25 Şubat 2020 Salı
18 Şubat 2020 Salı
YENİ BİR YAŞAM” HİKÂYESİ
YENİ
BİR YAŞAM” HİKÂYESİ
Mustafa
Durmuş
17
Şubat 2020
Cenneti de cehennemi de bu dünyada yaşıyoruz.
Kapitalist milyoner ve milyarderler, seçkinci-otoriter yöneticiler, egemen
kimlikler ve savaş baronları için dünya adeta bir cennet iken; emekçiler, yoksullar,
işsizler, kadınlar, ezilen kimlikler, mülteciler, demokrasi ve barışı
savunanlar için bir cehenneme dönüşüyor.
Diğer yandan gelir bölüşümü eşitsizliği, yönetenlerin
şatafatı, görgüsüzlüğü ve umursamazlığı ile birlikte artıyor. Artan işsizlik,
açlık intiharları, yolsuzluklar, açıkça savunulan vergi kaçırmalar, talancı bir
yaklaşımla el konulan müştereklerimiz ve kamusal kaynaklar, gerici yapıların ve
kurumların bu durumu meşru gösterebilmek için her yola başvurmaları artık
kapitalist sistemin neredeyse bütün kurumlarıyla birlikte çürümekte olduğunu
gösteriyor.
ÜLKE
BİR BÜTÜN OLARAK ZENGİNLEŞMİYOR, BİR KÜÇÜK AZINLIK ZENGİNLEŞİYOR
Bölüşüm verileriyle başlayalım.
Bir çalışma (1) Türkiye’nin son 17 yılda dünyanın
sayılı ekonomileri ve zenginleşen ülkeleri arasında yer aldığı yönündeki
iddiaları çürütüyor. Çünkü ülkenin küresel servetteki payı binde 4’ün altında
kaldı ( % 0,38, yani 1,36 trilyon dolar). 2007 yılında bu payın binde 8 ve 1,7
trilyon dolar olduğu dikkate alındığında (2) ülkenin son 12 yıllık süreçte
(adaletsiz dağılımı bir kenara bırakın) bir bütün olarak zenginleşmediğini,
aksine yoksullaştığını söylemek gerekiyor.
Ayrıca ülkenin nüfusu 83 milyonu aştı. 8,6 milyon
nüfuslu İsviçre’deki toplam servet ise 3,9 trilyon dolar (küresel servetteki payı
yüzde 1,1). 38 milyon nüfuslu Polonya’da 1,8 trilyon dolar (payı binde 5).
Nüfusu 17,2 milyona yaklaşan Hollanda’nın toplam serveti ise 3,7 trilyon dolar
(payı yüzde 1).
Öte yandan, ülke bir bütün olarak (sanıldığı gibi)
zenginleşmese de, içimizden bazıları (özellikle de inşaat rantı ve silah sanayi
üzerinden sağlanan kârlarla) inanılmaz servetlere sahip oldular. Nitekim bir
uluslararası rapora göre İstanbul, serveti 500 milyon doları aşan zengin
sayısında dünya kentleri arasında birinci sırada yer alıyor. (3) Geri kalan
çoğunluğun yoksulluğu ise artarak sürüyor.
Gelir dağılımı adaletsizliğinin boyutları ise çok daha
çarpıcı. Ülkede tepedeki en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay yüzde
23,4; en zengin yüzde 10’un payı yüzde 54. Buna karşılık en alttaki en yoksul
yüzde 50’nin payı sadece 14,6. (4)
AŞIRI
ÇALIŞMA AŞIRI MUTSUZLUK GETİRİYOR
Manipülasyonlara rağmen iki haneli oranda takılı kalan
işsizliğin yanı sıra ülke OECD ülkeleri arasında haftalık 50,2 saatlik bir
çalışma süresiyle en işçilerinin en uzun süre çalıştıkları bir ülke konumunu
sürdürüyor. Üstelik işçiler böyle uzun saat ve güvenliksiz ve güvencesiz
çalışmanın karşılığında sadece net 350 avro civarında asgari ücret
alabiliyorlar. Sigortasız çalışan işçi sayısı ise resmi verilere göre 10
milyonu aşıyor.
Diğer yandan, Dünya Mutluluk Raporu (2019) ve OECD
verilerinden derlenen bir çalışma (5) uzun saat çalışmanın işçilerin ve
ailelerinin mutsuzluğunu ciddi biçimde artırdığını ortaya koyuyor.
Buna göre; OECD ülkelerinin en mutlu insanları diğer
ülkelere göre en az saat çalışan insanları. Bu bağlamda ilk üç sırada yer alan
ülkeler olan Finlandiya’da yılda 1,556 saat; Danimarka’da 1,406 saat ve
Norveç’te 1,422 saat çalışıyor (OECD ortalamasının 123 saat- 276 saat altında
çalışılıyor).
Buna karşılık en mutsuz işçilerinin (endişe, üzüntü ve
kızgınlık belirtileri gösteren) yaşadıkları ülkeler olan Yunanistan’da yılda
1,946 saat; Türkiye’de 1,832 saat (OECD ortalamasının 150 saat üstünde
çalışılıyor) ve Portekiz’de 1,722 saat çalışılıyor.
En mutlu 3 ülkede yolsuzluk oranının çok düşük, sosyal
güvenlik ağının güçlü olduğu; buna karşılık en mutsuz Yunanistan’da ekonomik
zorlukların ön planda olduğu açık. Türkiye’de ise hem (uzun saat ve düşük
ücretli çalışma, hayat pahalılığı gibi) ekonomik, hem sosyal, hem de politik
sıkıntılar insanların mutsuzluğuna neden oluyor.
SINIF
ATLAMAK ARTIK SADECE BİR HAYAL
Zenginler Kulübü’nün (Dünya Ekonomik Forumu) bir
raporu ise emekçi çocuklarının sınıf atlama hayalini bütünüyle ortadan kaldıran
tespitlerle dolu.
Küresel Sosyal Mobilite Raporu adlı bu raporda (6) 82
ülke sosyal mobilite açısından karşılaştırıyor. Bu kavram çocukların
ebeveynlerinden daha iyi bir geleceğe sahip olmalarını sağlayan bir
sosyo-ekonomik değişim biçiminde tanımlanıyor.
Buna göre eğer çocuklar mevcut kötü ekonomik ve sosyal
statülerine mahkûm bir hayat sürdürürlerse bu durumda sosyal mobilite çok zayıf
olarak değerlendiriliyor. Kavram beş faktörü esas alıyor: Sağlık, eğitim,
teknolojiye erişim, istihdam fırsatı ve sosyal korumanın varlığı.
Ancak bu kavram toptancı bir yaklaşımdan üretilmiş bir
kavram. Çünkü kadınlar ve diğer kimlikler, farklı etnik gruplar açısından
konuyu ele almıyor. Oysa bu yapılsaydı ülkelerdeki kadınların, baskılanmış
kimlik ve etnik grupların sosyal mobilite açısından diğerlerine göre çok daha
kötü bir durumda olduğu görülebilirdi.
Bu eksikliğine rağmen rapor ülkeler arasındaki
farklılıkları ortaya koyması açısından son derece önemli. Öyle ki en yüksek
sosyal mobiliteye sahip İlk 4 ülke (83 /100 puan üzerindekiler) sırasıyla:
Danimarka, Norveç, Finlandiya ve İsveç gibi İskandinav ülkeleri.
Türkiye ise 82 ülke arasında 64. Sırada (51,3 /100
puan) yer alabiliyor. Suudi Arabistan, Ekvator Ermenistan, Meksika ve Tunus
gibi ülkeler Türkiye’den daha iyi bir sosyal mobilite performansı
sergiliyorlar.
