Sermaye
kontrolleri (1): İyi mi, kötü mü?
Mustafa
Durmuş
11 Temmuz 2022
Önce, ihracatçının döviz gelirinin TCMB’ye
satılması zorunlu kısmının yüzde 25’ten yüzde 40’a yükseltilmesi yönündeki karar,
ardından da BDDK’nın makro ihtiyati tedbir olarak açıkladığı 24.06.2022 tarihli
ve 10250 sayılı aşağıda özetlenmiş olan Kurul Kararı:
Şirketin,
bağımsız denetime tabi bir şirket olması, yabancı para (YP) nakdi varlıklarının
(altın dâhil, efektif döviz ile bankalardaki YP mevduatın) TL karşılığının 15
milyon TL’nin üzerinde olması ve YP nakdi varlıkların TL karşılığının aktif
toplamından veya son 1 yıllık net satış hasılatından büyük olanının yüzde
10’unu aşması halinde, şirket TL cinsinden ticari kredi kullanamaz.(1)
Kısaca, bankalar haricinde yukarıdaki üç
koşula sahip bulunan sermaye şirketlerinin nakdi ticari kredi kullanabilmeleri
için, ellerindeki bugünün kurundan 867
bin dolarlık dövizden fazlasını TL’ye çevirmeleri (satmaları) gerekiyor. Bu da
sermaye kontrolleri döneminin başladığının işareti olarak değerlendiriliyor.
Nitekim bu önlemin ardından ilk haftada
tüzel kişilerin bankalardaki toplam döviz mevduatı 2,6 milyar dolar azaldı. (2)
Döviz
krizini öteleme çabası
Bu önlemlerin patlamaya hazır bir döviz
krizini ötelemek için alındığı açık. Ancak dünyada bu ve benzeri önlemlerin
piyasalarda, özellikle de yabancı yatırımcılar arasında bir panik yaratarak,
söz konusu döviz krizini iyice yakınlaştırdığına ilişkin çok sayıda deneyimin
olduğunu da unutmamak lazım.
Keza böyle bir önlemin kredi kullanımını
yavaşlatarak, bunun da ihracat başta olmak üzere üretime dönük yatırımları
ciddi biçimde azaltarak reel sektör üzerinde daraltıcı bir etki yaratması kaçınılmaz
olacak (nitekim bu yönde yoğun eleştirilerin gelmesi üzerine Kurul kredi
kullanımdaki belgeleme koşullarını yumuşattı) .
Diğer taraftan 6’lı Millet İttifakı’nın
yaptıkları en son toplantıda bu konuya da yer verildi ve bu karar sermaye
kontrollerine geçiş olarak değerlendirilip eleştirildi. İttifak olası kendi
iktidarları döneminde böyle kontrollere gitmeyeceklerinin, serbest bir sermaye
rejiminin kurallarına bütünüyle bağlı kalacaklarının sözünü verdi (3) (bunun
değerlendirmesini yazının ikinci bölümünde yapacağız).
Sermaye
rejimi tekrar masaya yatırılmalı mı?
Bu ve benzeri gelişmeler kaçınılmaz olarak
sermaye kontrollerinin ne olduğu, bunlara yol açan faktörleri, ekonomiye
yararlı mı, yoksa zararlı mı oldukları ama her şeyden önemlisi bunların emekçilerin
yaşamını nasıl etkilediği gibi konuları masaya yatırmamız gerektiğini ortaya
koyuyor. Böyle bir sermaye kontrolü tartışması aslında serbest sermaye rejimini
de tartışmak anlamına geliyor.
Kuşkusuz bu tartışmaları yaparken
ekonominin ne durumda olduğu, gelen ya da giden sermayeden hangisinin kontrole
tabi tutulacağı gibi önemli hususları da gözden kaçırmamak gerekiyor.
Sermaye
kontrolü nedir?
Sermaye kontrolleri, “az gelişmiş
ülkelerin ekonomilerine giren ya da bu ekonomilerden çıkan kısa vadeli borç
giriş ve çıkışlarının neden olduğu döngüleri yumuşatmaya, finansal istikrarsızlıkları
azaltmaya ve daha bağımsız bir para politikası uygulamaya yardımcı olan sermaye
hesabına dönük düzenlemeler” olarak tanımlanıyor. (4)
‘Etkin işlediği varsayılan’ piyasalarda
bozulmalara neden oldukları ve diğer bazı açık maliyetleri olduğu gerekçeleriyle,
özellikle de ana akım iktisatçılar arasında kötü bir üne sahip bulunmalarına
rağmen, hala çok sayıda ülke bunları uygulamaya devam ediyor. Çünkü doğru
tasarlanmaları halinde ülke refahına da, küresel ekonomiye de tehdit oluşturmadığı,
aksine ulusal ekonomilere fayda sağladığına inanılıyor.
