AVRUPA’
DA TEKNOKRAT HÜKÜMETLER: QUO VADIS DEMOKRASİ?
Mustafa
Durmuş
I.
Giriş
2011 yılı,
1830,1848 ve 1968 yılları gibitarihekrizler, halk ayaklanmaları, sosyal
çalkantılar ve diktatörlüklerin devrildiği bir yıl olarak geçecek. 2012 yılı ise
daha az çalkantılı olmayacak, zira dünya kapitalizmi, trilyonlarca dolarlık
devletleştirme-kurtarma, teşvik, maliye ve para politikaları uygulamasına
rağmen son 80 yılının en büyük krizinden çıkamıyor.
Geçen yıl ayrıca
yoksulluk ve sefaletin, baskı-zulüm ve despotluğun kol gezdiği, neoliberalizmin
en acımasız uygulamalarına sahne olan Kuzey Afrika’da halk ayaklanmalarına
tanık olduk. Kendilerine uzatılan sopayı öpmeyi reddeden Arap halkları isyan
ettiler ve bu isyan, Mısır’da olduğu gibi, hala sürüyor.
Avrupa’da
ise İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Güney İrlanda başbakanları devrildi.
Avro bölgesinde ekonomik krizin yanı sıra politik krizler de sürüyor, öyle ki
Fransa devlet başkanı Sarkozy’nin seçimlerde kaybetme ihtimali oldukça yüksek.
Yunanistan’daki devrimci hareketler, İspanya ve Portekiz’deki grev ve
protestolar yeni gelişmelerin ve sosyal patlamaların da habercisi gibi.
Nispeten sakin durumdaki diğer Avrupa ülkelerinin de Güneydeki bu virüsten
etkilenmeleri kaçınılmaz olacak.
ABD’ de ise,
Vietnam Savaşı’ndan bu yanaen dirençli bir hareket,Wall Street’i İşgal (OWS)
hareketi gelişiyor ve binlerce kente yayılmaya, zengin bölgelerine doğru işgale
yönelmeye başladı. Hareket doğrudan işçilerin örgütlediği bir hareket olmasa da
işçiler de dâhil toplumun çok büyük bir kesiminin sempatisini kazandı. Japonya’daki
SOTT Forum hareketinin bildirdiğine göre son aylarda Occupy Tokyo eylemleri de artmış
durumda[1].Şili’deki kitlesel öğrenci
eylemleri ve Yemen ve Çin’de grev dalgaları ve protestolar ise eylemlerin tüm
dünyaya yayıldığını gösteriyor.
Avrupa’nın merkezinde Almanya’dan Yunanistan’a; İrlanda’dan Fransa’ya;
İspanya’dan Portekiz’e hemen her yerde çalışan sınıflar, emekçiler, gençler,
öğrenciler genel grevlerle, direnişlerle, sokak protestoları ve okul ve fabrika
işgalleriyle krizin faturası ödemeyeceklerini ve mücadelelerle kazanmış
oldukları ekonomik ve demokratik haklarını korumaya kararlı olduklarını ortaya
koydular. Öyle ki İspanya ve Portekiz’de bazı sivil giyimli asker ve
polisler dahi protestolara katıldılar.
Son olarak
Ocak ayında sırasıyla 2004 ve 2007 yıllarında AB’ye giren kriz içindeki
Macaristan ve Romanya’da halk sokaklara döküldü ve hem kemer sıkma hem de
hükümetlerin baskıcı politikalarını protesto etti[2].
Bu
gelişmelerde itici güç dünya ve özellikle de Avrupa krizinin derinleşerek
sürmesi oldu. Kamu borç krizi mevcut krizi iyice derinleştirdi. Bu da avro
bölgesinin çöküşünü gündeme getirirken AB’nin geleceği sorgulanmaya başladı.
2008 yılında ABD’de başlayan ve
günümüze kadar başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı sarmalına alan kriz ana
akım iktisatçılar ve büyük sermaye çevrelerince değişik biçimlerde tanımlandı
ve her bir kriz tanımına göre de farklı çözümler önerildi. Bazı iktisatçılara
göre bu kriz “finansal bir kriz”ve “kredi krizi” idi.Finansal kriz için
finans sektörünün daha fazla regüle edilmesi, kredi krizi için ise likiditenin
restore edilmesigerektiği savunuldu. Ardından İzlanda, Yunanistan, Portekiz ve İrlanda’nın
kamu borçlarını ödeme güçlüğüne düşmesiyle bunun bir“borç krizi ve avro krizi”olduğuna karar verildi ve kamu borç krizi
için bazı reformist liderlerce “zenginlerin vergilendirilmesive Tobin Vergisi ”
önerildi. Ancak bu çözüm ciddiye alınmadı. Uluslararası sermaye çevrelerinin
son çözümü ise Troyka olarak adlandırılan IMF, ECB (Avrupa Merkez Bankası) ve
AB patentli “Yeni Avrupa Ekonomik Yönetişimi” adlı sıkılaştırılmış bir mali ve
finansal birlik ve kalıcı kemer sıkma anlaşmasının üyelere kabul ettirilmesi
oldu.
Siyasal
alanda kriz piyasaların hükümetlerle yaşadığı bir “güven krizi”olarak da tanımlanıp bununkararlı hükümetlerin
uygulayacağı kemer sıkma politikaları ile aşılabileceği savunuldu.Son olarak
krizin bir “politik liderlik krizi”
olduğu açıklandı ve seçilmiş hükümetlerin piyasaların kemer sıkmaya ilişkin
taleplerini güvenilir ve yeterli bir biçimde yerine getiremediği tespitinden
hareketle İtalya ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi bu seçilmiş hükümetleri
devirip yerine ulusal (!) çıkarları gözeten atanmış bürokratlardan oluşan
hükümetler getirildi. Böylece Avrupa’da yaklaşık iki yüz elli yıllık burjuva
demokrasilerinden oligarşik[3]-parlamenter Bonapartist devlet
biçimlerine doğru bir eğilim ortaya çıktı.
Bu
gelişmelerdünyanın, özellikle Avrupa’nın yeni bir aşamanın eşiğinde olduğunu ve
bunun emekçi sınıflar ve mazlum halklar açısından hem çok ciddi tehlikeler hem
de emekten yana adil ve özgür bir dünyanın kurulması yolunda yeni fırsatlar
yaratmakta olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye
de bu gelişmelerden bağışık değil. Yıllardır bol yabancı kaynak/sıcak para ile
şişirilen balonlarla canlı tutulan ekonominin, eskisi gibi yabancı kaynak
bulması zorlaştığından, bu yıldan itibaren büyük sıkıntılar yaşayacağı,
büyümenin yavaşlayıp, işsizliğin ve yoksulluğun daha artacağı, buna karşılık
mali disiplinin devap ettirilip kemer sıkma politikalarının sertleştirilerek
sürdürüleceği kesin gibi gözüküyor. Bunun siyasal alanda yansıması ise AKP
hükümetinin giderek artan bir biçimde yeni bir militarist anlayışla
otoriterleşmesi biçiminde oluyor. Parlamento içi ya da dışı en küçük bir
muhalefete dahi izin verilmiyor ve yığınsal tutuklamalar ve soruşturmalarla bu
kriz egemenler lehine yönetilmeye çalışılıyor.
II.
2012: Büyük Resesyon’dan depresyona uzun, ince olmayan bir yol
Hatırlayalım, geçen yıl Temmuz ve Ağustos aylarında ABD ve Avrupa’dafinans
piyasaları alt üst olmuş, dünya borsaları çakılmış, İspanyol ve İtalyan hazine
bonolarının faizleri % 6’ları aşmış,
altının bir onsu 1900 ABD dolarına kadar yükselmiş ve finans kapital
adına devletlere de puan veren Standart and Poor’s (S&P) tarihte ilk kez
ABD’nin kredi notunu düşürmüştü. Bunlara bir de Yunanistan Hükümetinin borç
temerrüdüne düşmesi eklenince dünya ekonomisinin ikinci bir dip resesyona
sürüklendiği açıklanmış ve ciddiekonomi yorumcuları, bir bankacılık sektörü
çöküşü ve avro bölgesinin çözülmesi olasılığına dikkat çekmeye başlamışlardı. Örneğin
Roubini, Marx’ın haklılığına vurgu yapıp, kapitalizmin çökebileceğinisöylerken,
ünlü finansçı George Magnus, dünyayı kurtarması için Marksizme bir şans
verilmesi gerektiğinisavunmuştu.
Özellikle de İtalya’nın krize girmesi, krize neden
olan şeyin Yunanistan örneğinde olduğu gibi “işçilerin tembelliği ya da çalışanların ücretlerinin sürdürülemez
biçimde yüksekliği” biçimindeki iddiaları boşa çıkartmıştı.Zor
durumdaki hükümetlere verilen kurtarma paketlerinin ise ekonomileri, işsizleri,
yoksulları, çalışanları, köylüleri ya da küçük üreticileri, küçük işletmeleri kurtarmaktan
ziyade Merkez Avrupa ülkelerinin büyük bankalarının iki trilyon avroya yakın
kredi alacağını garantilemek ve avroyu istikrara kavuşturmak için verildiği
anlaşılmıştı.Son olarak, kurtarma paketlerinin bir diyeti olarak
ülkelerin uyguladıkları ve ücret ve sosyal hak ve harcama kısıntısı, vergi
artışları ve özelleştirmeler biçimindeki kemer sıkma önlemlerinin krizi daha da
derinleştirdiği ve bunun faturasını da kalıcı bir şekilde emekçilere
ödettirmeyi hedeflediği ortaya çıkmıştı[4].
Bu gelişmeler özellikle Avrupa’nın hemen heryerinde
emekçilerin, işsizlerin, gençlerin ve üniversite öğrencilerinin kemer sıkmaya
karşı sokaklara çıkmalarına, kitlesel protesto eylemlerine, genel grevlere,
yürüyüşlere ve işyeri ve okul işgallerine yönelmelerine neden olarak iktisadi
krizi “sosyal bir kriz”e
dönüştürmüştü. Ayrıca Avrupa krizi kendilerine
uluslararası
sermaye çevrelerince “kestaneleri ateşten
alma”göreviyüklenenİspanyol, Portekizli ve Yunan sosyal demokrat hükümetlerinin
de devrilmesine yol açmıştı. Çünkü
Bu hükümetler ve onların reformist
liderleri uyguladıkları kemer sıkma politikaları nedeniyle kendi halklarının
gözünde itibar kaybetmiş, hattaPapandreouörneğinde görüldüğügibi,artık işe
yaramadıkları anlaşılınca iktidardan düşürülmüştü. Bu olgu da bir kez daha
sosyal demokrat ya da reformist iktidarların ya da anlayışların normal
zamanlardaki işlevi ile kriz zamanlarındaki işlevinin farklılaştığını ve kriz
zamanlarında reformistlerin sistemi kurtarmak adına karşı reformları
desteklemekten başka bir şey yapmadıklarını[5]
ortaya koymuştu.
İçinde bulunduğumuz yıla ilişkin dünya ekonomisinin
gidişatı ile ilgili her cepheden gelen ve giderek de artan haber ve yorumlar ise
oldukça kötümser. Örneğin IMF Baş ekonomisti Blanchard bile gelişmiş ülkelerdeki
toparlanmanın durduğunu ve 2012 yılının 2008’den daha kötü olabileceğini ileri
sürdü. Hükümet politikaları özel sektör beklentilerini iyi yönetmediği sürece
negatif beklentilerin hâkim olacağını açıkladı. Ancak hükümetlerin bu beklentileri
yönetebilmesi çok zor, zira özel yatırımcıların kendileri bütçe açığı ve büyüme
ilgili olarak şizofrenik bir tutum sergiliyorlar. Yani finansal piyasalar
devlet tahvili faizlerine çok yüksek spreadler uygulayarak mali konsolidasyon
talep ediyorlar, ardından da mali kemer sıkma ekonomik faaliyetleri ve büyüme
prospektini azalttığındaşaşırıyorlar. Bu kendi kendini besleyen daralma,
liderler kemer sıkmayı zorladıkça, sürüp gidiyor. ABD’ deki mevcut politik
konfigürasyonlar ekonomik toparlanma için gerçek bir fiskal teşvik ortamının da
yaratılamadığını ortaya koyuyor[6].
IMF’nin verileri
(Global Economic Indicators Database) Blanchard’ın kaygılarında ne denli haklı
olduğunu ortaya koyuyor. Gelişmiş ülkelerde toparlanma tamamen yok olmasa da
ciddi anlamda sönümlenmiş durumda.
Örneğin Japonya’nınmilli hâsıla büyümesi bir kez daha negatife dönerken,
ABD’de son derece anemik bir durumda ve avro bölgesi, bölgenin iç sorunları göz
önüne alındığında,bu yıl çok daha kötü olacak gibi görünüyor.Azgelişmiş ülkeler ise resesyon döneminde ciddi
düşüşler yaşamış olsalar da göreli olarak daha iyi durumdalar. Ama 2010 yılının
ortalarından bu yana ortaya çıkan büyüme yavaşlaması eğilimi artarak sürüyor[7].
Keza cılız
bir toparlanmanın ortaya çıktığı ve “yeşil filizler” olarak anılan 2009 sonrası
dönemde milli gelirin artmasına rağmen açık işsizlik oranları gelişmiş ülkelerde
azalmadı. Benzer bir durum diğer az gelişmiş ülkeler için de geçerli. ILO’ nun
2011 Eylül raporuna göre[8] 2011 yılının ilk çeyreğinde sadece
bir avuç ülke (Arjantin, Türkiye[9], Brezilya ve Endenozya) 2008 yılının ilk çeyreğindeki istihdam
düzeyinin üstünde bir istihdama sahip olabildiler. Kısaca, bugünün ve yakın
geleceğin olumsuz beklentileri işgücü piyasalarının çok zayıf olduğu bir
dönemde geldi.Bu gelişmelerin özellikleihracatları ve kısa vadeli sermaye
kaynakları açısından gelişmişlere göbekten bağlı az gelişmiş ülkeler için kötü
haber niteliğinde olduğu açık.
IMF
başkanının açıklamaları ise durumun ne denli ciddi olduğunun yetkili ağızdan
kabul edilmesi niteliğindeydi. Lagarde eğer ülkeler kendi aralarındaki
ayrışmaya son vermeyip, Avrupa’nın derinleşen borç krizi konusunda ortak
hareket etmezlerse dünya ekonomisinin, içe kapanma, korumacılığın artması ve
izolasyon gibi gelişmeler nedeniyle 1930’lardakine benzer bir çöküş yaşama
riskinin olduğunu ileri sürdü ve tüm ülkeleri uyardı. Mevcut durumu güllük
gülistanlık değil, tam tersine son derece iç karartıcı olarak tanımlayan
Lagarde’ye göre kriz gelişmiş ve azgelişmiş tüm dünyayı etkileyecek ve hiçbir
ülke bundan kurtulamayacaktır. Bu nedenle de tüm dünyanın birlikte hareket
etmesi şarttır[10].
Finansal
krizin derinleştiğini gösteren bir başka gösterge derecelendirme kuruluşu Fitch’in
Aralık ayında aralarında Barclays, Bank of America ve Deutsche Bank’ın
bulunduğu dünyanın en büyük sekiz bankasının kredi notunu düşürmesi oldu. Ancak
bu sosyal gerilimle giderek daha da kötüleşen Avrupa borç krizini
derinleştirmekten başka sonuç üretmedi.
Aynı tarihlerde bu kez ABD’li Nobel
ödüllü iktisatçı P. Krugman New York Times gazetesindeki "Depresyon ve Demokrasi" başlıklı
yazısında ABD ve Avrupa'daki krizin depresyona dönüştüğünü, bunun da politik
bir krize neden olarak otoritaryan yönetimlere yol açtığını ve Avrupa
demokrasilerinin tehdit altında olduğunu yazdı[11].
Standard
& Poor’s 13 Ocak’ta aralarında Fransa, Avusturya ve İtalya’nın da bulunduğu
dokuzavro bölgesi ülkesinin kredi notunu düşürdü. Fransa ve Avusturya’nın ‘AAA’
olan kredi notunu birer puan düşürerek ‘AA+’ya çeken S&P, kamu borcu % 90’a
yaklaşan Fransa’nın görünümünü de ‘negatif’ olarak belirlediğini duyurdu ve İtalya
ve İspanya’nın da kredi notlarını birer basamak indirdi, Portekiz ve Kıbrıs Rum
Kesimi’nin notlarını iki puan düşürdü. Malta, Slovakya ve Slovenya da bu
fırtınaya yakalanan ülkeler arasında yer aldı. Not indirimlerine gerekçe
olarak, avro bölgesinde artan sistemik stres ve negatif görünümün nedeni olarak
da avro bölgesindeki olası yeni resesyon riskindeki artış gösterildi[12]. Paralelindeavro, dolar karşısında
hızla değer kaybederek 1,27 seviyesinin altını gördü. Avrupa borsaları eksiye
döndü. İMKBhaftayı yüzde 1,1 düşüşle 51 bin 661 puandan tamamladı[13].S& P 16 Ocak’ta bu kez Avrupa
Finansal İstikrar fonu’nun (EFSF) AAA olan kredi notunu AA’ya düşürdü[14] ve sonunda Dünya Bankası da kötümserler kampına katıldı ve küresel ekonomi için
büyüme tahminini aşağı çekti. Gelişmekte olan ülkeleri “en kötüye hazırlıklı
olun” yolunda uyaran kuruluş, örneğin Türkiye için 2012 yılı büyüme tahminini
aşağı yönlü revize ederek % 2,9 olarak açıkladı[15].