Sosyal mobilitenin düşük olduğu ülkelerde ücret
düzeyleri çok düşük olduğu gibi, ülke yurttaşlarına yeterli sosyal koruma ve
yeterli eğitim imkanı sağlanmıyor. Bunun sonucunda; güvencesiz ve güvensiz bir
yaşam, kimlik ve onur kaybı ortaya çıkıyor, sosyal doku zayıflıyor, kurumlara,
siyasal partilere, siyasal sürece güven duyulmuyor. (7)
KURTULUŞ
YOK TEK BAŞINA!
Raporda asıl çarpıcı olansa en gelişmiş ülkelerde dahi
sınıf atlamanın neredeyse imkânsız hale gelmiş olması. Çünkü Danimarka’da düşük
gelirli bir sosyal kesimden orta gelirliye yükselme en az 2 kuşak alırken, bu
sayı Brezilya ve Türkiye’de 9’a çıkıyor.
Yani Türkiye’de (eşitsizliklerin bu haliyle kalması
durumunda dahi) yoksulların bir üst sınıfa (orta sınıfa) yükselebilmesi için en
az 90 yıl gerekiyor. Bu öngörü bile iyimser çünkü gelir ve servet dağılımı
adaletsizliği sabit kalmadığı gibi, aksine giderek artıyor. İlave olarak sadece
ekonomik değil, sosyal ve politik adaletsizlikler de giderek artıyor.
Durumun böyle devam etmesi halinde bırakın sınıf
atlamayı ve zenginleşmeyi, mevcut yaşam standardını bile koruyabilmek imkânsız
hale gelecektir. Kısacası dünya zenginler kulübünün raporu dahi tek başına
kurtuluşun söz konusu olmadığını gösteriyor.
SORUMLU
KİM YA DA KİMLER?
Gezegeni ve dünyayı cehenneme çeviren sadece
kapitalizm midir? Ya da klasik bir deyimle “bütün bu olumsuzluklardan hepimiz
kolektif olarak mı sorumluyuz?”
“Kolektif sorumluluk” kavramının her yerde
kullanılması doğru değil çünkü sistemin öznelerinin sorumluluğunu ya da
kusurunu gizlemeye hizmet ediyor. Bu olumsuzluklardan bir bütün olarak
kapitalist sistem (üretim ve bölüşüm tarzı, devlet gibi) sorumlu olduğu kadar,
sistemin özneleri sermayedarlar, egemenler, yönetenler, siyasetçiler de, kısaca
muktedirler de sorumlu.
Çünkü açgözlülüğün sonu yok. Bu bir muktedir, seçkinci
zengin hastalığı. Hep daha fazla zengin ve daha fazla güç sahibi olmak
isterler, hiçbir zaman mevcutla yetinmezler. Sosyal piramidin en altındakiler
ve ortasındakiler seslerini duyuramazsa ve toplum sadece seçkinci muktedirlerin
açgözlülüklerine hizmet etmek için varsa, eşitsizlik düzeyi daha da büyür,
sosyal doku paramparça olur ve toplum kendi kendini yok eder. Sonuçta sosyal ve
politik parçalanma kaçınılmaz hale gelir.
TEŞHİR
YETERLİ DEĞİL, DİRENÇ VE MÜCADELE GEREKİYOR
Özcesi 21.Yüzyılda (200 yaşını aşan sanayi ve finans
kapitalizmi çağında) gezegen, insanlık, dünya ve ülke çok ciddi sorunlarla
karşı karşıya.
Öncelikle işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıf
ve katmanların yoksulluğu, işsizliği artıyor, yaşam düzeyleri kötüleşiyor.
Çünkü emek sömürüsü sistematik bir biçimde sürüyor ve gelir bölüşümü
adaletsizliği tarihte görülmemiş ölçüde arttı.
İkinci olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği büyüyor.
Eve kapatılan, ev içi üretimlerinin karşılığı ödenmeyen, cinayetlere,
ayrımcılığa, tacizlere uğrayan kadınlar bu yüzyılın modern kölelerine
dönüştürülüyor.
Üçüncü olarak, farklı kimlikler, etnisiteler, inançlar
üzerindeki baskılar daha da arttı, bu kimlikler egemenlerce, birbirlerine karşı
olarak da kullanılıyor.
Dördüncü olarak, militarizm arttı ve paralelinde
bölgesel savaşlar yoğunlaştı. Bununla birlikte görülmemiş ölçüde bir mülteci,
sığınmacı sorunu ve bunun da körüklediği ırkçılık artışı yaşanıyor.
Son olarak, kapitalizmin demokrasi ile evliliğini
askıya aldığı görülüyor. Giderek despotik, otoriter, pro-faşist yönetimler
işbaşına geliyorlar. Bunun sonucunda demokratik hak ve özgürlükler ortadan
kaldırılıyor.
YENİ
BİR HİKÂYEMİZ OLMALI
Kuşkusuz tüm bu kötülükleri, toplumsal çöküş ve parçalanmayı
olduğu kadar, bu kötülüklerin içinde yeşerdiği kapitalist-emperyalist sistemi
de teşhir etmek gerekiyor.
Ancak tek başına teşhir yetmiyor. Ona karşı bilinçli
bir mücadeleyi ve direnişi de örgütlemek gerekiyor. Yani teşhir ve mücadele
eşanlı, bir arada olmak zorunda. Ne tek başına teşhir etmek yeterli, ne de
yeterli bir teşhir olmadan mücadeleye girişmek.
Eğer sözünü ettiğimiz toplumsal çöküş ya da
parçalanma, kötü değil de iyi yönde bir çözüme kavuşturulacaksa bunun için yeni
bir hikâyeye ihtiyacımız olduğu açık.
Çünkü gün, eskinin çöktüğü ve önümüze tarihsel bir
fırsatın geçtiği gün aynı zamanda. Bu “artık bizim zamanımızın geldiği” demek.
Mevcudun çöküşünden yeni bir dünyanın yaratılabilmesi ancak söylenecek doğru
bir hikâyenin varlığıyla mümkün. (8)
Öte yandan yeni bir hikâyemiz yoksa eskisini etkisiz
kılamayız. Eskisi ne kadar kötü olursa olsun, onu ne denli teşhir edersek
edelim, yerine yenisini koymadan onu yok edemeyiz. Meydan okuma sadece ve
sadece yerine yenisini koyduğumuzda gerçekleşir.
TEMASI,
DEĞERLERİ BELLİ, BASİT BİR HİKÂYE
Yeni hikâyemiz son derece sade, basit bir hikâye
olmalı. Bu hikâyenin ana teması şu olmalı: “Yaşadıklarımız kaderimiz değildir,
yeni bir dünya yaratmak ve buna uygun yeni bir toplum kurmak mümkün ve
gereklidir”. Yani sınıfsız, sömürüsüz, ezen ve ezilenlerin olmadığı bir toplum
ütopyası.
Bu temanın (geliştirilmeye açık olarak) temel
değerleri ya da ilkeleri ise şunlar olabilir: Emekten yana, doğa dostu, kadını
güçlendirici ve özgürleştirici, farklı kimlikler, etnisiteler ve inanç
gruplarının haklarına ve özgürlüklerine saygılı, barıştan yana ve
çoğulcu-demokratik.
Ekonomik ve sosyal kalkınma ve gelişme stratejileri de
bu temaya ve değer ve ilkelere uygun olarak tasarlanmalı. Yani nasıl bir toplum
ve dünya istiyorsak ona uygun bir gelişim stratejisi kurgulanmalı.