Amaç:
Sermaye akımlarını sınırlandırmak, döviz kurunu kontrol etmek
Bu düzenlemeler hükümet, merkez bankası ya
da diğer düzenleyici kurumlar tarafından, gelen ve giden yabancı sermaye
akışını sınırlandırmak, kontrol altına alabilmek amacıyla yapılıyor.
Ancak, mal, hizmet ve sermaye akımları
anlamında bu denli küreselleşmiş bir kapitalizmde sermaye kontrollerinin,
finansal krizleri bütünüyle önleme konusunda ne denli yeterli oldukları da
tartışmaya açık bir konu. Nitekim bu düzenlemeleri savunanlar dahi, bunların
finansal çalkantıları hafifletmeye yönelik bütüncül bir makroekonomik ve
finansal politika paketinin yerini tutamayacağını, böyle bir paketin sadece bir
parçası olabileceğini kabul ediyorlar.
Sermaye kontrollerine karşı çıkanlara göre
ise bu düzenlemeler, başta GSYH büyümesi olmak üzere, ekonomi üzerinde ciddi
olumsuz etkilere sahipler. Öyle ki; sermaye arzını azaltırlar, finansman
maliyetini yükseltirler, uluslararası sermaye piyasalarına erişemeyen yerli
firmaların karşılaştığı finansal zorlukları daha da artırırlar, karar alma
konusunda piyasaların konumunu zayıflatırlar, yolsuzluk riskini ve gereksiz
bürokrasiyi artırırlar, ayrıca özel mülkiyet haklarının kullanımını
kısıtlarlar. (5)
Kısaca, bu yaklaşım çerçevesinde sermaye
kontrolleri, hem kısa hem de uzun vadeli olarak sermaye maliyetini artırıyor,
finansman imkânlarını sermaye kontrol rejimi tarafından desteklenen yanlış yatırımlara
yönlendiriyor ve yolsuzluğu teşvik ediyor. (6)
İdari-piyasa temelli, geçici-kalıcı önlemler
Sermaye kontrolleri, uygulamada ülkelere
göre değişse de, genelde iki biçimde gerçekleşiyor: (i) İdari ya da doğrudan
kontroller (miktara dayalı) (ii) Piyasa
temelli ya da dolaylı kontroller (fiyata dayalı).
İlk gruptakiler sermaye hareketlerinin yasaklanmasını,
kısıtlanmasını ya da izne bağlanmasını içerirken, ikinci gruptakiler, açık ya
da örtülü vergiler (Tobin Vergisi gibi) ya
da ikili ya da çoklu kur rejimleriyle işlemin fiyatını etkileyerek sermaye
hareketlerini daha pahalı hale getirmeyi, böylece de caydırmayı hedefleyen
önlemlerden oluşuyor.
Kısaca sermaye kontrolleri, vergileri,
tarifeleri, mevzuata ilişkin düzenlemeleri, miktarsal kısıtlamalarını içeriyor
ve hisse senetleri, devlet tahvilleri, krediler (dış borçlar) ve döviz
işlemleri gibi birçok finansal varlık biçimini etkiliyor.
Bu bağlamda, Türkiye’de BDDK’nın aldığı
son karar, her ne kadar ticari kredilerle ilgili gibi gözükse de, idari ya da
doğrudan kontrol biçiminde bir sermaye kontrolü olarak değerlendirilebilir.
Zira Bu kararla, döviz kurunun yükselişini önleme gerekçesiyle, şirketlerin
belli bir düzeyin üstünde döviz tutmalarını yasaklanıyor. Böylece, muhtemelen, ekonomideki
hali hazırdaki dövizin el değiştirerek rezervlerin güçlendirilmesi ve kurun
baskılanması amaçlanıyor. Öte yandan bunun ülkeye (ihracat ya da turizmde
olduğunun aksine) yeni döviz gireceği anlamına gelmediği açık.
Sermaye kontrollerini geçici ya da kalıcı
olmaları anlamında da sınıflandırabilmek mümkün. Geçici kontroller ‘sıcak para’
akımlarına karşı alınan acil önlemleri anlatıyor. Birçok gelişkin ülkenin
geçmiş yıllarda güvendiği ve birçok azgelişmiş ülkenin bugün kullandığı kalıcı
kontroller ise uzun vadeli bir kalkınma stratejisinin bir parçası olarak ele
alınıyorlar.
Günümüzde uzun vadeli/kalıcı sermaye
kontrol rejimleri azgelişmiş ülkelerde daha yaygın olarak görülüyor (Asya,
Afrika ve Doğu Avrupa'daki bazı ülkeler ). Bu bağlamda bu ülkelerin yarısına
yakını finansal olarak kapalı ekonomiler olarak nitelendiriliyorlar.
Çin:
Kalıcı sermaye kontrollerinin en başarılı örneği
Genellikle ülkeler, oynaklığı azaltmak, az
gelişmiş finansal sistemleri korumak ve ihracat performansını bozabilecek büyük
sermaye girişlerinden kaynaklanan para biriminin aşırı değerlenmesini sınırlandırmak
için uzun vadeli bir stratejinin parçası olarak kalıcı kontrolleri kullanıyorlar.
Araştırmalara göre, geçmişte birçok ülke
kalıcı kontrollerin kullanılmasıyla hızlı gelir ve ihracat artışı elde etti. Çin,
uzun vadeli sermaye kontrollerinin başarılı
bir biçimde uygulamasının en iyi örneklerinden biri. Çünkü bu ülkede hayata
geçirilen sermaye kontrolleri, ticari bankaların sağlamlığını bozabilecek
oynaklığı sınırlamasına yardımcı olduğu gibi, ihracat artışını desteklemek için
düşük değerli bir ulusal paranın varlığını mümkün kılıyor, devlet bankalarının
işletmelere düşük faizli krediler sağlamasına yardımcı oluyor ve bu sübvansiyonlu
krediler sanayi üretimini destekliyor. (7)
Sermaye
kontrolleri neden gündeme geliyor?
Sermaye kontrolleri ilk olarak, IMF’nin
kurucularından olan Harry D. White (ABD) ve John M. Keynes (Birleşik Krallık)
tarafından gündeme getirildi. Bu iktisatçılarca (1944 yılında IMF kurulurken),
uluslararası para sisteminin temel parçası olarak sermaye akımlarına
kısıtlamalar getirilmesinin, böylece finansal istikrarın sağlanarak, kapitalist
birikimin kesintisiz olarak sürdürülebilmesi için bu kısıtlamaların şart olduğu
ileri sürüldü.
Ancak IMF’ye o dönem hâkim olan bu kontrolcü
yaklaşım 1980’lerden itibaren kapitalizme damgasını vuran küreselleşme,
finansallaşma ve neo-liberalizm döneminde reddedildi ve bu yönde başta
azgelişmiş ekonomiler olmak üzere dünyanın önemli bir kesiminde dalgalı kur
rejimleriyle birlikte serbest sermaye rejimleri hayata geçirildi.
Neo-liberal dönemde, tasarruf açığı olan
azgelişmiş ülkelerin (kalkınma ve büyümelerinde kullanılmak üzere), tasarruf
fazlası olan ülkelerden gelecek sermaye akımlarıyla bu açıklarını
kapabileceklerini ileri süren çok sayıda teorik çalışma da bu görüşü
güçlendirdi.
Böyle bir beklentiye rağmen uygulamada
elde edilen sonuçlar çok farklı oldu. Dış finansman ihtiyacı içindeki ülkeler
bu sermaye akımlarından yarar sağlamaktan ziyade, ortaya çıkan finansal
çalkantılardan dolayı, zarar gördüler. 1994 ve 1997 yıllarında patlak veren
Latin Amerika ve Asya krizleri ve Türkiye’nin de deneyimlediği 2001 krizi bunun
en somut örnekleridir. Bu ülkelerde finansal varlık fiyatları ve enflasyon aşırı
biçimde yükseldiği gibi, dış borç stokları, döviz kuru ve faiz oranları rekor
düzeyde arttı, sonuç olarak ekonomiler krize sürüklendi.
Keza serbest sermaye rejimlerinin
sorgulanmasına neden olan bir diğer önemli gelişme 2008 yılında ortaya çıktı.
ABD’de başlayan ve serbest sermaye hareketleri sayesinde üç hafta içinde tüm
dünyaya yayılan 2008 küresel finansal krizi sonucunda sermaye kontrollerinin
kullanımına karşı olan muhalefet giderek zayıflamaya başladı.
Sermaye hareketleri iktisadi kriz ilişkisi
Türkiye ekonomisi gibi son 20 yıldır çok
yüksek cari açıklar vererek (örneğin bu yılın Ocak-Mayıs döneminde cari açık
2,3 kat artarak, 12,4 milyar dolardan 28,1 milyar dolara çıktı) (8) büyüyen bir
ekonomide yabancı kaynak ihtiyacı, dolayısıyla da uluslararası sermaye
hareketleri son derece önemli bir konumdadır.
Bu kaynakların kabaca üç tür olduğunu
biliyoruz: Doğrudan yabancı sermaye yatırımları, portföy yatırımları ve diğer
yabancı yatırımlar (dış krediler/borçlar).
Bunlardan uzun vadeli doğrudan yabancı
sermaye yatırımları, sanıldığının aksine, azgelişmiş ekonomilerden ziyade asıl
olarak gelişmiş ekonomilere gidiyor. Azgelişmişler içinde Çin aslan payını
aldığından (9), örneğin Türkiye gibi ülkelere hem çok düşük bir pay düşüyor (son
dönemde yıllık 8 milyar doların altında), hem de bu yatırımlar özelleştirmelere
ve son yıllarda daha çok emlak, konut alımı gibi gerçekte doğrudan yatırım
sayılamayacak finansal alanlara yapılıyor. Ayrıca sermaye sağlayan ülkeye doğru devasa kâr
transferleri yapılıyor ve elde edilen kârların vergi cennetlerinde düşük ya da
sıfır vergilendirilmesi yüzünden sermayenin girdiği ülkenin potansiyel vergi
gelirleri de azalıyor.
Borsaya, Hazine bono ve tahvillerine ve
banka mevduatlarına gelen kısa vadeli (portföy) yatırımları, asıl olarak yüksek
faiz- düşük kur makasının açıklığından yararlanarak spekülatif yüksek kârlar
elde edebilmek için geliyor. Ancak böyle akımlar ülke insanının önemli bir
kısmını yoksullaştırdığı gibi, aşağıda açıklandığı üzere, ani çıkışlar yaparak
ödemeler dengesi krizi veya döviz krizlerine neden oluyor.
Dış krediler ise, karşılığında ödenen
normalin çok üstündeki yüksek faizler yüzünden ülkeden dışarıya bir varlık
transferiyle, ayrıca ülkenin bir kısım vergi gelirleri bu borçları ödemek için
kullanıldığından, halka dönük sosyal harcamaların azalmasıyla sonuçlanıyor. Bu
da emekçiler başta olmak üzere toplumun büyük bir kesiminin yoksullaşmasına
neden oluyor.
Ayrıca, alınan dış borçlar ülkenin
gelişimi ve kalkınması için kullanılmaktan ziyade, büyük sermayedarları ve
servet zenginlerini daha da zengin etmeye dönük işlere ve projelere harcandığından,
dış kredilerle/borçlarla birlikte ülkedeki yolsuzluklar da artıyor. Yurt dışına
çıkartılan servetler, alınan dış borçlarla paralel bir biçimde büyüyor.
Özellikle de otoriter yönetimlerin parçası siyasetçiler, bürokratlar ve iş
insanları yurt dışına büyük çapta servet kaçırıyorlar. Sermaye kontrollerinin
olmaması böyle bir servet transferini kolaylaştırıyor.
Keza dış borç stokları hızla büyüyüp
bunlar gelecek kuşaklar için bir yük oluştururken, ülke ekonomisi hızla
finansallaşıyor, bu da bir süre sonra finansal krizlerin patlak vermesiyle
sonuçlanıyor. Dış borçlarını ödeyemeyen ülkeler yakın geçmişte Yunanistan,
bugünlerde Arjantin ve Sri Lanka’da (ve hatta Türkiye’de) olduğu gibi ciddi bir
sosyoekonomik çöküşün içine sürükleniyor. Böylece dış borçlar emperyalizmin
azgelişmiş ülkeleri sömürgeleştirerek çökertmesinin en etkili aracı olarak hala
işlev görüyor.
