17 Ekim 2019 Perşembe

90 MİLYAR DOLARI NASIL HARCARDINIZ?


90 MİLYAR DOLARI NASIL HARCARDINIZ?

Mustafa Durmuş

17 Ekim 2019

“Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış” derler ya, dünyanın en zenginlerinin serveti de benim aklımı yordu.

Forbes 400’den bu yılki ABD’nin 400 en zenginine ait servet bilgilerini inceledim ve bunlardan ikinci sıradaki Bill Gates’in yerine (bir sitedeki uygulama aracılığıyla) onun servetini harcamaya çalıştım. Ama bu servetin ancak onda birini harcayabildim.

Sözü edilen en zengin 400 Amerikalının toplam serveti 2,9 trilyon ABD dolarını buluyor.  Geçen yıla göre servetlerini yüzde 2,2 oranında artırmışlar.(1) Bu para dünyada 10 yıl boyunca açlığı yok etmeye yeterli bir para. Eşit dağıtılsa dünyada herkese 34,400 dolar düşüyor.(2)

En tepedeki 55 yaşındaki Bezos’un 114 milyar dolarlık servetinin kaynağı sahibi bulunduğu ünlü Amazon şirketi. Bezos şirketlerinde sendikasız, güvencesiz, kolayca işten çıkartılabilen ve çok düşük ücretli on binlerce işçi çalıştırıyor. Yani rant gelirlerinin yanı sıra çok kötü çalışma koşullarında gerçekleşen emek sömürüsü Bezos’un servetinin asıl kaynağını oluşturuyor.

Kendimi yerine koyduğum ultra zengin ikinci sıradaki 64 yaşındaki Bill Gates. Servetini asıl olarak yazılım gibi entelektüel mülkiyetten elde edilen rant gelirlerinden sağlıyor. Gates’in 90 milyar dolarlık servetini sözünü ettiğim sitedeki uygulama aracılığıyla harcamaya çalıştım. (3)

Bu servet ile lüks yiyecekler, içecekler, kitaplar, spor malzemeleri, irili ufaklı elektronik cihazlar, lüks çantalar, Rolex saatler, elmas yüzükler, kilolarca altın satın almanın dışında, yatırım yaptım ve hayırseverliğim tuttu bağış da yaptım. Ayrıca bazıları ultra lüks sayılabilecek şu harcamalarım da oldu:

1 kamyonet, 2 jet ski, 2 büyük traktör, 2 sürat motoru, 2 helikopter, 5’er adet Tesla, Ferrari ve Lamborghini marka süper otomobil, 1 itfaiye aracı, 5 bahçeli ev, 3 bar restoran, 2 pizza dükkânı, 3 bar altın, 3 lüks yazlık, 3 yat, 3 gökdelen, 2 konak, 3 roket, 3 yolcu uçağı, 1 Mona Lisa tablosu, 3 yolcu gemisi, 1 NBA, 1 MLB ve 1 NFL basket kulübü satın aldım.

Ancak serveti tüketemediğim. Geriye harcayamadığım 79,5 milyar dolar kaldı. Yani Gates’in servetinin sadece yüzde 10’unu harcayabildim. Belki “elin sıkıymış” diye eleştirileceğim ama gerçekten de 90 milyar doları harcamak çok zormuş.

ZENGİN DOSTU VERGİ POLİTİKALARI SERVET ZENGİNLİĞİNİN BİR NEDENİ

Servetin kendi gerçek, harcaması kurgusal olan bu deneyimden çıkartacağımız bazı önemli sonuçlar ve dersler olmalı. Ancak öncelikle dünyada böyle bir servet temerküzünün nasıl oluştuğunu kısaca anlatmakta yarar var. Hatırlatalım dünyanın 26 en zengininin serveti 3,8 milyar insanın toplam servetine eşit.(4)

Kapitalizmin (ortaya çıkışından bu yana) eşitsizliklere neden olduğu ve bunu sürekli olarak büyüttüğü artık bir sır değil. 1980’lerden itibaren ortaya çıkan neo-liberal dönemin bir sonucu olarak gelir ve servet; sadece serbest piyasalardaki emek-sermaye ilişkilerinin (emekçi sınıfların örgütsüzleştirilip güçsüz bırakılmasının) değil, kapitalist devletlerin sermaye sınıfı lehine uyguladığı ekonomi politikaların da ürünü olarak bu sınıfa mensup zenginlerin elinde daha da birikti.

Bu birikime hizmet eden en somut politikalarsa, verginin yükünü emekçilerin üzerine yıkan, sermayedarlardan giderek daha az vergi alınmasını sağlayan emek karşıtı vergi politikaları oldu. Bunun sonucunda zengin ve yoksul arasındaki uçurum daha da büyüdü.

Bir başka anlatımla, gelir ve servet eşitsizliği artışı birinci bölüşüm ve ikinci bölüşüm düzeylerinde olmak üzere iki düzeyde gerçekleşiyor:

Birinci bölüşümde eşitsizliklerdeki artış günümüzde çok önemi boyutlara erişti. Çünkü seçkinlerin sahip olduğu ve kendilerine düzenli gelir sağlayan yeni tür servet gelirleri ortaya çıktı. Bunlar belli ellerde toplanıyor. Bunların içinde entelektüel mülkiyet var (bilginin kontrolünden elde edilen rantiye gelir). Yanı sıra doğası gereği sosyal ya da kamusal birçok müştereğin özelleştirilmesinden elde edilen gelirler var (emek geliri dışında doğrudan doğa ve bilgi üzerinden elde edilen rantlar). Sermayenin giderek artan pazarlık gücü ve emek karşıtı serbestleştirme (de-regülasyon) politikaları birinci bölüşümü servet sahipleri lehine etkiliyor. İkinci bölüşüm ise emek karşıtı, sermaye yanlısı vergileme, sübvansiyon ve transferler sonrası ortaya çıkan bölüşüm anlamına geliyor.(5) Son 20-30 yıldır devlet bütçeleri sermaye sahipleri ve servet zenginlerinin lehine böyle bir yeniden-ikinci  bölüşümün aracı olarak kullanılıyorlar.