Bu kurgunun toplumun çeşitli kesimlerle buluşturulması
ise bunun üzerine anlatılacak yeni hikâye ya da hikâyelerle mümkün olabilir. Bu
hikâyenin dili kolay anlaşılır, pozitif ve esin verici, cesaretlendirici,
umutlandırıcı olmalı. Kısa ve öz ve tekrarlanabilir olmalı, akılda kolayca
tutulabilmeli. İçsel tutarlılığı olmalı. Bu toplumun en başta tüm ezilenlerini
içeren bir hikâye olmalı ve başından sona kadar gelişmeyi, ilerlemeyi,
kurtuluşu anlatmalı.
Bu yolda William Morris’in “Hiçbir Yerden Haberler”
adlı romanını ya da Yaşar Kemal’in “İnce Memed” adlı romanını tekrar okumak iyi
bir fikir olabilir.
ENTELEKTÜELİN
İYİMSERLİĞİ
Bu hikâyeye özellikle de entelektüeller inanmalı. Olin
Wright’ın dediği gibi şimdi bunun da zamanı:
“Bir
zamanlar Gramsci sosyal adalet mücadelesinin entelektüelin karamsarlığını, buna
karşılık iradenin iyimserliğini gerektirdiğini ileri sürmüştü. Bugünün
dünyasında entelektüelin de iyimserliğine ihtiyacımız var. Bu iyimserlik
özgürleştiren seçenekler için reel potansiyelimizin anlaşılmasına ve sosyal
dönüşüm için gerekli pratik stratejilerin oluşturulmasına yardımcı olur.” (9)
Bugünü tanımlayan ve geleceğe yön veren hikâyelerimiz
yoksa umut da yoktur. Kaçınılmaz olarak, politik yenilgimiz; hayal etme, yeni
hikâye yaratma konusundaki başarısızlığımızdan kaynaklanır.
Çünkü teorik olarak ne denli güçlü ya da bilimsel
olursa olsun, insanlar eğer bu söylenenin arkasında iyi bir hikâye varsa ve bu
hikâye yeterince sıklıkla anlatılıyorsa ona inanmayı sürdürürler. Bilimsel
verilerle ve gerçeklerle yalanları her zaman etkisiz kılmak mümkün değildir.
Hatta insanlar anlamsız bir biçimde daha da kemikleşmiş olarak iktidar
sahiplerinin anlattıkları hikâyelere inanmayı sürdürebilirler. (10)
“DÜN
DÜNDE KALDI CANCAĞIZIM, BUGÜN YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM” ( MEVLANA)
Mikro alanlarda bu hikâyeler her yanlış hikâyenin
karşısına doğrusunu çıkartmakla yazılabilir. Örneğin, “yerli ve milli otomobil”
projesi söylemine sadece gerçek anlamda yerli ve milli olmadığı için karşı
çıkmak, bunu teşhir etmek buna verilen desteği ortadan kaldırmaz, hatta
sorgulamaktan uzak kitlelerin buna daha fazla sahip çıkmasıyla sonuçlanabilir.
Buna karşı bizim doğa ile uyumlu, istihdam yaratan,
eşitsizlikleri azaltan, insanlara boş zaman bırakan tamamıyla ücretsiz kamusal
toplu ulaştırma sistemi kurmak gibi bir hikâyemiz olmalı ve bu hikâyeyi bıkıp
usanmadan anlatmalıyız.
Özcesi pozitif ve öneriler içeren yeni bir hikâyemiz
olmalı. Bu karşıtlık biçiminde ya da reaktif (tepkisel) olmamalı. Eğer böyle
bir hikâyemiz yoksa hiçbir şey değişmez. Makro düzeyde “yeni bir yaşamı ve
bunun ekonomisini ve siyasetini” anlatan yeni bir hikâye değişim ve dönüşümün
başlangıç adımı olabilir.
DİP
NOTLAR:
(1) “All the worlds wealth in one visual”,
https://howmuch.net (17 January 2020).
(2) Mustafa Durmuş, Kriz Darbe Savaş Kıskacında
Türkiye Ekonomisi, İmge Yayınevi, 2018, s. 149.
(3) World Ultra Wealth Report 2019’dan aktaran
https://haber.sol.org.tr/…/istanbul-dunyanin-en-fazla-super… (3 Ekim 2019).
(4) World Inequality Database 2018 (erişim tarihi: 25
Kasım 2019).
(5) Marcus Lu, “Can a Shorter Workweek Make People
Happier?”, https://www.visualcapitalist.com (14 February 2020).
(6) World Economic Forum, The Global Social Mobility
Report 2020, Quality, Opportunity and a New Economic Imperative, http://www3.weforum.org/d…/Global_Social_Mobility_Report.pdf
(January 2020).
(7) Agr.
(8) George Monbiot, Out of the Wreckage-A New politics
for anage of crisis, Verso, 2017, s. 1-6.
(9) “Erik Olin Wright has contributed to making
utopias real”, economicsociology.org (13 November 2019).
(10) Monbiot, agk.
Etiketler:
bölüşüm adaletsizliği,
Mevlana,
Mutsuzluk,
Olin Wright,
Sosyal Mobilite,
Yeni Yaşam Ekonomisi
12 Şubat 2020 Çarşamba
10 Şubat 2020 Pazartesi
ZENGİNLER KULÜBÜNÜN İTİRAFI: KAPİTALİZM İFLAS EDİYOR!
ZENGİNLER
KULÜBÜNÜN İTİRAFI: KAPİTALİZM İFLAS EDİYOR!
Mustafa
Durmuş
10
Şubat 2020
2020 yılına hem dünya, hem de Türkiye giderek
derinleşen sosyal, ekonomik ve ekolojik sorunlarla birlikte girdi. Küresel
çapta gelir ve servet eşitsizliği ve yoksulluk arttı, iklim değişikliği iklim krizine
evrilmeye başladı, demokrasi karşıtı otoriter
rejimler işbaşında kalmayı sürdürüyor. Bu konular Zenginler Kulübü Dünya
Ekonomik Forumu’nun Ocak başında Davos’taki geleneksel toplantısında da ele
alındı.
Avustralya’yı sarsan yangınlar, Korono virüsü, Libya
iç savaşı, Suriye’de yoğunlaşan savaş yüzünden hayatlarını kaybeden gençlerimiz,
Türkiye’deki depremler ve çığ felaketinde yitirdiğimiz onlarca insanımız,
donarak ölen mülteciler, işsizlik intiharları,
açlık nedeniyle kendini yakan vatandaş, basına yansıyan gelişmelerden
sadece bir kaçı.
KAPİTALİZMİN
YARATTIĞI HAYAL KIRIKLIĞI
Geçen yılın sonunda yayınlanan 2019 İnsani Gelişme
Raporu şöyle bir tespitte bulunuyor (1):
“Dünyadaki protesto dalgaları, içinde yaşadığımız
düzende bir şeylerin yanlış gittiğini gösteriyor. İnsanlar farklı nedenlerle iktidarları
protesto etmek için sokağa çıkıyorlar. Bunlar yüksek tren bileti biletleri ya
da benzin fiyatları olabildiği gibi, bağımsızlık ve özgürlük talepleri de olabiliyor.
Hepsini birbirine bağlayan şey ise eşitsizlikler ve bunların neden olduğu
müthiş hayal kırıklığı”.
Yani kapitalizmin miadı dolmak üzere ve önlenemez bir
çöküş evresine girmiş gibi görünüyor. Ortaya çıkan bunca ekonomik, sosyal ve
siyasal problem, yükselen militarizm ve savaşlar bu çöküşün göstergeleri. Ancak
kapitalizmin karşısında ona meydan okuyan emekten yana bir seçenek (teoride
mevcut olsa da) henüz ete kemiğe bürünebilmiş değil. Böyle bir meydan okuma
olmadığı sürece bu iflas ve çöküş
barbarlık dönemiyle sonuçlanacaktır.
