8 Eylül 2024 Pazar

Ekonomi büyüme

 

Ekonomiyi büyütme konusunda iki farklı yol

Mustafa Durmuş

9 Eylül 2024


Geçen hafta açıklanan büyüme verilerini analiz ederek başlayalım: Türkiye ekonomisi bu yılın ikinci çeyreğinde (Nisan-Haziran) bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 2,5 ve bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,1 oranlarında büyüdü. (1) Bu gelişmeler iktisatçılar tarafından son 22 yıldır (istisnai bazı dönemler dışında) yıllık ortalama yüzde 4’ün üzerinde büyüyen “ekonominin uzun sürecek bir durgunluk ve ardından küçülme sürecine gireceği” biçiminde yorumlanıyor.

“Ekonomik durgunluk”, ekonomik faaliyetlerin ve hâsıla artışının yavaşlaması demek. Bir ekonominin iki çeyrek üst üste (6 ay boyunca) küçülmesine ya da negatif büyümesine ise “resesyon” adı veriliyor. Şu an Türkiye ekonomisi durgunluk aşamasında ama eğer bir toparlanma söz konusu olmazsa, bu yılın geri kalan kısmında ve 2025 yılında ekonominin küçülmesi kaçınılmaz olacaktır.

Sanayideki küçülme alarm veriyor

Sektör bazında bakıldığında sorun daha net görülüyor. Tarım sektöründeki büyüme yüzde 3,7 ile sınırlı kalırken, sanayi sektörü yüzde 1,8 oranında küçüldü. Ülkede açlık riskinin giderek arttığını ve sanayi sektöründeki belirgin olumsuz gelişmeninse bir yandan ihracat, diğer yandan da istihdam açısından olumsuz başka gelişmelerin habercisi niteliğinde olduğunu vurgulamak lazım.

İkinci çeyrekte özel tüketim harcamalarının sadece yüzde 1,6 ve kamu nihai tüketim harcamalarının yüzde 0,7 ve gayrisafi sabit sermaye yatırımlarının yüzde 0,5 artması; diğer yandan mal ve hizmet ihracatının yüzde 0,04 artarken, ithalatın yüzde 5,7 azalması, ekonominin yönünü aşağıya doğru çevirdiğinin ve daraldığının bariz göstergelerini oluşturuyor.

Ücretlerin payı arttı ama ücretli sayısı da arttı

Büyüme verilerinde bu çeyrekte işgücü ödemelerinin gayrisafi katma değer içindeki payının yüzde 40,8’e yükseldiği görülüyor. (2) İlk bakışta işçilerin milli gelirden aldıkları pay artmış gibi görünse de gerçek durum daha farklı. Bu öncelikle, yılbaşında asgari ücretin yükseltilmesiyle ilgili bir durum. Ayrıca son 1 yıl içinde (Haziran 2023-Haziran 2024) istihdam edilen işçi sayısının 500 bin kişi civarında arttığını da hatırlatalım. (3) Yani ekmek geçici olarak büyüdü ama sofraya oturanların sayısı da arttı.

Türkiye ekonomisinin durgunluğa sürüklenmesinin (sistemik nedenler dışında) başlıca nedenleri; enflasyonu düşürmek gerekçesiyle uygulanan yüksek faiz politikası, uygulamaya konulan yeni vergiler ve asgari ücrete yarıyılda zam yapılmaması gibi sıkılaştırıcı para, maliye ve gelir politikalarıdır.

Diğer bazı göstergeler de ekonomideki bu daralmayı ortaya koyuyor. İşyeri kapanmaları, şirket iflasları, konkordato ilanlarındaki artışlar ve sadece son 1 ayda artan 234 bin işsiz bu durumu açıklıyor. (4) Ayrıca, Satınalma Yöneticileri Endeksi (PMI) son 5 aydır sürekli olarak düştü ve Temmuz’da 47,6’ya geriledi. Yeni siparişlerde üst üste 14 ay yavaşlama kaydedildi. Sanayi üretiminde Kasım 2022’den bu yana en belirgin daralma yaşandı. İlk 7 ayda tüketim mallarında ithalat artışı yaklaşık yüzde 16’ya çıkarken, üretimde yavaşlayan çarklar nedeniyle ara malı ithalatı yaklaşık yüzde 4 azaldı. (5)

Yeni Orta Vadeli Program: Davul emekçinin boynunda, tokmak sermayenin elinde!

Öte yandan, 2025-2027 yıllarını kapsayan yeni Orta Vadeli Program (OVP) 5 Eylül’de açıklandı. Asıl olarak iktidarın ekonomiye ilişkin beklentilerini içeren ancak bu beklentilerin nasıl hayata geçirileceğine ilişkin ayrıntıların yer almadığı, dolayısıyla da temennilerle sınırlı kalındığı bu program (emekçileri bir kenara bırakalım),  piyasalarda dahi güven oluşturacak bir bütünlükten, tutarlılıktan ve kararlılıktan uzak görünüyor. Sanki büyük ölçüde taşımalı döviz spekülatörlerinin (carry trade) memnun olabilecekleri bir program gibi görünüyor.

Öngörüler ekonomik olmaktan ziyade politik!

Öyle ki bu yıla ait ekonomik büyüme gerçekleşmelerinin ve diğer öncü göstergelerin stagflasyonist bir sürece girildiğini göstermesine rağmen, programda 2024 yılı büyüme oranı (sadece yüzde 0,2 oranında düşürülerek) yüzde 3,5 olarak öngörülüyor. 2025’te bu oranın yüzde 4, 2026’da yüzde 4,5 ve 2027’de yüzde 5 olması hedefleniyor. (6) (Stagflasyon, kısaca yüksek enflasyonla aynı anda düşük ekonomik büyüme ve yüksek işsizliğin bir arada yaşandığı bir ekonomik kriz sürecidir).

Bu çerçevede OVP’de bu yıl 15,551 dolar olarak tahmin edilen kişi başı gelirin gelecek yıl 17,028 dolara yükselmesi öngörülüyor. Ekonominin TL cinsinden yüzde 4,0 büyümesi hedeflenirken, dolar cinsinden yüzde 9,5 büyümesinin beklenmesi ve buradan hareketle de gelecek yıl kişi başına gelirin 2,523 dolar birden artması, ancak dolar kurunun ciddi anlamda baskılanması, hatta düşmesi yani TL’nin aşırı değer kazanmasıyla ve nüfus artışının iyice yavaşlamasıyla mümkün olabilir.

Ekonominin daraldığı bir yılda kişi başı gelir 2,523 dolar nasıl artar?

Diğer yandan, programdaki ihracat hedeflerinin tutturulabilmesi için döviz kurunun yükselmesi, TL’nin değer kaybetmesi gerektiği biliniyor. Nitekim OVP’den 2025 yılı için dolar kurunun ortalama 42,0 TL olarak öngörüldüğü anlaşılıyor. Özetle, kurdaki bu yüzde 13,5’lik artış, dolar cinsinden kişi başı milli gelir artışı açısından ciddi bir çelişki oluşturuyor.