III. Ekonomik kriz emperyalistler arasındaki
çelişkileri derinleştiriyor, siyasal üst yapıyı dönüştürüyor
Avro bölgesi
borç krizinin kontrolden çıkarak Yunanistan gibi küçük ekonomilerden İtalya ve
İspanya gibi büyük ekonomilere yayılması ve giderek avro bölgesinin göreli
olarak daha güçlü ekonomilerine doğru ilerliyor olmasıküresel ekonomiyi depresyona
doğru sürüklerken, aynı zamanda da büyük emperyalist ülkeler arasındaki ve
tekil ülkelerdeki egemen sınıfın içindeki çatlaklarıda ortaya çıkarmaya
başladı.
Avrupalı
egemenler arasındaki bölünmenin temelinde herkesin kendi yatırımlarını nasıl
koruyacağı ve uluslararası finansal kuruluşların zararlarının nasıl
azaltılacağı konuları yatıyor. Avrupalı egemenler ayrıca kendi ülkelerinin
politik çıkarlarına ve kendi ülkelerindeki egemen bloğun sorunlarına çözümler
üretmek durumundalar. Örneğin Almanya,
ABD ve İngiltere katılmadığı sürece,
IMF tarafından yapılacak olan kurtarma operasyonlarını boykot edeceğini
açıkladı.
Ekonominin
canlanma dönemlerinde korumacı ve milliyetçi baskılar, sınıfsal ve ulusal
çelişkiler gizlenebilirken kriz dönemlerinde bunlar açığa çıkarlar. Bugünkü kriz
bu çelişkileri açığa çıkarabilecek ölçekte bir krizdir. IMF başkanının uyardığı
gibi avro bölgesinin çöküşü dünya ekonomisini büyük bir depresyona
sürükleyecektir. Küresel kapitalizmin geleceği adına IMF başkanının en sert
cümlelerle bu uyarıyı yapmasına neden şey İngiltere ile Fransa arasındaki
çatışmadır. Lagarde’nin korkuları yerinde, çünkü çelişkiler ve çatışmalar
giderek artıyor. Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşları büyüyor ve bu durum
küresel ticaretin geleceğini riske atıyor. Uluslararası sermaye açısından bu
durum çok tehlikeli bir durumdur, zira 1929 çöküşünü 1930’ların depresyonuna
dönüştüren şey korumacılık, devalüasyonlar ve ticaret savaşları gibi çeşitli uluslara
mensup sermaye grupları arasındaki çatışmaydı.
Bundan
öncekiler gibi Aralık 2011’de yapılan son AB Zirvesi de krizi sonlandırma konusunda
ümit vermediği gibi sadece ulusal çelişkileri daha derinleştirmeye yarayacaktır.
Nitekim finansal piyasalar, borç krizinin sadece bir gösterge olduğu ve asıl
sorunun üretici güçlerin devasa gelişimi ile özel mülkiyet ve ulus devletlerin
kısıtları arasındaki çelişkiolduğu gerçeğini göz ardı ederek[16], “borç krizini hafifletecek bir
çözüm bulunamadığı takdirde AB’nin hızla parçalanacağı, karşılıklı korumacılık önlemlerinin artacağı
ve hatta bazı ülkelerde demokratik yönetimlerin yerini otokratik biçimlere,
askeri hükümetlere bırakabileceğini ya da iç savaşların çıkabileceğini”
öngörmektedirler[17].
Kriz
sonrasında ortaya çıkmaya başlayan Avrupa devletleri arasındaki çatışmalar
Avrupa’nın yeni liderini de yaratmaya başladı. Öyle ki Almanlar AB tarihinde
ilk kez dümene geçerken, İngilizler ilk kez bu denli marjinalleştiler.
Sarkozy’nin Berlin’e teslim olması 1938 yılında Édouard Daladier’in Münih’e teslim
olmasına benzetiliyor. İspanya, İtalya ve Yunanistan’daki gazetelerde ve “talk show”larda
İkinci Dünya Savaşı ve Nazi çağrışımları dillendiriliyor ( Dördüncü Reich).
Almanya’nın içinde dahi benzer tartışmalar yürütülüyor ve örneğin Almanya’nın
ne denli büyük bir kurtarma paketi ile karşı karşıya kaldığı ve bunun Birinci
Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın borçları ve bunun Hitler’in üzerindeyarattığı
etkilere atıfta bulunuluyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaratılan “kötü Alman tiplemesi” nin yeniden
canlanmak üzere olduğunu yazanlar var. Almanların tüm Avrupa’ya uygulatacağı en
az 10 yıllık bir kemer sıkma stratejisi konuşuluyor[18].
Avrupa Birliği hasılasının % 20’sini üreten en büyük ekonomisi olarak ve diğer
ülkeler durgunluktayken 2011 yılını % 2,9 büyüme oranıyla, % 5,5 ile en düşük
işsizlik oranıyla kapatabilen Almanya, 9 Aralık’ta yapılan “mali anlaşma”
(fiscal compact) ilekabul edilen sıkı maliye politikalarınıneşgüdümünden
sorumlu hale gelirken,“Yeni Avrupa Ekonomik
Yönetişimi” kurallarının da belirleyicisi oldu.Öyle ki The New York Times gazetesi bu anlaşmayı
Almanya’nın zaferi olarak yorumladı.
Ekonomik krizin derinleşerek bir sosyal ve
politik krize dönüştüğünü gören uluslararası sermaye o zamana kadar
uygulattığı, teşvik-destek, genişletici para ve maliye politikaları gibi
ekonomi politikalarını ikinci plana atarak kemer sıkmaya ve bunu uzunca bir
dönem kalıcı hale getirebilmek için yeni politik yapılanmalara ve
örgütlenmelere yöneldi.
Aslında kapitalizmin tarihinde sermaye
birikim süreçleri tıkanıp kriz ortaya çıktığında yeni devlet ve hükümet
biçimlerine yönelim hep söz konusu olmuştur. İtalya ve Almanya’da faşist devlet
biçimlerine geçilmesi gibi L.Amerika ve en son Türkiye’de 12 Eylül askeri
diktatörlükleri[20] bunun örneklerini oluşturur.
Avrupa’nın neo liberal ya da sosyal
demokrat / reformist hükümetleri de başarısız kalınca bu kez “Yeni Avrupa Ekonomik Yönetişimi” adı
altında hem ulusal düzeyde hem de ulus üstü bir hegemonya modeli denenmeye
başlandı.
Yeni
ekonomik yönetişim fikrinin ilk adımıMart 2010’da, Komisyon Avrupa 2020
Stratejisi açıkladığında, atılmıştı. Sonra Avrupa Parlamentosu 28 Eylül’de “Altılı Paket” olarak da bilinen ve
Avrupa Komisyonu’na üye ülkelerin bütçelerine ciddi anlamda karışma imkânı
tanıyan düzenlemeyi oylayarak kabul etti.
Son adım9 Aralık 2011 tarihli “mali anlaşma”yla (fiscal compact) konuldu.17 avro üyesi
ülkenin imzalayıp, İngiltere’nin imzalamaktan kaçındığı bu anlaşma Almanya’nın
talepleri doğrultusunda mali ve finansal disiplini yasal zorunluluk haline
getiriyor. Ayrıca ilerde yapılacak olan kurtarmalar için yeni fonlar yaratıyor.
Bu anlaşma çerçevesinde “Avrupa Finansal İstikrar Kolaylığı (EFSF) finansmanı yaygınlaştırılacak ve
Avrupa Merkez bankası (ECB), EFSF adına piyasa operasyonlarında görev alacak.
Ayrıca Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM)
anlaşmasının üye ülkelerin % 90’ının sermaye taahhütlerinini onaylanmasının ardından
EFSF /ESM’ nin hali hazırda 500 milyar avroluk kaynağının yeterli olup olmadığı
Mart 2012’de gözden geçirilecek. İlave olarak üye ülkeler tarafından on gün
içinde IMF için ilave 200 milyar avroluk ek kaynak taahhüt edilecektir. ESM’nin
her koşulda gerekli olan kararları alabilmesini sağlayabilmek için oylama
kuralları “acil durum prosedürü” nü
içerecek şekilde değiştirilecektir.
Bir başka
anlatımla, avro bölgesi “parasal birliği”ne
eşlik edecek bir “mali birlik” önerilmektedir.
Bu öneri altında sırasıyla ECB’nin eurobond çıkarması, bunun tüm avro bölgesi
hükümetlerince teminat altına alınması, borçlu PIIGS (Portekiz, İrlanda,
İtalya, Yunanistanve İspanya) ülkelerine ECB tarafından sınırsız fon temini
Brüksel’in ulusal bütçeler üzerine yasal kısıtlar koyması mümkün olmaktadır.
İlk iki
öneri Almanya gibi güçlü ülkelerin parasını ECB aracılığıyla PIIGS ülkeleri
gibi yüksek borçlu ülkelere transfer etmek anlamına geliyor. Transfer ihtiyacı Yunanistan ve Portekiz gibi
küçük ülkelerle sınırlı kalmayıp İtalya ve İspanya’nın da kurtarılacaklar
arasına girmesi bunu zorlaştırıyor. Keza Fransız bankalarının konumundan ötürü
Fransada potaya girebilir. Almanya’nın omuzları ise bu yükü taşıyacak kadar
geniş değil. Ayrıca mali birlik altında yapılacak bu transfer bir kereliğine
değil (one-off), devam eden bir süreç olacak. Çünkü PIIGS ülkelerindeki yavaş
büyüme ve devasa bütçe açıkları gibi temel sorunlar ortadan kaldırılamayacak.
Bir başka soru tüm bu kaynakların Almanya’ya nereden geleceğidir. Son tahlilde
bu kaynaklar Alman vergi mükelleflerinden alınan vergilerle oluşturulacaktır.
Bu nedenle de Almanya da kemer sıkma uygulamalarına gitmek durumunda kalmıştır. Böylece kapitalist temelde yeşerecek olan
Avrupa Birleşik Devletleri gerçekte sadece “Kemer
Sıkma Birleşik Devletleri” olabilecektir.ECB’nin para basarak bu kaynakları
sağlaması önerisi ise Merkel tarafından “hiperenflasyona neden olacağı ve ABD
deki miktarsal genişleme programlarının sonuç vermediği gibi her hangi bir
sonuç vermeyeceği” gerekçesiyle reddedildi. Gerçekten de böyle bir enflasyon
sıradan insanlar için başka tür bir kemer sıkma anlamına gelecektir[21].
Bu anlaşma ile kısa
vadede daha kuvvetli ve etkili önlemler alınması, uzun vadede avro bölgesi
kurallarının gözden geçirilerek yenilenmesive böyle bir merkezileştirilmiş mali
ve finansal disiplinin Almanya’nın himayesi ve denetiminde olması karara
bağlandı.
“Yeni
Ekonomik Yönetişim” stratejisinin üç aşaması
mevcut[22]: İlk olarak,“Avrupa Sömestiri” (The European
Semester) adı verilen ve Aralık 2011’den itibaren devreye girecekolan yeni bir
düzenleme söz konusu. Bu mali anlaşma çerçevesinde oluşturulacak
olan “yeni mali kural”ın
temel unsurları şöyle açıklanmaktadır[23]:
-
“Genel yönetim bütçesi ya dengede olacak
ya da fazla verecektir: Genel bir kural olarak yapısal bütçe açığı nominalGSYH’nin
binde5’ini aşmadığı sürece bu ilkeye uyulacaktır.
-
Böyle
bir kural üye ülkelerin yasal sistemlerinde anayasa düzeyinde ya da buna eşit
bir düzeyde yer alacaktır. Bu hedeften bir sapma söz konusu olduğunda otomatik
bir düzeltme mekanizması devreye girecektir. Bu her bir üye ülke tarafından
Komisyon’ca önerilen ilkelere göre tanımlanacaktır. Bu kuralın ulusal düzeyde transpozisyonu
konusunda Adalet Mahkemesi’nin (Court of Justice) yetkili olduğu kabul
edilmiştir.
-
Üye
ülkeler kendi özgün mali süreçlerini Komisyon tarafından önerilen takvime
uyarlayacaklardır.
-
Aşırı
düzeyde açığı bulunan ülkeler bütçe ön onayı için ve bu açıkları etkin bir
biçimde kapatabilmek için yapılması gerekli olan yapısal reformların detayları
ile ilgili onay için Komisyon ve Konsey’e başvuracaklardır. Yıllık bütçeler ve
program uygulamaları Komisyon ve Konsey’in gözetiminde olacaktır.
-
Üye
ülkelerin kamu borçlanmasına ilişkin planlarının önceden raporlanmasını mümkün
kılacak bir mekanizma oluşturulacaktır”.
Görüldüğü gibi bu düzenlemeyle her bir üye devlet bütçesinin önce
Avrupa Komisyonu ve Konseyi’nin onayına sunulup sonra ulusal parlamentolarda
yasalaşmasını öngören bir “ulus üstü bütçe denetim ve gözetimi” söz konusudur.Böylece
Avrupa Komisyonu da kriterlere uygunluğun sağlanması için değişiklikler önerme
yetkisine sahip olacaktır. Ayrıca hükümetler birbirlerini hazine bonosu
ikrazının miktarı ve anayasa ve kanunlarında yer verecekleri borçlanma
sınırları ile ilgili olarak bilgilendirmek zorundalar.Ülkeler bu borç
sınırlarından saptığında otomatik bir düzeltme mekanizması devreye girecek ve
Avrupa Adalet Mahkemesi üye ülkelerin kanunlarında yazılı olan borçlanma sınırı
ile ilgili kurallara uyulup uyulmadığının denetiminden sorumlu olacak.
Bu
düzenlemeyle burjuvazi
başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’da eski tarz hükümet anlayışından, ulusal
meclislerin bütçe yapma hakkını ortadan kaldıracak olan yönetişim anlayışına
doğru bir geçişin ihtiyacını parlamentolara kabul ettirmiştir[24].Bir başka deyişle, “Alman
burjuvazisi İspanya ve İtalya’nın borçlarını üstlenmeye yanaşmıyor ve tüm yükün
çalışan sınıfların omuzlarına binmesini istiyor. Ayrıca Alman burjuvazisinin
mali disiplin ve bütçesel sorumluluk önerileri sadece Yunanistan ya da
İtalya’da değil tüm Avrupa’da kalıcı kemer sıkma rejiminin uygulanması
girişimidir. Bu derinleşen bir iktisadi çöküş ve paralelinde gelebilecek olan
sınıf mücadelesi patlamasına karşı da bir önlemdir.Bu anlaşma kanunlarla
anayasal düzenlemelerle desteklenecek olan uç bir kemer sıkma anlaşmasıdır.
Yani krizin bedelinin işçiler tarafından ödenmesinin seçilmemiş bürokratlarca
denetlenmesi yasal bir zemine kavuşturulmaktadır. Martin Wolf (Financial Times)
bunu şöyle açıklıyor: “ Bütçe açıkları
GSYH’nın binde beşini aşamayacak, aşması halinde yasalar bu sapmanın
düzeltilmesi için gerekli otomatik düzeltmelere imkân tanıyacak. Seçilmemiş
olan bürokratlardan oluşan Komisyon seçilmiş olan hükümetlere yasaklar koyacak.
Seçilmişler ısrarcı olurlarsa Komisyon onların yerini alacak”. Bu anayasa
üzerinden yürütülen bir gasptır. Küresel piyasaların hegemonyası altında hiçbir
zaman bir tür aldatmacadan öte gidemeyen ulusal bağımsızlık şimdi bütünüyle içi
boş bir kavrama dönüşmektedir.Ayrıca mevcut koşullarda daha büyük bir entegrasyon
Avrupa halklarının kendi aralarında dayanışmayı artırmayacak, tam tersine
Almanya’nın Avrupa üzerindeki baskınlığını artıracaktır”[25].
Ancak böyle
ebir kuralı anayasalara konulması kendi içinde sorunlu olabilir. Öyle ki;“2009
Anayasa değişikliği ile Alman anayasasına konulan bir “sıfır yapısal açık
kuralı”nın kendi içinde açmazları mevcuttur. Bu mali kural diğer üye ülkelerin
anayasaları ve politik ortamlarıyla uyumlu olmayabilir. Anayasada yer almış bir
düzenleme ne kadar anti-popüler olursa olsun uyulmak durumunda olacağından
uygulamacıların işini kolaylaştırcağı açık olsa dabir kuralı anayasaya koymak
karmaşık bir iştir. Süper çoğunluk, referandum ve yasal bekleme sürelerinin
uzunluğu gibi engeller söz konusu olabilir.Ayrıca esneklik sorunu ortaya
çıkacaktır. Anayasal bir kuralı, değişen
bir ortama kolayca uygun hale getirmek ya da kötü hazırlanmış olarak anayasaya
yerleştirilmiş olan bir mali kuralı büyük çoğunlukla ikinci kez değiştirmek çok
zordur. Keza yapısal bütçe dengesi döngüsel olarak ayarlanmış figürlere dayanır
ki bunların tahmini sorunludur ve tam olarak yapılamaz.Sermaye bütçesi
operasyonlarının etkileri gelecek kuşaklara yayılabilir buna rağmen kural cari
bütçe ve sermaye bütçesi ayrımı yapmaz. Sıfır yapısal açık kuralı sonuçta çok
sıkı uygulanmak durumunda olduğundan uzun vadede kamu borçlanmasını ortadan
kaldırmaya neden olacaktır. Ancak mali sürdürülebilirlik böyle bir işlev
yüklenmez, zira borçlanma sermaye hesabını fonlamada kullanılan en değerli
araçtır. Ayrıca bütçe açığı ekonomik stabilizasyon açısından faydalı olabilien
bir araçtır. Son olarak bu kuralın uygulanması politik gerilimi artırabilir.
Örneğin % 100’lük bir kamu borç stokuna sahip bir ülke bu kural ile borç
stokunu azaltıp, kısa vadede negatif borçlanmaya dahi geçebilir. Ama anayasal
olarak kural hala oradadır. Böyle bir ekonomik durum arzu edilemeyeceğinden
anayasanın yeniden değiştirilmesi gerekecektir. Fırsatçı küçük bir parti grubu
dahi bu oylamayı önleyebilir”[26].
İkinci
olarak“Büyüme
ve istikrar Anlaşması”nın (the Growth and Stability Pact) güçlendirilmesi kapsamında
kamu borç stokunda % 60 ve bütçe açığında % 3 sınırlarına kesinlikle uyulmasını teminen
yeni kurallar getirilerek borç stokları azaltılacaktır.
Üçüncü
olarak makroekonomik dengesizliklerin ortaya çıkışı önlenecektir. Burada
iki şey önemli hale gelmektedir: Makroekonomik dengesizlik kavramının geniş
tutulması ve bir ön uyarı sisteminin kurulması. Öyle ki artık dengesizlikler
yüksek bütçe açığı ya da kamu borcu ile sınırlı olmayacaktır. Örneğin bir üye
ülke ekonomisinin rekabet gücü azalırsa ya da kamu harcamalarının düzeyi aşırı
artarsa bir ön uyarı sistemi altında AB kurumları bu ülke ekonomisine müdahale
edebilecektir. AB Komisyonu’na göre rekabet trendinden sapmalardan, konut
balonlarına; etkinsiz kaynak tahsisinden, iç ve dış borç birikimine ve
sürdürülemez tüketim düzeylerine kadar pek çok şey makroekonomik dengesizlik
olarak nitelenecektir. Böylece maliye politikasından işgücü politikası ve borçlanma
politikasına kadar her araca müdahale edilecektir.
Bu yeni “aşırı dengesizlik prosedürü”(Excessive
Deficit Procedure -Article 126) ve diğer önerilerin
temelinde rekabetçilik yatıyor vealınan kararların gerekçelerinde Komisyon,
rekabet gücünün gelitirilmesine olan ihtiyaca vurgu yapıyor. Geçtiğimiz on yıl
boyunca AB’nin kilit hedefi rekabetçilik oldu. Ekonomik yönetişim
tartışmalarına paralel bir biçimde AB kurumlarınca Avrupa 2020 adı verilen ve
esasta Lizbon Stratejisi’nin (2000) bir revizyonu niteliğinde olan yeni bir
uluslararası rekabetçilik stratejisi benimsendi.Bu stratejide yer alan
rekabetçilik, esnek işgücü piyasaları, kamusal emeklilik haklarının budanması,
eğitim ve araştırma politikalarının doğrudan büyük işçevrelerine hizmet eder
bir hale getirilmesi anlamına gelmektedir[27].
Böylece bir üye ülkenin rekabetçi gücünde bir sapma biçiminde bir dengesizlik
tespit edildiğinde ekonomik yönetişim çerçevesinde bu ülkeden kamu
kaynaklarının tahsisi, vergi önlemleri, işgücü piyasası müdahaleleri gibi ve
daha öte konularda taleplerde bulunulacaktır.
Nitekim AB’nin son on yılının
temel hedefi olan rekabetçilik stratejisi AB politikaları üzerinde derin
sonuçlar yaratmıştır. Hizmet serbestleştirilmesi üye ülkelerin iş yasalarını
tehdit eder duruma gelirken, kamusal hizmetler liberalize edilmiş, büyük
sermaye ve çevrelerinin şikâyetçi oldukları bürokrasi azaltılmış, sosyal
sorunlar gündemden düşürülmüş, karar
süreçleri hızlandırılmış ve kısmen açık politik tartışma alanlarından
kaldırılarak diğerlerinin sesini kısıp iş âleminin hizmetine sunulur bir hale
getirilmiştir[28].
Uluslararası rekabetçilik bugüne
kadar bir sihirli değnek gibi, örneğin ne zaman kimyasallar ya da iklim
değişikliği ile ilgili bir düzenleme yapılmaya kalkılsa sihirli dokunuşuyla bu
düzenlemelerden bağımsız olunması gereğinin savunulmasını sağladı. Şimdi ise
büyük sermayenin kendi gündemini ilerletmek için çok daha güçlü silahlara sahip
olduğunu görmekteyiz. Son on yıllık süreçte büyük sermaye gündemlerini hayata
geçirecek kurumsal düzenlemeleri yapmak için lobicilik yaptıve son kriz bu
amaçlarını hayata geçirmek için çok büyük bir fırsat oldu.
Makroekonomik dengesizlik savınıneleştirilecek
çok sayıda yönü mevcut. Çözüm olarak önerilen mali işbirliği Çevre ülke
işçilerinin büyük bedeller ödemesine neden olacaktır. Muhtemelen avro dışı AB
ülkeleri de bundan etkilenecektir. Ancak
burada bir çelişkiye değinmek gerekir. Eğer rekabet gücünü artırmanın yolu
önerildiği gibi kamu harcamalarının ve vergilerin düzeyini düşük tutmaktan ve
kamu hizmetlerini özelleştirmeden geçseydi Nordik ülkeleri OECD’nin en rekabetçi
ekonomiler listesinin başında yer almazdı. Hepsi ilk onda yer almaktadır. Kaldı
ki ücret ve tüketim kısıntısının rekabeti artırıp büyümeyi hızlandıracağı
tezinin ne denli ters sonuçlar verdiği 1929 Bunalımı sonrasında uygulanan kemer
sıkma politikalarının neden olduğu deflasyon (durgunluk) ile görülmüştür.
Bu düzenlemelere Avrupa’da sosyal
demokrat partilerden, yeşillere (kısmen karşı olsalar da), liberallere ve muhafazkarlara
kadar geniş bir cepheden politik destek verilmesi de son derece çarpıcıdır. Hemen
hepsi “Büyüme ve İstikrar Anlaşması”nın esnek uygulanmasına son verilerek yeni
ve daha güçlü tedbirlerle güçlendirilmesi ve Avrupa 2020 Stratejisinin
hedeflerine sıkı sıkı bağlı kalınması konusunda hem fikir oldular[29].
Buna
karşılık emek örgütleri, örneğin Avrupa Sendikaları Konfederasyonu ETUCbunun
krizi daha da derinleştireceği gibi, istihdam, ücret, sosyal hak, sosyal hizmet
kısıntısı ve işten atmayı kolaylaştırma dışında bir anlam ifade etmediğini
açıkladı[30].
Avro bölgesindeki
dengesizlikler finansal kriz öncesinde de vardı ve Komisyon bu gerçeği görmek
istemediğinden yeni ekonomik yönetişim çare olmayacaktır. Yüksek teknolojili
Almanya gibi ülkeler karşılığında devalüasyona da başvuramayan Güney
ülkelerinin rekabet gücünü kaybetmeleri çok doğal. “Komşun aleyhine devalüasyon yapmak” anlamına gelen politikalardan
(beggar-thy neighbour) kaçınmak gerekçesinin ardına sığınılarak aslında sadece Almanya’nın
lehine çalışan yeni bir tür “beggar-thy-neighbour” politikası uygulanmaya başlanmıştır.
Çünkü diğerlerinin eli kolu bağlıyken Almanya giderek tek güç haline geldi.
Alman işçisi ise hiçbir ülke işçisinin yaşamadığı kadar ücretlerinde bir
durgunluk yaşamak durumunda kaldı[31].
Kısaca özgün maliye
politikası standartları uygulamanın arka planındaki fikirler bir süredir büyük
iş ve sermaye çevrelerinin rekabeti geliştirmek için daha güçlü önlemlere
başvurmayı Komisyon’a öneren fikirlerdi. Eski Komisyoner yeni İtalya başbakanı
Monti Yunanistan krizi sayesinde bu fikirleri hayata geçirebilecek yeni
düzenlemelere kavuşmuş oldu. Bu
gelişmeler krizlere verilecek yanıtı gerçekte güç ilişkileri tarafından
belirlendiğini ortaya koymaktadır. Bu yanıt rekabetçi politikaların arkasında
durarak avrodaki açık çıkarları açısından en güçlü ulusların ve krizi kendi
çıkarları için kullanmaları açısından en güçlü şirketlerin tercihleri
doğrultusundaki bir yanıttır.Çevre ülkelere büyük miktarda transfer yapılacağı
rüyasını görenlerin payına düşen ise ücret ve kamu harcamalarını baskılayan ve
kamu kaynaklarını sadece rekabetçiliği geliştirmeye ayırmayı amaçlayan kalıcı
yapısal programlar olacaktır[32].
Yeni
Ekonomik Yönetişim Stratejisi’ninbir diğer ayağında (The scoreboard) üye ülke
ekonomilerinin gelişiminin izlenmesi ve dengesizliklerin tanımlanabilmesi için
bir gözetim sisteminin kurulması yer alıyor. İzleme parametreleri belirlendiğinde
Komisyon alarm düzeylerini ya da eşikleri tanımlayacaktır. Böylece önizleme
sistemi önceden belirlenmiş olan parametreler ve alarm düzeylerinden
oluşacaktır. Üye ülke fiyat rekabeti ya da kaynak tahsisi üzerindeki eşiği
aşıyorsa “aşırı dengesizlik prosedürü”başlatılacaktır. Böyle bir durumda Avrupa
Konseyi üye ülkenin bir eylem planı yapmasını isteyecek ve bu plan yeterli
bulunmazsa, nitelikli çoğunluğun oylarıyla kabul edilmiş olan prosedüre göre
Konsey eylem planının değiştirilmesini üye ülkeden talep edecektir.
Son
olarak, alınan bu kararlara uymayan üye ülkelere uygulanacak yaptırımların
tespiti söz konusu olacaktır. Yaptırım üyenin avro bölgesi üyesi olup
olmadığına göre değişiyor. Eğer söz konusu ülke üye ise yaptırımlar kesinlikle
uygulanacaktır. Bir öneriye göre bu ülkenin GSYH’sinin binde birine kadar bir para
cezası olabilecektir. Bu durumda örneğin İspanya yılda 1 milyar avro ceza ödemek
durumunda kalabilecektir[33].
Eğer kurala uymayan ülke avro bölgesi dışında bir AB üyesi ise yapılacak şey
düzenli bir biçimde kamuya açık yollarla bu ülkenin teşhir edilmesi (kara
liste) ve bütçe ön onayı prosedürünün bu ülkeler için hayata geçirilmesi olacaktır.
Para cezalarına alternatif olarak avro bölgesi dışındaki ülkelere verilen
krediler kesilebilir.
Ancak kara listeye alınmanın
önemsiz olduğu düşünülmemelidir. Kısa dönemde dahi bu ülkeler İrlanda örneğinde
olduğu gibi bundan ciddi biçimde etkilenebilir. Bu ülke 2010 yılında aylarca
AB/IMF kredilerini almamak için dirense de Kasım’da bunu almak zorunda kaldı.
Büyük ülkeler bu kredileri alma konusunda İrlanda Hükümetini ciddi olarak
baskıladılar. Burada amaç İrlanda’yı kurtarmak değil, avro bölgesini ve
bankaları yayılma etkisinden kurtarmaktı. Bu karar İrlanda’nın ekonomi
politikalarını kıskaca alan bir karardır.
Kısaca mali anlaşmanın iktisadi boyutundauluslararası
finansal sermaye adına hareket eden Troykatarafından üye devletlerden işgücü
politikaları ve kamu bütçesinin yeniden bölüşüm politikalarını emekçiler
aleyhine ve sermaye lehine (rekabet gücünü artırmak adına) değiştirecek
reformlar uygulamaları ve ücretleri ve yaşam standartlarını düşürmeleri yani
hali hazırdaki kemer sıkma önlemlerini daha da sertleştirerek kalıcı hale
getirmeleri istenmektedir.Ayrıca kamuda özelleştirmelerin hızlandırılması, kamu sendikalarının
etkisizleştirilmesi ve sosyal güvenlik-sağlık hizmetleri azaltılması istenmektedir.
Bu anlaşma maliye politikasının
kontrolünün ele geçirilmesi anlamına gelmektedir. Vergi koyacak bir Pan-Avrupa
parlamentosunun yokluğunda maliye politikası ECB’ye geçer. Bankalar adına
hareket eden ECB ise 20yyın karakteristiği olan artan oranlı vergilemeyi
tersine çevirmekten yana. Bankalar / kreditörler hükümetlerden kamusal yükümlülüklerini,
harçlar ya da kullanıcı ücretleri temelinde yeniden yapılandırmalarını talep
etmektedirler. Böylece vergi yükünün servetten ve finanstan emeğe ve reel
ekonomiye kaydırılmasıyla mali ele geçirme özelleştirme biçiminde yürütülmekte
olan gaspın da üstüne çıkmaktadır.
Bu durum kendi kendini yok eden bir kısa
dönemli durumdur. İronik olan ise PIIGS ülkelerinin bütçe açıklarının temel
nedeninin servetin yeterince vergilendirilmemesi olması ve vergi yükünün bu
kesimlerden daha da alınıp diğer kesimlere kaydırılması halinde bütçenin daha
da kötüleşeceğidir. Fakat bankalarşu anda kısa dönemde ne elde
edebilecekleriyle ilgilenmektedirler. Bu kesimler vergi idaresinin
kendilerinden almadıkları vergilerin dışarıya verecekleri kredi miktarını
artıracağını bilirler. Bu nedenle de Yunanistan ve diğer devletleresosyal harcamaları kısmaları (Alman
ve Fransız silahlarına dayalı savunma harcamaları hariç ) ve vergileri
emekçiler ve sanayi üzerine kaydırmaları ve henüz özelleştirilmemiş olan kamu
hizmetlerinin fiyatlarının artırılması söylenmektedir[34].
Siyasal alanda isepolitik gücün seçilmiş hükümetlerden büyük bankalar ve finansal
kuruluşların adına hareket eden teknokrat hükümetlere transferi
öngörülmektedir. Politik gündem AB düzeyine taşınırken, politik güç de ulusal
düzeyden Avrupa düzeyine transfer ediliyor.
Bu anlaşma
ile AB Cuntası İtalya ve Yunanistan’daki seçilmiş hükümetleri devirerek ve
yerine şirket gauleiterlerini koyarak, avro bölgesinde sıkışmış olan tüm üye
devletlerin bütçelerinin kontrolünü ele geçirmek istiyor. Bu Alman-Fransız operasyonu
bir “altın kural”ı içeriyor. Buna
göre özel sektörün avrodan kaynaklanan ciddi krizlerden asla zarar görmemesi
sağlanacaktır. Ulusal parlamentolar, ESMaltında etkin bir biçimde kapitalizmi
ve özel sektörü tazmin edecek olan nakit makinalarına dönüştürülecektir. Avro
seçkinleri hem bankaları hem de avroyu koruyabilmek için böyle yeni bir
anlaşmaya ihtiyaç duyuyorlar. Amaç 17 avro üyesi ülkeyi demokratik olmayan bir
mali, parasal ve ekonomik birliğe doğru zorlamaktır.Berlinise, AB kurumlarının
mali kurallara uymayan üye ülkelerle ilgili olarak hem yargıç, hem jüri hem de
savcı gibi davranmasını istemektedir. ESM Lüksemburg’ta konuşlanacak ve avro
bölgesi devletlerinden gelen üyelerden oluşan bir yönetim kuruluyla yönetilecek
ve AB dışında faaliyet gösterecek. ESM’nin 27. ve 30. maddelerine göre kurum ve
çalışanları hiçbir şekilde yargılanmaya tabi tutulmayacaklar, vergilemeden ve finansal kurumlara uygulanan
normal mevzuattan muaf tutulacaklar. Bir başka deyimle, ESM’nin kendisi kanun
gibi değerlendirilecek ve avro bölgesi ve parlamentoların yetkisinde olan
ulusal bütçelerin üstünde kararlar verebilecek düzeyde AB’ ye paralel bir
hükümet olacak. Kısaca ESM, ikibaşlı Avrupa’nın bir başını oluşturacaktır[35].
Bugün Avrupa’yı sarmalına alan savaş sadece ekonomik değildir. Finansal
oligarşisiseçilmiş hükümetlerin yerini alıyor ve bütçe yapma hakkını yitiren
halklar borç kölelerine indirgeniyor.
“Bu yeni finansallaşmış savaşta hükümetler finans işgalcileri adına kendi
halklarına karşı bir zor gücü olarak hareket edecek şekilde
yönlendirilmektedirler. Kuşkusuz bu durum yeni bir şey değil. IMF ve Dünya Bankası’nın
L. Amerikan diktatörlükleriyle, Afrikalı askeri şeflikler ve diğer oligarşik
yönetimlerle yönetilen ülkeler üzerine kemer sıkma politikaları uyguladığına
tanık olduk. İrlanda, Yunanistan, İspanya ve Portekiz şu anda aynı tür varlık
gasp edici uygulamalara tabiler. Çünkü kamu politikaları bankerler-dolayısıyla
da % 1’lik nüfus adına hareket eden hükümetler üstü finansal ajanların ellerine
bırakılmaktadır”[36].
Keza Yunanistan ve İrlanda
gibi AB’nin en sıkıntılı iki ülkesinin ekonomi politikalarının hali hazırda çok
büyük kısmının AB tarafından yönetilmekte olduğu bir gerçektir. AB ve IMF
kredileriyle gelen “şartlılık” (conditionality) önümüzdeki yıllarda da bu ülke
ekonomilerinin AB tarafından yönlendirileceğini ortaya koyuyor. Ancak çok az
insan özellikle de ulusal bütçe önceliklerine müdahalenin bu iki ülke ile
sınırlı kalmayacağının ve tüm üye ülkelere, bilhassa avro bölgesindekilere ve
borçları ciddi olsun olmasın,
yayılacağının farkında.