ULUSLARARASI
RAPORLARIN İNKÂR EDEMEDİĞİ GERÇEKLER
Büyük resimden başlayalım ve olabildiğince
uluslararası raporlara dayanarak bu yılın nasıl bir yıl olduğunu ve bundan
sonrasının nasıl olabileceğini anlamaya çalışalım.
Öncelikle ekonomi. Kapitalizmin 21. Yüzyıldaki ilk
büyük krizi olan 2008 Büyük Resesyonundan çıkışın ana kolaylaştırıcıları olan Çin
ve Hindistan ekonomileri bu yıldan itibaren yavaşlayacaklar.
Öyle ki IMF, Avrupa Kalkınma Bankası ve OECD gibi
örgütler 2020 yılında Hindistan’daki büyüme oranı tahminlerini yüzde 6’ye
düşürdüler (bu son 10 yılın en düşüğü anlamına geliyor).
Başka yorumcularsa bu tahmini iyimser buluyorlar. Hindistan’daki Modi Hükümetinin baş ekonomi
danışmanı A. Subramanian’a göre bu yıl bu ülkedeki büyüme hızı yüzde 3,5’e
kadar düşebilir. Çin’de ise 2007 yılında yüzde 14,2 olan büyüme hızı 2018
yılında yüzde 6,6’ye geriledi. IMF, 2024 yılına kadar bunun yüzde 5,5’e
düşeceğini öngörüyor. Oysa her iki ülkede de hızlı büyüme yoksulluğu azaltıyordu.
Büyüme yavaşladığında yoksulluk da artmaya başlayacak. (2)
KORONA
VİRÜSÜ RESESYONA NEDEN OLABİLİR
Bu öngörüler Korono virüsü patlak vermeden önce
yapılmış öngörüler. Oysa (eğer bu virüsün yayılması önlenemezse), virüs küresel
bir ekonomik daralmaya (resesyon) neden olabilir. Çünkü virüsün ortaya çıktığı
Çin’de perakende satışlar, eğlence sektörüne yönelik harcamalar, turizm ve
seyahat harcamaları sert biçimde düştü. Şehirler kapatıldı, insanlar evlerinde
mahsur kaldılar.
Çin’in bu yıl dünya hasılasındaki payının giderek daha
da artacağı (payı yüzde 18 civarında olacak) göz önüne alındığında, virüsten
kaynaklı bir Çin ekonomik daralmasının dünyanın geri kalan ekonomilerinde
yaratacağı etkiyi tahmin etmek güç olmaz.
Nitekim Financial Times bu gerekçe ile 2020 yılında
dünya ekonomisindeki büyümenin tahmin edildiği gibi yüzde 3 olamayacağı, yüzde
2,5’in altına düşebileceği uyarısında bulunuyor. Bu düzey ise IMF tarafından
küresel resesyon düzeyi olarak niteleniyor.(3)
IMF
BAŞKANI KRİZ UYARISINDA BULUNUYOR AMA LİKİDİTE GENİŞLEMESİ SÜRÜYOR
Geçen ay Peterson Dünya Ekonomisi Enstitüsü’nde
konuşan Uluslararası Para Fonu Başkanı (IMF) K. Georgieva bir adım daha ileri
gitti ve artan finansal istikrarsızlıkların ve eşitsizliklerin 1929’da başlayan
Büyük Buhran benzeri bir krize yol açabileceğini öne sürdü. (4)
Diğer yandan hem resesyonu önlemek, hem de para ve
finans piyasaları aracılığıyla daha fazla kâr elde edebilmek için küresel
kapitalizm düşük faize dayalı para politikalarını ve miktarsal kolaylaştırma
politikalarını hala sürdürüyor.
Öyle ki BIS verilerine göre (5); 2019 yılında küresel
likidite birinci çeyrekte yüzde 3,3; ikinci çeyrekte yüzde 4,9 ve üçüncü çeyrekte
yüzde 7,7 oranında artış gösterdi. Böylece toplam likidite dünya hasılasının
yüzde 41,2’sine yükseldi. Bu oran (bankacılık/finans
dışı sektörlere giden likidite bağlamında) dünya hasılasının yüzde 106,1’ine
denk düşüyor. ABD dışındaki (Eylül 2019 sonu itibariyle) dolar cinsinden
krediler yüzde 5’lik artışla 12,1 trilyon dolara; avro cinsinden olanlar (avro
bölgesi dışında) yüzde 9 artışla 3,5 trilyon avroya çıktı.
Likiditedeki bu artış kuşkusuz küresel borç stoklarının
daha da büyümesine, bu da finansal kriz riskinin atmasına neden oluyor. IIF’ye göre; küresel borç stoku tüm zamanların en yükseğine
çıkarak 257 trilyon dolara (dünya hasılasının yüzde 320’sine) ulaştı. Bu, 7,7
milyar nüfuslu dünyada (eğer eşit dağıtılsaydı) herkesin 32,500 dolar borcu var
demek. (6)
TÜRKİYE:
ULUSLARARASI KREDİLERDEN EN FAZLA PAY ALAN ÜÇÜNCÜ ÜLKE
Artan küresel likiditeden en fazla payı alan ülkeler
sıralamasında (bankacılık sektörü dışındaki sektörlere gelen kredilerin stok
anlamında) Türkiye’nin üçüncü ülke olduğu görülüyor.
En fazla kredi 500 milyar doların üstünde bir rakamla
(yüzde 90’ı dolar cinsinden) Çin’de bulunurken; ikinci konumda 350 milyar
doların üstünde bir stokla Meksika (yüzde 80’i dolar cinsinden) ve üçüncü
konumda 300 milyar doların üstünde bir rakamla ( yüzde 60’ı dolar
cinsinden) Türkiye oldu. (7)
Bu durum Türkiye’nin son 17 yıldır sürdürdüğü sermaye
birikim rejimi olan dış borçlanmaya dayalı birikim ve büyüme rejimini bir
müddet daha sürdürebilmesinin de önünü açıyor. Bu da bu yılın üçüncü çeyreğindeki
binde 9’luk ve henüz resmi olarak açıklanmamış olan son çeyreğindeki yüzde 2-3
civarındaki büyümenin kaynağını izah ediyor. Bu durum aynı zamanda ülkedeki dış
borçlar nedeniyle bankacılık krizi riskinin sürdüğünü de gösteriyor.
İKLİM
DEĞİŞİKLİĞİ KÜRESEL RİSKLERİN BAŞINDA GELİYOR
Dünya Ekonomik Forumunca yayınlanan 2020 yılı Küresel
Risk Raporu (8) dünyanın karşı karşıya
kaldığı en yüksek riskleri açıkladı. Gerçekleşme olasılığı açısından en yüksek
5 risk şöyle sıralanıyor: 1. Çok kötü hava koşulları, 2. İklim değişikliğine
karşı alınan önlemlerin başarısız kalması, 3. Doğal felaketler, 4.Biyoçeşitlilik
kayıpları, 5. İnsan yapımı doğa felaketleri.
Rapora göre, sadece Avustralya yangınında 1 milyar
civarında hayvan yok oldu. Ekolojik felaketlerin neden olduğu ekonomik zarar ise
(2018 yılında) 165 milyar dolar. Bu önceki 10 yıllık ortalama olan 71 milyar
doların 2 katından fazla bir zarar anlamına geliyor. Tek başına Avustralya’da
ortaya çıkan yangının neden olduğu zararın 68 milyar dolar olduğu tahmin
ediliyor.