Dünya ekonomisindeki belirsizlikler, jeopolitik gerilimler ve özellikle de ülke ekonomisindeki üretime ve faktör verimliliklerine ilişkin olumsuz veriler ortada iken bu büyüme oranlarının tutturulması zor görünüyor.

Enflasyonla büyüme seçeneğine dönüş mü?

Bu hedeflere yaklaşmanın bir yolu enflasyonla büyümeye geri dönüştür. Nitekim yeni OVP’deki enflasyon hedeflerinde belirgin bir artış söz konusudur. Öyle ki bu programda, daha önceki OVP’deki hedeflere göre,  2024 yılı sonu enflasyon oranı yüzde 41’5’e; 2025 yılı yüzde 17,5’e; 2026 yılı yüzde 9,7’ye ve 2027 yılı yüzde 7,0’a yükseltildi. Bu da ancak izlenmekte olan daraltıcı politikaların gelecek yıldan itibaren gevşetilmesiyle mümkün olabilir. Bu, iktidar bloku bir erken genel seçimi önümüzdeki iki yıl içinde öngörüyor demek olabilir.

Güvencesiz çalıştırma pratikleri ve emek sömürüsü artacak!

Enflasyon reel ücretleri aşağıya çeken bir olgudur. Bunu tamamlayan ve ihracat açısından önemli bir diğer yol ise emek gücünün daha sıkı ve verimli çalıştırılarak ücret devalüasyonuna (ücretlerin değerinin düşürülmesi) gitmektir. Program hedefleri arasında yer alan “işgücü piyasalarının etkinleştirilmesi” aslında bunu anlatıyor. Kısaca, özellikle de ihracatı artırabilmek için, iktidar bloku reel ücretleri olabildiğince düşük tutacak yeni düzenlemelerin hazırlığı içindedir.

Bu çerçevede OVP’deki  “yapısal reformlar” başlığı altında, “yeni nesil çalışma biçimleri ve sektörel dönüşümler, işgücü piyasasının değişen koşullara uyum sağlamasını ve daha esnek ve verimli bir yapıya kavuşmasını hedeflemektedir” (7) denilerek, yeni esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin gündeme geleceğine işaret ediliyor.

Yani yeni OVP döneminde güvencesiz çalışma biçimleri daha da artacak, örneğin daha önce gündeme gelen “belirli süreli iş sözleşmeleri” (geçici işçilik) yaygınlaştırılacaktır. (8) Bu aynı zamanda, emek sömürüsünü daha da artıran ve örgütsüzleştirmeyi, sendikasızlaştırmayı hızlandıran bir uygulama olacaktır.

Ayrıca, “yönetilen ve yönlendirilen fiyatlar politikası” başlığı altında ücret artışlarının gerçekleşen değil, “beklenen (hedef)” enflasyona göre yapılmak istendiği de anlaşılıyor. (9) Bu hayata geçtiğinde ise gelecek yılın ilk yarısında işçiler için en fazla yüzde 17,5- yüzde 20 gibi bir asgari ücret artışı söz konusu olabilecektir.

Özetle, bu yol işçiye, emekçiye ve yoksul halklara ağır bedeller ödettirerek ekonomik krizden çıkma, ekonomiyi ve kârları büyütme yoludur ve iktidar bloku ve etrafındaki sermaye çevrelerinin hayata geçirmek istedikleri sınıfsal ve politik tercihleri yansıtmaktadır.

Adil bir ekonomik büyüme serveti vergilendirmekle mümkün olabilir!

Alternatif olarak bir başka yol denenebilir. Bu emekten yana bir büyüme yolu ya da stratejisidir. Bu yolun sonunda ekonomik büyümenin nimetlerinin eşit paylaştırılması, yoksulluğun, işsizliğin ve gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğin azaltılması vardır.

Bu yol altında adil bir büyüme sağlayabilmek için büyük servetler vergilendirilmelidir. Bunun gerekçesi servet zenginlerinin gelir (ve servetlerinin) çok büyük bir kısmını tasarruf etmeleri yani harcamamaları ve böylece ekonomik büyümenin yavaşlamasına neden olmalarıdır. Çünkü tasarruflar fiilen dolaşımdan kaldırılan paradır. Oysa eğer söz konusu gelir/servet, onu harcayacak olan düşük gelirlilere dağıtılırsa harcanacaktır ve bu da ekonomik büyümeyi hızlandıracaktır. (10)

Türkiye’nin belki en az konuşulan ancak gerçekte en büyük sorunlarından birisi de bölüşüm eşitsizliği, özellikle de servet bölüşümü eşitsizliğidir. Ülkede onlarca milyon insan mutlak yoksullukla boğuşmaktadır ama şaşırtıcı miktarlarda büyük servete sahip insanlar da mevcuttur. Böylece ülke nüfusunun (gelir yetersizliği yüzünden) yüzde 90’ının tasarruf yapma kapasitesi yokken kalan yüzde 10’un inanılmaz bir tasarruf kapasitesi söz konusudur.

Serveti vergilendirmek milli geliri artırır

Eğer milli geliri büyütmek istiyorsak serveti vergilendirmek son derece mantıklıdır. Büyük servetleri olanlardan bu servetlerin bir kısmını “servet vergisi” ya da “sermaye kazançları vergisi” gibi vergilerle alıp bunu,  kalkınmacı ve doğa dostu kamusal yatırımları fonlamak için kullanmak gerekir.

Ayrıca, bu vergilerden sağladığımız geliri; ücret ve gelir artışları, temel gelir güvencesi, sosyal yardımlar gibi yollarla tasarrufları olmayan ve bu nedenle gelirleri açısından oldukça savunmasız durumda olanlara yani daha düşük gelirli olanlara yeniden dağıtırsak yaptığımız şey, aldıkları her lirayı neredeyse harcayacak olan insanlara para vermekle aynı şey olacaktır. Bu insanların marjinal tüketim eğilimleri çok yüksek olduğundan (1’e yakın), bu paranın çok büyük bir çoğunluğu harcanacaktır. Bu da Keynesyen çarpan etkisiyle milli geliri büyütecektir.  Ayrıca böyle bir ücret sürümlü büyümenin avantajları konusunda ekonomi literatüründe yer alan çok sayıda bilimsel araştırma da mevcuttur.

Sonuç olarak

Birikmiş gelir anlamında servetin zenginlerden vergileme yoluyla alınıp yeterli geliri olmayanlara doğru yeniden dağıtılması aslında ekonomiye bir bütün olarak önemli bir iktisadi destek sağlar. Burada dikkat edilmesi gereken husus, servet vergisinin artan oranlı olması ancak servetin tamamının değil, sadece bir kısmının vergilendirilmesidir. Çünkü servetin tamamını vergilendirmek, servet sahiplerinin ve onların etkisiyle hareket edenlerin direnişiyle karşılaşabileceği için politik olarak hayata geçirilmesi zor bir iş olduğu gibi, enflasyona da yol açabilir.