Sermayenin yeni bir ekonomik ve sosyal ajandasını hayata geçirmek
demek olan ancak Avrupa
Komisyonu Başkanı José Manuel Barroso tarafından “sessiz devrim”[37] olarak nitelendirilen bu
gelişmeler demokrasi karşıtı tepede inme bir “sessiz karşı devrim” niteliğini taşıyor.
Finans oligarşisi tarafından yapılan bu sessiz darbe ile vergileme ve
bütçenin planlanması ve denetimi uluslararası banka kartellerince atanmış olan
bir avuç seçkin yöneticinin ellerine bırakılmaktadır.
Kısaca,
sermaye çevreleri krizi fırsata dönüştürüyor. Kamusal alana olan müdahaleler
daha sistematik bir hale getiriliyor ve geleneksel politik hassasiyetler bir
kenara atılarak maliye politikaları üzerine ciddi kısıtlar konuluyor. İtalya’nın
eski Maliye Bakanı bu gelişmeleri “sorumlulukların devasa transferi ve bütçe
politikalarının milli olmaktan çıkartılması” olarak yorumladı.[38]
Obama’nın üst düzey bürokratlarından Rahm
Emanuel’in de dediği gibi : “ kriz (sermaye
sınıfı için demek istiyor MD) israf edilemeyecek kadar iyi bir fırsattır”.Yani
finans kapitalin depresyonun yükünü halkın büyük bir kısmının üzerine yıkmasını
gerektirecek bir ekonomik ya da teknolojik neden yok. Ancak bu kriz ile bankaların,
ECB’nin ekonomi politikasının denetimini ele geçirme imkanı doğdu.1960’lardan
bu yana ödemeler bilançosu krizleri bankerler ve likit yatırımcılar açısından
maliye politikasının kontrolünü ele geçirmek açısından önemli fırsatlar
yarattı. Böylece vergi yükünü emeğin üzerine kaydırırken sosyal harcamaları darma
dağınık ettiler, yabancı yatırımcıları ve finans sektörünü sübvanse ettiler. Yaşam
standartlarını ve sosyal harcamaları azaltan kemer sıkma politikalarından
kazanç sağladılar. Borç krizi yerli finansal seçkinler ve yabancı bankaların
toplumun geri kalanını borçlandırmasının önünü açtı. Yıllardır ödemedikleri
vergilerle yarattıkları fonları aracılığıyla kredilendirme imtiyazından
yararlanarak toplumsal varlıkları ele geçirdiler. Zenginliklerin ve gücün ele
geçirilebilmesi için buna karşı durabilecek nitelikteki normal demokratik
politik süreci sonlandıracak bir krize ihtiyaç vardır. Politik panik ve anarşi
ortamında bu gaspçılar daha hızlı hareket ederler[39].
Nitekimgeniş kitleler bu
gelişmelere karşı kayıtsız kalırken, büyük sermaye çevreleri bu gelişmeyi
alkışlıyor ve bu önlemlerin sermaye dostu “AB 2020 Stratejisi”nin hayata
geçirilmesini kolaylaştırmasını diliyorlar. Örneğin. Avrupa İşverenler Birliği
(The European employers‟ association) adlı bir üst işveren örgütü rüyalarının
gerçek olmasını sağlayan bir adım olarak bu gelişmeleri desteklediklerini
açıkladı[40] . Keza
büyük çok uluslu şirket yöneticilerinin yer aldığı Avrupa Sanayicileri Birliği Başkanı
Daniel Janssen bu desteği şöyle açıkladı:
“Katı, aşırı düzenlemeye ve
vergilemeye eğilimli koruyucu ulus devlet parçalanmıştır. Bir yandan
özelleştirme ve deregülasyonlarla kamuyu ve devleti küçültürken, diğer yandan
ulus devletin güçlerini daha modern ve uluslararası bir bakışa sahip bir yapıya
transfer ediyoruz. Avrupa’nın birliği ilerliyor ve uluslararası sermayeye
yardımcı oluyor”[41].
2002 yılında AB Yönetişimi
konusunda yazdıkları bir makalede bu birliğin yöneticileri “ tek
bir para politikası mevcut iken avro bölgesinin tümü için geçerli bir maliye
politikasının olmamasının ekonomik şoklara yeterince güçlü olunamamasının
nedeni olduğunu” ve ulusal maliye
politikalarının tek bir düzlemde AB düzeyinde tasarlanması gerektiğini ileri sürmüştü[42]. Böylece bugünün prosedürüEylül 2010’da sermaye örgütleri tarafından
hazırlanmaya başlanmış ve “yeni bir
ekonomik yönetişim” talepleriAB anayasası bünyesine taşınmıştır.
V.
Teknokrat hükümetler
Kasım ayında Papandreu’nun
demokrasi ile flörtü bono piyasalarını kızdırmış ve yatırımcıları
panikletmişti. Ardından bu yatırımcılar gözlerini İtalya’ya çevirdiler ve bir
iki gün içinde İtalya’nın borçlanma faizleri bir zamanlar Yunanistan, Portekiz
ve İrlanda’nınkiler kadar arttı. İtalyan kamu borç stokunun % 120’yi bulması ve ardından hızla fırlayan
faiz oranları büyük uluslararası bankalar ve AB politikacılarını bu borçların
geri ödenmesi konusunda ciddi endişeye sevketti. Dünyanın en büyük yedinci
ekonomisi ve AB’nin ikinci büyük sanayi ülkesinde borç temerrüdü bir bankacılık
krizi yaratarak Avro bölgesinin ve ardından dünya finans sisteminin çöküşüne ve
bir diğer resesyona neden olabilirdi. Ayrıca piyasalarBerlusconi’nin
kemer sıkma ve sosyal hizmetleri budama programını yeterli bir biçimde
uygulamadığına inanıyordu.Bu yüzden IMF ve ECB’ nin desteğini arkalarına alan Avrupa’nın asıl patronları Merkel ve Sarkozy bu
gelişmeleri önleyebilmek için radikalleşme kararı aldılar.Bu
iki lider
Berlusconi’nin istifası halinde piyasaların toparlanabileceğine ve güvenin
tazeleneceğine inanıyorlardı.
İtalya’da ana
programatik noktalar 2011yazında bir liste halinde ECB tarafından Berlusconi’ye
bildirilmişti. “Piyasa güvenini yeniden sağlayabilmek” içinve ücret
kısıntıları, işe alma ve işten çıkarmada işçi sendikalarının devreden
çıkartılması, emeklilik yaşının uzatılması ve büyük çaplı özelleştirmelerin
hayata geçirilmesi demekolan “yapısal reformlar” sürecinin hızla başlatılması
için ayrıca İtalyan Maliye Bakanı’na Olli
Rehn tarafından yazılan bir mektupla ECB’nin talebi olan 39 reform önlemi
sıralandı. IMF incelemelerinin
yoğunlaştıracağı açıklamasının ardından, ECB İtalyan hazine bonosu alımını
durdurdu.Bu gelişmelerden bir kaç gün sonra Berlusconi’nin 17 yıllık ve
Papandreu hanedanının 40 yıllık hegemonyası sona erdirildi[43].
AB destekli coup
detat öyle açıktı ki piyasa yanlısı the Economist Dergisi “mesajın G20 Cannes toplantısında
verildiğini ve bunun ya reform yaparsınız ya da gidersiniz” şeklinde açık
ve net olduğunu teyid etti. Böylece NATO’ nun Kaddafi’yi yok ettiği gibi AB de
başarılı bir darbe ile iki lideri kapı dışarı etti.Bu yapılan hiç bir şey
değilse en azından yüz yılın darbesidir[44].
Berlusconi’nin
istifası tıpkı 25 Temmuz 1943’te Mussolinin devrilmesinde olduğu gibi halkın
çoğunluğu tarafından çoşkuyla karşılandı. Öyle ki yığınlar profesyonel
şarkıcılardan oluşan bir koronun eşliğinde Handel’in Messiah’sını, Partizan Marşı
‘Bella Ciao’ ı ve Verdi’nin ‘Va pensiero’sunu hep birlikte okudular. Berlusconi
İtalya tarihinde başkanlık sarayını arka kapıdan gizlice terk etmek zorunda
kalan ilk başbakan oldu. Ancak Berlusconi’yi bu şekilde gönderenler seçmenler
ya da bir genel grev dalgası değil Troyka’nın baskıları oldu. Geriye dönüşü
olmayan yolun son noktası “9 Kasım Kara Çarşamba” idi, zira o gün İtalyan
hazine bonolarının faizi tavan yaparak % 7’lik sınıra varmıştı ve ancak bir
istifa piyasaları sakinleştirebilirdi. Berlusconi İtalyan halkını ya da
ekonomisini düşündüğünden değil, sahibi olduğu medya şirketlerinin değeri hızla
düşmeye başlayınca ve beş çocuğunun geleceği ile ilgili endişeleri artınca,
fazla direnmedi ve istifa etti[45].
Darbe devrilenin yerine yeni
kuklalar getirildiğinde gerçekten darbe olur.Bu nedenle de Almanya ve Fransa,
İtalyan ve Yunan devlet başkanları üzerindeki baskılarını artırdılar. Sarkozy ve Merkel İtalya devlet başkanı G.
Napolitano’yu, Monti’ye yeni hükümeti kurma vermesi için baskıladılar.İtalya
için Monti ve Yunanistan için Papademos gibi ABD’de eğitilmiş iki bankacı ekonomistin
bu iki ülkenin yeni liderleri olarak seçilmelerine, finansal konulardaki
uzmanlıkları, dolayısıyla da krizle mücadele için alınacak kemer sıkma
önlemleri ve yeni yapısal reformları hayata geçirebilme konusundaki
kararlılıkları gerekçe gösterildi.Ana fikir partiler üstü politika ve ulusal
düzeydeki karar almayı alanında süper bilgi donanımına sahip uzmanlara
bırakmaktı.
Bu fikirler hemen yansı da buldu
ve BBC, “teknokratların deneyimli ve
güvenilir olduklarını, piyasaları ve avro bölgesi liderlerini değişimi
gerçekleştirebileceklerine inandırabileceklerini” yazdı.Benzer yorumlar
diğerlerinden de geldi[46].
Banker bir babanın oğlu MarioMonti, elit İtalyan Bocconi Üniversitesi ve Yale
mezunu.Çok uluslu şirketlerde yönetim kurulu üyelikleri, AB Komisyonerliği gibi
pek çok özelliğinin yanı sıra Goldman Sachs’ın danışma kurulu üyeliği yaptı (ECB’nin
yeni başkanı M.Draghi ise başkan seçilmeden önce Goldman’ın Avrupa bölgesi
başkanıydı).LucasPapademos
ise Yunanistan’daki riski 45 milyar avroyu bulan ECB’nin önceki başkan
yardımcısı. Bu yönüyleoperasyonun bir anlamda
ECB’nin alacaklarını kurtarmakla ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır.Sonuç olarak
hesap sorulamayacak olan bankacılar iş başına getirilmiştir.
Papademos ve
Monti apolitik teknisyenler değil, sağın ve Batıyı yıllardır fazla demokratik
olmakla suçlayan ve AB, ECB ve IMF’ den oluşan Troyka’nın adamları. Papademos
atanır atanmaz hükümete 1974 Albaylar Darbesi’nden bu yana yasaklı olan bir
aşırı sağ örgütün unsurlarını dâhil etti[47]. Monti’nin ise, seçmen meşruiyeti
sıfır olsa da, finansal kesimden gelen desteği çok büyük. Financial Times’ta
yazıldığı gibi “ Önemli bir İtalyan
banker. Politikacıların yapmaya cesaret edemediklerini yapacak bir ulusal
hükümeti oluşturacak bir figür”. Böylece seçilmemiş apparatçikler olan
teknokratlar piyasaların temerrüt korkusunu kısa bir dönem için de olsa
azaltabilirdi[48]. Kısaca Monti, 16 Kasım’da kurduğu
tamamı seçilmemişlerden oluşan yeni kabine ile Troyka’nın direktiflerini
harfiyyen yerine getirme kararlılığı içinde ve sermayenin neden olduğu zararı
İtalyan halkının sırtına yıkma peşinde olan bir lider[49].
Bir başka anlatımla İtalya’daki kemer
sıkma politikalarının dümeninde şimdi finansal sektörün deregülasyonunu
garantilemek ve büyük bankaların çıkarlarını savunabilmek için halka dönük
harcamalara karşı çıkan biri var. Monti geçmişte karşı devrimci yasaları
savunan biriydi, bu nedenle de Berlusconi’den daha iyi biri olması beklenmiyor.
Yapacağı Avrupa sermayesinin talepleri
doğrultusunda çalışan sınıfların haklarını daha da kısmak, yeni
özelleştirmelere gitmek olacaktır. Bu hükümet, İtalyan emekçilerinin son yirmi yıldır
mücadelelerle elde ettiği“sosyal refah, emeklilik ve ücret ödeneklerinden fedakârlıkyapılarak
krizden çıkılabileceğini” yönündeki bildik- eski bir ideolojiyi İtalyan halkına
satmaya çalışacak olan bir hükümettir[50].
Bilindiği gibi Marx,2008 kapitalist krizinin patlak vermesinden bu yana, krizlerin döngüsel ve yapısal karakterleriyle ilgili yapmış olduğu tespitleriyle gündemdeydi. Bu kez İtalyan ve Yunan teknokrat hükümetlerinden dolayı tekrar gündeme geldi.Şöyle ki Marx, New York Tribune Gazetesi’nin yazarlarından biri iken Aralık 1852-Ocak 1855 döneminde Britanya’daki Earl of Aberdeen Kabinesi ile tarihte ortaya çıkan ilk teknokrat hükümete ilişkin gelişmelere tanık olmuş ve politik yorumlarda bulunmuştu.Teknokrat hükümet kurulduğunda The Times Gazetesi bunu alkışlamış ve Britanya’nın “gerçek anlamda çalışkan, deneyimli ve vatansever bir hükümete” kavuştuğunu ve “her sınıf ve kesimden insanın görüşlerinin dikkate alındığı geniş tabanlı” bir kabine olduğunu ileri sürmüştü.Bu gelişmeler Marx’ın alaylı bir biçimde Ocak 1853’de “Modası geçmiş yönetim: Koalisyon bakanlığının geleceği” başlıklı bir makaleyi yazmasına neden olmuştu. The Times’ın son derece modern ve büyüleyici bulduğu şey Marx için boş bir çaba idi. Londra gazeteleri yeni kabinenin yeni, umut verici ve genç olduğunu açıkladığında Marx buna şöyle alaycı bir yanıt yazmıştı: “ Britanya tarihinde ikinci el seksenlik moruklardan oluşan yeni bir dönem resmen başlatılmıştır. Bunlar yüz yılın sonundan beri her iktidara hizmet vermiş, bitip-tükenmiş ve tekrardan yapay olarak yeniden diriltilmiş kabine üyesi bürokratlardır”[51].
Yunanistan ve
İtalya’daki son gelişmeler hükümetlerin artık hangi ekonomik yönelime doğru
gidilmesini tartışmayacaklarını, tam tersine ekonomik yönelimlerin yeni
hükümetleri yaratacağı biçiminde giderek artan eğilimlerin en çarpıcı
göstergelerini oluşturuyor. Teknokrat hükümetler ya da Marx’ın çağında
tanımlandığı gibi “ tüm yeteneklerin
hükümetleri” görüntüsünün ardında yatan siyasetin sonlandırılmasıdır. Yani
artık seçimler, referandumlar olmayacaktır ki bu tüm siyasal alanın ekonomiye
devredilmesi demektir.
Teknokratların
dünyaya“finansal krizi çözebilecek, politikanın uzağında ve ulusal çıkarları
her şeyin önünde tutacak iyi uzmanlarolarak tanıtılması” ise gerçeğin saptırılmasıdır.Harvard
profesörü Frankel’in de altını çizdiği gibi bürokrat hükümetlerin başarılı
olabilmesi için akademik ve teknik uzmanlık ne gerekli ne de yeterlidir.
Örneğin Harvard hocalarından çok kötü politikacı olabileceği gibi, iyi örnekler
olarak gösterilen G.Washington ya da Eisenhover’ın akademi ya da teknik dünya
ile hiçbir ilişkileri yoktur. Sadece yeniden seçilme kaygılarının olmaması
teknokratların daha cesur adımlar atmalarını sağlamaktadır[52]. Yani
bu post politik teknokratların krize çözüm olmaları mümkün değil. Teknik
sabitlemeler yeterli olsaydı kriz de biterdi[53].
Diğer yandan anti demokratik politikaların yöneticilerini “teknokratlar”
olarak nitelendirmek, finansörlerin hizmetindeki bürokratların ve finans
lobilerinin bilimi kullanarak durumu meşrulaştırmaçabalarıdır. Bu kesimlerin
ideolojisi aslında 1960-1980’ler döneminde üçüncü dünyanın borçlu ülkelerine
IMF’nin empoze ettiği kemer sıkma politikalarının ardındaki ideolojidir.