Bu arada küresel sigorta şirketleri en büyük riskin
iklim değişikliğinden geleceğine inanıyorlar. Bu, siber ataklar, finansal
istikrarsızlıklar ve terörizm gibi risklerin neden olacağı zararların önüne
geçen bir risk ve zarar olarak değerlendiriliyor. 2017 yılında sigortalanmış
hasarın küresel değeri 140 milyar doları buluyor. (9)
YEŞİL
KUĞU RİSKİ
Küresel finans piyasalarından kaynaklı yeni bir
potansiyel risk grubunun varlığından söz ediliyor. “Yeşil Kuğu / Green Swan” adı verilen bu riskin yakın gelecekte ortaya çıkabilecek
finansal krizi de tetikleyebilecek bir risk olduğunun altı çiziliyor (10)
Diğer yandan finansal kurumlar açısından iklim ile
ilgili riskleri finansal raporlara entegre etmek ciddi bir sorun. Zira fiziksel, sosyal ve ekonomik durumlarla
ilgili radikal belirsizlikler söz konusu ve bu belirsizlikler düzenli değişim
içindeler. Aynı zamanda karmaşık dinamikleri ve zincirleme tepkileri
içeriyorlar. Geleneksel- arkaik risk değerlendirme
ve mevcut iklim-ekonomi modelleri ise iklimle ilgili riskleri tam olarak tahmin
edebilen modeller olmaktan çok uzaklar.
KADINLAR
VE KIZ ÇOCUKLARI İLK KURBANLAR
Ekolojik şoklar doğal kaynakları tehdit ettiğinde bunun
ilk hedefi ve mağduru kadınlar oluyor.
Özellikle de az gelişmiş ülkelerde kadınlara yönelik şiddet ve taciz
olaylarında ciddi bir artış yaşandığı gözlemleniyor.
JUCN adlı grubun bir raporuna göre; çevre şokları ve
krizleriyle ilgili çatışmalara bağlı olarak çocuk evliliklerinde ciddi bir artış
söz konusu. Ek olarak zorunlu evlilikler, fahişeliğe zorlama, cinsel şiddet ve
insan kaçakçılığı vakaları arttı. İnsanlar temel gereksinimlerini karşılayamadıklarında,
kız çocuklarını evlendirerek finansal zorlukları, geçim sıkıntısını aşmaya
çalışıyorlar. Öyle ki (The Guardian) çok kötü hava koşullarına bağlı olarak
geçim zorlaştığından 12 milyondan fazla genç kız çocuğu evlenmek durumunda
kaldı. Benzer nedenlerle insan ticaretinde yüzde 20’lik bir artış yaşanıyor.
(11)
2,153
YETİŞKİN 4,6 MİLYAR İNSANDAN FAZLA SERVETE SAHİP
Bu yılın başlarında yayınlanan Oxfam Raporu’na göre (12);
dünyadaki 2,153 dolar milyarderinin servetlerinin toplamı dünya nüfusunun yüzde
60’ının, yani 4,6 milyar insanın servetlerinin toplamından fazla. Bu arada toplamda
4,3 milyar civarında insan yoksulluk sınırında yaşıyor. FAO verilerine göre
dünyada en az 1,5- 2,5 milyar insan açlık çekiyor. (13)
Rapora göre, dünyanın en zengin 22 kişisinin toplam
serveti Afrika kıtasındaki kadınların toplam servetinden daha fazla. Kadınlar
ve kız çocukları her gün 12,5 milyar saat tutarında karşılığı ödenmemiş ev işi
ve bakım gibi işler yapıyorlar.
Bu yılda dünya ekonomisine 10,8 trilyon dolarlık bir
katkı demek. Yani kadınlar küresel teknoloji endüstrisinin 3 katı kadar değer
yaratıyorlar ama karşılığında her hangi bir ücret almıyorlar. Dünya çapında
çalışma yaşındaki kadınların yüzde 42’si (erkeklerin ise sadece yüzde 6’sı) bu
işler yüzünden ev dışında çalışamıyorlar.
Öte yandan en zenginin servetinden 10 yıl boyunca
sadece binde yarım oranında servet vergisi alınsa; engelli, yaşlı ve çocuk
bakımı, eğitim ve sağlık gibi alanlarda 117 milyon yeni istihdam
yaratılabiliyor.
Bu gerçeğe rağmen böyle vergiler alınamadığı gibi,
verginin asıl yükü halkın sırtına yıkılıyor. Sermayedar seçkinler, muktedirler
ödemedikleri vergileri bağış adı altında iktidar ve güç odaklarına
aktarabiliyorlar. Üstelik bunu yüzleri kızarmadan normal bir şeymiş gibi savunabiliyorlar.
KİBİRLİ
MUKTEDİRLER
Muktedirlerin gözlerini kibir, servet ve güç hırsı
bürümüş. Kendilerine her şeyi hak görme ruh hallerinden dolayı, en zararsız
reformları, en haklı talepleri veya en hafif bir eleştiriyi dahi kendilerine
hakaret olarak algılıyorlar. Kendi, küçük seçkinci çevrelerindekilerin
haricindeki insanların başına gelenlerle ilgili en küçük bir empati, merhamet
veya suçluluk duymuyorlar. Öyle ki çocuklarını doyuramadığı için kendini yakan
bir babayı ucuz siyasi manevra” yapmakla” (14) suçlayacak kadar vicdanlarını
yitirebiliyorlar.
Ayrıcalıklı olma hali insanlara garip ve hoş olmayan
şeyler yaptırır, sözler söylettirir. Ayrıcalıklı yaşamak, daha az şansa sahip
insanlara karşı vurdumduymazlığı, hatta zalimliği yaratırken, sonu olmayan bir
açgözlülüğü de besler. Bir toplum böyle seçkinlerin kıskacına girdiğinde ise
sonuç her zaman felaket olur. (15)
Gelecek yazı: “Yeni bir yaşam” hikayesi gerekiyor!
DİP
NOTLAR:
(2) Esther
Duflo , Abhıjıt Banerjee, “The Other Side of Growth”, https://www.project-syndicate.org (26 December 2019 ).
(3) Chris
Giles, “Coronavirus outbreak weighs heavily on global economy”, https://www.ft.com (7 February 2020).
(4) https://www.theguardian.com/business/2020/jan/17/head-of-imf-says-global-economy-risks-return-of-great-depression (17
January 2020).
(5) BIS,
Statistical release: BIS global
liquidity indicators at end-September 2019 (27 January 2020) and BIS, Global liquidity: banks' claims By type of claim and residence of borrower,Table
1 (27 January 2020).
(6) Nick
Beams, “Growing fears of global debt crisis”, https://www.wsws.org (22 January 2020).
(7) BIS,
agr.
(8) World
Economic Forum (WEF), The Global Risks
Report 2020, https://www.weforum.org/reports (15 January 2020).
(9) Agr.
(10)
Podcast: Luiz Pereira da Silva speaks
about "green swan" risks, https://www.bis.org/publ/othp31.htm
(20 January 2020).
(11)
Julia Conley, “New Study Details
Overlooked Link Between Climate Breakdown and Violence Against Women”, https://www.commondreams.org/news ( 29 Januaery 2020).
(12)
Time to care, https://www.oxfam.org/en/press-releases/worlds-billionaires-have-more-wealth-46-billion-people,
2020).
(13)
Jason Hickel, The Divide- A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions,
Windmill Books, 2017, s. 2.
(14)
https://www.kamupersoneli.net/gundem/akpli-gokcen-hatay-valiligi-onunde-kendini-yakan-baba-icin-skandal
(8 Şubat 2020).
(15)
Chris Hedges, “Death by oligarchy”, https://www.truthdig.com
(11 November 2019)
2 Şubat 2020 Pazar
İMKÂNLI ÜÇLEME (*): DÖNER KAPI, TRUVA ATI, PARAVAN VAKIF
İMKÂNLI
ÜÇLEME (*): DÖNER KAPI, TRUVA ATI, PARAVAN VAKIF
Mustafa
Durmuş
1
Şubat 2020
17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük depremin ardından
çıkartılan 4481 Sayılı Kanun ile deprem vergileri olarak da bilinen yeni
vergiler getirilmişti. Bunların arasında, bir sefer alınması planlanan ve 2004
yılından itibaren kalıcı hale getirilen, “Özel İletişim Vergisi” başta olmak
üzere 2003-2019 arasında (2019 yılı fiyatlarıyla) 147 milyar lira toplam deprem
vergisi toplandığı resmi olarak açıklandı. (1)
“DEPREM
VERGİLERİ NE OLDU” TARTIŞMASI
Toplanan bunca gelire rağmen, son Elazığ depreminde yaşandığı
gibi, hala yaygın bir biçimde var olan çürük binaların yıkılması nedeniyle
onlarca insan hayatını kaybetti. Üstelik aynı günlerde şiddeti 7,0’ın üzerinde
olmak üzere Japonya ve Küba’da ortaya çıkan depremde tek bir kişi bile hayatını
kaybetmedi.
Toplanan bu vergilerin özgün olarak depremin neden
olabileceği zararı önlemek ya da azaltmak için kullanılmadığı ortada. Bu durum bütçe
sistemimizde vergilerin bir havuzda toplanması ve ayrımsız olarak bütün
vergilerin bütün kamu harcamalarının finansmanında kullanılmasıyla açıklanıyor.
Yani bizde, “ear-marking” adı verilen ve belli vergilerin
belli hizmetlerin sunumunda kullanılması (2) uygulaması söz konusu değil. Batıda bazı
ülkelerde örneğin petrol üzerinden alınan vergilerin petrol kullanımının neden
olduğu zararlarla mücadelede ya da karayollarının bakımında kullanıldığı
biliniyor.
Bu nedenle de “deprem gerekçe gösterilerek toplanan
onlarca milyar liralık verginin neden depremle ilgili iyileştirmeler için
kullanılmadığı” sorusuna yanıt verilemiyor.
İşin aslı ise şu: Vergi deprem gerekçesiyle alınmış olsa da
başka amaçlar için kullanılıyor. Böyle bir sistem hükümetlere vergi gelirlerini
istediği gibi harcama anlamında ciddi bir kolaylık sağlıyor.
Bu bağlamda “gerektiği yerlere harcadık” şeklindeki resmi
açıklamalar tatmin edici değil. Çünkü herkesin “gereken yerden” anladığı şey
farklı. Siyasal iktidar bunu örneğin duble yolların yapımı için gerekli görüp
harcamış olabilir ama bu halkın acil ihtiyacını karşılamıyor. Bu vergiler (alınış
amacına uygun olarak) deprem fay hatları üzerindeki yerleşim bölgelerinin
depreme karşı iyileştirilmesinde (alt yapı ve depreme dayanıklı binalar yapmak
şeklinde) kullanılmalıydı.
Vergilerin nereye harcandığı sorularına iktidarın
verdiği sert tepki ise her şeyden önce halkın bütçe hakkını ortadan kaldıran bir
tutum. Çünkü demokrasilerde halkın vergilerinin nerelere harcandığını bilmesi
en doğal hakkı.
Buradan çıkartılacak bir ders halkın vergilerine sahip
çıkması ve böyle korkutucu bir deprem haritasına sahip bir ülkede Kanal
İstanbul gibi sonu kötü bitecek maceralara atılmamak gerektiği. Elde kaynak
varsa, bu yeni rantlar yaratırken daha
büyük depremleri de tetikleyecek projelerde değil, yeni depremlerin zararlarını
azaltmakta kullanılmalı. Elazığ depremi ve ardından yaşanan bir dizi deprem bu
gerçeği bir kez daha önümüze koymuş olmalı.
KIZILAY
VERGİ KAYBININ ARACISI OLDU
Halkın doğru bir biçimde bilgilendirilmesinin gerekli
olduğu bir diğer konu deprem vergileri tartışmasının hemen ardından gündeme
geldi: 2017 yılında Torunlar Gıda’ya bağlı Başkent Gaz’ın, Ensar Vakfı’na
aktarılmak üzere yaklaşık 8 milyon dolar (yaklaşık 48 milyon lira) tutarında Kızılay’a
bağış yaptığı ve bu bağışı da kurumlar vergisi matrahından düşerek bugünün
parasıyla 10 milyon liraya yakın bir vergiyi ödemekten kurtulduğu ortaya çıktı.
Bu bağışın akıbetine ilişkin son bilgi ise bizzat
Ensar Vakfı tarafından iki gün önce paylaşıldı. Buna bilgiye göre, bu para Türgev’e
bağlı ve ABD’de faaliyet gösteren Türken Vakfına gönderildi. (3)
Bu bağış kuşkusuz en hafif deyimle iktidara yakın bir
tekel konumundaki özel bir şirket ile bir vakıf ve Kızılay gibi devlete ait bir
kurum arasındaki para trafiği ya da para aklama şeklinde özetlenebilecek ve
yine demokrasilerde pek görülmeyen türden tuhaf ilişkileri gün ışığına çıkardı.
“EN
AZ SUSURLUK KAZASI KADAR CİDDİ…”
Bu konuyu Bahadır Özgür, köşesinde: “…Kızılay vakası,
en az Susurluk kazası kadar ciddi bir skandaldır. Görünen ip çekilebilirse,
ardından 17 yılın karanlığı gelir…” sözleriyle çok net özetledi. (4)
Torunlar/Başkent Gaz-Kızılay ilişkisini savunan
Kızılay’ın Genel Başkanı Kerem Kınık ise meseleyi sadece vergi boyutuna
indirgeyip bu bağışı savundu. Bu işlemin vergi kaçırma değil, vergiden kaçınma
olduğunu ve bunun da normal olduğunu ileri sürdü. (5)
Evlerimize gönderdiği fahiş gaz faturaları ile halktan
sürekli hayır dua aldığına şüphe duymadığımız bir kurum, “böyle bir bağış
yerine faturalarında biraz indirim yapamaz mıydı” sorusu ya da “bir doğal gaz
dağıtım şirketi, üstelik de adı çocuk tacizleriyle anılan bir vakfa neden 8
milyon dolarlık bir bağışta bulunur ve bunun için de Kızılay’ı bir komisyoncu
gibi kullanır” sorularını sormak da
insan ve yurttaş olmanın gereği.
ORTADA
ETİK DIŞI BİR DURUM VE CİDDİ BİR KAMU GELİRİ KAYBI VAR
Kızılay Başkanının açıklamasına geri dönelim. Bu
açıklamada bilinçli ya da bilinçsizce yapılan bir yanlış var. Mali hukukta
vergi kaçırma yasalara aykırı, dolayısıyla da hem para, hem de hapis cezası
gerektiren bir eylem olarak tanımlanır. Vergiden kaçınma ise yasaların boşluklarından
yararlanarak mükelleflerin vergi yükümlülüğünü ortadan kaldırması eylemidir.
Dolayısıyla da ikincisinin yasalara aykırı olmadığı yani suç olmadığı kabul
edilir. (6)
Ancak aynı maliye literatürü vergiden kaçınmanın etik-ahlaki
olmadığı ve vergi kaybına neden olduğu konusunda da hem fikirdir. (7) Bu
çerçevede vergi cenneti konumundaki bir adada şirket kurup faaliyetlerini
oradan yürütüyormuş gibi yaparak hiç vergi ödememenin yol açtığı vergi kaybı ne
kadar etik dışı bir iş ise, Kızılay Başkanının yasal diye savunduğu bir
vergiden kaçınma eylemi de o kadar etik dışıdır.
YAPILAN
İŞ VERGİDEN KAÇINMA DEĞİL, PEÇELEME
Kaldı ki Başkent Gaz’ın yaptığı şey vergiden kaçınma
değil. Çünkü vergiden kaçınma vergi yükümlülüğü doğuracak bir iş yapmaktan
kaçınıp, vergisiz alanda faaliyette bulunmak anlamına geliyor. Başkent Gaz ise
gaz dağıtım işinden sağladığı geliri üzerinden ödemek zorunda olduğu vergiyi (vergi
matrahını düşürerek) ödemiyor.
Yani vergi matrahından Kızılay gibi tam bir vergi
muafiyetine sahip imtiyazlı bir kamu kurumuna bağış yapıyor ve vergi kanununa
uygun olarak bu bağış tutarının tamamını ödeyeceği verginin matrahından indiriyor.
Başkent Gaz’ın yaptığı iş kısaca; yaptığı bağışı ödeyeceği
vergiden bütünüyle mahsup etmek. Bu bağışı doğrudan Ensar Vakfına yapmış
olsaydı ancak o yılki kazancının maksimum yüzde 5’ini gider olarak gösterip
matrahtan düşebilecekti. Kızılay’ı araya sokarak vergisinin tamamını ödemekten
kurtuldu. Bu, vergi peçelemesi (8) olarak da adlandırılan durum (belki yasaya uygun
ama) ahlaka ve kamu vicdanına aykırı bir durum.
Sonuçta şirket muhtemelen kendine şu ana kadar yapılan
iyiliklerin karşılığını verirken, (9) Hazineyi 10 milyon lira dolayında zarara
soktu. Hazine (doğallıkla) bu vergi açığını ya halktan topladığı KDV ve ÖTV
gibi vergilerle ya da borçlanmayla kapatmak durumda kalacak ve halka dönük kamu
harcamalarını kısacak.
Bu nedenden dolayı da şirketin yaptığı iş sadece etik
dışı bir iş değil, vergi kaybına yol açan yasaya aykırı bir iş, bir tür vergi
kaçırmak. Bunun beyan edilmesi gereken gelirden daha az gelir beyan ederek
vergi kaçakçılığı suçu işlemekten özde bir farkı yok. Üstelik şirketin bu
bağışı şarta bağlayarak yapması da son derece düşündürücü (paranın sadece 75
bin dolarının Kızılay’da kalması ve kalanın Vakfa aktarılması şartı).
GELENEK
DEVAM EDİYOR
Depremin ilk günü herkese gönderdiği mesajla para
bağışı yapılmasını talep eden bir kamu kurumunun kendini böyle bir işin aracısı
konumuna düşürmesi ise (bu kurumun kuruluş amacıyla ilişkilendirildiğinde) çok kötü.
Belli ki söz konusu vakfın siyasetteki ve nema dağıtımı işindeki ağırlığı
oldukça fazla.
Bu davranışın izlerini çok eskiye gidip takip etmek
gerekiyor. Çünkü eski alışkanlıklar kolay kolay terk edilmiyor. Nitekim vakıfların
toplumsal yapıdaki ağırlığının Osmanlı’nın bir mirası olduğunu kabul etmek
gerekiyor. Bugün iktidarda olan ve Neo-liberalizm ile stratejik ittifak
içindeki Siyasal İslam’ın da bu mirası aynen sahiplendiği açıkça görülüyor.
Yeni Osmanlıcılık adı altında geçmişteki bazı kurumlar bugün de geçerli.
VAKIFLAR
ÖZEL MÜLKİYETE GEÇİŞİN ARACI OLDULAR
Osmanlı’dan bu yana bu ülkenin tarihine baktığımızda
başta vergi gelirleri olmak üzere kamu gelirlerinin ve bu gelirlerle yaratılmış
olan ve müştereklerimiz sayılması gereken kamuya ait mülklerin yağmalanarak
özel mülkiyete geçirilmesinde vakıfların çok önemli bir rolü olduğunu görürüz.
Osmanlı’da yöneticilerin bireysel olarak toprakların özel
mülkiyetine sahip olmaları yasaktı. Bu kısıtlayıcı mülkiyet ilişkilerinden
kurtulabilmek ve mülk sahibi olabilmek için padişahın dışındaki yönetici sınıfın
temsilcilerinin seçtiği yol ise vakıflardı. Çünkü “dini hayır işleri” ve “sosyal yardımlaşma”
için kurulan vakıflara toprak tahsis edilebiliyor ve toprakların işletme hakkı bu
vakıflara veriliyordu. “Hayri vakıf” görüntüsü altında kurulan bu vakıflarda
bir çeşit özel mülkiyet yaratılmış oluyor ve böylece, gayrimenkul gelirinin
kolaylıkla varislere geçmesi sağlanıyordu. (10)
Bir başka anlatımla, (11) Osmanlı’da kuru mülkiyeti sadece
padişaha ait olan miri arazinin bir kısmı
“toprak, zaviye ve köy” olarak tarikat şeyhlerine hayri, bazen de aile
vakıfları üzerinden geçirildi. Kuruluş yıllarında genellikle vakıf yoluyla mülk
sahibi olmaya başlayan şeyh ve dervişler 1. Beyazıt Devrinden itibaren
şehirlerde ulema zümresi olarak anılmaya başladılar ve Osmanlı’daki yönetici
sınıfın bir parçasını oluşturdular.
HEM
ULEMA, HEM ASKER
Sadece ulema değil, askeri zümre de topraklar üzerinde
malikâne ve vakıflar tesis ettiler. Özellikle Akıncı Beylerinin Trakya’daki
malikâneleri çok genişti. Ayrıca devleti yöneten sınıfın içinde yer alan vezir,
paşa, vali gibi yüksek yöneticiler, arazileri
vakıflar yoluyla ele geçirdiler. Böylece, devlet toprakları, taşradaki
derebeylerin ve ağaların yanı sıra, yüksek devlet bürokrasisi tarafından da
yağmalandı (bu daha ziyade 17. Yüzyılın başlarında gerçekleşmeye başladı).
Kısaca Osmanlı’da miri arazinin tek sahibinin padişah
olması ve diğer yönetici sınıfların (ulema-din adamları ve askerler gibi) normal
koşullarda mülk sahibi olmalarının yasak olması bunun ilk nedeniydi. Özel mülkiyete geçişin önündeki engelin aşılabilmesinin
tek yolu vakıf oluşturmaktı.
İkincisi ise, Osmanlı toplumunda kamusal hizmet
sunumunun önemli bir kısmı vakıflar yoluyla yapılırdı. Böyle vakıflar yoluyla
elde edilen gelirler sözü edilen bu hizmetlerin karşılanmasında kullanılmak
üzere tahsis edilirdi. Bu nedenle de vakıflar toplum nezdinde kabul görmüş, meşru
kuruluşlardı. Bu kuruluşlar aracılığıyla özel mülk ve gelir elde etmek en
güvenilir yoldu.
İşin ilginç yanı bu vakıfların farklı görüntüler
altında Cumhuriyet döneminde de devam etmiş olmasıdır. Osmanlı’da daha ziyade
dini ve hayri nitelikte ortaya çıkan bu vakıflar Cumhuriyet ile birlikte
kurulan burjuva devletine geçtiler ve devletin kanatları altında on milyarlarca
liralık mal varlığına ve yüzlerce işletmeye sahip bir biçimde varlıklarını
sürdürdüler.