Servetin vergilendirilmesini savunan teze, bu stratejinin ekolojiyi tahrip edeceği ve elde edilecek ekonomik büyümenin tüketim yönlü bir büyüme olacağı ve bunun sürdürülemez olduğu, yeni yatırımları asıl etkileyen faktörünse kârlılık olduğu biçiminde daha çok da Marksist bakış açısından eleştiriler yapılabilir. Gerçekten de yeni yatırımları teşvik eden şey kredi faiz oranları, işçilik maliyetleri, vergiler gibi maliyetler olduğu kadar, belki de daha büyük oranda sermayenin getirisinin yüksekliği veya düşüklüğü yani kâr oranlarının ya da kârlılığın yüksek olup olmadığıdır.

Eğer kriz dönemlerindeki gibi kâr oranları azalıyorsa (yatırım sonucunda üretilecek olan mala talep ne kadar yüksek olursa olsun), yeni yatırım yapmak söz konusu olmayabilir. Tüketim harcamalarındaki artışsa ekonomiyi sürdürülebilir bir büyümeye götürmeksizin enflasyona sürükleyebilir.

Bu durumda gündeme getirilebilecek politikaların antikapitalist politikalar olması gerekir. Bunlar; demokratik planlama, kamulaştırmalar, işçi kooperatifleri gibi kolektif mülkiyet biçimlerine geçiş, piyasaların sınırlandırılması ve etkin kontrole tabi tutulması gibi demokratik ekonomi stratejileridir. Bu da sistem değişikliği olmasa da bir paradigma değişikliğini gerektirir.

Dip notlar:

(1)  TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan-Haziran, 2024, https://data.tuik.gov.tr (2 Eylül 2024).

(2)  Agb.

(3)  TÜİK, Ücretli Çalışan İstatistikleri, Haziran 2024, https://data.tuik.gov.tr (15 Ağustos 2024).

(4)  TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Haziran 2024, https://data.tuik.gov.tr (12 Ağustos 2024).

(5)  İstanbul Sanayi Odası Türkiye PMI İmalat Sanayi Raporu, Ağustos 2024.

(6)  T.C. Cumhurbaşkanlığı, Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Orta Vadeli Program (2025-2027), Eylül 2024), s. 69.

(7)  OVP, s. 37-38.

(8)  İşgücü uyum programının yürütülmesine ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmelik, https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler (24 Ağustos 2024).

(9)  OVP, s. 42.

(10)               https://www.taxresearch.org.uk/Blog/if-the-government-wants-growth-it-should-be-taxing-wealth (11 August 2024).

1 Eylül 2024 Pazar

Barış

 

“1 Eylül Dünya Barış Günü” ve Filistinli çocuklar

Mustafa Durmuş

1 Eylül 2024

1939 yılında 1 Eylül günü Hitler’in orduları Polonya’ya karşı saldırıya geçerek işgali başlattı. Sonrasında Polonya’da tarihin en büyük katliamları yaşandı.

Bunu hatırda tutarak savaşlara karşı çıkmak için 1 Eylül günü dünya çapında  ‘Dünya Barış Günü’ olarak anılıyor.

Bugün savaşlar, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle, İsrail’in Filistin topraklarında yaptığı katliamlarla, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yapılan askeri operasyonlarla ve Afrika’nın bazı bölgelerindeki sıcak çatışmalarla sürüyor.

Oysa savaşlar doğa için, işçiler, emekçiler, yoksullar, gençler, kadınlar ve çocuklar için asla iyi bir şey değil, özellikle de çocuklar için.

Öyle ki İsrail’in Gazze’deki saldırıları yaklaşık 16,000 çocuğun ölümüne ve 34,000'inin yaralanmasına neden olurken, 21,000'i kayıp ve 17,000'i yetim kaldı. (1)

Çocuklar öldürülmesin

Nâzım Hikmet’in Sadako Sasaki adına yazdığı ve Hiroşima'da atom bombasıyla yedi yaşındayken öldürülen bir kız çocuğunun on yıl sonraki barışa çağrısını anlatan ve savaş karşıtı bir mesaj olarak büyük başarı kazanmış olan “Kız Çocuğu” adlı şiirinde dediği gibi:

“Kapıları çalan benim, kapıları birer birer

Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler

Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar

Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar

Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu

Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu

Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok

Şeker bile yiyemez ki kâğıt gibi yanan çocuk

Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver

Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.”

Ve Kelly Denton-Borhaug’un çocuklarla ilgili şu çağrısına kulak verelim: 

Lütfen hiçbir yerde çocukları kaçırmayın, sakat bırakmayın, aç bırakmayın ya da su, elektrik veya sağlık hizmetlerinden mahrum bırakmayın. Çocukları ebeveynlerinden ayırmayın, boğmayın, bombalamayın, tecavüz etmeyin, yakmayın, hapsetmeyin, vurmayın, enkaza gömmeyin, canlı kalkan olarak kullanmayın ya da öldürmeyin. Lütfen bu tür dehşetleri haklı gösterecek yollar bulmayın. Bunun yerine, onların gözlerinin içine bakın ve çocuklar için alternatif bir yol açın. Bu yıkıcı anda bu gezegende insan olarak kalacaksak, başka çaremiz yok.”  (2)

Dip notlar:

(1)  https://www.aa.com.tr/en/middle-east/-suffering-horrifically-10-months-of-israel-s-war-on-children-in-gaza (11 July 2024).

(2)  https://www.truthdig.com/articles/the-dehumanizing-nature-of-war (9 November 2023).

 


30 Ağustos 2024 Cuma

Vergi ve artı değer

 İktidara yakın bir patron daha fazla vergi ödediğinde daha mı değerli oluyor?

Mustafa Durmuş

31 Ağustos 2024

Gelir Vergisi rekortmenleri listesinin ilk iki ismi Saray’a çok yakın isimlerden oluşunca, özellikle de sosyal medyada bir tartışma başladı.

Öyle ki geçen yılın Gelir Vergisi rekortmenleri sırasıyla; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar ve kardeşi Haluk Bayraktar ve Türkiye’nin en büyük ve en eski sermaye gruplarından birisi olan Koç Holding’in patronu Mustafa Rahmi Koç oldu.

Selçuk Bayraktar 1,95 milyar TL, Haluk Bayraktar 1,68 milyar TL vergi ödeyerek ilk iki sırada yer alırken, Rahmi Koç 480 milyon TL vergi ödeyerek üçüncü oldu.

Saray’ın gurur tablosu mu?

Böyle olunca da Saray medyası ve Anadolu Ajansı gibi devlet medyası aşağıdaki tabloyu gururla yaymaya başladılar. Sarayın kadrolu danışmanı, “dolar 3 TL’yi geçerse yüzüme tükürün” vecizesi ile bilinen piyasa iktisatçısı Yiğit Bulut da her zamanki gibi AKP’li bu sermayedarlara övgüler yağdırdı.

Diğer yandan, daha ziyade ulusalcı, Atatürkçü, laik ya da sosyal demokrat olarak kendini tanımlayan bazı kesimlerse Koç Grubunun Bayraktarların yarattığı istihdamın 15 katından daha fazla istihdam yarattığına vurgu yaparak Koç’u savunmaya geçtiler.



Vergi etiği açısından bu kıyaslama ne kadar doğru?