Serbest piyasaları hayata geçirerek ödemeler bilançosunu istikrara
kavuşturduklarını ileri sürerlerken bu bürokratlar kendi ülkelerinin alt
yapısını kreditör ulusların alıcılarına sattılar. Bunun sonucunda kemer sıkma
ile iyice zayıflatılmış olan ekonomiler yabancı bankalara ve kendi yerli
oligarşilerine daha fazla borçlandılar.Bu oyun aynı zamanda Sovyet ekonomisinin
1991’den itibaren özelleştirilmesi sonrasında kamusal varlıkların
kleptokratlara transferi sırasında oynanan oyundur. Rusya’da bu kleptokratlar
Rus borsasını küresel finansal piyasalar için cazibe merkezi haline getirmek
için Batılı yatırım bankalarıyla çalışan insanlardı. Bu ülkede sanayiler çökertildi,
toprak ve maden hakları yabancılara verildi. Ülke borç batağına sürüklenirken
kalifiye ya da düz işçiler iş bulmak için dışarıya göç etmeye zorlandı[54].
Bu bağlamda Papademos’un
ya da Monti’nin teknokrat olarak adlandırılması tıpkı kriz sonrası uygulanan
bazı politikaların “miktarsal kolaylaştırma” ya da “saç kesimi” gibi
adlandırılmasıyla aynı işleve sahiptir: Mistifikasyon yani gerçeği karartma.
Papademos 1994–2002 döneminde Yunanistan Merkez Bankası başkanı ve 2002–2010
döneminde ECB’nin başkan yardımcısıydı. Monti, Avrupa Komisyoneri ve Goldman
Sachs ve Coca Cola’nın danışmanıydı. 9 Aralık’ta İtalyan Cumhurbaşkanı
tarafından ömür boyu senatör olarak atandı ve bir hafta sonra da bankalar ve iş
çevrelerinin “Ulusal Birlik Hükümeti” nin başına getirildi[55].
Teknokrat
hükümetlerinin kurulması ve Macaristan’da olduğu gibi diğer ülkeleri de
kapsamına alacak şekilde yaygınlaştırılmak istenmesi emek ve demokrasi cephesince
çok iyi analiz edilmelidir.
Öncelikle, teknokratların
(gerçekte bankerlerin) hükümet olmaları kapitalist krizin hem ulusal hem de
Avrupa’nın bütünü boyutunda ne denli ciddi olduğunu ortaya koymuştur. Papademos ve
Monti örneğinden de görüldüğü gibi ekonomik krizin çok önemli boyutlara
ulaştığı durumlarda, kemer sıkma önlemlerinin hızlı bir biçimde
uygulanabilmesinin sağlanabilmesi için halkın kendi hükümetini demokratik bir
biçimde seçme hakkı ortadan kaldırılmıştır.
İkinci olarak son zamanlara
kadar piyasa ve demokrasi ayrılmaz bir bütün gibi gösterilmekteydi, artık böyle
olmadığı görülüyor. 1990’larda reel sosyalizmin çöküşü sırasında Batılı iş
çevreleri ve politikacılar piyasaların demokrasi gerektirdiğini, birinin diğeri
olmaksızın olamayacağını ileri sürmüşlerdi. Liberal demokrasi ifade özgürlüğü
için bir yol açardı ve piyasalar da insanlara zenginleşme fırsatı tanırdı[56]. Ama kapitalizm
bir felaketten diğerine sürüklendikçe piyasaların demokrasiye ihtiyacı olmadığı
da anlaşıldı. Kapitalistler politik alternatiflere ve demokratik kavşaklara
ihtiyaçları olmadığını açıkça belirtiyorlar. Papandreu’nun IMF ve AB’nin kemer
sıkma önlemlerini referanduma götürme biçimindeki küçük bir demokrasi hamlesi
bile Alman ve Fransız seçkinlerini rahatsız etmeye yetti.
Serbest piyasaların kökenleri ile
demokrasinin kökenlerinin özdeş görülmesi yanılgıdır. Piyasaların demokrasiyi geliştirdiği
tezine verilen destek ise Avrupa tarihinin yanlış yorumuyla ilgilidir.
Avrupa’da demokrasinin ve piyasalarının gelişiminin aynı döneme rastlaması,
ikincisinin birincisinin nedeni olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Piyasaların
prekapitalist yapıları zayıflatması sürpriz değildir, ama buradaki sorun
piyasaların ortaya çıkardığı yeni ekonomik gücün demokratik gelişim için zaruri
nitelikte olup olmadığıdır. Piyasalara, demokrasi konusunda hak ettiklerinin
üzerinde bir kredi vermek, 17–19 yy da monarşi ve feodallara karşı mücadele
veren Avrupalılara, 20. yy da faşizme karşı mücadele eden halklara karşı
yapılmış bir haksızlık değil midir?[57]
Kaldı ki, burjuvazinin
burjuva demokrasisi biçimindeki egemenliklerini pardeleyen bir görüntüyü
koşulsuz olarak sonsuza kadar korumaya kararlı olmadığının da altını çizmek
gerekir. Bu gerçek İtalya, Almanya, İspanya ve Portekiz faşizmi ve Batı destekli
L. Amerikan askeri darbelerinde kendini göstermiştir. Bu müdahalelerin nedeni burjuva
demokrasisinin bir yanıyla sınıflar arasında bir uzlaşma olmasıdır. Bu çalışan
sınıfların burjuvaziden kopardığı bir imtiyaz olarak da görülebilir. Bu,
burjuva egemenliğini sona erdirmese de onu kısıtlayan ve emekçilerin
örgütlenmesinin önünü açan haklar ve pratikler anlamına gelir. Egemenler
kolayca demokrasiyi ortadan kaldırmak istemezler zira uyuma dayalı egemenliğin,
demokrasi maskesi altında meşrulaştırmanın yararlarının ve diktatörlüklerin
içerdiği büyük risklerin farkındadırlar.Egemenler otokratik
yola iktisadi zorunluluklar, politik endişeler söz konusu olduğunda ve bunu
rahatça uygulayabileceklerine inandıklarında başvuracaklardır. Bu tür
anti-demokratik ya da faşist çözümlere yönelme kendi aralarında ciddi taktik ve
stratejik ayrışmalara neden olacaktır[58].
Bankacı stratejistler, 2010–2011 döneminde İzlanda
bankalarının yabancı bankalara olan borçlarının kamu borcu haline getirilmesinin
İzlanda halkı tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, geleceğe ilişkin
planlarını bir daha demokratik oylamaya sunmamaları gerektiğini öğrendiler ve
sistemi kurtarabilmek için insanların en temel demokratik haklarını çiğnenmeye
başladılar. Piyasalar Troyka aracılığıyla krizin faturasını çalışan sınıflara,
işsizlere ve yoksullara ödettirebilmek için demokrasiyi kuşatıyorlar.Bankokrasi
muhalefetle karşılaşmadan sonsuza değin egemen olmak istiyor bu nedenle de bu
kurumları kullanıyor. Bu kurumlar orta çağ Fransa’sında çocuk kralların
arkasında onları yönlendiren modern çağın Makyavelist danışmanları gibiler ve
hükümetleri de gerçekleri gizlemek için birer gölge oyuncuları olarak
kullanmaktadırlar.
Kısaca bir
yazarın[59]
deyimiyle çılgın zamanlardan geçiyoruz. Zizek’in “kapitalizm ile demokrasinin evliliğinin bittiğine” ilişkin tezi (
(haunting thesis) doğrulanıyor gibi. Asıl şok eden gelişme ise liderlerin her
şeyi, gizlemeye gerek kalmaksızın yapıyor olmaları. Avrupalı görevliler niyetlerini açıktan
söylüyorlar: Piyasaları sakinleştirmek ve
şu ana kadar ki siyaset yapmak biçimini ortadan kaldırmak. Nitekim Avrupa
Konseyi’nin seçilmiş başkanı Herman von Rompuy geçen hafta Floransa’da verdiği
bir konferansta “İtalya’nın seçimlere değil reformlara ihtiyacı olduğu”nu açıkça
ilan etti. Açıkçası göz boyama dönemi sona erdi, bundan böyle sadece piyasalar
hüküm sürecek.
Üçüncü olarakekonomi sadece
siyaseti ve siyaset gündemini ya da siyasal kararları belirlemekle kalmıyor,
ciddi bir biçimde kendi alanının dışına taşıyor ve hükümetlerin ekonomik ve
sosyal politikalara yön verme biçimindeki demokratik denetimlerini de ortadan
kaldırıyor.Son otuz yıldır karar alma gücü ve yetkisi acımasız bir biçimde
siyasal alandan ekonomi alanına kaydırıldı. Belli siyaset seçenekleri ekonomik
zorunluluklar gerekçesiyle yok edildi ve“apolitik uzmanlık” maskesi altında
oldukça politik projeleri dayatıldı. Diğer yandan bu politikalara karşı gelişen
muhalefete de en ufak bir tahammül gösterilmedi.
Politik alanın
dinamik parçalarının böyle bir dinamizme kapalı alan olan ve piyasaların
hegemonyası altındaki ekonomiye terk edilmesi günümüz burjuva demokrasileri açısından
büyük bir tehdit oluşturuyor. Çarpık ve yoz seçim sistemleri ile gerçek bir
temsil sorunu yaşayan; yürütme ve yasama ilişkilerinin yürütmeyi güçlendirici-
baskıcı revizyonu nedeniyle içleri boşaltılmış olan ulusal meclislerin
ellerinde kalan güçleri de ellerinden alınarak piyasalara aktarılmaktadır. Öyle
ki hükümetler en iyisinden sadece, egemen sınıfların kapitalizmin yıkıcı
anarşisi ve vahşi krizlerinin etkilerini yumuşatmak ihtiyacı içinde olmalarından
dolayı ekonomiye müdahale edebilmektedirler. Ancak hiçbir biçimde ekonominin
kurallarını ya da temel tercihlerini sorgulayamamaktadırlar. Hükümetler piyasaların adeta la suç
ortağı konumundadırlar.
Piyasalardan kasıt
yatırım bankaları, sigorta şirketleri, emeklilik fonları, hedge fonlar yani
döviz, hisse senedi, devlet tahvili ve türev araçların alım satımıyla
uğraşanlardır.
Piyasaların gücünü
kavrayabilmek için bazı temel verilere bakmak yeterlidir. Öncelikle her yıl dünya genelinde
üretilen reel mal ve hizmetin ortalama değeri 45 trilyon ABD doları civarında iken
finansal alanda piyasaların harekete geçirdiği işlemin değeri 3,450 trilyon ABD
doları, yani reel ekonominin yetmiş altı katıdır. Buradan çıkartılacak sonuç şudur:
İtalya gibi dünyanın yedinci büyük ülkesi
bile olunsa piyasaların saldırılarına karşı durmak çok zor. İşin kötüsü bu
piyasalar dışarıdan gelen ve bize saldıran yabancı güçler değil, çoğunluğu kriz
sonrasında kurtarılan Avrupalı bankalardır. Saldırıyı gerçekleştiren finans
kapital Avrupanın parasını yönettiği gibi Avrupalı devletlerin devasa
borçlarının çok önemli bir kısmını da elinde tutuyor. Bunlar teorik olarak
müşterilerinin çıkarlarını savunmak için spekülasyon yapanlardır ve PIIGS
ülkeleri gibi ülkelerin ödemek durumunda kaldıkları faiz oranları onları
iflasın eşiğine getirecek noktaya kadar yükseltenlerdir. Bu davranışın
sonucunda bu ülkelerin vatandaşları, piyasaların yani kendi bankalarının
akbabalarını sakinleştirmek için Avrupalı hükümetlerin dayattıkları kemer sıkma
ve acımasız düzenlemelere katlanmaya zorlanmaktadırlar. Bu bankalar ECB’den %
1’ den aldıkları krediyi İspanya ve İtalya’ya % 6,5’tenborç olarak veriyorlar.
Bu noktada da hükümetlerin borçlanma faizlerini yükselten derecelendirme
kuruluşlarının skandallarla dolu devasa gücü devreye giriyor. Rating ne denli
düşükse borçlanma maliyeti o denli yüksek oluyor. Yunanistan’da kanıtlandığı gibi kemer sıkma ve
kısıntılar bu ülkelerin büyümesini daha da düşüreceğinden derecelendirme
kuruluşları kredi notlarını daha da düşürecek bu da faizleri yükseltecek,
ülkeler daha fazla kemer sıkmaya yönelecekler ve bu süreç sürüp gidecektir[60].
İkinci olarak bu
piyasaları oluşturan sermaye şirketlerinin (corporate enterprise) büyüklüğü sermayenin
kimin elindeolduğununveuluslararası sermayenin neyi ve nasıl kontrol ettiğininönemli
bir göstergesidir. Bu bağlamda Fortune
500 ya da 1000’de yer alan şirketler ABD sermayesinin temelini oluşturuyor. Bu
şirketlerin çeperinde onbinlerce başka şirket mevcut. Dünya çapında ise (2007
yılına ait veri setine göre) toplamda 43,060 çok uluslu şirket(ÇUŞ) bir araya
gelerek bu sermaye ağını oluşturuyor. Bu ağdan hareketle dünya çapındaki
ekonomik güç yapısı da şekilleniyor. Bu ağın merkezinde 1318 ÇUŞ var. Bunun
147’si tüm ağın % 40’nı kontrol edebiliyor. Bunların çoğunluğu bankalar,
yatırım bankaları, fonlar, sigorta şirketleri gibi finansal kuruluşlardan
oluşuyor. Özellikle tepedeki 50 şirketten sadece biri finans dışı şirket
niteliğinde (15.sıradaki Walton Enterprises). İlk yirminin içinde ise Barclays
Bank, JP Morgan Chase, Axa, Vanguard, Goldman Sachs, Merrill Lynch, Deutsche
Bank, Legg Mason, TIAA-CREF, Nomura Holdings, BNP Paribus gibi finans devleri
yer alıyor. Bu şirketler her tür varlığı/ asseti (hisse senedi, tahvil,
mortgage, nakit, opsiyon sözleşmeleri vb) kontrol ediyorlar. Ama bunu kendi
hesaplarına değil, binlerce firma ya da zengin birey adına yapıyorlar.Sermaye
kontrolü ise piyasalar, gelirler, işgücü ve çeşitli biçim ve miktardaki varlık
/ servet üzerinde uygulanan bir kontroldür ve ağırlıklı olarak
uluslararasılaşmış oligopollerce gerçekleştirilmektedir[61].
Bu veriler,
sanıldığının aksine, Avrupa Birliği gibi yapılanmaların dünyada
sosyal devlet aracılığıyla vahşi kapitalizmin ılımlılaştırılacağı en son yer
olduğunu gösteriyor. Çünkü piyasalar/sermaye sosyal devletten nefret ediyorve
onu tamamen ortadan kaldırmaya çalışıyor.Bu misyon finansal bir darbe ile
işbaşına getirilen teknokratların stratejik misyonudur.
Goldman Sachs: Teknokrat
hükümetlerin mimarı
İtalya’da
Monti’nin başbakanlığa atanması kovulamaz olanın kovulduğunu ve normal
demokratik kuralları, belki de demokrasinin kendisini ortadan kaldırdığını
gösterdiği gibi Monti, Goldman Sachs’ın (GS) kıdemli bir danışmanı olduğundan,
yatırım bankalarının politik gücünün nerelere kadar uzandığını da ortaya koydu.
Sadece Monti
değil Avrupa Merkez Bankası da Goldman’ın eski yöneticilerinin egemenliği
altına girdi. Keza IMF’nin Avrupa bölümünün başkanı da geçen yakın zamana kadar
kadar yine bir Goldman’ci olan Antonio Borges idi. Uygulanacak kamu borç
azaltma ve böylece de borç geri ödeme politikalarından “vampir sürüsü” olarak
nitelenen Goldman’ınne denli karlı çıkacağıilerde daha somut olarak ortaya
çıkacaktır[62].
Teknokrat
hükümetler projesi hükümeti kuşatmak biçiminde özetlenebilecek olan somut bir
Goldman Sachs projesidir. Kuşkusuz her büyük şirket gerektiğinde çıkarlarını
koruyup kollasın ve kendilerine vergi indirimleri sunsun diye düzenleyici
kurumlarla ve politikacılarla yakın temasa girmektedir. Ama Goldman’ın yaptığı
böyle bir lobiciliği aşan bir şeydir. Goldman hükümete fikir veriyor, finans
sağlıyor, elemanlarını kamuya yerleştiriyor ve kamu görevlilerinin gözleri
önünde çok karlı işler çeviriyor. Proje öyle derin bir insan, fikir ve para
değişimi yaratıyor ki kamunun çıkarları ile Goldman’ın çıkarlarını birbirinden
ayırdedebilmek imkânsızhale geliyor.Berlusconi,Monti’yi 1995 yılında Avrupa
Komisyonu’na üye olarak atamıştı. Bu görevi sırasında Monti, Goldman’ın
fonladığı büyük birleşme ya da şirket ayrılması projeleri ile ilgili kararlar
vermişti. Keza Monti İtalya’nın finansal politikalarını belirleyen bir komiteye
de başkanlık etmişti. Bu bağlantılar Monti’nin Goldman’ın uluslarararası
danışma kurulunda yer alması için yeterli oldu. Yirmi dört kişiden oluşan bu
grup uluslararası düzeyde politikacılarla Goldman’ın çıkarlarının lobisini
yapan gruptur.
Otöar Issing
ise Alman Bundesbank ve ECB yönetim kurulu üyesi ve avronun mimarlarından
biriydi. Kısaca bugün Avrupa’yı yöneten uluslararası düzeyde oldukça etkili
görevler yapmış değişik ulusların kudretli bürokratları bir dönem mutlaka Goldman’ın
ücretli elemanları olmuşlardır. Nitekim bugün Yunan hükümetinin başbakanı olan Papademos
da hem bir zamanlar Yunan Merkez Bankası yönetimindeydi hem de Goldman ile profesyonel
ilişki içindeydi.