YENİ
DÖNEM VAKIFLARI: SERMAYE BİRİKİMİ VE TOPLUMU BİÇİMLENDİRME ARAÇLARI
Son 17 yılda ise vakıflar devletin kontrolü dışındaki dini
ve cemaatçi yapılar halinde varlıklarını sürdürüyorlar. Sözde sivil toplum
alanında yer alan ve sahip oldukları servetleriyle büyük kapitalist işletmeleri
dahi kıskandıran bu tür vakıfların bazıları bir yandan yeni tür bir sermaye
birikiminin aracı, diğer yandan kamusal kaynakların bazı güç odaklarına aktarılmasının
paravanı işlevi görüyorlar.
Kuşkusuz bu vakıflar Neo-liberalizm –Siyasal İslam
ittifakının önemli bir aracı olarak bu düzen için rıza üretme görevini de
üstlenmiş durumdalar. Bu nedenle de siyasal iktidar tarafından korunuyorlar,
belediyelerden bunlara devasa kaynak aktarılıyor, her türlü vergi muafiyetinden
yararlanıyorlar ve piyasaya dönük akçalı işlerde her zaman öncelik sahibi
oluyorlar.
İMKÂNLI
ÜÇLEME UYGULAMADA
1980’li yıllarda sermayenin devletle iş yapması daha
ziyade “döner kapı” denilen bir yöntemle yürütüldü. Bu yolla büyük sermaye
grupları kendilerine bağlı birilerini siyasette ve bürokraside etkin konuma
getirdiler. Hizmetlerinin karşılığında bu şahıslar emekliliklerinde (ya da belli
bir süre sonra) bu sermaye gruplarının şirketlerinde yüksek maaş ve çok iyi imkânlarla
üst düzey yönetici olarak çalıştırıldılar.
Bunu 1990’lardan itibaren Truva Atı yöntemi izledi.
Sermaye grupları Kamu Özel Ortaklığı projeleriyle devlete sızmaya başladılar ve
milyar dolarlık ihaleleri aldılar. 2000’li yılların sonlarından itibaren, neo-liberal otoriterliğin artmasıyla birlikte,
sermaye grupları giderek seçilmiş politikacılardan ziyade seçilmemişleri bakan
ya da bakan yardımcılığı görevlerine getirttiler. Turizmden, sanayiye, eğitimden,
tarıma ve sağlığa kadar çok önemli sektörlerde artık seçilmiş bakanlar değil,
atanmış bakanlar hizmet vermeye başladı.
Bu zincirin (bize özgü biçimde olmak üzere) bir diğer halkasını
ise Torunlar/Başkent Gaz-Kızılay-Ensar ilişkisi oluşturuyor. Artık bu modelin
olmazsa olmazı bizzat merkezdeki ve yereldeki egemenlerce yönetilen dinci
vakıflar. Bunlar devletin de dâhil olduğu her türden para ve ticaretin merkezinde
yer alıyorlar.
Bu gidişata karşı mücadele kuşkusuz kârı (ve rantı) kendine
amaç edinmiş, diğer bütün amaçların bu ana amaca tabi kılındığı kapitalizme
karşı çıkmadan yürütülemez.
YENİ
BİR HİKÂYE GEREKLİ
Bu da, bugünden ilerici alternatifleri hayata
geçirmekle sağlanabilir. Yani artık sadece egemenlerin çürümüş hikâyesini
teşhir etmek yetmiyor, ona karşı yeni bir hikâye ile çıkmak ve bu hikâyeyi
kitlelerle buluşturmak, değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek gerekiyor (12).
Bu amaçla egemenlerin “imkânlı üçlemeleri” olan büyük
sermaye şirketlerine, Truva Atı’na dönüştürülmüş sözde kamu derneklerine ya da
Siyasal İslam’ın araçları haline gelmiş dinci vakıflara karşı hayatın ve
ekonominin tüm alanlarında demokratik kooperatifleri, halk, kadın ve gençlik
meclislerini ve komünleri örgütlemek gerekiyor.
Yeni hikâyemiz bu olmalı.
DİP
NOTLAR:
(*)
İmkânsız Üçleme ya da Üçlü Açmaz (impossible trinity/ trilemma) kavramı ekonomi alanında kullanılan bir
hipoteze verilen ad. Bu hipoteze göre; bir ekonomide aynı anda hem sermaye
hareketlerinin serbestliği, hem sabit döviz kuru uygulaması, hem de bağımsız
bir para politikası uygulaması mümkün olamaz
(1) https://www.ensonhaber.com/erdogandan-kilicdarogluna-deprem-vergisi-yaniti.html (31
Ocak 20120).
(2) Michael
Howard, Public Sector Economics for Developing
Countries, University of West Indies Press, 2001, s. 158.
(3) https://gazetemanifesto.com/2020/ensar-vakfi-kizilaydan-gelen-parayi-abdye-gondermiş
(31 Ocak 2020). Bir habere göre bu bağış ABD’deki Hazine Bakanlığı’nın
listesinde yer almıyor. Haberde paranın kayıp olduğu ileri sürülüyor. Aynı
haberde, 2014 yılından bu yana Ensar ve Türgev’in Türken’e yolladığı bağışın
tutarının 54 milyon doları bulduğu iddiası da yer alıyor. Bkz: https://www.siyasetcafe.com/kizilayin-8-milyon-dolari-buhar-olduensarin-abdye-gonderdik-dedigi-bagis-kayip (31 Ocak 2020).
(4) Bahadır
Özgür, “Torunlar-Kızılay-Ensar: Bir hokus pokus hikâyesi”, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/01/30/torunlar-kizilay-ensar-bir-hokus-pokus-hikayesi(
30 Ocak 2020).
(5) https://www.birgun.net/haber/kizilay-baskani-ndan-8-milyon-dolarlik-bagis-aciklamasi-vergi-kacirmak-baska-vergiden-kacinmak-baska
(29
Ocak 2020).
(6) Abdurrahman
Akdoğan, Kamu Maliyesi,
Genişletilmiş 11. Baskı, Gazi Kitabevi, 2006, s. 165-167.
(7) John
Christensen, “Taxing transnational corporations”, Tax Justice ( edts. Matti Kohonen and Francine Mestrum) içinde,
Pluto Press, 2009, s. 115-116.
(8) Murat
Batı, “Kızılay üzerinden Ensar Vakfı'na bağış: Vergi kaçırmak mı, vergiden
kaçınmak mı, peçeleme mi, kanuna karşı hile mi?”, https://t24.com.tr (31 Ocak 2020).
(9) Özgür,
agm; Ensar Vakfı’na, Kızılay üzerinden 8 milyon dolar bağışlayan Başkentgaz’ın
TÜRGEV’e bağışladığı işyerlerinin 30 milyon TL değerinde olduğu ileri
sürülüyor. Bkz: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1717428/goz-yasartan-hayirseverlik
(31 Ocak 2020).
(10) Mustafa
Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,
Cilt 2, Cem Yayınevi, 1974, s. 322.
(11) Sencer
Divitçioğlu, Osmanlı Üretim Tarzı ve
Osmanlı Toplumu, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 31-32.
(12) George
Mobiot, Out of the Wreckage- a new
politics for an age of crises, Verso, 2017, s. 1.
Etiketler:
Deprem Vergisi,
Ensar,
İmkansız Üçleme,
Kızılay,
Özel Mülkiyet,
Peçeleme,
Vakıflar,
Vergiden Kaçınma,
Yolsuzluk
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)