Çok enteresan değil mi? İşin aslına bakılmaksızın ülkedeki iki sermaye grubu arasında, “iktidara yakınlık” veya “daha az yakınlıktan” yola çıkılarak vergi etiği açısından kıyaslamalar yapılıyor. Oysa durum “kimin daha çok ya da daha az vergi ödediği” hususundan çok daha önemli boyutlara sahip.

Öncelikle, hem Bayraktarlar hem de Koç Grubu ödedikleri vergilere temel teşkil eden kârlardan elde ettikleri gelirlerini, adına “güvenlik ve savunma sektörü” de denilen “askeri sanayi karması” bir sektörden sağlıyorlar. Bu sektör AKP iktidarlarının, özellikle de son yıllarda, en çok yatırım yaptığı, en çok desteklediği sektör oldu.

Bayraktarlar ağırlıklı olarak İHA ve SİHA gibi insansız-silahlı hava araçları üretimi ve satışlarından, Koç (Otokar) gelirlerinin önemli bir kısmını ise karada faaliyet gösteren hafif-ağır askeri araç ya da anti terör denilen zırhlı, robotik araç üretiminden sağlıyor.  

Bu durum, özünde sermaye grubu farkı gözetmeksizin ülkedeki müesses nizamın nasıl “askeri sanayi karması” sektöre doğru yöneldiğini ve devletin bu o konuda aktif rol alarak bu sektörü nasıl desteklediğini gösteriyor. Kısaca bu tür bir iktisadi faaliyetin toplum ve doğa açısından ne denli faydalı (!) olduğunu sorgulamak gerekiyor.

Bu ürünlerin ülke içindeki temel alıcısı devlet

Yani bu kişiler ödedikleri gelir vergisinin önemli bir kısmını devlete ürün satmaktan elde ettikleri gelirlerle geri alıyorlar. Ülkede emek, demokrasi ve barışın inşası yönünde verilen mücadele açısından bu gerçeğin üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir.

İkincisi, her iki grup da acaba kendi yarattıkları değer üzerinden mi vergi ödüyorlar? Örnek olarak bir sanayi işçisi çalışarak ürettiği değerin bir kısmını gelir vergisi olarak devlete ödüyor (KDV ve ÖTV’nin yanı sıra).

Oysa ne Bayraktarlar ne de Koç’un kendi emekleriyle ürettikleri, yarattıkları bir değer var. Bu vergileri, işyerlerinde çalıştırdıkları işçilerine ödemedikleri ve adına kâr dedikleri artı değerin kendilerine dağıtılması sırasında Gelir Vergisi olarak (menkul sermaye iradı) ödüyorlar.

Kısaca, aslında bu vergilerin ödenmesine esas teşkil eden kârı (artı değeri) işçiler ürettiğinden ve kapitalist düzende üretim araçlarının sahibi patronlar olduğundan işçiler bu artı değere sahip çıkamadıkları için, bu artı değerden ödenen vergiyi de son tahlilde işçiler ödüyor.

Son olarak, “en çok vergiyi kimlerin ödediği” kadar, “bu vergilerin en çok kimler için kullanıldığı” çok daha önemli.

Kapitalizmde toplanan vergilerden elde edilen gelirlerin özellikle de iktidara daha yakın sermaye gruplarına; ballı ihaleler, sübvansiyonlar ve teşvikler olarak verildiğini, önemli bir kısmınınsa anapara ve faiz ödemelerinde kullanıldığını, daha da önemlisi bu vergilerin siyasal İslamcı otoriter bir rejimin ayakta kalması ve savaşların finansmanı için kullanıldığını biliyoruz.

Sonuç olarak

Her iki sermaye grubu da kendi kârlarını, sermayelerini ve ekonomik ve politik güçlerini büyütmek için bu vergileri veriyorlar. Bu vergi gelirlerinin, örneğin Bayraktar Grubunun İHA ve SİHA’larının Kuzey Afrika ülkelerinde dağıtılmasını sağlamak için bazı ülkelere karşılıksız bağış ya da çok ucuz faizli kredi biçiminde verildiği de ileri sürülüyor.

Özcesi, birbiriyle yarıştırılan bu iki sermaye grubunun ödediği vergiler halka daha iyi, nitelikli, ücretsiz ve kamusal eğitim, sağlık, barınma ve ulaştırma gibi temel hizmetleri fonlamak veya yoksullukla mücadele etmek amacıyla kullanılmıyor.


 

22 Ağustos 2024 Perşembe

Cari açık

 

Cari açık şampiyonu Türkiye

Mustafa Durmuş

22 Ağustos 2024

IMF, OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar, ulusal ekonomileri küresel çapta kolektif eylem gerektiren potansiyel risklere karşı uyarmak amacıyla, cari fazla ve açıklarla ilgili olarak düzenli analizler ve değerlendirmeler yaparlar.

Nitekim aşağıdaki tablo IMF’nin Temmuz ayında yayımlanan son raporundan alındı. (1) Buna göre, Türkiye ekonomisi hem “gelişkin ekonomiler” hem de “yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler” içinde, 2021-2023 döneminde en yüksek cari açık veren ekonomi oldu.

Almanya, İsveç, İsviçre, G. Kore, İspanya, Rusya, Malezya ve Çin gibi ülkeler cari fazla verirken; Birleşik Krallık, ABD, Polonya, Arjantin, Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkeler cari açık vererek küresel dengeyi sağladılar.


Cari açıkla büyüyen ekonomi cari fazla ile daralıyor

Geçmişte asıl olarak yüksek cari açıkla büyüyen Türkiye ekonomisi bu aralar cari açığın azalmasıyla daralıyor.

Nitekim cari işlemler dengesi, yaz ve turizm mevsimi etkisi ile bu Haziran ayında 407 milyon dolar fazla verdi. Diğer taraftan geçen yılın aynı ayındaki cari fazlanın 768 milyon dolar olduğu dikkate alındığında, aslında cari fazlanın bu ayda yüzde 47 gerilediği ve cari dengenin yapısal sorunlarının sürdüğü görülüyor. Bu yılın ikinci çeyreğinde GSYH büyümesinin yüzde 2’nin altına düşmesi sürpriz olmaz.

Stagflasyon tehlikesi

Diğer yandan, cari açığın azalmasıyla birlikte bir başka ciddi sorun başladı. Ekonomik durgunluk, iflaslar, işten çıkarmalar, konkordatolar giderek arttı. Ekonomi yumuşak inişle değil, sert bir çakılmayla belirsizliğe sürükleniyor.

Yani artık yüksek enflasyonun yanı sıra durgunluk ve yüksek işsizlikle kendini gösteren ve adına stagflasyon denilen bir sorunumuz var. Uluslararası verilere göre, Türkiye ekonomisinden başka stagflasyona girmekte olan bir başka orta gelirli ülke yok.

Emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağımlı ve etrafını zenginleştirmek ve iktidarda kalabilmek için antidemokratik her yolu deneyen bir oligarşinin uyguladığı ekonomi politikalarının başka bir sonuç üretmesi beklenemezdi.

“Aynı gemide değiliz”

Kimse “yeni ekonomi ekibi ile birlikte rasyonel ekonomi politikaları uygulanıyor, krizden çıkacağız, ancak bunun da bir bedeli olacak, hepimiz aynı gemideyiz sabır göstermek lazım” masallarına kanmamalı.