Örnek olarak, Türkiye’de neo-liberalizmin uygulanmaya başladığı 1980’li yıllardan itibaren sermayedarlar hem mutlak,  hem de nispi vergi yükü anlamında orta sınıf ve yoksullara kıyasla yükümlülüklerini hızla azalttılar. Öyle ki eğer bugünün süper zenginleri 40 -50 yıl öncesindeki gibi vergilendirilselerdi ortaya çok daha az bir bütçe açığı çıkardı. Üstelik bu zenginlerin göreli olarak daha yüksek oranda vergilendirildiği o yıllarda elde edilen ekonomik büyüme bugünlere göre çok daha yüksek ve işsizlik oranı çok daha düşüktü.

Kısaca bugünün süper zenginlerinin mevcut servetlerinin önemli bir kaynağı çok ödemeleri gereken verginin çok altında vergi ödemeleri. 1980’lerden itibaren ödedikleri vergilerin oranı azaldıkça bu kesimlerin milli gelirden aldıkları pay da hızla arttı.

SERVETİN BELLİ ELLERDE BİRİKMESİ NEDEN SAKINCALI?

Bu belirlemenin ardından şu değerlendirmeleri yapıp, emekten, halktan yana belli önermelerde bulunabiliriz:

Öncelikle, servet, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda yöneten sınıfların yönetilenler üzerindeki hegemonyasının en önemli araçlarından birini oluşturuyor.  Öyle ki yüksek düzeyde serveti olanlar sadece ekonomik ve sosyal alanda yoksullarla arayı açmıyorlar, politik alanda da yasaları, kuralları ve düzenlemeleri belirliyorlar. Yani servet zenginleri, devleti kendi varlıklarını ve güçlerini pekiştirmede araç olarak kullanıyorlar.

BÜYÜK SERVET SAHİPLERİ DOĞAYA ZARAR VERİYOR

İkinci olarak, büyük servetlerin sahipleri sadece bu servetlerini oluşturan sektörlerde yaptığı üretim faaliyetleriyle (petrol, otomotiv gibi)  değil, aynı zamanda bu servetlerini harcarken de doğa tahribatına neden oluyorlar. Örneğin özel jetler, yatlar, lüks otomobiller kullanıyorlar ve fosil yakıtla ısıtılan malikânelerde yaşıyorlar, Bu da karbon dioksit emisyonunu artırarak iklim değişikliğine neden oluyor.

Üçüncü olarak, zenginlerin vergi ödeme gücü çok daha fazla olsa da, onlardan vergi vermeleri biçiminde katkıda bulunmaları talep edilmiyor. Böyle olunca da örneğin askeri harcamalar ve sermayeye dönük kurtarma harcamaları yüzünden giderek artan bütçe açığını kapatmak durumunda kalan bir hükümet (bu kesimlerin vergilerini artırmak ya da bir servet vergisi almak yerine), halkın ödediği KDV, ÖTV gibi vergilere yükleniyor. Bir yandan da elektrik, doğal gaz ve ulaştırma gibi temel hizmetlere sık sık zam yaparken,  halka dönük kamusal hizmet harcamalarını kısıyor.

ZENGİNDEN DAHA AZ VERGİ, DAHA FAZLA YATIRIM VE İSTİHDAM ANLAMINA GELMİYOR 

Bazı kesimlerce savunulan, “zenginlerden daha fazla yatırım yapmaları ve istihdam yaratmaları için daha az vergi alınması ya da hiç alınmaması gerektiği” düşüncesinin temelsiz bir iddia olduğu bilimsel araştırmalarla kanıtlandı.

Aslında böyle ideolojik dayatmalar zenginlerin işine yarayan, gerçekte yeni yatırım ya da yeni istihdam yaratmayan, onların mevcut servetlerini büyük ölçüde finans piyasalarında büyütmeye yarayan uygulamalara hizmet ediyor.

Bunun en somut kanıtları ABD’ye ilişkin olarak yapılan bir çalışmada mevcut.(6) 1970’li yıllarda ABD’de en zenginlerin Gelir Vergisi oranı yüzde 70 ve Kurumlar Vergisi oranı yüzde 46, en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay ise yüzde 10’du. Bugün en zenginlerin Gelir Vergisi oranı yüzde 39,6’ya ve Kurumlar Vergisi oranı yüzde 34’e kadar düştü. En zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı paysa yüzde 20’ye çıktı. Yani zenginlerin vergi oranları düşürüldüğünde gelir bölüşümü daha da adaletsiz oldu.

ZENGİNLERİ VERGİLENDİRMEK İÇİN SOMUT NEDENLER

Aşağıdaki gerekçelerle zenginlerin vergilendirilmesi ya da daha ağır vergilendirilmesini talep edebiliriz.(7) Böylece (kapitalist toplumlarda ilerici de olsa vergilemenin sınırlarının olduğunun bilincinde olarak) vergileme içinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıları hafifletmek, halkın refahını artırmak, sosyal adaletsizlikleri ve doğaya verilen zararı azaltmak mümkün olabilir.

