemeleri belirliyorlar. Yani
servet zenginleri, devleti kendi varlıklarını ve güçlerini pekiştirmede araç
olarak kullanıyorlar.
BÜYÜK
SERVET SAHİPLERİ DOĞAYA ZARAR VERİYOR
İkinci olarak, büyük servetlerin sahipleri sadece bu
servetlerini oluşturan sektörlerde yaptığı üretim faaliyetleriyle (petrol,
otomotiv gibi) değil, aynı zamanda bu
servetlerini harcarken de doğa tahribatına neden oluyorlar. Örneğin özel
jetler, yatlar, lüks otomobiller kullanıyorlar ve fosil yakıtla ısıtılan malikânelerde
yaşıyorlar, Bu da karbon dioksit emisyonunu artırarak iklim değişikliğine neden
oluyor.
Üçüncü olarak, zenginlerin vergi ödeme gücü çok daha
fazla olsa da, onlardan vergi vermeleri biçiminde katkıda bulunmaları talep
edilmiyor. Böyle olunca da örneğin askeri harcamalar ve sermayeye dönük
kurtarma harcamaları yüzünden giderek artan bütçe açığını kapatmak durumunda
kalan bir hükümet (bu kesimlerin vergilerini artırmak ya da bir servet vergisi
almak yerine), halkın ödediği KDV, ÖTV gibi vergilere yükleniyor. Bir yandan da
elektrik, doğal gaz ve ulaştırma gibi temel hizmetlere sık sık zam yaparken, halka dönük kamusal hizmet harcamalarını
kısıyor.
ZENGİNDEN
DAHA AZ VERGİ, DAHA FAZLA YATIRIM VE İSTİHDAM ANLAMINA GELMİYOR
Bazı kesimlerce savunulan, “zenginlerden daha fazla
yatırım yapmaları ve istihdam yaratmaları için daha az vergi alınması ya da hiç
alınmaması gerektiği” düşüncesinin temelsiz bir iddia olduğu bilimsel
araştırmalarla kanıtlandı.
Aslında böyle ideolojik dayatmalar zenginlerin işine
yarayan, gerçekte yeni yatırım ya da yeni istihdam yaratmayan, onların mevcut
servetlerini büyük ölçüde finans piyasalarında büyütmeye yarayan uygulamalara
hizmet ediyor.
Bunun en somut kanıtları ABD’ye ilişkin olarak yapılan
bir çalışmada mevcut.(6) 1970’li yıllarda ABD’de en zenginlerin Gelir Vergisi
oranı yüzde 70 ve Kurumlar Vergisi oranı yüzde 46, en zengin yüzde 1’in milli
gelirden aldığı pay ise yüzde 10’du. Bugün en zenginlerin Gelir Vergisi oranı
yüzde 39,6’ya ve Kurumlar Vergisi oranı yüzde 34’e kadar düştü. En zengin yüzde
1’in milli gelirden aldığı paysa yüzde 20’ye çıktı. Yani zenginlerin vergi
oranları düşürüldüğünde gelir bölüşümü daha da adaletsiz oldu.
ZENGİNLERİ
VERGİLENDİRMEK İÇİN SOMUT NEDENLER
Aşağıdaki gerekçelerle zenginlerin vergilendirilmesi
ya da daha ağır vergilendirilmesini talep edebiliriz.(7) Böylece (kapitalist
toplumlarda ilerici de olsa vergilemenin sınırlarının olduğunun bilincinde
olarak) vergileme içinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıları hafifletmek, halkın
refahını artırmak, sosyal adaletsizlikleri ve doğaya verilen zararı azaltmak mümkün
olabilir.
(i) Zenginler ödemedikleri
vergiden elde ettikleri serveti hükümete borç olarak veriyorlar. Elde ettikleri yüksek faiz gelirleriyle
servetlerini daha da büyütüyorlar. Böylece bizler bu borçları ve faizlerini
kendi vergilerimizden ödemek zorunda kalıyoruz.
(ii)
Zenginler vergi ödemeyerek büyüttükleri servetlerini daha da büyütebilmek için bu
serveti örneğin vadeli işlemler piyasalarında spekülatif finansal yatırım
araçlarına yatırıyorlar. Bu da petrol ve temel gıda (buğday gibi) gibi malların
fiyatlarının spekülatif bir biçimde artmasıyla sonuçlanıyor. Bunların fiyatı
artıp, ekonomiler daralırken, işsizlik, yoksulluk ve açlık artıyor.
(iii) Zenginler
servetlerini borsaya yatırdığında borsa yükseliyor. Borsadaki varlıkların çok büyük kısmı bu
zenginlere ait olduğundan zenginler daha da zenginleşiyor. Yani bir tür
“kumarhane kapitalizmi” altında servetler büyütülüyor.
(iv)
Büyük sermaye ve servet sahipleri, politik sürece (burjuva partilerine ve
politik aktörlere ve bürokratlara açıktan ya da örtülü yollarla para aktarmak
suretiyle) müdahale ediyorlar, sistemin kendileri lehinde işlemesini de böylece
güvence altına alıyorlar.
Kısaca, somut olarak zenginlerin daha fazla
zenginleşmesini sağlayan sosyal politikalar, ekonomi politikaları ve vergi-bütçe
politikaları toplumsal bir fayda sağlamadığı gibi, toplumun refahının
azalmasına, eşitsizliklerin ve yoksulluğun daha da artmasına neden oluyor.
ZENGİNLERİ
VERGİLENDİRMEK İÇİN TEORİK NEDENLER
Diğer yandan servetin vergilendirilmesi hem de
liberal, hem de Sol-Sosyalist bir perspektiften savunulabilir.
Örneğin 18-19. yüzyıllarda liberal faydacı felsefenin
kurucularından olan J. Bentham’a göre ekonomi politikaları uygulanırken önemli
olan toplumun faydasının maksimize edilmesiydi.
Bentham’a göre, kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde
geliri ya da serveti olanların bu servetlerinin kendilerine olan faydası çok
sınırlıdır. Bu yüzden de Bentham gelir ve servet fazlasının vergileme yoluyla
bu zenginlerden alınarak yoksullara dağıtılmasını savundu. Böylece bu yoksullar
kendilerine aktarılan bu geliri harcayarak refahlarını artıracaklar, bu da bir bütün olarak toplumun refahını
artıracaktı.(8)
Nitekim Bentham’dan yaklaşık yüz elli yıl sonra bir
başka liberal iktisatçı A. Pigou, Bentham’ın bu görüşlerini, “Gelirin Azalan Marjinal
Faydası Kanunu” ile birleştirerek zenginleştirdi. Zenginlerin giderek daha
yüksek oranda vergi ödemelerini sağlayarak gelir ya da servetin düşük
gelirlilerden yana olmak üzere yeniden bölüştürülebileceğini, böylece de gelir
bölüşümünde adaletin sağlanabileceğini ileri sürdü.
Buna göre eldeki gelir ya da servet arttıkça (kişinin
toplam faydası artsa da), gelirine ya da servetine son eklenen birimin faydası
giderek azalacağından, giderek artan oranda uygulanacak bir vergi söz konusu
kişinin refahını gerçekte azaltmayacak, yani zengin için gerçekte her hangi bir
kayıp söz konusu olmayacaktır. Bu yüzden de artan oranlı vergileme eşitsizlikleri
ve yoksulluğu azaltmakta en etkili araçtır.(9) Bu bakış açısı altında artan
oranlı olarak düzenlenen bir servet vergisi de benzer bir işlevi görecektir.
Böylece Sismondi, Marx ve Engels’ten (Komünist
Manifesto-1850) sonra Pigou tarihe “artan oranlı gelir vergisi” fikrini savunan
ve dahası onu daha da geliştiren önemli bir maliyeci olarak tarihe geçti.
Bu teori bir yandan artan servetin zengin için
sağladığı marjinal faydanın azaldığına dikkat çekerken, diğer yandan zengine
giden her ilave gelirin anlamsız bir israf olduğunu da ortaya koyuyor. Çünkü
zenginlere giden ilave servetler onlara dişe dokunur bir fayda sağlamıyor. Oysa aynı servet ya da gelir yoksullara
dağıtılsa onların hayatlarında olumlu gelişmelere yol açabilir. Üstelik
zenginler daha da zenginleştikçe bu anlamsız ve haksız durum daha da artıyor. Bu
yüzden de soruna yoksullar açısından bakıldığında ilave servetin azalan
getirisinden ziyade, artan israf ve rezalete odaklanmak gerekiyor.(10)
Nitekim yukarıdaki kurgusal örnekte olduğu gibi, ultra
lüks harcamalarda bulunmama rağmen Gates’in servetinin ancak yüzde 10’unu
harcayabildiğim gerçeği, servetin en azından geriye kalanının toplum ile
paylaşılması için (liberal bir bakış açısıyla dahi) haklı bir teorik gerekçe
oluşturmaya yetiyor.
SERVET:
KARŞILIĞI ÖDENMEMİŞ EMEĞİN ÜRÜNÜ
Sosyalist düşünce açısından durum daha net. Çünkü buna
göre servet işçilerin bugünkü ve geçmişte işçilerin ödenmemiş emekleri olan
artı değerlerinin bir birikimidir. Yani emek sömürüsünden kaynaklanır, onunla
büyütülür, bir tür emek hırsızlığıdır. Bu yüzden de meşru değildir.
Bu bakış açısından hareketle büyük servetlerin
vergilendirilmesi sosyalist hükümetlerin vergi politikalarının temel unsurunu
oluşturmalıdır. Hükümetler (kısa vadede) eşitsizlik ve adaletsizlikleri
azaltmak, halka dönük ve doğa dostu kamusal yatırım harcamalarını finanse etmek,
ekonomik sıkıntıları aşabilmek için servet vergisine başvurmalıdırlar.
Ayrıca, servetin, sahiplerine sosyal ve politik güç
sağladığı, böylece onların düzeninin pekiştirilip sürdürülmesine yaradığı
gerçeğinden hareketle, servet sahiplerinin ekonomik ve politik güçlerini kırmak
için de büyük servetler vergilendirilmelidir.
Son olarak, büyük çaptaki servet spekülatif finansal
yatırımların aracı olarak kullanılıyor, bu da finansal krizleri tetikliyor.
Ortaya çıkan krizler bütçe açığına neden olduğunda hükümetler bu açığı vergi
almadıkları bu servet sahiplerinden borçlanarak kapatıyorlar. Böylece servet
sahipleri devlete borç vererek servetlerini büyütüyorlar. Bunun önlenmesi için
de büyük servetler artan oranlı bir tarife ile ve yüksek oranlardan
vergilendirilmelidir.
DİP
NOTLAR:
(1) Luisa
Kroll and Kerry A. Dolan, “The Forbes 400: The Definitive Ranking Of The
Wealthiest Americans”, https://www.forbes.com/forbes-400
(2 October 2019).
(2) Opheli
Garcia Lawler, “The 'Forbes 400' list is basically class warfare”, https://www.mic.com/p/the-forbes-400-list-is-basically-class-warfare
(8 October 2019).
(4) “5
shocking facts about extreme global inequality and how to even it up”,
https://www.oxfam.org
(29 January 2019).
(5) Jayati
Ghosh, Understanding Global Inequality in the 21st Century, http://www.networkideas.org, (20 July
2019).
(6) Eduardo
Porter, “Tax Cuts, Sold as Fuel for Growth, Widen Gap Between Rich and Poor”, https://www.nytimes.com (3 October
2017).
(7) Richard
D. Wolff, “Why Taxing the Rich Makes Sense?”, http://mrzine.monthlyreview.org (2 March 2011).
(8) Richard
A. Musgrave and Peggy B. Musgrave, Public
Finance in Theory and Practice, McGraw-Hill Kogakuha Ltd., 1980, s. 93-95.
(9) A.
G. Pigou, A Study in Public Finance,
3rd edt, London Macmillan, 1951, part 2.
(10)
Jason Hickel, “How not to measure inequality”, https://mronline.org (23 May 2019).
Etiketler:
Bentham,
Engels,
Eşitsizlik,
Marx,
Pigou,
servet bölüşümü,
servet vergisi,
Sismondi,
Vergi politikaları,
Yeniden bölüşüm,
Yoksulluk
15 Ekim 2019 Salı
9 Ekim 2019 Çarşamba
MUTSUZLUĞUMUZ SÜRPRİZ DEĞİL
MUTSUZLUĞUMUZ SÜRPRİZ DEĞİL
Mustafa Durmuş
9 Ekim 2019
Cato Enstitüsü’nden S. Hank, birkaç gün
önce bu yılki “Sefalet Endeksi” ya da “Mutsuzluk Endeksi” olarak da dilimize
çevrilebilecek olan “Misery Index”i yayımladı (1).
Endekste yer alan ülke sayısı 95 ve
endeks toplam 4 ekonomik göstergeden oluşuyor: Enflasyon, banka faiz oranları,
işsizlik ve ekonomik büyüme oranı.
Yani bir ülkede işsizlik, enflasyon ve
faiz oranları arttıkça; bunun yanı sıra ekonomik büyüme hızı düştükçe o ülke
insanlarının mutsuzluğu artıyor (ya da mutluluğu azalıyor).
Endeksin başında yer alan ülkeler
dünyanın en mutsuz insanlarının yaşadığı, sonunda yer alan ülkelerse en az
mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler olarak
nitelendiriliyor.
EN MUTLU ÜLKELER: TAYLAND, MACARİSTAN, JAPONYA
Böylece 2018 verilerini esas alan bu
yılki endekse göre; dünyanın en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu)
insanlarının yaşadığı ülkeler sırasıyla: Tayland (1,7 puan ile son, 95.
sırada), Macaristan (2,6 puan ile 94. sırada), Japonya (3,3 puan ile 93.
sırada), Avusturya (3,2 puan ile 92.sırada) ve Çin (4,2 ile 91.sırada) yer
alıyor.
Endeks’e göre, Tayland ve Macaristan’da
yaşayanların göreli olarak daha az mutsuz olmasının (ya da mutlu olmalarının)
nedeni bu ülkelerdeki düşük işsizlik oranları. İlkinde işsizlik binde 4 ile
yüzde 1 arasında; ikincisinde ise yüzde 4’ün altında seyrediyor.
Böylece istihdamın iyi ücretli,
güvenceli- kalıcı ya sağlıklı olup olmadığına bakılmaksızın işsizliğin
azaltılmasının insanları mutlu ettiği ileri sürülüyor.
ENFLASYON VE İŞSİZLİK: EN FAZLA MUTSUZLUK NEDENİ
Listenin başında (yani dünyanın en
mutsuz ülkeleri olarak): Venezüella, (1,746,439 puan), Arjantin (75,7 puan),
İran (75,7), Brezilya (53,6) ve Türkiye (53,3) geliyor.
Bu ülkelerin hepsi ciddi ekonomik
sorunlarla uğraşıyor ama ilk üç ülkede mutsuzluğun asıl kaynağı enflasyon iken,
bu Brezilya ve Türkiye’de yüksek işsizlik olarak ortaya çıkıyor (elektrik,
doğal gaz ve ulaştırma alanında üst üste yapılan zamlara ve tartışmalı
enflasyon verilerine bakarak Türkiye’nin gerçekte daha üst sıralarda olması
gerektiği ileri sürülebilir).
Enflasyon, tüketim yapabilmek için
kullanılan kredilerin faizlerinin yüksekliği ve her şeyden önemlisi işsizliğin
yoksulluk ve açlıkla doğrudan ilişkili olduğu çok açık. Yoksul ve aç insanların
mutsuz olmaları kadar doğal bir durum söz konusu olamaz. Aksini ileri sürmek
yoksulları kandırmaya çalışmaktan öte bir şey olmaz.
SINIFLI TOPLUMDA HERKES MUTLU YA DA MUTSUZ OLAMAZ
Ancak endeksin bazı zayıf noktaları var.
İlk olarak, yabancılaşmanın had safhaya eriştiği, sınıflara bölünmüş,
ırk-kimlik, inanç ve cinsiyete göre ayırımcılığın hâkim olduğu, çoğulculuk
yerine tekçiliğin geçerli olduğu ülkelerde herkesin bir bütün olarak mutlu, ya
da mutsuz olması beklenemez.
Yani toplumun büyük bir kısmının mutsuz
olduğu bir ülkede, küçük bir azınlık son derece halinden memnun yaşıyor
olabilir ki bu da kapitalist toplumların temel gerçekliğini yansıtır.
SADECE EKONOMİK NEDENLER Mİ?
Asıl zayıf nokta ise mutluluğun ya da
mutsuzluğun sadece ekonomik nedenlerle ve göstergelerle sınırlı tutulması.
Böyle olunca da Macaristan ve Çin gibi
otoriter, insan haklarına saygı gösterilmeyen, en küçük hak arama eylemi ya da
gayretinin ağır bir devlet baskısıyla sonlandırıldığı, özgürlüklerin
kısıtlandığı ülkeler sırf ekonomik göstergeleri iyi olduğu için, göreli olarak
daha mutlu (ya da daha az mutsuz) ülkeler olarak nitelendiriliyor.
Bu bağlamda örneğin her iki ülke de
İsviçre, ya da İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka gibi Kuzey’in sosyal
refah olarak oldukça gelişmiş ülkelerinden daha iyi durumda gösterilebiliyor.
“DİLİM OLMAZSA EKMEĞİMİ ÇALANI NASIL TEŞHİR EDERİM?”
Oysa genel olarak özgürlüklerin
varlığının ve güvence altında olmasının insanların mutluluğu anlamında önemi
çok büyük. Bu nedenle de örneğin, ana dilini özgürce kullanamayan birine “işin
var, ekmeğin var, kendi dilini kullanmayı ne yapacaksın” diye sorulduğunda
şöyle bir yanıt alabilirsiniz: “Dilim olmazsa, ekmeğimi çalanı nasıl teşhir
ederim?”
Ya da haksız yere işinden atılmış bir
KHK’lı bu durumu özgürce teşhir edemiyor ve hakkını arayamıyorsa nasıl mutlu
olabilir?
Ayrıca endeksin temel bileşeni
konumundaki ekonomik büyüme oranı (ya da kişi başına düş(mey)en GSYH’nin
(kabaca milli gelir) yüksekliği ölçütü toplumun mutluluğunu göstermekten çok
uzak bir ölçüt.
GSYH ŞİDDET VE ZOR İÇERİYOR
Bu kavramın nasıl bir ortamda ortaya
atıldığına bakıldığında mesele daha iyi anlaşılabilir. GSYH’nin keşfi çok eski
değil. 1930’larda Kuznets ve Keynes tarafından, Büyük Depresyon’a karşı
uygulanacak politikalarda kullanılmak üzere bir makroekonomik büyüklük bulma
çabası içinde ortaya atıldı. Para ile ölçülebilen her türden mal ve hizmet bu
kavrama dâhil edildi.
Bu konuda bu ikili arasında görüş
farklılığı vardı. Örneğin Kuznets’e göre, toplumun iyi olma halinin bir
göstergesi olacaksa, reklam harcamaları (ya da gelirleri) ve güvenlik
harcamaları gibi harcamalar GSYH içine dâhil edilmemeliydi. Çünkü bu tür mal ya
da hizmetlerin üretimleri arttığında hükümetler bunu bir ekonomik başarı ölçüsü
olarak topluma sunabilirlerdi (2). (Bilindiği gibi bugün Türkiye’de devlet
öncülüğündeki askeri-güvenlik sanayi yatırım harcamaları ekonomik büyüme içinde
yer alıyor).
Kısaca GSYH ölçütü bir bunalım ve savaş
dönemi ölçütü. Dolayısıyla da dönemin ekonomik ve politik koşullarını yansıtan
ve savaş-militarizm gibi kavramları içeren bir ölçüt.
GSYH “HER TÜRLÜ ZARARLI FAALİYETİN ALTINA SÜPÜRÜLDÜĞÜ BİR HALI” GİBİ…
Bir faaliyetin faydalı olup olmadığına
bakmaksızın parasal değerle ifade edilen (parasallaştırılan) her şeyi ölçmeyi
amaçlıyor. Kaz Dağları örneğinde olduğu gibi, ağaçlar kesilip kereste olarak
satıldığında, dağın altındaki madenler çıkartılıp satıldığında GSYH artıyor.
Ama ağaçların yok edilmesinin neden olduğu iklimsel etkilerin ya da altın
çıkartmada kullanılan siyanürün suya verdiği insani ve diğer canlı türleriyle
ilgili zarar ya da tarımsal üretim kayıpları bu hesaba katılmıyor.
Ya da ülkede olduğu gibi haftada 50
saatin üstünde çalışıldığında ya da emeklilik yaşı uzatıldığında GSYH artıyor
ama bu çok fazla çalışmanın neden olduğu sağlık tahribatları ve hastalıkların
yol açtığı zararlar ölçüme dâhil edilmiyor.
BARIŞ FAYDALI DEĞİL Mİ?
Keza, barışın savunulması için
sürdürülen çabalar, evde çocuk yetiştirilmesi, yaşlılara ve hastalara
bakılması, ev işleri, kendi gıdasının üretimi gibi faydalı işler piyasaya çıkıp
parasallaşmadığı için GSYH içine, dolayısıyla da mutluluk ya da iyi olma haline
dâhil edilmiyor.
Kısaca ekonomiler küçüldükçe (işsizlik
artıp -gelirler azalıp yoksulluk artacağı için) emekçilerin mutsuzluğunun
artması kesin olsa da, tersi kesin değil. Yani daha yüksek büyüme beraberinde
her zaman daha yüksek mutluluk getirmiyor.
Çünkü hem nitelikli istihdam yaratmıyor,
hem ortaya çıkan nema eşit/adil dağılmıyor, hem de doğa ve emek daha çok tahrip
ediliyor. Böylece insanlar daha fazla mutsuz olabiliyor.
MUTLULUK İÇİN İŞ – EKMEK - ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ GEREKLİ
O halde insanın gelişimini ve
mutluluğunu son derece tartışmalı bir kavram olan GSYH büyümesine indirgememek
gerekiyor.
Aksine bir toplumun “iyi olma halini”;
güçlü demokratik hak ve özgürlüklerin (çoğulcu ve katılımcı demokrasi) varlığı,
kendi kimliğine uygun özgürce yaşam, eşit yurttaşlık hakkı, toplumsal cinsiyet
eşitliği, doğaya saygılı olma, nitelikli, herkesin ücretsiz erişimine açık
kamusal eğitim, sağlık hizmetlerinin varlığı ve sağlıklı-uzun ömür gibi temel
göstergelerle ilişkilendirmek daha doğru olur.
Örnek olarak, genelde Avrupa ülkeleri bu
göstergeler açısından daha iyi durumda. Çünkü kişi başı GSYH’si ABD’den yüzde
40 düşük olsa da, gezegene bu ülkeden yüzde 60 daha az karbon dioksit
gönderiyorlar. ABD’de mutluluk düzeyinin şu ana kadar görülmüş olan en yüksek
olduğu yıllar olan 1950’li yıllarda kişi başı gelir sadece 15,000 dolardı (2010
fiyatlarıyla). Sonraki dönemlerde ise gelirin neredeyse 4 katına çıkmasına
rağmen mutluluk düzeyi artmadı. Keza bugün gelişkin ekonomiye sahip ABD’de kişi
başı gelir 53,000 dolar ve ortalama yaşam süresi 79 yıl. Buna karşılık
azgelişmiş bir ekonomiye sahip Kosta Rika’da kişi başı gelir 10,000 dolar ama
ortalama yaşam süresi ABD’den daha uzun (3).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca,
tek başına kişi başı gelirin yüksekliği insanları daha uzun yaşatmaya ya da
mutlu etmeye yetmiyor.
Özcesi, mutluluğumuzu (ya da
mutsuzluğumuzu) daha yüksek gelir, üretim ya da tüketim kadar (belki de ondan
daha önemli olarak), adalet, eşitlik, özgürlük, barış, çoğulculuk ve güçlü
kamusal-toplumsal güvenceler belirliyor.
DİP NOTLAR:
(1) https://www.visualcapitalist.com/the-most-miserable-countri… (4 October
2019).
(2) Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 282-286.
(3) Agk., s. 291-293.
(2) Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 282-286.
(3) Agk., s. 291-293.
Cato
Enstitüsü’nden Steve Hank, birkaç gün önce bu yılki “Sefalet Endeksi” ya da “Mutsuzluk Endeksi”
olarak da dilimize çevrilebilecek olan “Misery Index”i yayımladı (1).
Endekste
yer alan ülke sayısı 95 ve endeks toplam 4 ekonomik göstergeden oluşuyor:
Enflasyon, banka faiz oranları, işsizlik ve ekonomik büyüme oranı.
Yani
bir ülkede işsizlik, enflasyon ve faiz oranları arttıkça; bunun yanı sıra
ekonomik büyüme hızı düştükçe o ülke insanlarının mutsuzluğu artıyor (ya da
mutluluğu azalıyor).
Endeksin
başında yer alan ülkeler dünyanın en mutsuz insanlarının yaşadığı, sonunda yer
alan ülkelerse en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler olarak
nitelendiriliyor.
EN MUTLU ÜLKELER:
TAYLAND, MACARİSTAN, JAPONYA !….
Böylece
2018 verilerini esas alan bu yılki endekse göre; dünyanın en az mutsuz (ya da
göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler sırasıyla: Tayland (1,7 puan
ile son, 95. sırada), Macaristan (2,6
puan ile 94. sırada), Japonya (3,3 puan ile 93. sırada), Avusturya (3,2 puan
ile 92.sırada) ve Çin (4,2 ile 91.sırada) yer alıyor.
Endeks’e
göre, Tayland ve Macaristan’da yaşayanların göreli olarak daha az mutsuz
olmasının (ya da mutlu olmalarının) nedeni bu ülkelerdeki düşük işsizlik
oranları. İlkinde işsizlik binde 4 ile yüzde 1 arasında; ikincisinde ise yüzde
4’ün altında seyrediyor.
Böylece
istihdamın iyi ücretli, güvenceli- kalıcı ya sağlıklı olup olmadığına bakılmaksızın
işsizliğin azaltılmasının insanları mutlu ettiği ileri sürülüyor.
ENFLASYON VE
İŞSİZLİK: EN FAZLA MUTSUZLUK NEDENİ
Listenin
başında (yani dünyanın en mutsuz ülkeleri olarak): Venezüella, (1,746,439 puan), Arjantin (75,7 puan), İran
(75,7), Brezilya (53,6) ve Türkiye (53,3) geliyor.
Bu
ülkelerin hepsi ciddi ekonomik sorunlarla uğraşıyor ama ilk üç ülkede
mutsuzluğun asıl kaynağı enflasyon iken, bu Brezilya ve Türkiye’de yüksek
işsizlik olarak ortaya çıkıyor (elektrik, doğal gaz ve ulaştırma alanında üst
üste yapılan zamlara ve tartışmalı enflasyon verilerine bakarak Türkiye’nin gerçekte
daha üst sıralarda olması gerektiği ileri sürülebilir).