Bu toplumsal çöküşten kurtulmanın tek bir yolu var: Hemen emekten ve doğadan yana sosyo ekonomi politikalarını hayata geçirebilecek iradeye ve güce sahip bir  demokratik iktidarı iş başına getirmek.

Türkiye ekonomisi 2028’e kadar böyle gidemez, gitmemeli. Bu sadece ekonominin yıkımı değil, halkın iyice perişan olacağı anlamına gelir. Bunun sadece ekonomik değil, çok kötü sosyal sonuçları da olur. Son günlerde artan şiddet örnekleri aslında bunun bir fragmanı.

Özetle, erken bir genel seçim kaçınılmaz görünüyor. Hem toplumsal muhalefet hem de siyasal muhalefet bu ekonomik ve sosyal yaşamdaki bu gelişmeleri iyi değerlendirmeli, gerçekçi çözümlerini halka sunmalı ve erken bir seçimde demokrasiyi iş başına getirmek için çok çalışmalıdır.

Dip notlar:

(1)  https://imf.org/en/Publications/ESR/Issues/external-sector-report-2024 (12 July 2024).

 

 

18 Ağustos 2024 Pazar

TBMM'de şiddet

 

Endişe etmeyin! Spor ve bilim dışı alanlarda çok sayıda madalyamız var

Mustafa Durmuş

18 Ağustos 2024

Milli sporcularımız son olimpiyatlarda hiç altın madalya alamadıklarında toplum olarak çok üzülmüştük. Artık bu üzüntüye son verebiliriz. Zira spor ve bilim dışındaki diğer alanlarda birçok altın, gümüş ve bronz madalyamız var.

Bu nasıl olabilir?

O halde, futbolculuğu sırasında ve özel hayatında uyguladığı şiddet konusunda sicili oldukça kabarık eski bir futbolcu olan bir AKP milletvekilinin, kürsüde konuşmasını yapmakta olan bir muhalefet partisi milletvekiline dün Meclis Genel Kurul Salonunda yaptığı ve bu sırada biri kadın iki diğer muhalefet partisinin milletvekillerinin de yaralandığı fiziki saldırıyla söze başlayalım.

I. Mafyatik, kirli, çürümüş bütün ilişkilerde altın madalya hep bizim

Halkın seçilmiş temsilcilerine, Meclislerde böyle insanlık dışı saldırılar konusunda OECD ülkelerinde bir sıralama yapılsaydı, her halde ülke olarak ilk sıralarda yer alırdık. Gerçi hali hazırda demokratik hak ve özgürlüklerin ihlali, hukuksuzluk, yolsuzluklar, adam kayırmacılık, adaletsizlikte de birinciyiz veya ilk üçteyiz.

Düşünün, geçen yıl dünyada “Hukukun Üstünlüğü” sıralamasında 142 ülke arasında 117. Sırada yer almışız. Paralel bir biçimde “Ülkesindeki Demokrasi Düzeyinden Memnuniyetsizlik” sıralamasında 7. Sıradayız. Yani taşlar yerine oturuyor. (1)

II. Enerji, gıda, kira enflasyonunda da birinciyiz!

Keza, Meclis’teki son saldırı ile kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bir başka birinciliğimiz daha mevcut: Enerji enflasyonundaki birinciliğimiz. Öyle ki Türkiye bu yılın Haziran ayında enerji enflasyonunda OECD ülkeleri içinde açık ara birinci geldi.  

Dile kolay Haziran’da neredeyse yüzde 90’lık bir enerji enflasyonumuz var. Temmuz ayındaki elektrik ve doğal gaz zammını da eklersek enflasyon yüzde 90’ın da üzerine çıkar. Bizden sonra ikinci konumdaki Kolombiya’nın bile sadece yüzde 18’lık bir skoru var. Bu birincilik, gıda enflasyonundaki ve konut kira artışı enflasyonundaki birinciliklerimizin ardından AKP iktidarının “başarılarını” adeta taçlandırdı.


III. “Doğal afetlerle mücadelede yetersizlikte” altın olmasa da gümüş ya da bronz madalya sahibiyiz

İzmir'deki yangın dördüncü gününe girerken, Aydın, Muğla, Bolu ve Manisa'daki orman yangınları etkisini devam ettiriyor. Rüzgâr, yüksek nem ve yeni yangınların çıkması da ekiplerin işini zorlaştırıyor. Sadece İzmir'de 4 bin 159 kişinin tahliye edildiğini açıklandı. (2)

Bu yangın bir kez daha ülkenin bu tür afet ya da felaketler karşısında ne kadar yetersiz olduğunu gösterdi. Öyle ki İzmir’de orman yangınını söndürebilmek için yeterli hava aracı yok.

Benzer yetersizlik seller, su baskınları ve depremler, özellikle de 6 Şubat Kahramanmaraş ve Hatay depremleri sonrasında da ortaya çıkmıştı. Örneğin depremden en fazla etkilenen Hatay’da hala temiz suya erişim, hijyen, barınma ve enerji sorunu yaşanıyor.

Diğer yandan ülkeyi yönetenler, AKP’nin bu yılki kuruluş yıl dönümünde son 22 yılda ülkeyi ekonomik, sosyal ve demokratik açılardan nasıl ilerlettiklerini, ülkeye çağ atlattırdıklarını gözümüzün içine baka baka anlattılar.

Bunun gerçek olmadığını halkımız bizzat yaşayarak gördüğü gibi, uluslararası kamuoyu da belgelerle ve bilimsel araştırmalarla ortaya koyuyor. İşte bazı örnekler.

Dünya Risk Raporu

Bündnis Entwicklung Hilft tarafından Bochum Ruhr Üniversitesi Uluslararası Barış ve Silahlı Çatışma Hukuku Enstitüsü ile ortaklaşa yıllardır yayınlanan bir rapor var.

Bu öncü rapor, küresel afetler bağlamında çeşitliliğe odaklanarak krizler, ötekileştirilmiş nüfuslar ve toplumsal yapılar arasındaki ilişkiyi analiz ediyor. “Dünya Risk Endeksi Verileri” üzerine inşa edilen bu yılki rapor (2023), 193 ülkeyi afet yaşama riski veya deprem, tsunami, sel ve kuraklık gibi aşırı doğal olaylara karşı kırılganlık açısından sıralıyor. Rapor, krizlerin ve afetlerin kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler ve LGBTQ+ toplulukları gibi belirli topluluklar üzerindeki orantısız etkilerini vurguluyor. Keza kriz bağlamlarında bu nüfusların karşı karşıya kaldığı daha büyük risklerin altını çiziyor ve krizler sırasında bu grupların karşı karşıya kaldığı artan riskleri dikkate alan bir afet yönetimi çağrısında bulunuyor. Rapora, “Dünya Risk Endeksi” verileri, infografikler ve ülkelerin afetlere maruz kalma, zarar görebilirlik ve duyarlılıklarını gösteren haritalar eşlik ediyor. (3)

Aşağıdaki haritada örneğin, Kuzey Afrika ülkeleri ve diğer birçok Arap ülkesi gibi, Türkiye’nin de bu tür afetlerle baş etme kapasitesinin ne denli yetersiz olduğu görülüyor (koyu kırmızı renkteki ülkeler en yetersiz ülkeler).