Serbest
sermaye hareketleri ödemeler dengesinde krize neden oluyor
Aşağıdaki grafik küresel çapta ortaya
çıkan finansal krizlerle, uluslararası sermaye hareketlerindeki büyük çaplı
dalgalanmaların aynı yönde hareket ettiklerini ortaya koyuyor. (10)
Kısaca, 1980’lerden 2013’e kadar görülen
sırasıyla; 1982 ve 1994 Meksika krizleri, 1997 Asya krizi, 2002 Arjantin krizi,
2008 küresel finansal kriz ve 2012 Avro Bölgesi krizleri ile uluslararası
sermaye hareketleri aynı yönde hareket ediyor.
Uluslararası
sermayenin gelgitleri
Hintli Marksist iktisatçı Patnaik bu
durumu kapitalizmin ‘gelgitleriyle’ (med cezir) açıklıyor. Ona göre,
kapitalizmde ekonomik faaliyetlerin düzeyi uzun süreli gelgitlere tabidir. Öyle
ki ekonomi yükselişteyken bu durum kapitalistlerde ‘cesaret artırıcı, yüksek risk
alıcı yönde olmak üzere adeta sihirli bir iksir etkisi’ yaratır. Kapitalist
girişimciler yurt içinde ve yurt dışında yüksek riskli ama yüksek kârlı
finansal yatırımlara yönelirler. Aslında bu durum sanal bir canlılıktan (öfori)
öte bir şey değildir. Nitekim ekonomi inişe geçtiğinde, durum tersine döner ve kapitalistler
karamsarlığa düşerler. Böylece riskten kaçışlar artar, kapitalistler mevcut
yatırımlarını ve varlık tutmaya ilişkin tercihlerini sorgulamaya başlarlar ve
sonuçta yatırımlarını kısarlar. Bunun yerine (getirisi olmasa dahi) nakitte
kalmaya yönelirler ki bu da ekonomik çöküşü hızlandırır. Ayrıca dünya ekonomisi
resesyona doğru giderken, genelde korumacılık eğilimleri de artar, bu durum hem
Merkez hem de Çevre ülkelerdeki sermaye hareketlerini kontrol edenler açısından
çok büyük bir risk oluşturduğunda, bu sermaye güvenli limanlarına, Merkez
ekonomilere geri döner. (11)
Sonuç olarak, bu gelgitlerin neticesinde,
Çevre ekonomilere doğru olan fiziki sermaye yatırımlarının yanı sıra, borsa,
hazine bonosu ve devlet tahvilleri, banka borçlanmaları ve mevduat gibi
alanlara giden finansal sermaye akımları da kurur, ülkeden sermaye çıkışları
hızlanır.
Hatta krizin derinleşip, karamsarlığın
artmasıyla birlikte sadece yabancı sermaye değil, ülke kapitalistlerinin sermayeleri
ve servetleri de yurt dışındaki daha güvenli, daha yüksek getiri sağlayan
ülkelere kaçırılır. Sermaye hareketlerinin kontrolünün olmadığı ülkelerde bu
sermaye girişleri kadar, çıkışları da engellenmediğinden çöküş süreci çok hızlı
olarak gerçekleşir.
…sonraki yazı: “İktidar ve muhalefet aynı safta”.
Dip
notlar:
(1) https://www.bddk.org.tr/Duyuru
(26 Haziran 2022).
(2) Dünya Gazetesi,
8 Temmuz 2022.
(3) https://chp.org.tr/haberler/alti-siyasi-parti-genel-baskaninin-ortak-aciklamasi-ankara
(3 Temmuz 2022).
(4) https://www.atlantafed.org/podcasts/transcripts/econsouth-now/110929-pros-cons-of-capital-controls
(September 2011).
(5) S.
Edwards, and J.D. Ostry, “Terms of trade disturbances, real exchange rates, and
welfare: The role of capital controls and labor market distortions”, Oxford Economic Papers 44 (1992) s. 20-34.
(6) https://carnegieendowment.org/why-are-capital-controls-so-popular-pub
(9 June 2011).
(7) Agm.
(8) TCMB,
Ödemeler Dengesi İstatistikleri Mayıs 2022, https://www.tcmb.gov.tr (7 Temmuz 2022).
(9) https://www.oecd.org/investment/statistics.htm
(30 Mart 2022).
(10)
Kevin P. Gallagher,
Richard Kozul-Wright, A New Multilateralism for Shared Prosperity: Geneva
Principles for a Global Green New Deal, UNCTAD
Global Development Policy Center (10 April 2019),
(11)
Prabhat Patnaik, “Neo-Liberalism
and the Diffusion of Development”, https://www.newsclick.in
(18 November 2018).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder