10 Aralık 2025 Çarşamba

2026 Bütçesi: Harcamalar ve Vergiler

2026 Bütçesinde Harcamalar ve Vergiler

2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin Analizi (2)

Mustafa Durmuş

10 Aralık 2025

Bütçe teklifinde, net bütçe gelirlerinin 16 trilyon 216 milyar TL’ye, vergi gelirlerinin 15 trilyon 632 milyar TL’ye; harcamaların ise 18 trilyon 929 milyar TL’ye ulaşması öngörülüyor. Böylece bütçe açığının 2 trilyon 713 milyar TL ve bunun GSYH’ye oranının %3,5 olması; faiz giderlerinin ise 2 trilyon 742 milyar TL’ye (yüzde 3,5) çıkması bekleniyor. (1)


Bu bütçe emekçilere kemer sıktıran bir bütçe!

Yani bu yıl yüzde 3,6 olan bütçe açığının 2026’da yüzde 3,5’e, 2027 yılı sonunda yüzde 3,1’e ve 2027’de yüzde 2,8’e düşürülmesi amaçlanıyor. Bunun anlamı önümüzdeki üç yıl içinde göreli olarak daha az kamu harcaması (özellikle de daha az sosyal harcama) yapılacağı ve/veya daha fazla vergi alınacağıdır.

Nitekim dar anlamdaki vergi yükü (sosyal güvenlik primleri hariç) 2025 yılında yüzde 17,5’ten 2026’da yüzde 18,2’ye, 2027’de yüzde 18,3’e ve 2028 yılında yüzde 3,4’e yükseltiliyor. (2) Geniş anlamdaki vergi yükünün ise bu yıl yüzde 23,8’den önümüzdeki 3 yılda aşamalı olarak yüzde 25,3’e kadar yükseltilmesi hedefleniyor.  

Siyasal iktidar genelde sermayeden vergi almayı tercih etmediği için bu vergileri ağırlıklı olarak halktan toplayacak. Son zamanlarda gerek elektrik fiyatlarına gerekse de benzin, motorin, LPG ve alkollü içkiden alınan vergilere yapılan zamlar bunun bir kanıtı. Bu yüzden de bu bütçeyi halktan yana değil, halka daha fazla kemer sıktıran bir bütçe olarak nitelendirmek daha doğrudur.

Benzer bir durum bütçenin harcamalar tarafında yaşanacak. Öyle ki hedeflenen bütçe giderleri GSYH’nin yüzde 23,9’una denk düşüyor. Bu oranın ¼’ün dahi altında olması, özellikle de ciddi ekonomik kriz dönemlerinde, sosyal devletin bir bütün olarak ortadan kaldırıldığının ve iktidarın ekonomik krizi, başta işçiler olmak üzere, topluma kemer sıktırarak aşmaya çalıştığının bir göstergesidir.

Neo-liberal otoriterliğin kaçınılmaz sonucu

Bu durum zamanla ortadan kalkabilecek geçici bir olgu değil yani neo-liberal siyasal İslamcı otoriter rejimin bir sonucu. Oysa mevcut durumda ekonomik büyümenin yeniden canlandırılabilmesi için ekonomide toplam talebin artması gerekiyor. Keza özel sektörün ekonomik kriz dönemlerinde yeni yatırımlar konusunda temkinli davranması nedeniyle bu iş devlete düşüyor.

Yani ancak devlet yeni yatırımlar yaparak yatırım açığını kapatabilir. Bunun neden olabileceği bütçe açığı ise başta rantiye sınıfı olmak üzere, sermaye sınıfından ve genel olarak zenginlerden daha fazla vergi alınarak kapatılabilir. Ancak pratikte büyük devlet harcamalarının bu biçimde fonlanması sermaye sınıfının kolay kolay kabul edebileceği bir yol değil.

Enflasyonla mücadele programı yine emekçilerin omuzlarında

İktidar Bloku enflasyonla mücadelede maliye politikasını asıl olarak emekçilerden daha fazla vergi almak yönünde kullanıyor.  Yani adil ve dengeli bir maliye politikası yerine, müdahale aracı olarak esasta yüksek faizi içeren sıkı para politikasını tercih ediyor.  

Oysa sıkı para veya maliye politikaları enflasyonu düşürebilir ama aynı zamanda da işsizliği körükleyerek işçilerin toplu pazarlık gücünü azaltır. Dolayısıyla bu politikalar, işçi sınıfı açısından tarafsız olmayan, gelir ve serveti emekten alıp sermayeye veren adaletsiz bölüşüm politikalarıdır. Nitekim uzunca bir süredir finansal piyasaların, bankaların, sigorta şirketlerinin ve genel olarak finans kuruluşlarının özellikle de spekülasyona dayalı kârları artmaya devam ediyor.

Özetle, yüksek enflasyon koşullarında, emekçi sınıfların yaşam standardını korumaya dönük ve enflasyonu körükleyen sermayedar sınıfların vergilendirilmesini esas alan (rant ya da servet vergisi gibi) vergi/maliye politikaları uygulanmalıdır.

Memurlar ve memur emeklilerinin durumu: yoksulluk, ayrımcılık, dibe doğru yarış

Bir hükümetin gerçek önceliklerini anlamanın en iyi yolu, bütçe kaynaklarının dağılımını incelemektir. Çünkü söylem ve vaatlerin ötesinde, harcama kalemlerine ayrılan paylar politik tercihlerin en somut göstergesidir. Bu çerçevede 2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Gerekçesine bakılarak kamu emekçilerinin maaşlarında kayda değer bir iyileşme olmayacağını anlamak mümkün. Şöyle ki:

Memur maaşlarının yer aldığı “personel giderleri” kaleminde, 2024’te yüzde 102,2; 2025 yılının ağustos ayında ise bir önceki yılın aynı ayına kıyasla yüzde 39 artış oldu. 2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçesinde personel giderlerinde öngörülen artış oranı; 2026 yılı için yüzde 33; 2027 yılı için yüzde 15 ve 2028 yılı için yüzde 11 olarak hedeflendi. Bu oranlar, bütçeden kamu emekçilerine yapılacak transferlerin ivme kaybederek azalacağını gösteriyor. Daha açık bir ifade ile kamu emekçilerine refah seviyelerini artıracak bir zam yapılması mümkün görünmüyor.

Kamu emekçisi sayısındaki artış ve yüksek seyreden enflasyon karşısında; bütçeden kişi başına düşen pay azalıyor. Ekonomik büyüme ve artan vergi gelirlerine rağmen, kamu emekçilerinin maaşlarının bütçe pastası içindeki payları sistematik olarak sınırlandırılıyor.

Emeklilerin devam eden yoksulluğu

Bu tablo, söz konusu emekliler olduğunda daha da kötüleşiyor. 2025 yılının ikinci yarısında en düşük emekli aylığı 16 bin 881 TL oldu. Başka bir ifade ile 16 milyon emekli ve hak sahibini ilgilendiren taban aylık, asgari ücretin yüzde 24; açlık sınırının ise yüzde 33 altına geriledi. 2026 yılı bütçesinde bu durumu düzeltecek kayda değer bir ödenek artışı ise mevcut değil.

Bütçe aşırı yoksulluk koşullarında geçinmeye çalışan emeklileri görmezden gelirken, iktidar söz konusu üst düzey siyasi bürokratlar (genel müdürler, daire başkanları, kurum başkanları, müfettişler ve uzmanlar) olduğunda son derece cömert davranıyor: ilgili bürokratlara 30 bin TL zam yapılmasını öngören teklif Plan ve Bütçe Komisyonundan geçti bile.

Oysa sosyal devletin temel taşlarından biri olan emeklilik sistemi, gelir güvencesi sağlayan bir transfer mekanizması olmanın ötesinde, kazanılmış bir sosyal hak, toplumsal dayanışmanın en somut göstergelerinden biri ve emek ile sermaye arasındaki sınıf ilişkilerinin bir yansımasıdır.

SGK’ya transferlerdeki keskin düşüş

Son 10 yıldır SGK’ya yapılan transferlerin bütçe içindeki payı ciddi biçimde azaltıldı, GSYH içindeki payı da geriletildi. SGK’ya yapılan bütçe transferlerinin GSYH’ye oranında 2025 yılı için planlanan yüzde 3,6 dahi yakalanamadı ve bu oran yüzde 3,4 düzeyinde kaldı.

2026 yılı Bütçe Gerekçesine göre; 2026, 2027 ve 2028 yılları için hedeflenen oranlarsa sırasıyla; yüzde 3, yüzde 2,9 ve yüzde 2,8. Yani emekli ve hak sahibi sayısında her geçen yıl artış yaşanırken, bütçeden emeklilere ayrılan pay azalıyor; en düşük emekli aylıklarına yapılan zamlar, yüksek enflasyon ortamında erimeye devam ediyor. “Kök Aylık" uygulaması nedeniyle yapılan oransal artışlar milyonlarca emeklinin aylığına yansımıyor, bu da emeklileri açlık sınırının dahi altına itiyor. Sosyal devlet anlayışından uzaklaşan bu tablonun nedeni, piyasa çözümlerini toplumsal refahın önüne koyan bilinçli politikalardır.

Kaynaklar devletin rutin işlerini sürdürmeye ve faize

Bütçede yer alan kamu harcamalarının ekonomik sınıflandırmasına göre, 2026 yılında da bütçe ödenekleri içinde en büyük payı sırasıyla; cari transferlerin, personel giderlerinin ve faiz giderlerinin alması hedefleniyor. Cari transferler için toplam 6 trilyon 820 milyar TL ödenek öngörülüyor ve bunun 2 trilyon 329 milyar TL’si sosyal güvenlik sistemine yapılacak transferlerden oluşuyor. 1 trilyon 606 milyar TL tüm yerel yönetimlere veriliyor.

İkinci büyük harcama kalemi olan personel giderleri için ayrılan ödenekse toplam 4 trilyon 907 milyar TL. Uzunca bir zamandır üniformalı istihdama (asker, polis, bekçi, korucu, güvenlik görevlisi, imam gibi) yönelen siyasal iktidar kamu kaynaklarının önemli bir kısmını da bu kesim için ayırmış durumda. Sermaye giderleri olaraksa, önemli bir kısmı deprem sonrası yeniden inşada kullanılmak üzere 1 trilyon 310 milyar TL ayrılıyor.


Eğitim ve sağlığa faizden daha az pay ayıran bir bütçe!

Üçüncü büyük ödeme 2 trilyon 742 milyar TL’yi bulan faiz ödemesi. Bunun 2027’de 3 trilyon 40 milyar TL’ye çıkması ve 2028 yılında 3 trilyon 346 milyar TL’yi aşması bekleniyor. Böylece faiz ödemesi toplam giderlerin yüzde 14,5’i ya da toplam vergilerin yüzde 17’5’i büyüklüğünde olacak. Yani toplanan her 100 TL’lik verginin yaklaşık 18 TL’den fazlası faize gidecek. Devlet ayrıca piyasadan 1 trilyon 250 milyar TL’lik mal ve hizmet alımı yaparak özel sektöre destek olacak.

Buna karşılık bütçeden eğitime ayrılan pay yüzde 12,3; sağlığa ayrılan pay yüzde 7,8; yoksullukla mücadele için ayrılan pay yüzde 2,7 ve istihdam için ayrılan pay yüzde 1,96 ve kadının güçlendirilmesi için ayrılan pay yüzde 0,04 ile sınırlı kalacak.

Mevcut siyasal rejimin iyice belirginleşen karakterini ortaya çıkartan bir gösterge ise Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) ayrılan kaynağın büyüklüğü. 2026’da 170,7 milyar TL, 2027’de 192,0 milyar TL ve 2028 yılında 211,8 milyar TL olmak üzere yaklaşık 575 milyar TL’lik bir kamu kaynağı rejime rıza üretmek için kullanılmaya devam edecek.


Güvenlik ve kamu düzeni harcamalarına ayrılan pay

Bütçe harcamaları işlevsel dağılım açısından ele alındığında, başta askeri harcamalar olmak üzere en büyük paylardan birinin güvenlik ve kamu düzenini sağlayamaya dönük harcamalar olduğu anlaşılmaktadır.

2026 yılı için ayrılan böyle harcamaların tutarı 2 trilyon 523 milyar TL’yi buluyor (yüzde 12,3). Ancak buna “askeri- sanayi karması” olarak da adlandırılan ve son yıllarda siyasal iktidarın adeta bir tür lider sektör olarak gördüğü savunma sanayi alanı ve bu alanda faaliyet gösteren beş büyük şirketin gelirleri/yatırımları ve Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) için ayrılan kaynak dâhil değil.

Bütçenin gelirler tarafı: vergi yükü yine halkın sırtında

Bütçenin gelirler tarafında ise toplam vergi gelirlerinin 15 trilyon 631 milyar TL olması hedefleniyor. Bunun 3 trilyon 558 milyar TL’si Gelir Vergisinden, 1 trilyon 741 milyar TL’si Kurumlar Vergisinden, 3 trilyon 539 milyar TL’si Katma Değer Vergisinden, 2 trilyon 549 milyar TL’si Özel Tüketim Vergisinden karşılanacak.

Bunlara ilave olarak 460 milyar TL Harç, 313 milyar TL Damga Vergisi, 632 milyar TL BSMV, 403 milyar TL Gümrük Vergisi ve 138 milyar TL Motorlu Taşıtlar Vergisi alınacak. (3) Özetle, teamül sürecek ve yine vergilerin en az üçte ikisi dolaylı vergi biçiminde halktan alınacak.


2025 yılı ile kıyaslandığında, 2026 yılında net vergi gelirlerinin yüzde 31 oranında artacak olması ise (eğer enflasyon 2025’te yüzde 16 olarak gerçekleşirse), devletin vergide “reel” olarak yüzde 15 artış elde etmesini sağlayacak.

Bu vergi artışının yüzde 65’i KDV ve ÖTV gibi halkın yaygın biçimde tükettiği mal ve hizmetlerin vergisindeki artışlardan, kalan yüzde 35’i ise gelir, kâr ve mülkiyet gibi vergilerden elde edilecek. Gelir Vergisi artışlarının yüzde 65’i ise ücretlilerden karşılanacak. Dahası, petrol ve akaryakıtta olduğu gibi bazı vergilerin de vergisi alınacak (önce KDV, ardından ÖTV).

Oysa derin yoksullaşma ve yüksek enflasyon-işsizlik dönemlerinde halkın üzerindeki vergi yükü azaltılmalı ve toplumun refahı ön planda tutulmalıdır. Böyle zamanlarda ekonomiye ve halka, kamusal yatırımlar ve sosyal transfer harcamaları aracılığıyla daha fazla destek verilmesi gerekirken, siyasal iktidar aksini yapıyor ve halka kemer sıktırıyor. Diğer yandan sermayeden alınmayan vergiler ve sermayeye verilen desteklerdeki cömertliği, aslında iktidarın bu tercihinin bilinçli bir sınıfsal tercih olduğunu gösteriyor.

Sermayeye sağlanan devasa boyutta vergi teşviki

Hükümet her yıl büyük sermayeden alması gereken vergiyi; “vergi istisnası, indirimi ve muafiyeti” adı altında almaktan vazgeçiyor. 2024 yılında 2 trilyon 200 milyar TL ve 2025’te 3 trilyon TL olarak belirlenen bu sermaye destekleri 2026 yılında 3,6 trilyon TL’ye yükseltiliyor. (4)

Vazgeçilen bu vergilerin bir kısmı asgari ücretin vergi dışı bırakılmasıyla ilgili olsa da asıl olarak sermaye kesimini ilgilendiriyor. Nitekim gelecek yıl Kurumlar Vergisi biçiminde sermaye kesiminden alınmasından vazgeçilecek olan miktar 768 milyar TL’yi geçiyor.

Böylece, iktidar bloku 2026’da şirketlerden 1 trilyon 741 milyar TL tutarında kurumlar vergisi almayı hedeflerken, bunun yüzde 44’üne denk düşen bir miktardan da (768 milyar TL) vazgeçiyor. Vazgeçilen bu vergi gelirleri hedeflenen bütçe açığından 900 milyar TL daha fazla. Yani eğer bu vergiler toplansa bütçe açık değil fazla verecektir. Vazgeçilen vergilerin tutarı toplam vergi gelirlerinin yüzde 23’ünü oluşturuyor. Yani devlet topladığı her 100 TL’lik vergi kadar 23 TL’lik vergiyi almaktan feragat ediyor.

Devam edecek….

Dip notlar:

(1)    2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ve Bağlı Cetveller.

(2)    2026 Yılı Bütçe Gerekçesi, Ekim 2024 Ankara, s. 83.

(3)    2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ve Bağlı Cetveller, s. 68-75.

(4)    Agk, s. 171.

  

9 Aralık 2025 Salı

2026 Yılı Bütçesi

 

2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesinin Analizi (1):

Yeni bir bütçe paradigmasına ihtiyaç var!

Mustafa Durmuş

8 Aralık 2025


2026 yılı bütçesi bugün Meclis Genel Kuruluna geldi. Normal koşullarda 20 gün boyunca tartışılacak ve sonra oylanacak. 5018 Sayılı Kanun’a göre bütçede harcama artırıcı değişikliklerin yapılması mümkün görünmediğinden, muhalefet partilerinin sözcüleri öneride bulunmaktan daha çok bütçe üzerinden iktidarı eleştirecekler ve ülkenin diğer sıcak gündemlerini tartışacaklar.

Biz bu yazı dizisinde bütçeyi çok yönlü olarak ele alacak ve ilk bölümde bütçenin ekonomi ve emekçiler ve bir bütün olarak toplum açısından önemini anlatacağız.

Bütçeler ‘Sosyal Sözleşme’nin yıllık olarak düzenlenmiş halidir

Devlet bütçelerine ilişkin hususlar toplumun çok ilgisini çeken hususlar olmasa da toplumu düşündüğümüzden çok daha fazla etkilerler. Çünkü bir hükümetin; kimin hangi vergileri ödeyeceği, kimin hangi hizmetlerden yararlanacağı ve ne kadar borç alınacağına ilişkin olarak aldığı kararlar; sadece ekonomi üzerinde değil, aynı zamanda insanların gelirleri ve refahları üzerinde de büyük bir etkiye sahiptir.

Bütçeler ayrıca bir toplumun daha eşit mi olacağı, yoksa sosyal olarak bölünmüş mü kalacağı ve dezavantajlı gruplar da dahil olmak üzere toplumun daha iyi bir yaşam için gerçek imkanlara sahip olup olmayacağı konusunda da etkilidir.

Böylece bir siyasal iktidarın vergilendirme, harcama yapma ve borçlanma açılarından niyetini ortaya koyan hükümet bütçeleri, kamu kaynaklarının nasıl artırılacağına ve harcanacağına dair bir belge olarak, bir devleti ve vatandaşlarını birbirine bağlayan ‘sosyal sözleşme’nin yıllık olarak düzenlenen belgesi gibidir. Ayrıca kaynakları (yeniden) dağıtmanın bir yolu olarak, siyasi müzakerenin ve hesap verebilirliğin sağlanması için kilit bir arenadır.

Bütçeler çok önemli siyasi, hukuki, iktisadi ve yönetsel belgelerdir

Çünkü:

• Siyasal iktidarlara ve devletin tüm kurumlarına, yapacağı harcamalar ve toplayacağı vergi gelirleri açısından yasallık (meşruiyet) kazandırırlar.

• Egemen- yöneten sınıfların en önemli ekonomi ve maliye politikası, sermaye ve servetin yeniden üretimi ve gelirin yeniden bölüşümünün aracı olarak işlev görürler.

• Ülkedeki rejimin ve siyasal iktidarların demokratik ve sosyal hak ve özgürlükler konusundaki duruşunun en önemli göstergesidir.

• Önümüzdeki yıl için 19 trilyon TL’ye yakın bir harcamanın yapılmasına ve 16 trilyon TL’den fazla kamu gelirinin tahsilatına izin verdiğinden, 2026 yılı bütçesi sosyal sınıflar ve farklı kimlikler arasındaki mücadelenin en önemli alanlarından biridir.

Yani bütçe bir kanun, bir politik belge olduğu kadar hem harcamalar hem vergiler hem de borçlanma boyutlarıyla ekonominin bütünü ve toplumsal sınıflar ve kesimler üzerinde çok önemli etkilere neden olan bir siyaset aracıdır.

Neo liberal bütçe anlayışı egemenlerin çıkarlarını korumayı amaçlar!

Kamu maliyesi ve devlet bütçesine yönelik mevcut neo liberal yaklaşım ise ‘makroekonomik istikrar’ ve ‘mali disiplin’e yoğun bir şekilde odaklanır. Oysa bütçe aynı zamanda çok önemli kaynak tahsisi ve yeniden bölüştürücü etkileri olan bir araçtır. Bu yüzden de bütçelerin sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve siyasal yönlerden de ele alınması gerekir. Bu da bütçelerin sadece “iktisadi” değil, “adalet, demokrasi, insan hakları ve toplumsal barış” açılarından da ele alınmasını gerekli kılar.

Bu yaklaşım, kalıcı yoksulluk, artan eşitsizlikler ve adaletsizlikler ve çevresel tahribat gibi devam eden küresel ve yerel sorunlar karşısında ve kuşkusuz aşırı sağcı popülist otoriterliğin ve yeni faşizmin yükselişine bir yanıt olması anlamında, özellikle önemlidir.

Jeopolitik gerginliklerin arttığı bir dönem bütçesi

Bir başka anlatımla, 2026 merkezi yönetim bütçesi varoluşsal bir acil durumla karşı karşıya olduğumuz bir dönemde TBMM’de görüşülüyor. Bu dönem, uluslararası gerginliklerin ve savaşların yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde eşitsizlik ve yoksulluk artarken, liberal demokrasiler birer birer ortadan kalkmaya başladı.

Türkiye’de ise 22 yıldır sürdürülen neo liberal politikalar ülkeyi ciddi ekonomik krizlerin içine sürükledi. Aynı zamanda, vergi adaletini daha da kötüleştirdi: büyük sermaye şirketlerine hala çok hoşgörülü davranılıyor, onlardan ve zengin bireylerden yeterince vergi alınmıyor. Bu kesimlerin, gelirleri ve kazançları dikkate alındığında, karşılaştıkları vergi yükünün çoğu emekçilerin katlandığı vergi yükünden çok daha düşük olduğu görülüyor.

Bu politikalar, çoğu emekçinin, yoksul köylünün, küçük esnafın ve küçük işletme sahiplerinin, devlete ve demokrasiye olan inancını ciddi ölçüde sarstı. Bunun sonucunda aşırı sağcı otoriterliğin demokrasiye yönelik tehditleriyle karşı karşıyayız.

Ayrıca faşizm gibi açık bir diktatörlüğün önlenebilmesi, ekonomilerin toparlanabilmesi, eşitsizliğin azaltılabilmesi ve finansal piyasaların yeniden düzenlenebilmesi için bu politik ve ekonomik paradigmanın sona erdirilmesi ve bunların yerini emek ve doğadan yana, demokratik, kadını güçlendiren, eşitlikçi ve adaletçi yeni bir paradigmanın alması şart gözüküyor.

Kısaca, devlet, demokrasi ve piyasalar başarısız olduklarında, halkların geçimlerini sürdürebilmesi giderek zorlaştığında ve ekolojik yıkım arttığında, tüm bunlara yol açan kapitalist düzeni radikal bir dönüşüme uğratmanın ve yeni paradigmayı hayata geçirmenin zamanı gelmiş demektir.

Yeni bir bütçe paradigmasına ihtiyaç var

Kısaca ülkede artık kamu politikaları, kamu maliyesi ve devlet bütçelerine ilişkin yeni bir paradigmaya ihtiyaç var. Çünkü mevcut kamu maliyesi ve devlet bütçeleri alanındaki mevcut düşünce ve uygulama artık toplumsal ihtiyaçlara cevap vermiyor. Şöyle ki:

Mevcut paradigma toplumsal sorunların çözümünden ziyade mali disipline ve ekonomik büyümeye aşırı vurgu yapıyor

Böyle olunca da devlet bütçeleriyle ilgili kamuoyu tartışmaları, çok dar bir şekilde iki konuya odaklanma eğiliminde oluyor: “bütçe açığı” ve “ekonomik büyüme”.

İşin gerçeği, dünya çapındaki maliye politikaları, genellikle mali disiplini sürdürme sloganları tarafından belirleniyor (yani düşük bütçe açığı ve borç seviyelerine ve özel yatırımı ve dolayısıyla büyümeyi teşvik etmek için vergileri düşük tutmaya odaklanmak). Bu tercih, iktidarların sahip olduğu mali alanın kapsamını sınırlıyor ve gelirin yeniden bölüşümü ve kaliteli ücretsiz kamusal hizmetlerin sunulması gibi konuları ikincilleştiriyor.

Oysa mali disiplin ve ekonomik büyüme önemli olsa da tek başına insanların yaşamlarında mutlaka iyileşmelere yol açmadığı için bunların bütçe politikalarının tek amacı olarak kabul edilmesi söz konusu olmamalıdır.

Keza bütçe açığı vererek toplam talep, gelir ve istihdam artırılabilir. Üstelik enflasyonun artması da şart değildir. Ancak buna uluslararası finans kapital ve onun yerli işbirlikçisi ulusal hükümetler karşı çıkarlar. Bu nedenle halka kemer sıktırırlar. Zira “kemer sıkma” bir tür uluslararası finans kapitalin emirlerini yerine getirme işidir. Bu yolla aynı zamanda ekonomiyi de kontrolü altına alır.

Bir başka anlatımla bütçe açığı, ileri sürüldüğü gibi, her zaman ekonomi üzerinde kötü etkilere sahip değildir. Öyle ki toplam talebin yetersiz, işsizliğin çok yüksek ve âtıl kapasitenin bulunduğu bir ekonomide özel yatırımları dışlama etkisi ortaya çıkmaz. Zira sabit bir tasarruf havuzu olmadığından, kamu harcamaları arttığında özel yatırımlar bu havuzdan payını alırlar. Tasarruflar gelirle, bu toplam taleple, bu da bütçe açığıyla büyür. Enflasyon oluşmaz zira ekonomide yüksek işsizlik mevcuttur. Toplam talepteki bir artış fiyat artışından ziyade hâsıla artışıyla sonuçlanır. (1)

Maliyet ve faydaların adaletsiz dağılımı söz konusudur

Bütçe politikaları, toplumun daha yoksul ve marjinalleşmiş ezilen kesimlerini de kapsayan emekçi sınıflar yerine, sermaye sınıfının ve onların güçlü siyasal aktörlerinin çıkarlarını desteklemek için kullanılır.

Örneğin ülkede, yoksullar (kayıt dışı olarak çalışsalar bile), gelirlerinin daha yüksek bir kısmını dolaylı vergi (KDV ve ÖTV) ve kamu fiyatlaması olarak öderken, zengin bireylerin ve büyük şirketlerin (son zamanlarda Man Adası ve Panama Belgeleri sızıntılarında bolca belgelendiği gibi), servetlerini ve kârlarını vergi cennetlerinde saklamak için yasal boşluklardan yararlanmalarına veya mali fayda ve teşvik elde etmek için lobicilik ve nüfuzlarını kullanmalarına izin veriliyor.

Benzer bir şekilde, güçlü siyasi aktörler, kaynak tahsisi mekanizmasını, halkları yoksullaştırmak pahasına ama kendi destekçilerinin yararına olacak şekilde etkilerken, zayıf tedarik sistemleri ve yozlaşmış kamu görevlileri ile büyük müteahhitler arasındaki gizli anlaşmalar genellikle düşük kaliteli, yüksek fiyatlı sermaye yatırım projeleriyle sonuçlanıyor. Böylece bu projelerden beklenen sosyal fayda, sosyal maliyetin çok gerisinde kalıyor.

Geniş tartışma ve müzakere için yurttaşların söz hakkı yok!

Genel olarak, hükümetlerin politika tercihleri ve bunların bütçesel etkileri hakkındaki kamuoyu tartışması sıradan yurttaşlara ve emek ve meslek örgütlerine kapalıdır. Politikalar ve bütçeler hakkındaki kararlar, ortalama yurttaşların (sadece yoksul ve marjinalleştirilmiş kesimler değil) büyük ölçüde dışlandığı süreçlerde belirleniyor.

Politikalar ve bütçeler hakkında kamuya açık bilgiler, anlamlı tartışma ve müzakerelere yol açmıyor. Yani toplumdaki tüm aktörlerin görüş oluşturabildiği ve karar almaya katkıda bulunabildiği ve hükümetlerin kararlarını kamusal alanda gerekçelendirmesi ve savunması gereken süreçler mevcut değil.

Bütçe reformlarına aşırı teknik bir yaklaşım söz konusu

Kamu Mali Yönetiminin mevcut “paradigması”, asgari düzeyde korunması gereken temel sağlık ve eğitim gibi bütçe kalemleri dışında, kamu kaynaklarının nasıl tahsis edildiği veya harcandığı konusunda sözde nötr kalma eğilimindedir. Orta Vadeli Program’a bağlı hareket etme zorunluluğu, bu reformların teknik yönlerine odaklanılmasıyla ve bunların devletin yürütme kolu içinde gerçekleşmesiyle sınırlı kalmaktadır.

Dip notlar:

(1)Prabhat Patnaik, The perversity of the neo-liberal fiscal regime, https://mronline.org (3 January 2020).