Bir başka deyimle, ülkeyi 22 yıldır yönetenlerin doğal afetlerle mücadele konusunu yeterince ciddiye almadığını, aksine rant sağlamak gibi afetlerin önünü açan politikalara yöneldiklerini gösteriyor (nitekim İstanbul’da pek çok deprem sonrası toplanma alanının yerine AVM gibi ticari yapıların yapıldığına tanık olmadık mı?)




 

 

 

Dünya Risk Endeksi

Bu raporlarda yer alan Dünya Risk Endeksi'ne göre ise, Türkiye, afetlere dayanıklılık konusunda son derece vasat bir puana sahip. Ülke, afetlere karşı, “güvenlik açığı büyük” ve  “çok yüksek” bir kırılganlığa sahip ülke olarak tanımlanıyor. Güvenlik açığı ise; (i)sosyal eşitsizlik ve gelişme eksikliği, (ii) yetersiz siyasi istikrar, sağlık hizmetleri ve altyapı ile (iii) ilerleme eksikliği olarak tarif ediliyor. Özellikle ikinci kategoride Türkiye, doğal afetlere karşı “çok yüksek” kırılganlığa sahip olarak nitelendiriliyor. (4)

 

17 Ağustos günü, 1999 yılında yaşadığımız Gölcük merkezli büyük depremin yıldönümü. Maalesef o tarihten bu yana depremlere karşı alınması gereken önlemler konusunda son derece yetersiz kalındığı 6 Şubat Kahramanmaraş depreminde ortaya çıktı. Zira bu son depremde resmi olarak 50 binin üzerinde insanımızı kaybettik. Yaralananlar, kaybolanlar, evsiz kalanlar, ekonomik olarak yıkıma uğrayanlardan hiç söz etmiyoruz bile.

“Deprem Ölüm Yükü”

Bir diğer araştırmaya göre, depreme bağlı ölümlerden en çok etkilenen ülkelerin sık ve şiddetli depremler yaşayan ülkeler olması gerekmiyor. Araştırmacılar 500 yılı aşkın bir geçmişe dayanan verileri analiz ettiler ve bir ülkenin ‘deprem ölüm yükünün’ o ülkenin nüfusunun büyüklüğüne, altyapısının depreme ne kadar dayanıklı olduğuna, inşaat kalitesine ve afetlere müdahale etme kabiliyetine bağlı olduğunu ortaya koydular. Bu durum aşağıdaki tablodan da açıkça görülebiliyor.

Bu tür hazırlıkları olmayan ülkelerde nüfusa göre depremden ölüm oranı (deprem ölüm yükü) diğerlerine göre çok daha yüksek. Türkiye bu açıdan 6’ncı sırada yer alıyor. Buna karşılık, Japonya (28. sırada) ve Endonezya (31. sırada) gibi büyük fay hatları üzerinde olmasına rağmen nispeten düşük deprem yüküne sahip ülkeler. (5)


Bu örnekleri; gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinden, insan hakları ihlallerine, yolsuzluklara, çocuk ve emekli yoksulluğuna,  kadına karşı şiddete, çocuk tacizlerine, eğitim alanında yaşanan yıkıma, basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara,  kamu kaynaklarının yandaş sermaye gruplarına ve belli cemaatlere kullandırılmasına, ülkenin uluslararası mafya örgütlerinin kozlarını paylaştıkları savaş alanına dönmesine, yerleşik etik değer ve kuralların çöküşüne, savaşçı/militarist politikalara ve otoriterliğe, ne eğitimde ne istihdam olan genç nüfusun büyüklüğüne, genç işsizliğinin büyüklüğüne ve Anayasanın tanınmamasına kadar genişletmek mümkün.

Özetle, olimpiyatlarda altın madalya alamasak da eğer hayatın diğer alanlarında da olimpiyatlar düzenlenseydi, tıpkı at yarışlarındaki gibi diğer ülkelere nal toplatarak altın, gümüş, bronz madalyaları birer birer kapardık. Eee…  “İşte AKP farkı. Yaparsa AKP yapar!”

Diğer sorunları unutturma operasyonu mu?

Aslında, halk gıda, enerji, konut, ulaştırma, eğitim ve sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile artık karşılayamaz durumdayken, yüksek enflasyon ve yoksullukla boğuşurken, Meclis’e sanki “fedailik” yapsın diye vekil olarak sokulanların kullanıldığı bir operasyonla da toplum oyalanıyor.

Bunları, yapılan bu son saldırıyı önemsiz gördüğümüz için söylemiyoruz. Aksine bu saldırı, tıpkı 1990’lı yıllarda bazı Kürt milletvekillerinin kelepçelenerek Meclis’ten zorla çıkartılmasının en son örneği,  faşizmin Meclis’teki en bariz tezahürüdür. Bu nedenle de çok önemlidir ve ciddiye alınmalıdır.

Ancak bu ve benzeri saldırıların, ülkedeki ekonomik ve sosyal çöküşün üstünün örtülmeye çalışılması gibi hizmet ettiği başka amaçlarının da olduğunu düşünmekte de yarar var.

Sonuç olarak

Ekonomik ve sosyal çöküş hızlandıkça, işsizlik ve yoksulluk arttıkça, yolsuzluklar ve usulsüzlükler iyice açığa çıktıkça, ülkeyi yönetenler ekonomik sorunları çözemez duruma düşüp, halkın tepkisi arttıkça, halkın iktidar bloğuna karşı olan tepkisinin büyüyerek bunun kitlesel bir karşı çıkışa dönüşünü önlemek için bu ve benzeri saldırılar bundan böyle de artarak sürecektir.

1980 öncesinde bu ve benzeri bir zihniyetle hareket eden milisler sokaklarda, mahallelerde, işyerlerinde ve üniversitelerde kanlı saldırılarını yaparlar, terör estirirlerdi. Bugün yeni olan artık bu saldırıların giderek artan bir biçimde, halkın seçilmiş bir temsilcisinin, ortada serbest bırakılmasına yönelik Anayasa Mahkemesinin lehte kararları olmasına rağmen, içeride tutulup milletvekili yapılmadığı kendilerinin “Gazi Meclis” dedikleri TBMM’de gerçekleşiyor olmasıdır.

Demokrasi güçlerinin bu durumu doğru analiz etmesinin ve amasız fakatsız en geniş demokrasi, emek ve barış cephesinde bir araya gelerek bu ve benzeri saldırıları püskürtmesinin ve halka güven vermesinin zamanı geldi de geçiyor.

Dip notlar:

(1)  https://x.com/EconomyInformal/status/1824523135812583523/photo/1; https://x.com/EconomyInformal/status/1824593219163742246 (16 Ağustos 2024).

(2)  https://www.cnnturk.com/turkiye/live-izmir-alev-alev-yaniyor-yangin-yerlesim-yerlerine-sicradi (18 Ağustos 2024).

(3)  World Risk Report 2023. Bündnis Entwicklung Hilft, Ruhr University Bochum – Institute for International Law of Peace and Conflict 2023. https://weltrisikobericht.de (17 August 2024).

(4)  https://www.statista.com/chart/29258/vulnerability-to-natural-disaster (8 February 2023).

(5)  The-Earthquake-Fatality-Load-A-Measure-of-Impact? Bulletin of the Seismological Society of America paper (2024). https://pubs.geoscienceworld.org/ssa/bssa/article-doi/10.1785/0120230187/634519 (17 Ağustos 2024).

 

12 Ağustos 2024 Pazartesi

Gazze ve açlık

 

Aç bırakarak öldürmek: Faşizmin iğrenç bir yüzü daha!

Mustafa Durmuş

12 Ağustos 2024

Geçen yıl 7 Ekim’de Hamas- İsrail savaşı başladıktan sonra İsrail Devleti, Gazze’ye gıda dâhil, dışarıdan temel insani ihtiyaç malzemeleri gönderilmesini önlediğini, önce Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın  (9 Ekim’de) yaptığı şu açıklamayla itiraf etmişti:

“Gazze Şeridi'nin tamamen kuşatılması emrini verdim. Elektrik yok, yiyecek yok, gaz yok - her şey kapalı.”

Ardından, Enerji Bakanı Israel Katz, “kaçırılan İsrailliler evlerine dönene kadar hiçbir elektrik düğmesi ya da hiçbir su musluğu açılmayacak ve hiçbir yakıt bölgeye kamyonu girmeyecek” diye yazılı olarak bunu teyit etmişti.

“Yardıma izin veriyoruz çünkü başka seçeneğimiz yok!”

Birkaç gün önce, İsrail Maliye Bakanı Smotrich, bir konferansta Gazze’ye gönderilen yardımların engellenmesi konusunda ve tepkilere neden olan daha vahim şu açıklamayı yaptı: 

“Yardıma izin veriyoruz çünkü başka seçeneğimiz yok. Mevcut küresel gerçeklikte hiç kimse, haklı ve ahlaki olsa bile, rehinelerimiz iade edilene kadar iki milyon sivilin açlıktan ölmesine neden olmamıza izin vermez. Bugün belli bir gerçeklikte yaşıyoruz, bu savaş için uluslararası meşruiyete ihtiyacımız var, bu yüzden yardımları engellemiyoruz.” (1)

Bakan’ın açıklaması, dünya kamuoyunun tepkisi olmasa İsrail devletinin 2 milyon Filistinliyi aç bırakarak öldürmekten çekinmeyeceğini gösterdi.

Gazze’nin kuşatılması, aslında 4. Sözleşmenin 55, 56 ve 59. maddeleri ile “sivil halkın hayatta kalması için vazgeçilmez olan nesneleri” koruyan 2. Protokolün 14. maddesini de ihlal ediyor. (2) Bu nedenden dolayı da dünyada çok sayıda hükümet sözcüsü İsrailli bakanın bu açıklamasını kınadı.

“Filistin halkına karşı kasıtlı ve hedefli bir aç bırakma kampanyası yürütülüyor”

Nitekim insan hakları savunucuları İsrail'in Gazze Şeridi'ne yardımı sınırladığını, geciktirdiğini ve hatta açlığı bir “savaş silahı” olarak kullandığını ortaya koyarak, bu durumu protesto ediyorlar.

Birleşmiş Milletler yetkilileri de bu ayın başlarında kıtlığın tüm bölgeye yayıldığı uyarısında bulunarak, bunu “Filistin halkına karşı kasıtlı ve hedefli bir açlık kampanyası” ve “bir tür soykırım şiddeti” olarak nitelendirdi.

Özetle

Siyonist İsrail Devleti, 1920’li yıllardan bu yana dünyada ve bölgemizde tanık olduğumuz faşizmin iğrenç yüzlerinden birini daha sergilemekten çekinmiyor: Doğrudan ve/veya aç ve susuz bırakma yoluyla öldürüyor, soykırım uyguluyor ve milyonlarca insanı kendi yurtlarından zorla sürgün ediyor.

Nitekim Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 7 Ekim 2023 ile 8 Ağustos 2024 tarihleri arasında devam eden savaşta en az 39.699 Filistinli hayatını kaybetti ve 91.722 kişi yaralandı. 2,3 milyonluk Gazze nüfusunun yüzde 90’ından fazlası birçok kez yerlerinden edildi BM İnsan Hakları Ofisi'nin 4 Temmuz'dan bu yana tuttuğu kayıtlara göre, sadece bu tarihten beri her biri sığınak olarak hizmet veren okullara yönelik en az 21 saldırı düzenlendi. Bu saldırılar sonucunda aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu en az 274 kişi hayatını kaybetti. (3)

Belli ki Siyonizm, faşizm ve onu besleyen kapitalizm (emperyalizm) ortadan kaldırılana kadar mazlum halklara rahat ve huzur yok!

Dip notlar:

(1)    https://www.theguardian.com/world/article/israel-finance-minister-bezalel-smotrich-gaza-starve-2m-people-comments (8 August 2024).

(2)    G. Monbiot, “No excuses”, https://www.monbiot.com (27 October 2023).

(3)    ‘Another day of horror’: UN rights office condemns Israeli strikes at Gazan school,https://news.un.org/en/story (10 August 2024).

 

 

 

 


9 Ağustos 2024 Cuma

Enflasyon Raporu III

 

Enflasyon raporunda manşete çıkmayan iki önemli konu!

Mustafa Durmuş

10 Ağustos 2024

Açıklanan üçüncü enflasyon raporu (1), ekonomi yönetiminin önümüzdeki süreçte enflasyondaki gidişata ilişkin bakışını büyük ölçüde koruduğunu gösteriyor.

Her ne kadar Orta Doğu’da yoğunlaşan savaş, ABD’nin durgunluğa girme ihtimali gibi jeopolitik riskler ve bunların petrol ve gıda maddelerinin fiyatları üzerindeki artırıcı etkilerinden yola çıkılarak, örneğin yılsonundaki enflasyonun belli bir sayı olmaktan ziyade yüzde 34-42 arasında bir değer olabileceği Merkez Bankası Başkanı Karahan tarafından belirtilmiş olsa da, metinde daha önceki enflasyon raporunda açıklanmış olan, enflasyonun bu yıl yüzde 38’e, 2025’te yüzde 14’e ve 2026’da yüzde 9’a indirileceği yönündeki öngörü aynen korunuyor.

Raporda Ağustos ve Eylül oranları yüzde 2,5 ve son çeyrekteki aylık enflasyon oranı da (yüzde 1,5’in biraz altı) olarak hedefleniyor. Bu haliyle bile yüzde 40’ın üzerinde bir yılsonu enflasyonu olacağı bir yana, enflasyonda böyle bir indirimin nasıl sağlanabileceğine ilişkin bir ikna edici açıklama ya da bilgi raporda yok.