 (i) Zenginler ödemedikleri vergiden elde ettikleri serveti hükümete borç olarak veriyorlar.  Elde ettikleri yüksek faiz gelirleriyle servetlerini daha da büyütüyorlar. Böylece bizler bu borçları ve faizlerini kendi vergilerimizden ödemek zorunda kalıyoruz.

(ii) Zenginler vergi ödemeyerek büyüttükleri servetlerini daha da büyütebilmek için bu serveti örneğin vadeli işlemler piyasalarında spekülatif finansal yatırım araçlarına yatırıyorlar. Bu da petrol ve temel gıda (buğday gibi) gibi malların fiyatlarının spekülatif bir biçimde artmasıyla sonuçlanıyor. Bunların fiyatı artıp, ekonomiler daralırken, işsizlik, yoksulluk ve açlık artıyor.

(iii) Zenginler servetlerini borsaya yatırdığında borsa yükseliyor.  Borsadaki varlıkların çok büyük kısmı bu zenginlere ait olduğundan zenginler daha da zenginleşiyor. Yani bir tür “kumarhane kapitalizmi” altında servetler büyütülüyor.

(iv) Büyük sermaye ve servet sahipleri, politik sürece (burjuva partilerine ve politik aktörlere ve bürokratlara açıktan ya da örtülü yollarla para aktarmak suretiyle) müdahale ediyorlar, sistemin kendileri lehinde işlemesini de böylece güvence altına alıyorlar.

Kısaca, somut olarak zenginlerin daha fazla zenginleşmesini sağlayan sosyal politikalar, ekonomi politikaları ve vergi-bütçe politikaları toplumsal bir fayda sağlamadığı gibi, toplumun refahının azalmasına, eşitsizliklerin ve yoksulluğun daha da artmasına neden oluyor.

ZENGİNLERİ VERGİLENDİRMEK İÇİN TEORİK NEDENLER

Diğer yandan servetin vergilendirilmesi hem de liberal, hem de Sol-Sosyalist bir perspektiften savunulabilir.

Örneğin 18-19. yüzyıllarda liberal faydacı felsefenin kurucularından olan J. Bentham’a göre ekonomi politikaları uygulanırken önemli olan toplumun faydasının maksimize edilmesiydi.

Bentham’a göre, kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde geliri ya da serveti olanların bu servetlerinin kendilerine olan faydası çok sınırlıdır. Bu yüzden de Bentham gelir ve servet fazlasının vergileme yoluyla bu zenginlerden alınarak yoksullara dağıtılmasını savundu. Böylece bu yoksullar kendilerine aktarılan bu geliri harcayarak refahlarını artıracaklar,  bu da bir bütün olarak toplumun refahını artıracaktı.(8)

Nitekim Bentham’dan yaklaşık yüz elli yıl sonra bir başka liberal iktisatçı A. Pigou, Bentham’ın bu görüşlerini, “Gelirin Azalan Marjinal Faydası Kanunu” ile birleştirerek zenginleştirdi. Zenginlerin giderek daha yüksek oranda vergi ödemelerini sağlayarak gelir ya da servetin düşük gelirlilerden yana olmak üzere yeniden bölüştürülebileceğini, böylece de gelir bölüşümünde adaletin sağlanabileceğini ileri sürdü.

Buna göre eldeki gelir ya da servet arttıkça (kişinin toplam faydası artsa da), gelirine ya da servetine son eklenen birimin faydası giderek azalacağından, giderek artan oranda uygulanacak bir vergi söz konusu kişinin refahını gerçekte azaltmayacak, yani zengin için gerçekte her hangi bir kayıp söz konusu olmayacaktır. Bu yüzden de artan oranlı vergileme eşitsizlikleri ve yoksulluğu azaltmakta en etkili araçtır.(9) Bu bakış açısı altında artan oranlı olarak düzenlenen bir servet vergisi de benzer bir işlevi görecektir.

Böylece Sismondi, Marx ve Engels’ten (Komünist Manifesto-1850) sonra Pigou tarihe “artan oranlı gelir vergisi” fikrini savunan ve dahası onu daha da geliştiren önemli bir maliyeci olarak tarihe geçti.

Bu teori bir yandan artan servetin zengin için sağladığı marjinal faydanın azaldığına dikkat çekerken, diğer yandan zengine giden her ilave gelirin anlamsız bir israf olduğunu da ortaya koyuyor. Çünkü zenginlere giden ilave servetler onlara dişe dokunur bir fayda sağlamıyor.  Oysa aynı servet ya da gelir yoksullara dağıtılsa onların hayatlarında olumlu gelişmelere yol açabilir. Üstelik zenginler daha da zenginleştikçe bu anlamsız ve haksız durum daha da artıyor. Bu yüzden de soruna yoksullar açısından bakıldığında ilave servetin azalan getirisinden ziyade, artan israf ve rezalete odaklanmak gerekiyor.(10)

Nitekim yukarıdaki kurgusal örnekte olduğu gibi, ultra lüks harcamalarda bulunmama rağmen Gates’in servetinin ancak yüzde 10’unu harcayabildiğim gerçeği, servetin en azından geriye kalanının toplum ile paylaşılması için (liberal bir bakış açısıyla dahi) haklı bir teorik gerekçe oluşturmaya yetiyor.

SERVET: KARŞILIĞI ÖDENMEMİŞ EMEĞİN ÜRÜNÜ

Sosyalist düşünce açısından durum daha net. Çünkü buna göre servet işçilerin bugünkü ve geçmişte işçilerin ödenmemiş emekleri olan artı değerlerinin bir birikimidir. Yani emek sömürüsünden kaynaklanır, onunla büyütülür, bir tür emek hırsızlığıdır. Bu yüzden de meşru değildir.

Bu bakış açısından hareketle büyük servetlerin vergilendirilmesi sosyalist hükümetlerin vergi politikalarının temel unsurunu oluşturmalıdır. Hükümetler (kısa vadede) eşitsizlik ve adaletsizlikleri azaltmak, halka dönük ve doğa dostu kamusal yatırım harcamalarını finanse etmek, ekonomik sıkıntıları aşabilmek için servet vergisine başvurmalıdırlar.

Ayrıca, servetin, sahiplerine sosyal ve politik güç sağladığı, böylece onların düzeninin pekiştirilip sürdürülmesine yaradığı gerçeğinden hareketle, servet sahiplerinin ekonomik ve politik güçlerini kırmak için de büyük servetler vergilendirilmelidir.
Son olarak, büyük çaptaki servet spekülatif finansal yatırımların aracı olarak kullanılıyor, bu da finansal krizleri tetikliyor. Ortaya çıkan krizler bütçe açığına neden olduğunda hükümetler bu açığı vergi almadıkları bu servet sahiplerinden borçlanarak kapatıyorlar. Böylece servet sahipleri devlete borç vererek servetlerini büyütüyorlar. Bunun önlenmesi için de büyük servetler artan oranlı bir tarife ile ve yüksek oranlardan vergilendirilmelidir.

DİP NOTLAR:

(1)  Luisa Kroll and Kerry A. Dolan, “The Forbes 400: The Definitive Ranking Of The Wealthiest Americans”, https://www.forbes.com/forbes-400 (2 October 2019).
(2)  Opheli Garcia Lawler, “The 'Forbes 400' list is basically class warfare”, https://www.mic.com/p/the-forbes-400-list-is-basically-class-warfare (8 October 2019).
(3)  https://neal.fun/spend (16 Ekim 2019).
(4)  “5 shocking facts about extreme global inequality and how to even it up”,
https://www.oxfam.org (29 January 2019).
(5)  Jayati Ghosh, Understanding Global Inequality in the 21st Century, http://www.networkideas.org, (20 July 2019).
(6)  Eduardo Porter, “Tax Cuts, Sold as Fuel for Growth, Widen Gap Between Rich and Poor”, https://www.nytimes.com (3 October 2017).
(7)  Richard D. Wolff, “Why Taxing the Rich Makes Sense?”, http://mrzine.monthlyreview.org (2 March 2011).
(8)  Richard A. Musgrave and Peggy B. Musgrave, Public Finance in Theory and Practice, McGraw-Hill Kogakuha Ltd., 1980, s. 93-95.
(9)  A. G. Pigou, A Study in Public Finance, 3rd edt, London Macmillan, 1951, part 2.
(10)               Jason Hickel,  “How not to measure inequality”, https://mronline.org (23 May 2019).

9 Ekim 2019 Çarşamba

MUTSUZLUĞUMUZ SÜRPRİZ DEĞİL



MUTSUZLUĞUMUZ SÜRPRİZ DEĞİL

Mustafa Durmuş

9 Ekim 2019

Cato Enstitüsü’nden S. Hank, birkaç gün önce bu yılki “Sefalet Endeksi” ya da “Mutsuzluk Endeksi” olarak da dilimize çevrilebilecek olan “Misery Index”i yayımladı (1).
Endekste yer alan ülke sayısı 95 ve endeks toplam 4 ekonomik göstergeden oluşuyor: Enflasyon, banka faiz oranları, işsizlik ve ekonomik büyüme oranı.
Yani bir ülkede işsizlik, enflasyon ve faiz oranları arttıkça; bunun yanı sıra ekonomik büyüme hızı düştükçe o ülke insanlarının mutsuzluğu artıyor (ya da mutluluğu azalıyor).
Endeksin başında yer alan ülkeler dünyanın en mutsuz insanlarının yaşadığı, sonunda yer alan ülkelerse en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler olarak nitelendiriliyor.

EN MUTLU ÜLKELER: TAYLAND, MACARİSTAN, JAPONYA
Böylece 2018 verilerini esas alan bu yılki endekse göre; dünyanın en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler sırasıyla: Tayland (1,7 puan ile son, 95. sırada), Macaristan (2,6 puan ile 94. sırada), Japonya (3,3 puan ile 93. sırada), Avusturya (3,2 puan ile 92.sırada) ve Çin (4,2 ile 91.sırada) yer alıyor.
Endeks’e göre, Tayland ve Macaristan’da yaşayanların göreli olarak daha az mutsuz olmasının (ya da mutlu olmalarının) nedeni bu ülkelerdeki düşük işsizlik oranları. İlkinde işsizlik binde 4 ile yüzde 1 arasında; ikincisinde ise yüzde 4’ün altında seyrediyor.
Böylece istihdamın iyi ücretli, güvenceli- kalıcı ya sağlıklı olup olmadığına bakılmaksızın işsizliğin azaltılmasının insanları mutlu ettiği ileri sürülüyor.

ENFLASYON VE İŞSİZLİK: EN FAZLA MUTSUZLUK NEDENİ
Listenin başında (yani dünyanın en mutsuz ülkeleri olarak): Venezüella, (1,746,439 puan), Arjantin (75,7 puan), İran (75,7), Brezilya (53,6) ve Türkiye (53,3) geliyor.
Bu ülkelerin hepsi ciddi ekonomik sorunlarla uğraşıyor ama ilk üç ülkede mutsuzluğun asıl kaynağı enflasyon iken, bu Brezilya ve Türkiye’de yüksek işsizlik olarak ortaya çıkıyor (elektrik, doğal gaz ve ulaştırma alanında üst üste yapılan zamlara ve tartışmalı enflasyon verilerine bakarak Türkiye’nin gerçekte daha üst sıralarda olması gerektiği ileri sürülebilir).
Enflasyon, tüketim yapabilmek için kullanılan kredilerin faizlerinin yüksekliği ve her şeyden önemlisi işsizliğin yoksulluk ve açlıkla doğrudan ilişkili olduğu çok açık. Yoksul ve aç insanların mutsuz olmaları kadar doğal bir durum söz konusu olamaz. Aksini ileri sürmek yoksulları kandırmaya çalışmaktan öte bir şey olmaz.

SINIFLI TOPLUMDA HERKES MUTLU YA DA MUTSUZ OLAMAZ
Ancak endeksin bazı zayıf noktaları var. İlk olarak, yabancılaşmanın had safhaya eriştiği, sınıflara bölünmüş, ırk-kimlik, inanç ve cinsiyete göre ayırımcılığın hâkim olduğu, çoğulculuk yerine tekçiliğin geçerli olduğu ülkelerde herkesin bir bütün olarak mutlu, ya da mutsuz olması beklenemez.
Yani toplumun büyük bir kısmının mutsuz olduğu bir ülkede, küçük bir azınlık son derece halinden memnun yaşıyor olabilir ki bu da kapitalist toplumların temel gerçekliğini yansıtır.

SADECE EKONOMİK NEDENLER Mİ?
Asıl zayıf nokta ise mutluluğun ya da mutsuzluğun sadece ekonomik nedenlerle ve göstergelerle sınırlı tutulması.
Böyle olunca da Macaristan ve Çin gibi otoriter, insan haklarına saygı gösterilmeyen, en küçük hak arama eylemi ya da gayretinin ağır bir devlet baskısıyla sonlandırıldığı, özgürlüklerin kısıtlandığı ülkeler sırf ekonomik göstergeleri iyi olduğu için, göreli olarak daha mutlu (ya da daha az mutsuz) ülkeler olarak nitelendiriliyor.
Bu bağlamda örneğin her iki ülke de İsviçre, ya da İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka gibi Kuzey’in sosyal refah olarak oldukça gelişmiş ülkelerinden daha iyi durumda gösterilebiliyor.

“DİLİM OLMAZSA EKMEĞİMİ ÇALANI NASIL TEŞHİR EDERİM?”
Oysa genel olarak özgürlüklerin varlığının ve güvence altında olmasının insanların mutluluğu anlamında önemi çok büyük. Bu nedenle de örneğin, ana dilini özgürce kullanamayan birine “işin var, ekmeğin var, kendi dilini kullanmayı ne yapacaksın” diye sorulduğunda şöyle bir yanıt alabilirsiniz: “Dilim olmazsa, ekmeğimi çalanı nasıl teşhir ederim?”
Ya da haksız yere işinden atılmış bir KHK’lı bu durumu özgürce teşhir edemiyor ve hakkını arayamıyorsa nasıl mutlu olabilir?
Ayrıca endeksin temel bileşeni konumundaki ekonomik büyüme oranı (ya da kişi başına düş(mey)en GSYH’nin (kabaca milli gelir) yüksekliği ölçütü toplumun mutluluğunu göstermekten çok uzak bir ölçüt.

GSYH ŞİDDET VE ZOR İÇERİYOR
Bu kavramın nasıl bir ortamda ortaya atıldığına bakıldığında mesele daha iyi anlaşılabilir. GSYH’nin keşfi çok eski değil. 1930’larda Kuznets ve Keynes tarafından, Büyük Depresyon’a karşı uygulanacak politikalarda kullanılmak üzere bir makroekonomik büyüklük bulma çabası içinde ortaya atıldı. Para ile ölçülebilen her türden mal ve hizmet bu kavrama dâhil edildi.
Bu konuda bu ikili arasında görüş farklılığı vardı. Örneğin Kuznets’e göre, toplumun iyi olma halinin bir göstergesi olacaksa, reklam harcamaları (ya da gelirleri) ve güvenlik harcamaları gibi harcamalar GSYH içine dâhil edilmemeliydi. Çünkü bu tür mal ya da hizmetlerin üretimleri arttığında hükümetler bunu bir ekonomik başarı ölçüsü olarak topluma sunabilirlerdi (2). (Bilindiği gibi bugün Türkiye’de devlet öncülüğündeki askeri-güvenlik sanayi yatırım harcamaları ekonomik büyüme içinde yer alıyor).
Kısaca GSYH ölçütü bir bunalım ve savaş dönemi ölçütü. Dolayısıyla da dönemin ekonomik ve politik koşullarını yansıtan ve savaş-militarizm gibi kavramları içeren bir ölçüt.

GSYH “HER TÜRLÜ ZARARLI FAALİYETİN ALTINA SÜPÜRÜLDÜĞÜ BİR HALI” GİBİ…
Bir faaliyetin faydalı olup olmadığına bakmaksızın parasal değerle ifade edilen (parasallaştırılan) her şeyi ölçmeyi amaçlıyor. Kaz Dağları örneğinde olduğu gibi, ağaçlar kesilip kereste olarak satıldığında, dağın altındaki madenler çıkartılıp satıldığında GSYH artıyor. Ama ağaçların yok edilmesinin neden olduğu iklimsel etkilerin ya da altın çıkartmada kullanılan siyanürün suya verdiği insani ve diğer canlı türleriyle ilgili zarar ya da tarımsal üretim kayıpları bu hesaba katılmıyor.
Ya da ülkede olduğu gibi haftada 50 saatin üstünde çalışıldığında ya da emeklilik yaşı uzatıldığında GSYH artıyor ama bu çok fazla çalışmanın neden olduğu sağlık tahribatları ve hastalıkların yol açtığı zararlar ölçüme dâhil edilmiyor.

BARIŞ FAYDALI DEĞİL Mİ?
Keza, barışın savunulması için sürdürülen çabalar, evde çocuk yetiştirilmesi, yaşlılara ve hastalara bakılması, ev işleri, kendi gıdasının üretimi gibi faydalı işler piyasaya çıkıp parasallaşmadığı için GSYH içine, dolayısıyla da mutluluk ya da iyi olma haline dâhil edilmiyor.
Kısaca ekonomiler küçüldükçe (işsizlik artıp -gelirler azalıp yoksulluk artacağı için) emekçilerin mutsuzluğunun artması kesin olsa da, tersi kesin değil. Yani daha yüksek büyüme beraberinde her zaman daha yüksek mutluluk getirmiyor.
Çünkü hem nitelikli istihdam yaratmıyor, hem ortaya çıkan nema eşit/adil dağılmıyor, hem de doğa ve emek daha çok tahrip ediliyor. Böylece insanlar daha fazla mutsuz olabiliyor.

MUTLULUK İÇİN İŞ – EKMEK - ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ GEREKLİ
O halde insanın gelişimini ve mutluluğunu son derece tartışmalı bir kavram olan GSYH büyümesine indirgememek gerekiyor.
Aksine bir toplumun “iyi olma halini”; güçlü demokratik hak ve özgürlüklerin (çoğulcu ve katılımcı demokrasi) varlığı, kendi kimliğine uygun özgürce yaşam, eşit yurttaşlık hakkı, toplumsal cinsiyet eşitliği, doğaya saygılı olma, nitelikli, herkesin ücretsiz erişimine açık kamusal eğitim, sağlık hizmetlerinin varlığı ve sağlıklı-uzun ömür gibi temel göstergelerle ilişkilendirmek daha doğru olur.
Örnek olarak, genelde Avrupa ülkeleri bu göstergeler açısından daha iyi durumda. Çünkü kişi başı GSYH’si ABD’den yüzde 40 düşük olsa da, gezegene bu ülkeden yüzde 60 daha az karbon dioksit gönderiyorlar. ABD’de mutluluk düzeyinin şu ana kadar görülmüş olan en yüksek olduğu yıllar olan 1950’li yıllarda kişi başı gelir sadece 15,000 dolardı (2010 fiyatlarıyla). Sonraki dönemlerde ise gelirin neredeyse 4 katına çıkmasına rağmen mutluluk düzeyi artmadı. Keza bugün gelişkin ekonomiye sahip ABD’de kişi başı gelir 53,000 dolar ve ortalama yaşam süresi 79 yıl. Buna karşılık azgelişmiş bir ekonomiye sahip Kosta Rika’da kişi başı gelir 10,000 dolar ama ortalama yaşam süresi ABD’den daha uzun (3).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca, tek başına kişi başı gelirin yüksekliği insanları daha uzun yaşatmaya ya da mutlu etmeye yetmiyor.
Özcesi, mutluluğumuzu (ya da mutsuzluğumuzu) daha yüksek gelir, üretim ya da tüketim kadar (belki de ondan daha önemli olarak), adalet, eşitlik, özgürlük, barış, çoğulculuk ve güçlü kamusal-toplumsal güvenceler belirliyor.

DİP NOTLAR:
(1) https://www.visualcapitalist.com/the-most-miserable-countri… (4 October 2019).
(2) Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 282-286.
(3) Agk., s. 291-293.


Cato Enstitüsü’nden Steve Hank, birkaç gün önce bu yılki  “Sefalet Endeksi” ya da “Mutsuzluk Endeksi” olarak da dilimize çevrilebilecek olan “Misery Index”i yayımladı (1).

Endekste yer alan ülke sayısı 95 ve endeks toplam 4 ekonomik göstergeden oluşuyor: Enflasyon, banka faiz oranları, işsizlik ve ekonomik büyüme oranı.

Yani bir ülkede işsizlik, enflasyon ve faiz oranları arttıkça; bunun yanı sıra ekonomik büyüme hızı düştükçe o ülke insanlarının mutsuzluğu artıyor (ya da mutluluğu azalıyor).

Endeksin başında yer alan ülkeler dünyanın en mutsuz insanlarının yaşadığı, sonunda yer alan ülkelerse en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu)  insanlarının yaşadığı ülkeler olarak nitelendiriliyor.



EN MUTLU ÜLKELER: TAYLAND, MACARİSTAN, JAPONYA !….

Böylece 2018 verilerini esas alan bu yılki endekse göre; dünyanın en az mutsuz (ya da göreli olarak mutlu) insanlarının yaşadığı ülkeler sırasıyla: Tayland (1,7 puan ile son, 95.  sırada), Macaristan (2,6 puan ile 94. sırada), Japonya (3,3 puan ile 93. sırada), Avusturya (3,2 puan ile 92.sırada) ve Çin (4,2 ile 91.sırada) yer alıyor.

Endeks’e göre, Tayland ve Macaristan’da yaşayanların göreli olarak daha az mutsuz olmasının (ya da mutlu olmalarının) nedeni bu ülkelerdeki düşük işsizlik oranları. İlkinde işsizlik binde 4 ile yüzde 1 arasında; ikincisinde ise yüzde 4’ün altında seyrediyor.

Böylece istihdamın iyi ücretli, güvenceli- kalıcı ya sağlıklı olup olmadığına bakılmaksızın işsizliğin azaltılmasının insanları mutlu ettiği ileri sürülüyor.

ENFLASYON VE İŞSİZLİK: EN FAZLA MUTSUZLUK NEDENİ

Listenin başında (yani dünyanın en mutsuz ülkeleri olarak): Venezüella,  (1,746,439 puan), Arjantin (75,7 puan), İran (75,7), Brezilya (53,6) ve Türkiye (53,3) geliyor.

Bu ülkelerin hepsi ciddi ekonomik sorunlarla uğraşıyor ama ilk üç ülkede mutsuzluğun asıl kaynağı enflasyon iken, bu Brezilya ve Türkiye’de yüksek işsizlik olarak ortaya çıkıyor (elektrik, doğal gaz ve ulaştırma alanında üst üste yapılan zamlara ve tartışmalı enflasyon verilerine bakarak Türkiye’nin gerçekte daha üst sıralarda olması gerektiği ileri sürülebilir).

Enflasyon,  tüketim yapabilmek için kullanılan kredilerin faizlerinin yüksekliği ve her şeyden önemlisi işsizliğin yoksulluk ve açlıkla doğrudan ilişkili olduğu çok açık. Yoksul ve aç insanların mutsuz olmaları kadar doğal bir durum söz konusu olamaz. Aksini ileri sürmek yoksulları kandırmaya çalışmaktan öte bir şey olmaz.

SINIFLI TOPLUMDA HERKES MUTLU YA DA MUTSUZ OLAMAZ

Ancak endeksin bazı zayıf noktaları var. İlk olarak, yabancılaşmanın had safhaya eriştiği, sınıflara bölünmüş, ırk-kimlik, inanç ve cinsiyete göre ayırımcılığın hâkim olduğu, çoğulculuk yerine tekçiliğin geçerli olduğu ülkelerde herkesin bir bütün olarak mutlu, ya da mutsuz olması beklenemez.

Yani toplumun büyük bir kısmının mutsuz olduğu bir ülkede, küçük bir azınlık son derece halinden memnun yaşıyor olabilir ki bu da kapitalist toplumların temel gerçekliğini yansıtır.

SADECE EKONOMİK NEDENLER Mİ?

Asıl zayıf nokta ise mutluluğun ya da mutsuzluğun sadece ekonomik nedenlerle ve göstergelerle sınırlı tutulması.

Böyle olunca da Macaristan ve Çin gibi otoriter, insan haklarına saygı gösterilmeyen, en küçük hak arama eylemi ya da gayretinin ağır bir devlet baskısıyla sonlandırıldığı, özgürlüklerin kısıtlandığı ülkeler sırf ekonomik göstergeleri iyi olduğu için, göreli olarak daha mutlu (ya da daha az mutsuz) ülkeler olarak nitelendiriliyor.

Bu bağlamda örneğin her iki ülke de İsviçre, ya da İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka gibi Kuzey’in sosyal refah olarak oldukça gelişmiş ülkelerinden daha iyi durumda gösterilebiliyor.

“DİLİM OLMAZSA EKMEĞİMİ ÇALANI NASIL TEŞHİR EDERİM?”

Oysa genel olarak özgürlüklerin varlığının ve güvence altında olmasının insanların mutluluğu anlamında önemi çok büyük. Bu nedenle de örneğin, ana dilini özgürce kullanamayan birine “işin var, ekmeğin var, kendi dilini kullanmayı ne yapacaksın” diye sorulduğunda şöyle bir yanıt alabilirsiniz: “Dilim olmazsa, ekmeğimi çalanı nasıl teşhir ederim?”

Ya da haksız yere işinden atılmış bir KHK’lı bu durumu özgürce teşhir edemiyor ve hakkını arayamıyorsa nasıl mutlu olabilir?

Ayrıca endeksin temel bileşeni konumundaki ekonomik büyüme oranı (ya da kişi başına düş(mey)en GSYH’nin (kabaca milli gelir) yüksekliği ölçütü toplumun mutluluğunu göstermekten çok uzak bir ölçüt.

GSYH ŞİDDET VE ZOR İÇERİYOR

Bu kavramın nasıl bir ortamda ortaya atıldığına bakıldığında mesele daha iyi anlaşılabilir. GSYH’nin keşfi çok eski değil. 1930’larda Kuznets ve Keynes tarafından, Büyük Depresyon’a karşı uygulanacak politikalarda kullanılmak üzere bir makroekonomik büyüklük bulma çabası içinde ortaya atıldı.  Para ile ölçülebilen her türden mal ve hizmet bu kavrama dâhil edildi.

Bu konuda bu ikili arasında görüş farklılığı vardı. Örneğin Kuznets’e göre, toplumun iyi olma halinin bir göstergesi olacaksa, reklam harcamaları (ya da gelirleri) ve güvenlik harcamaları gibi harcamalar GSYH içine dâhil edilmemeliydi.  Çünkü bu tür mal ya da hizmetlerin üretimleri arttığında hükümetler bunu bir ekonomik başarı ölçüsü olarak topluma sunabilirlerdi (2). (Bilindiği gibi bugün Türkiye’de devlet öncülüğündeki askeri-güvenlik sanayi yatırım harcamaları ekonomik büyüme içinde yer alıyor).

Kısaca GSYH ölçütü bir bunalım ve savaş dönemi ölçütü. Dolayısıyla da dönemin ekonomik ve politik koşullarını yansıtan ve savaş-militarizm gibi kavramları içeren bir ölçüt.

GSYH “HER TÜRLÜ ZARARLI FAALİYET ALTINA SÜPÜRÜLDÜĞÜ BİR HALI” GİBİ…

Bir faaliyetin faydalı olup olmadığına bakmaksızın parasal değerle ifade edilen (parasallaştırılan) her şeyi ölçmeyi amaçlıyor.  Kaz Dağları örneğinde olduğu gibi, ağaçlar kesilip kereste olarak satıldığında, dağın altındaki madenler çıkartılıp satıldığında GSYH artıyor. Ama ağaçların yok edilmesinin neden olduğu iklimsel etkilerin ya da altın çıkartmada kullanılan siyanürün suya verdiği insani ve diğer canlı türleriyle ilgili zarar ya da tarımsal üretim kayıpları bu hesaba katılmıyor.

Ya da ülkede olduğu gibi haftada 50 saatin üstünde çalışıldığında ya da emeklilik yaşı uzatıldığında GSYH artıyor ama bu çok fazla çalışmanın neden olduğu sağlık tahribatları ve hastalıkların yol açtığı zararlar ölçüme dâhil edilmiyor. 

BARIŞ FAYDALI DEĞİL Mİ?

Keza, barışın savunulması için sürdürülen çabalar,  evde çocuk yetiştirilmesi,  yaşlılara ve hastalara bakılması, ev işleri, kendi gıdasının üretimi gibi faydalı işler piyasaya çıkıp parasallaşmadığı için GSYH içine, dolayısıyla da mutluluk ya da iyi olma haline dâhil edilmiyor.

Kısaca ekonomiler küçüldükçe (işsizlik artıp -gelirler azalıp yoksulluk artacağı için) emekçilerin mutsuzluğunun artması kesin olsa da,  tersi kesin değil. Yani daha yüksek büyüme beraberinde her zaman daha yüksek mutluluk getirmiyor.

Çünkü hem nitelikli istihdam yaratmıyor, hem ortaya çıkan nema eşit/adil dağılmıyor, hem de doğa ve emek daha çok tahrip ediliyor.  Böylece insanlar daha fazla mutsuz olabiliyor.

MUTLULUK İÇİN İŞ – EKMEK - ÖZGÜRLÜK VE  DEMOKRASİ GEREKLİ

O halde insanın gelişimini ve mutluluğunu son derece tartışmalı bir kavram olan GSYH büyümesine indirgememek gerekiyor. 
Aksine bir toplumun “iyi olma halini”;  güçlü demokratik hak ve özgürlüklerin (çoğulcu ve katılımcı demokrasi) varlığı, kendi kimliğine uygun özgürce yaşam,  eşit yurttaşlık hakkı, toplumsal cinsiyet eşitliği, doğaya saygılı olma, nitelikli, herkesin ücretsiz erişimine açık kamusal eğitim, sağlık hizmetlerinin varlığı ve sağlıklı-uzun ömür gibi temel göstergelerle ilişkilendirmek daha doğru olur.
Örnek olarak, genelde Avrupa ülkeleri bu göstergeler açısından daha iyi durumda. Çünkü kişi başı GSYH’si ABD’den yüzde 40 düşük olsa da, gezegene bu ülkeden yüzde 60 daha az karbon dioksit gönderiyorlar.  ABD’de mutluluk düzeyinin şu ana kadar görülmüş olan en yüksek olduğu yıllar olan 1950’li yıllarda kişi başı gelir sadece 15,000 dolardı (2010 fiyatlarıyla).  Sonraki dönemlerde ise gelirin neredeyse 4 katına çıkmasına rağmen mutluluk düzeyi artmadı. Keza bugün gelişkin ekonomiye sahip ABD’de kişi başı gelir 53,000 dolar ve ortalama yaşam süresi 79 yıl. Buna karşılık azgelişmiş bir ekonomiye sahip Kosta Rika’da kişi başı gelir 10,000 dolar ama ortalama yaşam süresi ABD’den daha uzun (3).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca, tek başına kişi başı gelirin yüksekliği insanları daha uzun yaşatmaya ya da mutlu etmeye yetmiyor.
Yani mutluluğumuzu (ya da mutsuzluğumuzu) daha yüksek gelir, üretim ya da tüketim kadar (belki de ondan daha önemli olarak), adalet, eşitlik, özgürlük, barış, çoğulculuk ve  güçlü kamusal-toplumsal güvenceler belirliyor

DİP NOTLAR:
(1)  https://www.visualcapitalist.com/the-most-miserable-countries-in-the-world (4 October 2019).
(2)  Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 282-286.
(3)  Agk., s. 291-293.