Enflasyon, tüketim yapabilmek için kullanılan kredilerin
faizlerinin yüksekliği ve her şeyden önemlisi işsizliğin yoksulluk ve açlıkla
doğrudan ilişkili olduğu çok açık. Yoksul ve aç insanların mutsuz olmaları
kadar doğal bir durum söz konusu olamaz. Aksini ileri sürmek yoksulları
kandırmaya çalışmaktan öte bir şey olmaz.
SINIFLI TOPLUMDA
HERKES MUTLU YA DA MUTSUZ OLAMAZ
Ancak
endeksin bazı zayıf noktaları var. İlk olarak, yabancılaşmanın had safhaya
eriştiği, sınıflara bölünmüş, ırk-kimlik, inanç ve cinsiyete göre ayırımcılığın
hâkim olduğu, çoğulculuk yerine tekçiliğin geçerli olduğu ülkelerde herkesin
bir bütün olarak mutlu, ya da mutsuz olması beklenemez.
Yani
toplumun büyük bir kısmının mutsuz olduğu bir ülkede, küçük bir azınlık son
derece halinden memnun yaşıyor olabilir ki bu da kapitalist toplumların temel
gerçekliğini yansıtır.
SADECE EKONOMİK
NEDENLER Mİ?
Asıl
zayıf nokta ise mutluluğun ya da mutsuzluğun sadece ekonomik nedenlerle ve göstergelerle
sınırlı tutulması.
Böyle
olunca da Macaristan ve Çin gibi otoriter, insan haklarına saygı gösterilmeyen,
en küçük hak arama eylemi ya da gayretinin ağır bir devlet baskısıyla
sonlandırıldığı, özgürlüklerin kısıtlandığı ülkeler sırf ekonomik göstergeleri
iyi olduğu için, göreli olarak daha mutlu (ya da daha az mutsuz) ülkeler olarak
nitelendiriliyor.
Bu
bağlamda örneğin her iki ülke de İsviçre, ya da İsveç, Norveç, Finlandiya ve
Danimarka gibi Kuzey’in sosyal refah olarak oldukça gelişmiş ülkelerinden daha iyi
durumda gösterilebiliyor.
“DİLİM OLMAZSA
EKMEĞİMİ ÇALANI NASIL TEŞHİR EDERİM?”
Oysa
genel olarak özgürlüklerin varlığının ve güvence altında olmasının insanların mutluluğu
anlamında önemi çok büyük. Bu nedenle de örneğin, ana dilini özgürce
kullanamayan birine “işin var, ekmeğin var, kendi dilini kullanmayı ne
yapacaksın” diye sorulduğunda şöyle bir yanıt alabilirsiniz: “Dilim olmazsa, ekmeğimi
çalanı nasıl teşhir ederim?”
Ya
da haksız yere işinden atılmış bir KHK’lı bu durumu özgürce teşhir edemiyor ve
hakkını arayamıyorsa nasıl mutlu olabilir?
Ayrıca
endeksin temel bileşeni konumundaki ekonomik büyüme oranı (ya da kişi başına
düş(mey)en GSYH’nin (kabaca milli gelir) yüksekliği ölçütü toplumun mutluluğunu
göstermekten çok uzak bir ölçüt.
GSYH ŞİDDET VE ZOR
İÇERİYOR
Bu
kavramın nasıl bir ortamda ortaya atıldığına bakıldığında mesele daha iyi
anlaşılabilir. GSYH’nin keşfi çok eski değil. 1930’larda Kuznets ve Keynes tarafından,
Büyük Depresyon’a karşı uygulanacak politikalarda kullanılmak üzere bir
makroekonomik büyüklük bulma çabası içinde ortaya atıldı. Para ile ölçülebilen her türden mal ve hizmet
bu kavrama dâhil edildi.
Bu
konuda bu ikili arasında görüş farklılığı vardı. Örneğin Kuznets’e göre,
toplumun iyi olma halinin bir göstergesi olacaksa, reklam harcamaları (ya da
gelirleri) ve güvenlik harcamaları gibi harcamalar GSYH içine dâhil
edilmemeliydi. Çünkü bu tür mal ya da
hizmetlerin üretimleri arttığında hükümetler bunu bir ekonomik başarı ölçüsü
olarak topluma sunabilirlerdi (2). (Bilindiği gibi bugün Türkiye’de devlet
öncülüğündeki askeri-güvenlik sanayi yatırım harcamaları ekonomik büyüme içinde
yer alıyor).
Kısaca
GSYH ölçütü bir bunalım ve savaş dönemi ölçütü. Dolayısıyla da dönemin ekonomik
ve politik koşullarını yansıtan ve savaş-militarizm gibi kavramları içeren bir
ölçüt.
GSYH “HER TÜRLÜ
ZARARLI FAALİYET ALTINA SÜPÜRÜLDÜĞÜ BİR HALI” GİBİ…
Bir
faaliyetin faydalı olup olmadığına bakmaksızın parasal değerle ifade edilen
(parasallaştırılan) her şeyi ölçmeyi amaçlıyor.
Kaz Dağları örneğinde olduğu gibi, ağaçlar kesilip kereste olarak
satıldığında, dağın altındaki madenler çıkartılıp satıldığında GSYH artıyor.
Ama ağaçların yok edilmesinin neden olduğu iklimsel etkilerin ya da altın
çıkartmada kullanılan siyanürün suya verdiği insani ve diğer canlı türleriyle
ilgili zarar ya da tarımsal üretim kayıpları bu hesaba katılmıyor.
Ya
da ülkede olduğu gibi haftada 50 saatin üstünde çalışıldığında ya da emeklilik
yaşı uzatıldığında GSYH artıyor ama bu çok fazla çalışmanın neden olduğu sağlık
tahribatları ve hastalıkların yol açtığı zararlar ölçüme dâhil edilmiyor.
BARIŞ FAYDALI DEĞİL
Mİ?
Keza,
barışın savunulması için sürdürülen çabalar, evde çocuk yetiştirilmesi, yaşlılara ve hastalara bakılması, ev işleri,
kendi gıdasının üretimi gibi faydalı işler piyasaya çıkıp parasallaşmadığı için
GSYH içine, dolayısıyla da mutluluk ya da iyi olma haline dâhil edilmiyor.
Kısaca
ekonomiler küçüldükçe (işsizlik artıp -gelirler azalıp yoksulluk artacağı için)
emekçilerin mutsuzluğunun artması kesin olsa da, tersi kesin değil. Yani daha yüksek büyüme beraberinde
her zaman daha yüksek mutluluk getirmiyor.
Çünkü
hem nitelikli istihdam yaratmıyor, hem ortaya çıkan nema eşit/adil dağılmıyor,
hem de doğa ve emek daha çok tahrip ediliyor.
Böylece insanlar daha fazla mutsuz olabiliyor.
MUTLULUK İÇİN İŞ –
EKMEK - ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ GEREKLİ
O halde insanın gelişimini ve mutluluğunu son derece
tartışmalı bir kavram olan GSYH büyümesine indirgememek gerekiyor.
Aksine bir toplumun “iyi olma halini”; güçlü demokratik hak ve özgürlüklerin
(çoğulcu ve katılımcı demokrasi) varlığı, kendi kimliğine uygun özgürce yaşam, eşit yurttaşlık hakkı, toplumsal cinsiyet
eşitliği, doğaya saygılı olma, nitelikli, herkesin ücretsiz erişimine açık
kamusal eğitim, sağlık hizmetlerinin varlığı ve sağlıklı-uzun ömür gibi temel göstergelerle
ilişkilendirmek daha doğru olur.
Örnek olarak, genelde Avrupa ülkeleri bu göstergeler
açısından daha iyi durumda. Çünkü kişi başı GSYH’si ABD’den yüzde 40 düşük olsa
da, gezegene bu ülkeden yüzde 60 daha az karbon dioksit gönderiyorlar. ABD’de mutluluk düzeyinin şu ana kadar
görülmüş olan en yüksek olduğu yıllar olan 1950’li yıllarda kişi başı gelir
sadece 15,000 dolardı (2010 fiyatlarıyla).
Sonraki dönemlerde ise gelirin neredeyse 4 katına çıkmasına rağmen
mutluluk düzeyi artmadı. Keza bugün gelişkin ekonomiye sahip ABD’de kişi başı
gelir 53,000 dolar ve ortalama yaşam süresi 79 yıl. Buna karşılık azgelişmiş
bir ekonomiye sahip Kosta Rika’da kişi başı gelir 10,000 dolar ama ortalama
yaşam süresi ABD’den daha uzun (3).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca, tek başına kişi
başı gelirin yüksekliği insanları daha uzun yaşatmaya ya da mutlu etmeye yetmiyor.
Yani mutluluğumuzu (ya da mutsuzluğumuzu) daha yüksek
gelir, üretim ya da tüketim kadar (belki de ondan daha önemli olarak), adalet, eşitlik,
özgürlük, barış, çoğulculuk ve güçlü
kamusal-toplumsal güvenceler belirliyor
DİP
NOTLAR:
(1) https://www.visualcapitalist.com/the-most-miserable-countries-in-the-world
(4 October 2019).
(2) Jason
Hickel, The Divide, A Brief Guide to
Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 282-286.
(3) Agk.,
s. 291-293.
1 Ekim 2019 Salı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)