Belli ki yine beklentileri yönetmeye dönük bir açıklama söz konusu. Daha da önemlisi 2025 ve 2026 yıllarındaki enflasyonun sırasıyla yüzde 14 ve yüzde 9 olarak belirlenmesi, asgari ücrete, memur ve emekli maaşlarına daha düşük zam yapılacağını gösteriyor. Çünkü bundan böyle ücret zamları beklenen enflasyona göre yapılacak.

Reel işçi ücreti artışı işgücü verimlilik artışının altında kaldı

Oysa aynı raporun 25.sayfasında yer alan bir grafik reel işçi ücretlerinin 2021 yılından bu yana nasıl verimlilik artışlarının gerisinde kaldığını gösteriyor. Yani bırakın ekonomik büyümeden alınacak refah payını, eğer işgücü verimliliğindeki artış kadar ücretlere zam yapılsaydı, bugün işçiler çok daha fazla ücret alacaklardı. Bu sonuç raporun kendi verisinden çıkıyor.

Yani kârlar artıyor. Ancak enflasyonla mücadele faturasını emekçiye kesen iktidar asgari ücret artışına ve emekli ücretlerinin yükseltilmesine karşı çıkıyor.


Ters Getiri Eğrisi

Raporda dikkat çeken ama ekonomi basınının gözünden kaçan bir önemli saptama daha var: Devlet İç Borçlanma Senetlerinin (DİBS) vadelerine göre olan getirilerindeki terslik.

Raporun 16.sayfasında yer alan aşağıdaki grafiğe göre, kısa vadeli Hazine kâğıtlarının yıllık getirisi (faizi) uzun vadelilerin üzerinde seyrediyor. Bu durum Geçen yıl Ekim ayından bu yana böyle. Yani “ters ya da negatif bir getiri eğrisi” ile karşı karşıyayız.

 


 Bu durum raporda şöyle açıklanıyor:

“Enflasyon görünümünde beklenen iyileşme henüz orta ve uzun vadeli DİBS getirilerine yansımamıştır (Grafik 2.2.6). Son dönemde DİBS piyasasına yönelik artan yabancı yatırımcı ilgisinin kısa vadeli kıymetler üzerinde yoğunlaştığı değerlendirilmektedir. Önümüzdeki dönemde dezenflasyon sürecinin güçlenerek devam etmesiyle birlikte piyasa beklentilerinin daha etkili biçimde çıpalanması ve DİBS piyasasında yatırımcı ilgisinin daha uzun vadelere kayması beklenmektedir”

Bu ne anlama geliyor ve emekçiler için nasıl bir tehlike içeriyor?

Getiri Eğrisi iktisatçılar tarafından gelecekteki ekonomik büyümeyi ya da durgunluğu tahmin etmede kullanılan bir eğri. Çünkü farklı vadelere sahip devlet tahvillerinin getiri oranlarıyla oluşturuluyor. Piyasa analistleri de ekonomik büyüme beklentisi ve resesyonu öngörmek için bu eğriyi kullanıyorlar.

Eğri normalde yukarı doğru (pozitif) eğimlidir zira riskleri ortadan kaldırabilmek için uzun vadeli tahvillerin getirisi daha yüksek olmalıdır. Ancak bu durum Türkiye’de tersine döndü.

Bir başka anlatımla Getiri Eğrisi, çeşitli vadelerdeki benzer devlet borçlanma senetlerinin getirilerini grafiksel olarak temsil eder. Kısa vadeli borçlanma araçları, aynı kredi riski profiline sahip uzun vadeli araçlardan daha yüksek getiriye sahip olduğunda ters bir getiri eğrisi oluşur. Ters bir getiri eğrisi olağandışıdır, normal bir getiri eğrisi yukarı doğru eğimlidir ve vadeler arttıkça düşükten yükseğe doğru ilerleyen getirileri gösterir. (2)

Ters Getiri Eğrisi, tahvil yatırımcılarının uzun vadeli faiz oranlarında düşüş beklentilerini yansıtır ve bu genellikle resesyon ya da en azından ekonomik durgunlukla ilişkilendirilir. Yani eğri tersine dönmüşse ekonomi de durgunluk içine girecek demektir. Ters getiri eğrisi sadece gelecekteki bir durgunluğa değil, hâkim ana akım makro iktisadın çaresizliğine de işaret eder.

Aslında ekonominin ve piyasaların durumu ve açıklanan kârlılık rakamları ve giderek artan şirket iflasları ve konkordatolar bu durumu doğruluyor. Öyle ki İSO 500 Anketine göre, çok büyük şirketlerin dahi kârları miktar olarak artsa dahi kârlılıkları azalıyor. KOBİ’lerse ciddi finansman maliyetleriyle karşı karşıyalar. Bu yüzden dolayı da ekonomideki güven endeksleri ikinci çeyrekten itibaren gerilemeye başladı. (3) İkinci çeyrekteki ekonomik büyüme sıfıra yakın gelirse, hatta negatif olursa bu bizim için sürpriz olmaz.

Faiz artı değer üzerinden yürütülen bir sınıf kavgasıdır

Bu nedenden dolayı da, başta sanayiciler olmak üzere burjuvazinin bir kesimi faiz oranlarının düşürülmesi için iktidara baskı yapıyor. Diğer yandan, adı konmamış IMF programına sadık hareket eden Şimşek ise enflasyon üzerinde artırıcı etkiye neden olacağı gerekçesiyle faiz indirimlerine (en azından birkaç ay daha) sıcak bakmıyor.

Bu durum faiz oranlarının teknik bir konu olmaktan ziyade sanayi sermayesi ile finans sermayesi arasında bir bölüşüm kavgası olduğunu gösteriyor. Faizler arttıkça sanayi sermayesi kârının bir kısmını daha fazla faiz olarak finans sermayeye vermek zorunda kalacaktır.

Faizler düşürüldüğünde ise bu kez ülkeye gelen ve son zamanlarda belirgin bir şekilde yavaşlama eğilimi gösteren sıcak paranın gelişi iyice azalacaktır. Yani burjuvazinin çeşitli fraksiyonları açısından tam bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu söz konusudur.

Sonuç olarak

Faiz işçi sınıfı ve burjuvazi arasında da bir bölüşüm kavgasıdır. Yani faizler arttıkça ücretlerin milli gelir içindeki payı düşer. Aynı zamanda yüksek faizler yüzünden ekonomi durgunluğa girdiğinde işsizlik artar. Bu da ücret düzeylerinin baskılanmasına ve sendikaların giderek daha fazla güç kaybetmesine neden olur.

Bu durum kapitalizmin açmazıdır. Yüksek faiz (durgunluğa yol açarak) yaygın işsizliğe, düşük faizse (yüksek enflasyona neden olarak) derin yoksulluğa neden olur. Çözüm bu çelişkiyi barındıran sisteme son vermektir.

Dip notlar:

(1)  TCMB, Enflasyon Raporu 2024-III (8 Ağustos 2024).

(2)  https://www.investopedia.com/terms/i/invertedyieldcurve.asp (7 July 2024).

(3)  https://www.iso500.org.tr/500-buyuk-sanayi-kurulusu, 2023 (4 Ağustos 2024); TÜİK, Ekonomik Güven Endeksi, Temmuz 2024, https://data.tuik.gov.tr (6 Ağustos 2024).