İtalya
borçlarını ödeyemezse pek çok alacaklı banka batacağından finans kapital
açısındanrisk çok büyük.Örneğin Goldman Sachs’ın şu ana kadar sigortaladığı
varlığın değeri 2 trilyon ABD doları civarındadır. Bunun tam olarak açıklanmayan bir kısmı avro
üyesi devletlere ait ve kurtarma olmazsa bu riskli durumdan özellikle de “vampir
güruhu bankalar” elini yıkayarak çıkamayacak. İşte kemer sıkma ve kurtarmaların
ardındaki ve giderek daha fazla Goldman ağırlığının ortaya çıkmasının ardındaki
rasyonalite tam da budur. Aksi takdirde ikinci bir finansal kriz ve iktisadi
çöküş yolda gibi görünüyor[63].
Avrupa işçi
sınıfını bekleyen bir diğer tehlike,aşırı sağın giderek güçlenmesi ve politik
bir kilitlenme durumunda Avrupa’da parlamenter Bonapartist uygulamalara geçilme
olasılığının artmasıdır. İkinci gelişme kısmen Yunanistan ve İtalya’da ortaya çıkmıştır.
Asıl tehlike ise bunun sadece ulus devlet bazında değil Avrupa ölçeğinde
gerçekleşme olasılığıdır. Nitekim Avrupa Komisyonu, Merkel ve Sarkozy’nin
muvafakatıyla kemer sıkma ilacını içmek istemeyen diğer ülkelerde de Bonapartist
diktaları gündeme getirmeye başladı. Şimdilik en zayıf parlamenter Bonapartizm
biçiminde bu dikta sürdürülmektedir. Ama koşullar değişir ve özellikle de emekçiler
mücadeleyi yükseltirse muhtemelen bu yumuşak şekilden sert şekle de
dönüşecektir.
Paralel bir
biçimde Avrupa’nın pek çok yerinde aşırı sağ hareket ve partiler giderek
politika sahnesinde yer almaya başladılar.2008 krizinden
bu yana görülen Avrupa’daki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı giderek artma
eğilimine girdi. Aslında bu durum geçtiğimiz dönemlerde de sorundu, çünkü
özellikle sağcı-muhafazakâr hükümetler göçlerle ilgili sert tedbirler almaya
başladıklarında bu sorun kendini hissettirmekteydi. Kriz derinleşip kemer sıkma
önlemleri artırıldıkça bu daha fazla işsizliğe, küçük aile işletmelerinin daha
fazla batmasına ve bunlar da yerleşik halkın öfkesinin ve sıkıntılarının daha
da artmasına neden oluyor. Bu tepkilerin hedefi büyük finansal kuruluşlar ya da
piyasanın önünde eğilen hükümetler değil, kolayca saldırılabilecek kesimler
olmaktadır. Bunların başında, zaten ırkçı algılarla bir yere konulmuş olan,
düşük ücretlerle, sosyal güvenceden yoksun olarak ve yaşam standartlarını
yükseltebilmek ve ülkelerindeki ailelerine gelir aktarabilmek ümidiyle çok kötü
koşullarda çalışmayı kabul eden, onlarca yıldır Avrupa’nın ekonomik
canlılığını ucuz emekleriyle koruyan, sermayedarların ciddi kârlar elde
etmesini sağlarken bir yandan da yerleşik halka ucuz mal ve hizmet tüketebilme
imkânını veren ve çoğu kez de kayıt dışı tüm sektörlerde çalıştırılmış yabancı
göçmen işçiler geliyor. Göçmen işçiler, sadece yerel kültüre değil, yerel
işçilerin işlerine, aşlarına tehdit olarak görülmeye başladılar ve ücretlerin
düşmesi, kötü koşullarda çalışma, kamuya açık alanların tehlikeli hale gelmesi
gibi sorunların temel nedenleri olarak algılanıyorlar.
Birçok
Avrupa ülkesinde yerel halk “biz ırkçı değiliz ama ekmeğimiz
kendimize yetmiyor”düşüncesiyle
göçmenlere karşı sürgün hareketine girişti.Örneğin 2010 yılı Ocak ayında
Calabria’da, Mayıs’ta Barselona’da ve Yunanistan’da ırkçı gösteriler
oldu.Avrupa’da sağcı ve göçmen karşıtı partilerin oyları belirgin bir şekilde
arttı.İtalya’da Northern League, Belçika’da Vlaams Blok, Danimarka’da the
Danish People’s Party, Fransa’da National Front, İngiltere’de BNP, İspanya’da
Movimiento Social Espanol, Portekiz’de the National Reneval Party gibi aşırı
sağcı-ırkçı partiler son seçimlerden oylarını artırarak çıktılar.Macaristan’da
aşırı sağcı Jobbik Partisi % 17 oy alarak ilk kez Nisan’da Parlamento’ya
girdi.Hollanda’da ise göçmen karşıtı Freedom Party 2011 Haziran’daki seçimlerde
milletvekili sayısını 9’dan 24’e çıkarttı.Avrupa Temel Haklar Komisyonu’nun
2009 yılında yaptığı bir araştırmaya göre ise[65], incelenen 22 AB ülkesinde ırkçı -
ayrımcı davranışlar yılda ortalama 4,6 kez tekrarlanmakta ve bu tutum işe
girerken, konut tahsisi sırasında, eğitim ve sağlıkta ve doğrudan sokak
saldırıları biçiminde görülmektedir.Bundan sonraki hedefin ise Afrikalılar
olması beklenmektedir.Daha da önemlisi göçmen-karşıtı politikalar, söylemler ve
fikirler artık sadece aşırı sağcılardan gelmiyor.Göçmen-karşıtı eğilim ana
akım alanına sıçramış durumdadır.Üstelik bu kaygı verici eğilim ve gelişmelere
artık Avrupa’nın yalnızca adları ‘hoşgörüsüzlük’le birlikte anılan güneydoğu
Avrupa ülkelerinde, Romanya’da, Macaristan’da, vb.değil, Hollanda ve Norveç
gibi ‘hoşgörü modeli’ sayılan ülkelerinde de rastlanmaktadır[66].
İtalyan’ların
öndeki gazetelerinden birisi olan La Repubblica’da son zamanlarda yayınlanan
bir kamuoyu yoklamasına göre İtalyan halkının % 22’si açısından otoriter bir
hükümet ile demokratik bir hükümet arasında büyük farklılık yok. Keza nüfusun %
10’ u otokratik rejimlerin daha iyi ve daha otoriter olduğuna inanıyor.
Demokrasiye olan bu ürkütücü inanç eksikliği sadece İtalya ile sınırlı değil ve
Avrupalıların güvenlik nedeniyle giderek teknokrat yönetimlere dayanmasını
haklı göstermekte açıklayıcı olabilir.Avrupanın yazılı olmayan kuralı şu: Süreç
ne kadar politikadan arındırılırsa teknoktratlar o denli meşruiyet kazanıyor.
Tersine politika karar alma sürecine ne denli dâhil oluyorsa bürokratların
kredibilitesi o denli azalıyor. Kriz zamanlarında insanlar seçilmişlerin yerini
atanmışların almasını çok önemsemiyor ve tarafsız bürokratların meşruiyeti
artıyor[67].İşin ilginç tarafı İtalya’daki en büyük işçi sendikası olan CGIL
dışında, işçi ve işveren sendikalarının
Mondi’ye destek vereceklerini açıklamasıdır.Keza sosyal demokrat parti Sinistra
Ecologia Libertà ise Monti’yi eleştirmekten kaçınıyor. İlkesel olarak radikal
bir biçimde Monti hükümetini bankerlerin hükümeti olarak ilan edip eleştiren
tek yapı ise Rifondazione Comunista oldu[68].
Bu
rahatsız edici gelişmeler Avrupa tarihinde yeni bir sayfanın açılmakta olduğunu
ortaya koyuyor. Kökleri daha da derinlere gitse de[69], Avrupa’nın post-demokrasi
(demokrasi sonrası) macerasıKasım 2011’deki G20 zirvesi sırasında Frankfurt’ta
başladı. Merkel bu toplantılar sırasında seçilmemiş küçük bir grup yetkili ile
Avrupa’da hızla kötüleşen krizle ilgili acil görüşmeler yaptı. Merkel ve
Sarkozy’nin dışında toplantıya Avrupa Konseyi Başkanı Herman van Rompuy, Avrupa Komisyonu başkanı José Manuel Barroso,
ECB başkanı Mario Dragh, IMF başkanı Christine Lagarde, Avro Grubu başkanı
Jean-Claude Juncker, Parasal İlişkiler Komisyonu üyesi Olli Rehn katıldı (Cannes’deki
bir sonraki G20 toplantısında bu isimler yakalarında“GdF” — Groupe de
Francofort işaretli rozetler taşıyorlardı).
Varlığı ile ilgili
olarak kimseye bilgi verilmemiş olsa da Frankfurt Grup, avro bölgesinin de
facto hükümeti gibi işlev görmektedir. Larry Elliot’un vurguladığı gibi “bu grup hiç kimseye karşı sorumlu değil ve
Avrupa’da nelerin yapılacağına karar veriyor. Bu hizip Yunanistan’ın
referanduma gidip gitmeyeceğine, Atina’nın kurtarma kredilerini alıp
almayacağına ya da ne zaman alacağına karar veriyor. Bu grup için seçmenlerin
değil finansal piyasaların ne düşündükleri, neler hissettikleri önemlidir”.Spectator’daki
makalesinde Fraser Nelson Avrupa’nın bu yeni ekibinin “demokrasiyi şüpheli gibisorguladıklarını” yazdı.Yeni imparator
Merkel ise ulusal politikaların sona erdiğini açıklamıştı. Elliot’un yazdığı
gibi “demokrasi saati,Fransa’nın
Bourbon’lar (muhafazakarlar) tarafından yönetildiği günlere doğru geri
çalıştırılmaktadır.[70]”
VI.
Türkiye: Derinleşen kriz otoriter bir rejime yönelişi artıyor
2009 yılındaki kriz sonrasında görülen küçülmeyi
saymazsak, son dokuz yıldır Türkiye ekonomisinin yılda ortalama % 6’nın
üzerinde büyüdüğü görülür. Her ne kadar bu büyümenin gerçek anlamda istihdam
yaratan bir büyüme olmadığı, daha ziyade yeni servet zenginleri yaratan bir
büyüme olduğu bir gerçek olsa da bu durum AKP’nin üç dönem üst üste, üstelik oy
oranını da artırarak tek başına iktidar olmasını sağlayan faktörlerden bir
tanesiydi. Çünkü ABD başta olmak üzere kriz sonrasında tüm finans kapital
merkezlerinde uygulanan genişletici para politikaları sonucunda likidite
bollaşmış, bu faiz oranlarını düşürmüş ve gidecek güvenli liman bulamayan para
sermaye (sıcak para) Türkiye gibi yüksek faiz veren ülkere doğru akmaya
başlamıştı.Bu paranın içerde yarattığı canlılık ve balonlar içerdeki krizi
baskılamış, adeta ötelemişti.Kısa vadeli çıkarların peşindeki piyasalar ve
özellikle de ticaret esnafı bu gelişmelerden rahatsız olmamış ve desteğini
sürdürmüştü.
Ancak böyle bir büyüme modelinin
kaçınılmaz sonucu Türkiye’nin Eylül 2011 itibariyle,
miktar olarak ABD’den sonra (467 milyar dolar), 78.2 milyar dolarlık bir cari açık
ile dünyanın en fazla cari açık veren ikinci ülkesi ve bu açığın milli gelire
yüzdesi cinsinden % 10’un üzerinde bir pay ile dünyanın birinci ülkesi haline
gelmesi oldu. Bu oran ABD’de % 3 civarındayken, Fransa, İtalya gibi kriz
içindeki ülkelerde % 2–3 ve krizin göbeğindeki Yunanistan ve Portekiz’de % 8
düzeylerinde seyrediyor. Bu haliyle Türkiye
cari açıkta G20 ülkeleri arasındaki “en kötü” konumunda[71].
Bu yıl ise
Türkiye ekonomisinin 2011’e kıyasla belirgin biçimde daha az büyüyeceği
öngörüsü yaygın. Nitekim Hükümet 2012–2014 Orta Vadeli Programı’nda bunu % 4,
IMF % 3 olarak belirledi. Merrill Lynch gibi finansal piyasaların önemli bir
aktörü ise 2012 yılında Türkiyenin büyümeyeceğini açıkladı. Bu yılın ilk iki çeyreğinde eksi büyüme rakamları
açıklanmasını bekleyen Merrill Lynch Varlık Yönetimi, yıl sonunda büyümenin % 0
olacağını vurguladı[72].
Bunun temel nedeni kuşkusuz avro bölgesinde giderek derinleşen kriz
yüzünden Türkiye’ye artık eskisi gibi bol ve ucuz dış kaynağın gelmeyecek olması
(Avrupa’daki bankaların 100 milyar avronun üzerinde sermaye açıkları olduğu
biliniyor)[73]. Nitekim
Merkez Bankası’nın açıkladığı Kasım 2011’e ait ödemeler dengesi verilerine
bakıldığında dışarıdan gelen ve çok büyük bir kısmı sıcak para niteliğinde olan
dış kaynağın yılın ikinci yarısından itibaren azalmaya başladığı görülmektedir.
Yani Türkiye’nin
dışarıdan borç bulması giderek zorlaşıyor. Geçen yıl aylık ortalama net sermaye
girişi yılın ilk iki çeyreğinde 7,8 milyar dolar iken bu rakam sonra hızla düşmeye
başladı ve üçüncü çeyrekte 3,2, son üç ayda ise 1,9 milyar dolar oldu. Keza son
iki yılda alınan dış borçların büyük kısmı kısa vadeli olduğundan, yenilenemediğinde
ekonomi üzerinde önemli bir finansman baskısı oluşturmaya başladı. Vadesi gelen
bu borçları ödeyebilmek için borçlular döviz bulmaya çalışınca kur yükseldi ve bilançolar
küçüldü. 2012’deki düşük büyüme beklentisinin ve koşulların daha da kötüleşmesine
bağlı olarak ekonomik küçülme öngörüsünün temel nedeni bu[74].
Olayın bir de sermaye çıkışı boyut var.Örneğin Citibank, 16 Aralık tarihli
‘Turkey Macro View’ başlıklı notunda Türkiye'nin 2008 sonbaharında yaşanan
büyük çaplı sermaye çıkışının bir benzerinin eşiğinde olduğunu, bu nedenle de küçülmenin
kaçınılmaz olduğunu ileri sürdü[75].Yani Avrupa’da yaşananlar, net
sermaye girişi bir yana, Türkiye’den net sermaye çıkışı olması olasılığını
yükseltiyor. Üç nedenle: Birincisi, Avrupa’daki bankalar sermaye açıklarını
kapatmak üzere bilançolarını küçültüyorlar. Bu, bizim gibi ülkelere daha az
kredi açılması demek. İkincisi, risk algılamasının artması olasılığı var;
sermaye güvenli limanlara yönelebilir. Üçüncüsü, sorunlu ülkelerin kamu
kesimlerinin yüklü miktarda borçlanma yapmaları gerekiyor[76]. Nitekim bir süredir yabancı
yatırımcı kurumlar “Türk varlıklarını sat” modundalar. Sermaye çıkışları
şimdilik sınırlı ölçüde devam ediyor ve kur üzerinde belirgin bir baskı
hissediliyor. Sermaye çıkışları, özellikle Türk bankalarının uluslararası kredi
portföyünde hızlı bir daralmaya neden olursa bir kredi çöküşüveberaberinde 2012’de
küçülme (negatif büyüme) yaşanabilir. Öyle ki Financial Times Türkiye’nin
“kaplan değil kedicik” olduğunu ileri sürmüştü[77].
Bu
gelişmeler cari açık-yabancı kaynak boyutuyla Türkiye’nin son dokuz yılına
damgasını vuran büyüme modelinin sonuna gelindiğini ortaya koyuyor. Ancak sorun
sadece dış dengelerle sınırlı değil. İç dengeler de sıkıntılı. Uzun zamandan bu
yana ilk kez resmi enflasyon oranının 2011 yılı sonu itibariyle % 10’u aşmakta olduğu görüldü.
Enflasyondaki
asıl endişe ise bu psikolojik eşiğin aşılmış olmasından ziyade enflasyonun
yapısal katılığı. Yani talep baskısından değil yapısal sorunlardan kaynaklanan
fiyat artışları söz konusu. Bu durumda ekonomi yönetiminin işi zor olacak.
Merkez Bankası’nın talep baskısı olmadığı sürece yapısal enflasyona
yapabileceği fazla bir şey yok. Ancak beklentileri kontrol altına almak için
para politikasını biraz daha sıkılaştırabilir. Bu gösteri en azından
enflasyonun kontrol altında tutulmasına yardımcı olur ama büyüme üzerinde de
olumsuz etki yaratır. Bu da büyümenin zaten düşük seyrettiği koşullarda son
derece tatsız bir ikilemdir[78].
Bugünün para politikası tam bir ‘kırk katır-kırk satır’ durumudur. Döviz kurunun oynak biçimde daha fazla yukarı gitmesi (bir süredir parite 1.75–1.90 aralığında tutunuyor)hem hane halkı için yıkıcı çünkü enflasyon yükseliyor hem de sanayici için yıkıcı çünkü maliyet artıyor ve kontrolü zorlaşıyor. Merkez Bankası bunu frenlemek için geçmişte aşamalı olarak yarımşar puanlık dilimlerle aşağı çektiği kısa vadeli faizi, zaman zaman yüzde 12–12,5 tavanına çekiyor. Bu orandan piyasaya verdiği para, toplam verdiği paranın içinde küçük bir paya sahip. Ama bir gün 5,75, diğer gün yüzde 12,5 arasında olmak yüksek bir belirsizlik demek. Nitekim uzun vadeli faizler ‘en kötüyü’ baz alıyor, tahvil faizleri yüzde 10,5’e çıkmış durumda. Belki bunun da üzerine seyretmesi mümkün. Bu faiz belirsizliği ve de ‘en kötüsünün’ yani tavan faizin giderek referans alınması, bankalar tarafından da reel sektörün kredi referansı haline dönüşüyor. Bunun sonucunda ekonominin beklenenden daha sert yavaşlaması bile söz konusu olabilir[79].
Ekim ayı ortalarında başta sigara, alkollü içki, cep telefonu ve taşıt
araçları üzerinden alınan ÖTV’nin bir kez daha artırılmasıyla vergi
artışlarının sınırını zorlandığı gerçeğinden hareketle bu noktadan itibaren
Hükümetin vergi artışları biçiminde maliye politikası araçlarına başvurmasının
zor olduğunu söylemek mümkün. Çünkü bu durum maliyet yönlü olarak enflasyonu
daha da artırabilir.
Geriye, neoliberal
politikalara sıkı sıkıya bağlı hükümetin işgücü maliyetlerini düşürecek, işgücü
verimlilik artışlarını sağlayacak, vergi yükünü giderek daha fazla doğrudan
emek üzerine kaydıracak vergi ve işgücü piyasasına dönük ana akım tarafından “mikro
reform” olarak sunulan gerçekte ise emek karşıtı yeni ilave düzenlemeleri
hayata geçirmekten başka yolu gözükmüyor. Bu politikalar ise başta emek
örgütleri olmak üzere toplumsal muhalefeti tetikleyecek, emekçi sınıfların
mücadelesini yükseltecektir. Hükümetin son dönemlerde toplumsal muhalefeti
baskılamaya dönük eylemlerinin ardındaki temel faktörlerden biri ekonomi
alanında işlerin kötüye gitmesi ve daha da kötüleşeceği beklentisidir.
Türkiye’de uzunca bir süredir
devam eden ‘otoriterleşme’ ve ‘çoğunluk diktası’ tartışmaları, dünya
kamuoyuna da sirayet etmeye başladı. Hem de beklenmedik bir hızla.Son bir
hafta içinde, NewYork Times gazetesi Türkiye’de tutuklu gazetecilerin durumunu
birinci sayfaya taşıdı. Halihazırda Türkiye’de 6850 terör tutuklusu var.
Bunlardan 3558’i KCK davasından. 15’i belediye başkanı. 442’si muhtar ya da
il genel meclisi üyesi, 70’e yakını gazeteci ve yazar, 500’ü öğrenci (Adalet
Bakanlığı gerçekte tutuklu öğrenci sayısının 200 civarında olduğunu söylüyor.)[80]
|
Durgunlaşıp
kriz eğilimine girmeye başlayan ekonomiyle otoriter rejimin güçlenmesinin bir
gerginlik reçetesi olduğunu savunan Financial Times gazetesi ise , yeni yılın
ilk haftalarında Avrupa Konseyi’nin Türk yargı sistemine ilişkin bir raporuna
atıfta bulunarak, "Erdoğan, adalet
ve hukukun üstünlüğü" başlığını kullandığı başyazısında "Türkiye’nin
lideri otoriter bir yönetime doğru sürükleniyor, Türkiye’den otoriter bir rejim
olmaya yönelik rahatsız edici işaretler alınıyor." yorumunu yaptı[81].
Şu ana
kadarki duruşuyla AKP politikalarını destekleyen liberal gazeteci “Ali Bayramoğlu, geçen gün “Bu sorun, özel
yetkili mahkeme ve savcıların ‘özgürlüğün ruhu’nu dikkate almayan, ‘fikir ile
eylem’, ‘suç ile siyaset’ arasındaki çizgileri önemsemeyen uygulamalarıdır”
diye yazdı ve buna başta Terörle Mücadele Yasası olmak üzere yasal
düzenlemelerin imkân verdiğini belirterek “Bu yasa bugün Ergenekoncuları,
yürüyüş yapan sıradan öğrencileri, Fenerbahçe yöneticilerini, emekli
Genelkurmay başkanını eşitleyen bir yapıda... Dahası, fikir ile eylemi, suç ile
siyaseti eşitleyen bir yapıda” diye de ekledi.
Siyaset ile suç ayrımını doğru dürüst yapamayan, bunun önüne yasal düzenlemelerin kolaylıkla dikildiği bir ülkede, siyaseti suç halinde yorumlamaya başlar ve buna ‘hukuk devleti’ dersek çok tehlikeli sulara sürüklenmeye başlamışız demektir[82].
Siyaset ile suç ayrımını doğru dürüst yapamayan, bunun önüne yasal düzenlemelerin kolaylıkla dikildiği bir ülkede, siyaseti suç halinde yorumlamaya başlar ve buna ‘hukuk devleti’ dersek çok tehlikeli sulara sürüklenmeye başlamışız demektir[82].
Özetle, AKP
hükümetinin her türlü muhalefeti kapsayan “içerdeki düşman”larına karşı tavrı
giderek sertleşiyor. Dışarıda demokrasi yanlısı bir görüntü sergileyen AKP
rejimi içerde giderek otoriteryen bir hale dönüşüyor. Çünkü muhalefeti
hükümetin neoliberal politikalarına ikna edemiyor. Bu nedenle muhalefeti
marjinalleştirme ve korkutarak yıldırmaya yöneliyor. Darbeleri ve askeri
vesayeti karşısına alarak bir yandan devletçi Kemalizmin çatlaklarını
derinleştirirken diğer yandan da ekonomik krizin avantajından yararlanarak
neoliberal politikaları derinleştirerek sürdürüyor. Bu politikalar politik
düzlemde baskıcı bir hal alarak alternatif görüşlerin marjinalleştirilmesi ve muhaliflerin
korkutulmasını içeriyor[83].
Kaynakça
Aydıntaşbaş,
Aslı (2011), “O zaman bu rejimin adı ne?”
; “Tüm teröristler bizdeymiş!”,http://siyaset.milliyet.com.tr,
(15 Aralık 2011).
Başkaya, Fikret (2011), “Bu bir uygarlık krizidir”, (Kasım
2011).
Blanchard, Olivier (2011), “Blanchard on 2011’s four hard truths”,http://www.voxeu.org , (23 December 2011).
Booth, Adam (2011a),
“There is no reformist way out of the crisis of capitalism
– Part One”http://www.marxist.com/economy (30 November 2011),
Booth, Adam (2011b), “There is no reformist way out of the crisis of capitalism
– Part Two”,http://www.marxist.com/economy(07 December 2011).
Brenke,
Karl (2009), “Real wages in Germany.
Numerous years of decline”, Weekly report 28/2009, German Institute for
Economic Research.
Campanella, Edoardo (2011) , “What
constitutional fiscal rule for members of the EU?”,http://www.voxeu.org,
(20 February 2011).
Chandrasekhar, C.P. ve Ghosh, Jayati
(2011), “Prospects for the World Economy in 2012”,www.thehindubusinessline.com, (26 December 2011).
Corporate Europe Observatory
(2010),”Big business as usual”,http://www.corporateeurope.org,(March
2010)
Corporate EUtopia (2011), Corporate
Europe Observatory,http://www.corporateeurope.org, (January 2011).
Coşar, Simten ve Özcan, Gülden (2011), “Talking About Dissent in Turkey?
Hush, Hush!”,http://www.socialistproject.ca, (December
29, 2011).
Çandar, Cengiz (2012), “Yeni Türkiye 'otoriter rejim' olmak zorunda mı?”, www.
radikal.com.tr, (12 Ocak 2012).
Denny,
Brian (2011), Europe’s corporate coup d’état, http://www.spectrezine.org, (December 15, 2011).
Du Boff, Richard
B. (2011), “Who Controls Capital? What
Does Capital Control?”,,http://mrzine.monthlyreview.org, (26 November 2011).
Dujisin,Zoltán (2012),“Unrest Spread Eastwards”, http://www.zcommunications.org, (January 22, 2012).
Durmuş Mustafa (2011),
Kapitalizmin Krizi - Küresel Krizin Eleştirel Bir Çözümlemesi
Tan
Kitabevi Yayınları, 3.Baskı, 2011.
Durmuş,
Mustafa (2011), 12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği, Memleket Siyaset
Yönetim, C.6 S.15 2011.
Elliott,
Larry , Stewart, Heather ve Watts, Nicholas (2011), “IMF warns that world
risks sliding into a 1930s-style slump”, www. guardian. co. uk, (15 December 2011).
“Erdoğan'ın sürüklendiği büyük tehlike”,
www.milliyet.com.tr, (11 Ocak 2012).
European
Council (2011), “Statement by the Euro
Area Heads of State or Government”,
Brussels, (9 December 2011)
Foley, Stephen (2011), “What price the new democracy? Goldman Sachs
conquers Europe “,http://www.independent.co.uk, (18 November
2011).
Frankel,
Jeffrey (2011) , “The Hour of the Technocrats”, www.project-syndicate.org, (25 November 2011).
Ghosh,
Jayati (2010), “Racism and Recession in
Europe”, Foreign Policy in Focus, www.fpif.org. (10 June.2010).
“Goodbye to Berlusconi now let’s fight the bankers’ government”,Sinistra Critica
(Critical Left), http://www.sinistracritica.org, (14 November
2011).
Gürsel, Seyfettin (2011a), “Kriz kapıda mı?” www.radikal.com.tr, ( 21 Aralık.2011).
Gürsel, Seyfettin (2011b), “Enflasyonla başımız dertte”,,http://www.radikal.com.tr,
(07 Aralık.2011).
Gürses, Uğur (2011), “Köşeye sıkışan para politikası”, www.radikal.com.tr, (23Kasım 2011).
Haar,
Kenneth (2011), “EU's Silent
Revolution in Economic Governance Undermines Democratic Control”,www.corporateeurope.org (January
19, 2011).
Hannel, Robin (2008), “Against the market economy”, Monthly Review, Vol. 59, No.8,
January 2008,
Hudson, Michael (2011),“Europe’s Deadly Transition From Social
Democracy to Oligarchy”, http://www.zcommunications.org,(December
14, 2011).
International
Labour Office (2011), Global Employment Trends 2011: The
challenge of a jobs recovery, Geneva, 2011.
Janssen, Daniel; "The Pace of Economic Change in
Europe", 2000 Tokyo Meeting, Trilateral Commission.
Johnson,
Simon ve Kwak, James (2010), 13 Bankers: The Wall
Street Takeover and the Next Financial Meltdown,Pantheon Books, New
York, 2010.
Krugman,
Paul (2011), “Depression and
Democracy”,
www.nytimes.com, (11December 2011).
Letter from Jürgen R.Thumann to Herman Van Rompuy and José Manuel
Barroso, (9 December 2010).
"MEPs unite in call for 'economic governance'",
Euractiv, 12 March 2010; Press release from the Green Group, European
Parliament, 29. September 2010, http://www.greens- efa.org/cms/pressreleases.
Molyneux, John (2012), “Capitalism versus
democracy”,http://www.socialistreview.org.uk, (January 2012).
Morley, Daniel (2011), “National Contradictions in the EU Intensify”, http://www.marxist.com, (16 December 2011).
Musto, Marcello (2011), “Political
Crisis in Italy and Greece: Marx on ‘Technical Government’,http://www.socialistproject.ca, (November 17, 2011).
Ramonet, Ignacio (2011), “European Democracy And The Financial Coup
D'etat”, http://www.zcommunications.org, (December 29, 2011).
Reuters, 10 January 2011.
Roos, Jérôme E. (2011), “Welcome to Post-Democratic
Europe”,http://www.zcommunications.org, (November 16, 2011).
Sonay
Bayramoğlu (2005), Yönetişim Zihniyeti,
İletişim Yayınları, 2005.
“S&P Fransa'nın notunu kırdı”, www. radikal.com.tr. (13 Ocak 2012).
“S&P’ den bir tokat da
EFSF’ye”,
www. radikal.com.tr, (17 Ocak 2012).
Streeck, Wolfgang
(2011), “The Crises of Democratic Capitalism”,New Left Review,http://brechtforum.org.
(September-October 2011).
(September-October 2011).
Sustar, Lee (2011),“The bankers take over in Italy”,,http://socialistworker.org, (November 15, 2011).
The Great Soviet Encyclopedia, 3rd Edition (1970–1979);
Winters,
Jeffrey (2012), Oligarchy, Outing the
Oligarchy, A Special
Report by The International Forum on Globalization (IFG), December 2011).
Zizek,
Slavoj (2010), “Avrupa’da Aşırı Sağ ve
Göçmen-Karşıtlığı Yükselişte”, www. soldefter.com (29 Ekim 2010).
[3]“Oligarşi” kavramı politik tartışmalarda
nadiren yer alsa da ya da Türkiye’de R.T.Erdoğan’ın başbakan olmasından sonra
kullandığı gibi, kamu kurumları ve bakanlıklardaki belli okul mezunlarının ya
da belli odakların egemenliklerini anlatmada,
çok dar anlamda ve yanıltıcı bir biçimde kullanılsa da, bu kavram
özellikle 2008 krizi sonrasında siyasal karar alma mekanizmalarının ardındaki
güç dinamiklerini açıklamakta kullanılabilir nitelikte bir kavramdır. Bu
çalışmada kullanıldığı anlamda “finans
oligarşisi” bugünün az sayıdaki küresel finans zengininin ekonomik ve
politik hegemonyasını tanımlamakta faydalı olabilecek bir kavramdır. Nitekim
Jeffrey Winters, Oligarchy (2011) adlı eserinde bugünün ABD’sindeki politik güç
ve zenginlik yoğunlaşmasının köleci bir tarım toplumu olan ve oligarşik devlet
biçiminin en güzel örneğini oluşturan emperyalist Roma devleti döneminden iki
kat fazla olduğunu anlatır (bkz: Outing the Oligarchy, A Special Report by The International Forum on
Globalization (IFG), December 2011, s. 2.).Yunancadaki ‘sayıca az’ (ὀλίγος-oligoi) ve
‘egemenlik-yönetim’ (ἄρχω -arche) kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuş bir
kelime olan oligarşi (ὀλιγαρχία, oligarkhía)
belirli bir grup azınlığın kötü yönetimi demektir. Örneğin Aristoteles,
oligarşiyi iktidarın belli bir azınlık tarafından adaletsiz olarak kullanılması
olarak tanımlamıştır. Çağımızda ise bu kavram özellikle de yarı sömürge
ülkelerde, askerden ve yönetimden destek almadan gücünü devam ettiremeyen, bu
gücü kendi sınıfsal çıkarları için kullanan, nispeten küçük bir grubun elinde
büyük çapta bir servetin toplanması anlamında kullanılmaktadır. Bu noktada
oligarşi, toplumun genel refahı düşerken, zenginliğin bu adaletsiz
dağıtımının sürdürülebilmesi için gerekli olan yasal ve siyasal çatı anlamında
bir diktatörya olarak tanımlanabilir.Küçük bir azınlığın yönetimde olduğu bir
devlet biçimi olan oligarşik devletlerin yönetimdeki grup genelde, askeri,
siyasi veya maddi olarak ülkenin önde gelen gruplarından birisi ya da bir iki
gruptan oluşan bir bloktur. Bu grup, bir
aile olabileceği gibi, çok dar bir sınıf da olabilir. Bu açıdan ele
alındığında, oligarşi kavramı, devletin tüm kurumlarının küçük bir azınlığının
kontrolünde olduğu bir diktatörlük demektir. (bkz: http://www.wisegeek.com/what-is-an-oligarchy.htm). Düşünür R. Michels ise her hangi bir politik
sistemin son tahlilde oligarşiye dönüşeceğini ileri sürmüştür (Oligarşinin Tunç
Yasası). Bu bağlamda modern
demokrasiler oligarşi olarak kabul edilebilirler. Bu görüşün burjuva
demokrasilerini fazlasıyla idealize eden düşünürlerin pratikle karşılaştıklarında
hayal kırıklığını yansıttığı da ileri sürülmektedir (bkz: http://www.enfal.de/sosyalbilimler).
[4]Mustafa Durmuş
(2011), Kapitalizmin Krizi - Küresel Krizin Eleştirel Bir Çözümlemesi,
Tan
Kitabevi Yayınları, 3.Baskı, s.261–262; 271–272.
[5]Adam Booth (2011a), “There is no reformist way out of the crisis of capitalism
– Part One” , , http://www.marxist.com/economy, (30 November 2011).
[6]Olivier Blanchard (2011), “Blanchard
on 2011’s four hard truths”,http://www.voxeu.org , (23 December 2011).
[7]C.P. Chandrasekhar and Jayati Ghosh
(2011), “Prospects for the World Economy in 2012”,www.thehindubusinessline.com, (26.12.12011).
[8] International Labour Office (ILO), Global
Employment Trends 2011: The challenge of a jobs recovery, Geneva, 2011.
[9]Türkiye’de açıklanan işsizlik
rakamlarını ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira Türkiye’de işgücüne katılım oranı % 50’nin altında (AB ülkelerinde %
65-70’in üzerinde). Bu durum gerçek işsizlik oranının açıklanan resmi işsizlik
oranının çok üstünde olmasını gerekli kılıyor. Ayrıca TÜİK işsizlik oranını
tespit ederken haftada 1 saat çalışanı dahi işsiz saymamaktadır. Eğer haftada 1
saat değil de 15 saat kıstas alınsaydı resmi işsizlik oranı yaklaşık üç puan
daha yüksek çıkacaktır.
[10]Nitekim aynı
günlerde ABD, Çin’in
yüksek performanslı ABD otolarına tarife uygulama kararına karşı kendilerinin
de Çin mallarına benzer uygulamalara başvuracaklarını açıkladı. Bkz. Larry Elliott, Heather Stewart and Nicholas Watts (2011),“IMF warns that world risks sliding into a
1930s-style slump”, guardian. co. uk, (15 December 2011).
[14] “S&P’ den bir tokat da EFSF’ye”, www. radikal.com.tr,
(17.01.2012).
[16]Daniel Morley (2011), “National Contradictions in the EU Intensify”, http://www.marxist.com, (16 December
2011).
[18]Ian Traynor
(2011),“Über Alles”, the Guardian,www.guardian.co.uk
(09.12.2011). Aslında AB içindeki bu güç kayması son yirmi yıldan beri inşa
edilen bir gelişmenin ürünü. Almanya’nın birleşmesi, Alman Mark’ının ortadan
kalkması, tek paraya geçiş ve serbestleştirmelerle birlikte Doğu Avrupa’nın
entegrasyonu Avrupa’nın politik haritasının da yeniden biçimlenesinin önünü
açmıştı, ama durumu net olarak açığa çıkartan olgu Avrupa’daki kamu borç krizi
ve küresel kriz oldu.
[19]
Türkçe’ye, İngilizce “governance” sözcüğünden çevrilerek yerleştirilen “yönetişim” kavramı, yönetimi, devlet dışındaki aktörleri
de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar vb) kapsayacak şekilde, yani
“birlikte yönetme”, “hükümet olmadan yönetme” anlamında tanımlayan bir kavram.
Siyasal iktidar ve yönetim örgütlenmesinin yerel-ulusal-bölgesel-küresel her
ölçeğinde aynı zamanda ve aynı biçimde var olabileceğini ileri süren bir model
olan ve demokrasi ile bağını katılımcılık, açıklık, şeffaflık gibi tamamlayıcı
özellikler ile kuran Yönetişim Modeli’nde devletin rolü “ kürek çekmeyen, dümen
tutan” biçiminde anlatılır. Tarihsel olarak,1970’lerin ortalarından itibaren
kapitalist devletlerin politik krizlere girmeye başlaması ve 1989’da sosyalist
blokun dağılması gibi olgular Yönetişim Yaklaşımı’nın ortaya çıkmasına ve
ardından hızla gelişerek hegemonya oluşturmasına yardımcı olmuştur. Bu kavram
siyasal düzenlemenin her ölçeğini (yerel, ulusal, bölgesel, küresel) ve her
birimini (topluluk, kurum, devlet, ulus ötesi oluşumlar) kapsayan bir
adlandırma olması nedeniyle, kullanımı itibariyle son derece esnek, içeriği
itibariyle de aynı ölçüde kaygan ve değişken bir kavramdır. Bir yandan devletin
değişen rolü ve biçimini anlatırken, bir yandan da bu değişimi sağlayacak
mekanizmaları ve yeni kurallar bütününü gösteren bir kavramdır. Yönetişim
Yaklaşımı her ne kadar liberal teorinin temel tezlerini içerse de söylem
düzeyinde tarafsız, siyasi ve ideolojik olmayan bir özellik sergiler.
Söylemdeki bu yenilik, amacı ne olursa olsun onu 1980’lerin neoliberal
politikaların günahlarından korumuş ve her derde deva sihirli bir sözcük haline
gelmesine yardımcı olmuştur.Diğer taraftan bu kavram sadece retorikten ibaret
bir şey değildir; yeni bir siyasal iktidar modelidir. Ayrıca yeni bir siyasal
iktidar modeli olarak işçileri bir sınıf olarak dışlarken birey olarak belli
ilişki ağlarıyla içerir ve bu yolla yeni bir devlet ve toplum ilişkisini
kurumsallaştırır. Yani Yönetişim Modeli, çeşitli mekanizmalar aracılığıyla
başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kesim ve kategorileri (ezilen etnik
gruplar, göçmenler, mülteciler vb ) bölüşüm ve yeniden bölüşüm ilişkilerinde
etkisiz kılarak, bir bütün olarak toplumun geleceğini sermaye sınıfının
egemenliğine mutlak olarak teslim eden bir siyasal iktidar modelidir (bu konuda
önemli bir çalışma için bkz: Sonay Bayramoğlu (2005), Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, 2005).
[20] Mustafa Durmuş (2011), 12
Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği, Memleket Siyaset Yönetim, C.6
S.15 2011,s. 95–138.
[21]Adam Booth (2011b), “There is no reformist way out of crisis of
capitalism- Part Two”, http://www.marxist.com/economy(07 December 2011).
[22]Corporate
EUtopia (2011), Corporate Europe
Observatory,http://www.corporateeurope.org, (January 2011).
[23]European
Council (2011), Statement by the Euro
Area Heads of State or Government,
Brussels ,( 9 December 2011).
[24]Wolfgang Streeck (2011), “The Crises of Democratic Capitalism”,New Left Review,
September-October 2011, http://brechtforum.org.
September-October 2011, http://brechtforum.org.
[25]Daniel Morley (2011), agm,
[26]Edoardo Campanella (2011) , “What
constitutional fiscal rule for members of the EU?”,http://www.voxeu.org, 20 February 2011).
[27]Corporate
Europe Observatory (2010); “Big business
as usual”, http://www.corporateeurope.org,(March
2010)
[28]Corporate
EUtopia (2011), agk,
[29]"MEPs unite in call for 'economic governance'",
Euractiv, 12 March 2010; Press release from the Green Group, European
Parliament, 29. September 2010, http://www.greens- efa.org/cms/pressreleases.
[31]Karl
Brenke (2009), “Real wages in Germany.
Numerous years of decline”, Weekly report 28/2009, German Institute for
Economic Research.
[32]Corporate
EUtopia (2011), agk,
[34]Michael Hudson (2011), “Europe’s Deadly Transition From Social
Democracy to Oligarchy”,http://www.zcommunications.org,(December 14, 2011).
[35]Brian Denny (2011), “Europe’s corporate coup d’état”, http://www.spectrezine.org, (December 15, 2011).
[36]Michael Hudson (2011), agm,
[37]Kenneth Haar (2011), “EU's
Silent Revolution in Economic Governance Undermines Democratic Control”,
January 19, 2011,www.corporateeurope.org.
[39]Michael Hudson (2011), agm,
[40]Letter
from Jürgen R.Thumann to Herman Van Rompuy and José Manuel Barroso, 9 December
2010.
[41]Daniel
Janssen; "The Pace of Economic
Change in Europe", 2000 Tokyo Meeting, Trilateral Commission.
[43]Marcello Musto (2011), “Political Crisis in Italy and
Greece: Marx on ‘Technical Government”,http://www.socialistproject.ca, (November 17,
2011).
[44]Jérôme E. Roos (2011), “Welcome to
Post-Democratic Europe”,http://www.zcommunications.org, (November 16, 2011).
[45]“Technocrats and
bankers take over”, Weekly Worker 890, http://www.cpgb.org.uk, (November 17 2011),
[46]Jérôme E. Roos (2011),agm,
[48]Lee Sustar (2011), “The bankers take over in Italy”,http://socialistworker.org, (November 15, 2011).
[49] “Technocrats and
bankers take over”, Weekly Worker 890, November 17 2011, http://www.cpgb.org.uk.
[50]
“Goodbye to
Berlusconi now let’s fight the bankers’ government”,
[51]Marcello Musto (2011), agm,
[52]Jeffrey
Frankel (2011), “The Hour of the Technocrats”, www.project-syndicate.org, (25November 2011).
[53]Ignacio
Ramonet (2011), “European Democracy And The Financial Coup D'etat”,http://www.zcommunications.org, (December 29, 2011).
[54]Michael Hudson (2011), agm,
[55]John
Molyneux (2012), “Capitalism versus democracy”, http://www.socialistreview.org.uk, (January 2012).
[56] “Liberal özgürlük kavramı
şimdilerde yoksulların hayatlarına saldırı, her tür adaletsizlik ve en tepedeki
% 1’in bize uygulamakta olduğu binlerce sömürü biçimini meşrulaştırmak için
kullanılıyor. Regülasyondan özgür olmak adına bankalara ekonomileri param parça
etme izni veriliyor, vergiden özgürlük adına zenginlere vergi indirimleri
sağlanıyor, şirketler özgürlük adına asgari ücreti düşürme ve çalışma saatlerini
artırma lobisi yapıyorlar. Hükümetler geleceğimize ait sorumluluklarını ortadan
kaldırıyorlar, büyük sermaye biyosferi bir çöplüğe çeviriyor. Bu güçlünün
zayıfı, zenginin yoksulu sömürme ezme özgürlüğüdür. Yani sağ kanat
libertaryanlar için özgürlük kavramı aç gözlülüğün haklı gösterilmesinden öte
bir şey değil”. Bkz: George Monbiot
(2011), http://www.zcommunications.org, (December 21, 2011).
[57]Robin Hannel
(2008), “Against the market economy”,
Monthly Review, Vol. 59, No.8, January 2008,
http://monthlyreview.org (01January.2008).
[58]John
Molyneux (2012), agm,
[60]Ignacio
Ramonet (2011), agm,
[61]Richard B. Du Boff (2011), “Who Controls Capital? What Does Capital
Control?”,http://mrzine.monthlyreview.org, (26 November 2011). Kişi başında
dünyadaki serveti ve kaynakları ellerinde tutanlara ilişkin veriler çok daha
çarpıcıdır. 2011 yılı itibariyle dünyadaki dolar milyarderi sayısı bini aşıyor.
Forbes 2011 listesinde en zengin milyarder 74 milyar dolarlık servetiyle
Meksikalı Carlo Slim Helü. Öyle ki bu serveti aylık % 2 gibi çok düşük bir faiz
geliri ile değerlendirse elde edeceği yıllık faiz gelirini harcamaya
kalktığında hergün 4 milyon dolarlık tüketim harcaması yapabilirdi. Şu anda
insanlık tarihinde görülmemiş bir servet dağılımı adaletsizliği söz konusu. En
tepedeki 9.5 milyon zengin dünya nüfusunun binde 14’ünü oluşturmasına karşın,
toplam servetin % 25’ine sahip. En zengin % 10’luk nüfus ise küresel servetin
ya da kaynakların % 85’inin sahibi durumunda. Geriye kalan % 90 ise kalan %
15’lik bir kaynakla idare etmek zorunda.
Diğer taraftan 2.5 milyar insan günde 2.5 dolardan az bir gelir
tüketebiliyor. En alttaki % 50’lik nüfus ise toplam servetin sadece % 1’ine
sahip. Bkz: Outing the Oligarchy, A
Special Report by The International Forum on Globalization (IFG), (December
2011), s. 112–113.
[62]Eski IMF iktisatçısı Simon Johnson
ve James Kwak 13
Bankers (2010): The Wall Street Takeover and the Next Financial Meltdown,
Pantheon Books, New York, 2010 adlı kitapta Goldman Sachs ve diğer
bankaların finansal kriz döneminde ABD hükümeti ile ne kadar yakınlaştığını ve
bunun efektif olarak bir oligarşi oluşturduğunu açıklamaktadırlar.
[63]Stephen Foley (2011), “What price the new democracy? Goldman Sachs conquers
Europe “,http://www.independent.co.uk, (18 November
2011).
[64]Bonapartizm terimi Fransa’da
sırasıyla Fransız Devrimi’nin ardından 1799’da Napoleon Bonaparte (Napoleon I)
ve 1848 Devriminin ardından 1851 yılında bu kez Louis Bonaparte (Napoleon III)
tarafından kendi hükümetlerine karşı gerçekleştirilen askeri darbe ve
diktatörlüğü anlatan bir terim. Bu bağlamda Bonapartist eğilimler sosyal bir devrim gerilediğinde
ve restorasyona yöneldiğinde ortaya çıkmaktadır. Marx 1852’de yazdığı L.
Bonaparte’nin 18. Brumeri (Eighteenth Brumaire
of Louis Bonaparte) adlı
çalışmasında Fransa’da sınıf mücadelesinin nasıl kaba bir sıradanlığı
kahramanlığa dönüştüren koşulları ve ilişkileri yarattığını anlatır Marx, Bonapartizm nitelemesini karşı devrimci
askerlerin iktidarı devrimcilerden aldıkları ve seçici reformlar aracılığıyla
halk sınıflarının radikalliğini yönettikleri durumu anlatmak için kullanmıştır.
Süreçte Bonapartistler egemen sınıfın gücünü maskelemişler ve korumuşlar ve
devrimlerin saptırılmasına hizmet etmişlerdir. Tarihteki uygulamalarına bakıldığında Bonapartizmin, demogoji ve şövenist propaganda ile yoğrulmuş
bir biçimde ve polis gücünü, bürokratik mekanizmaları ve kiliseyi en yoğun bir
biçimde kullanarak devrimci hareketleri ve demokratik özgürlükleri yok etmeyi ya
da baskılamayı hedeflediği görülür. Nitekim Almanya’da Bismarck ve Rusya’da
P.A.Stolypin dönemleri Bonarpartist unsurlara sahip olmuştur.20yyda bu terim
genişletilerek büyük burjuvazinin, militarizmi, gerici köylülüğün desteğini,
sınıflar arasındaki güç dengesinin istikrarsızlaştığı koşullarda sınıfsal
manevraları temel alan karşı devrimci iktidarları tanımlamakta
kullanılmıştır. Lenin örneğin Rusya’da
1917 Temmuz Krizi sonrasında uygulanan politikaları Bonapartist politikalar
olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda Lenin, Bonapartizmi demokratik devrim ve
demokratik reformlar ortamında burjuvazinin karşı devrimci doğasından beslenen
ve gelişen bir hükümet biçimi olarak nitelendirir.Bonapartizm yaygın olarak
egemen sınıfın iktidarının sağlam olmadığı durumlarda düzenin sağlanması için
asker, polis ve bürokrasinin müdahalede bulunduğu bir hükümet etme biçimini tanımlamakta
kullanılmaktadır (bkz: The Great Soviet
Encyclopedia, 3rd Edition (1970–1979); http://encyclopedia2.thefreedictionary.com;
http://www.marxists.org; http://en.wikipedia.org/wiki).
[65]Jayati Ghosh
(2010), “Racism and Recession in Europe”,
Foreign Policy in Focus, www.fpif.org (10 June 2010).
[66] Slavoj Zizek
(2010), “Avrupa’da Aşırı Sağ ve
Göçmen-Karşıtlığı Yükselişte”, www. soldefter.com.(29 Ekim 2010).
[69]
Avrupa’da karar alma erkinin seçilmişlerden seçilmemişlere ve ulusüstü bir
düzeye transferinin öncüllerinin 1974–1975 yıllarında kurulan G7 olduğu ileri
sürülebilir. Daha sonra Rusya’nın gruba katılması ile G8 adını alan yapı 1999
yılında, Güneyin lokomotifleri olarak adlandırılan BRIC ülkeleri (Brezilya,
Rusya, Hindistan, Çin), Güney Afrika ve Meksika’nın girişimleri ile G20’ye
dönüştü. Önce bir “gayri-resmi diyalog mekanizması” olarak çalışmaya başlayan
G20, ortaya çıkan şartlara bağlı olarak daha büyük bir rol üstlendi. 2008’den
beri devam eden kriz G20’nin aktif müdahalelerine kapıyı daha da araladı. Kriz
G20’yi, gayri resmi statüden daha fazlasını talep etmeye zorladı ve 2009
yılında Pittsburg’da gerçekleştirilen G–20 toplantısında son söz söylendi: “Bizler bugün G-20’yi uluslararası ekonomik
işbirliğimizin birincil forumu olarak tasarladık”.Bkz: Vijay Prashard
(2010), “Global Bonapartism”, http://www.zcommunications.org, (22 June
2010).
[70]Jérôme E. Roos (2011), agm.
[71]Hürriyet
Gazetesi ( 12 Ocak 2012).
[72]Hürriyet,
agm.
[73] Bu açığın Körfez sermayesince
doldurulup doldurulamayacağı ilerde görülecektir. Çünkü son 10
yılda Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Kuveyt, Katar ve Umman’dan oluşan Körfez
ülkelerinden Türkiye’ye sadece 30 milyar dolarlık bir sermaye girişi oldu (daha
ziyade yatırım fonları biçiminde). Bu miktar bir yıllık Körfez potansiyelinin
(2,5 trilyon dolar)sadece binde birini oluşturuyor(bkz. “Körfez’den Türkiye’ye 30 milyar
dolar geldi”, http://ekonomi.milliyet.com.tr, (06
Şubat 2012).
[76]Fatih
Özatay (2011), agm.
[77]Seyfettin Gürsel (2011a), agm.
[78]Seyfettin Gürsel (2011b), “Enflasyonla
başımız dertte”,http://www.radikal.com.tr, (07 Aralık 2011).
[80]
Aslı Aydıntaşbaş (2011), “O zaman bu
rejimin adı ne?” ; “Tüm teröristler
bizdeymiş!”,http://siyaset.milliyet.com.tr,
(15 Aralık.2011).
[82]Cengiz Çandar (2012), “Yeni Türkiye
'otoriter rejim' olmak zorunda mı?”, www. radikal.com.tr, (12 Ocak 2012).
[83]Simten
Coşar and Gülden Özcan (2011), “Talking About Dissent in Turkey? Hush, Hush!”,http://www.socialistproject.ca, (December 29, 2011).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder