1 Mart 2015 Pazar

AVRUPA’ DA TEKNOKRAT HÜKÜMETLER: QUO VADIS DEMOKRASİ?




AVRUPA’ DA TEKNOKRAT HÜKÜMETLER: QUO VADIS DEMOKRASİ?
Mustafa Durmuş
I. Giriş
2011 yılı, 1830,1848 ve 1968 yılları gibitarihekrizler, halk ayaklanmaları, sosyal çalkantılar ve diktatörlüklerin devrildiği bir yıl olarak geçecek. 2012 yılı ise daha az çalkantılı olmayacak, zira dünya kapitalizmi, trilyonlarca dolarlık devletleştirme-kurtarma, teşvik, maliye ve para politikaları uygulamasına rağmen son 80 yılının en büyük krizinden çıkamıyor.
Geçen yıl ayrıca yoksulluk ve sefaletin, baskı-zulüm ve despotluğun kol gezdiği, neoliberalizmin en acımasız uygulamalarına sahne olan Kuzey Afrika’da halk ayaklanmalarına tanık olduk. Kendilerine uzatılan sopayı öpmeyi reddeden Arap halkları isyan ettiler ve bu isyan, Mısır’da olduğu gibi, hala sürüyor.
Avrupa’da ise İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Güney İrlanda başbakanları devrildi. Avro bölgesinde ekonomik krizin yanı sıra politik krizler de sürüyor, öyle ki Fransa devlet başkanı Sarkozy’nin seçimlerde kaybetme ihtimali oldukça yüksek. Yunanistan’daki devrimci hareketler, İspanya ve Portekiz’deki grev ve protestolar yeni gelişmelerin ve sosyal patlamaların da habercisi gibi. Nispeten sakin durumdaki diğer Avrupa ülkelerinin de Güneydeki bu virüsten etkilenmeleri kaçınılmaz olacak.
ABD’ de ise, Vietnam Savaşı’ndan bu yanaen dirençli bir hareket,Wall Street’i İşgal (OWS) hareketi gelişiyor ve binlerce kente yayılmaya, zengin bölgelerine doğru işgale yönelmeye başladı. Hareket doğrudan işçilerin örgütlediği bir hareket olmasa da işçiler de dâhil toplumun çok büyük bir kesiminin sempatisini kazandı. Japonya’daki SOTT Forum hareketinin bildirdiğine göre son aylarda Occupy Tokyo eylemleri de artmış durumda[1].Şili’deki kitlesel öğrenci eylemleri ve Yemen ve Çin’de grev dalgaları ve protestolar ise eylemlerin tüm dünyaya yayıldığını gösteriyor.
Avrupa’nın merkezinde Almanya’dan Yunanistan’a; İrlanda’dan Fransa’ya; İspanya’dan Portekiz’e hemen her yerde çalışan sınıflar, emekçiler, gençler, öğrenciler genel grevlerle, direnişlerle, sokak protestoları ve okul ve fabrika işgalleriyle krizin faturası ödemeyeceklerini ve mücadelelerle kazanmış oldukları ekonomik ve demokratik haklarını korumaya kararlı olduklarını ortaya koydular. Öyle ki İspanya ve Portekizde bazı sivil giyimli asker ve polisler dahi protestolara katıldılar.
Son olarak Ocak ayında sırasıyla 2004 ve 2007 yıllarında AB’ye giren kriz içindeki Macaristan ve Romanya’da halk sokaklara döküldü ve hem kemer sıkma hem de hükümetlerin baskıcı politikalarını protesto etti[2].
Bu gelişmelerde itici güç dünya ve özellikle de Avrupa krizinin derinleşerek sürmesi oldu. Kamu borç krizi mevcut krizi iyice derinleştirdi. Bu da avro bölgesinin çöküşünü gündeme getirirken AB’nin geleceği sorgulanmaya başladı.
2008 yılında ABD’de başlayan ve günümüze kadar başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı sarmalına alan kriz ana akım iktisatçılar ve büyük sermaye çevrelerince değişik biçimlerde tanımlandı ve her bir kriz tanımına göre de farklı çözümler önerildi. Bazı iktisatçılara göre bu kriz “finansal bir kriz”ve “kredi krizi” idi.Finansal kriz için finans sektörünün daha fazla regüle edilmesi, kredi krizi için ise likiditenin restore edilmesigerektiği savunuldu. Ardından İzlanda, Yunanistan, Portekiz ve İrlanda’nın kamu borçlarını ödeme güçlüğüne düşmesiyle bunun bir“borç krizi ve avro krizi”olduğuna karar verildi ve kamu borç krizi için bazı reformist liderlerce “zenginlerin vergilendirilmesive Tobin Vergisi ” önerildi. Ancak bu çözüm ciddiye alınmadı. Uluslararası sermaye çevrelerinin son çözümü ise Troyka olarak adlandırılan IMF, ECB (Avrupa Merkez Bankası) ve AB patentli  Yeni Avrupa Ekonomik Yönetişimi” adlı sıkılaştırılmış bir mali ve finansal birlik ve kalıcı kemer sıkma anlaşmasının üyelere kabul ettirilmesi oldu.
Siyasal alanda kriz piyasaların hükümetlerle yaşadığı bir “güven krizi”olarak da tanımlanıp bununkararlı hükümetlerin uygulayacağı kemer sıkma politikaları ile aşılabileceği savunuldu.Son olarak krizin bir “politik liderlik krizi” olduğu açıklandı ve seçilmiş hükümetlerin piyasaların kemer sıkmaya ilişkin taleplerini güvenilir ve yeterli bir biçimde yerine getiremediği tespitinden hareketle İtalya ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi bu seçilmiş hükümetleri devirip yerine ulusal (!) çıkarları gözeten atanmış bürokratlardan oluşan hükümetler getirildi. Böylece Avrupa’da yaklaşık iki yüz elli yıllık burjuva demokrasilerinden oligarşik[3]-parlamenter Bonapartist devlet biçimlerine doğru bir eğilim ortaya çıktı.
Bu gelişmelerdünyanın, özellikle Avrupa’nın yeni bir aşamanın eşiğinde olduğunu ve bunun emekçi sınıflar ve mazlum halklar açısından hem çok ciddi tehlikeler hem de emekten yana adil ve özgür bir dünyanın kurulması yolunda yeni fırsatlar yaratmakta olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye de bu gelişmelerden bağışık değil. Yıllardır bol yabancı kaynak/sıcak para ile şişirilen balonlarla canlı tutulan ekonominin, eskisi gibi yabancı kaynak bulması zorlaştığından, bu yıldan itibaren büyük sıkıntılar yaşayacağı, büyümenin yavaşlayıp, işsizliğin ve yoksulluğun daha artacağı, buna karşılık mali disiplinin devap ettirilip kemer sıkma politikalarının sertleştirilerek sürdürüleceği kesin gibi gözüküyor. Bunun siyasal alanda yansıması ise AKP hükümetinin giderek artan bir biçimde yeni bir militarist anlayışla otoriterleşmesi biçiminde oluyor. Parlamento içi ya da dışı en küçük bir muhalefete dahi izin verilmiyor ve yığınsal tutuklamalar ve soruşturmalarla bu kriz egemenler lehine yönetilmeye çalışılıyor.

II. 2012: Büyük Resesyon’dan depresyona uzun, ince olmayan bir yol
Hatırlayalım, geçen yıl Temmuz ve Ağustos aylarında ABD ve Avrupa’dafinans piyasaları alt üst olmuş, dünya borsaları çakılmış, İspanyol ve İtalyan hazine bonolarının faizleri % 6’ları aşmış,  altının bir onsu 1900 ABD dolarına kadar yükselmiş ve finans kapital adına devletlere de puan veren Standart and Poor’s (S&P) tarihte ilk kez ABD’nin kredi notunu düşürmüştü. Bunlara bir de Yunanistan Hükümetinin borç temerrüdüne düşmesi eklenince dünya ekonomisinin ikinci bir dip resesyona sürüklendiği açıklanmış ve ciddiekonomi yorumcuları, bir bankacılık sektörü çöküşü ve avro bölgesinin çözülmesi olasılığına dikkat çekmeye başlamışlardı. Örneğin Roubini, Marx’ın haklılığına vurgu yapıp, kapitalizmin çökebileceğinisöylerken, ünlü finansçı George Magnus, dünyayı kurtarması için Marksizme bir şans verilmesi gerektiğinisavunmuştu.

Özellikle de İtalya’nın krize girmesi, krize neden olan şeyin Yunanistan örneğinde olduğu gibi “işçilerin tembelliği ya da çalışanların ücretlerinin sürdürülemez biçimde yüksekliği” biçimindeki iddiaları boşa çıkartmıştı.Zor durumdaki hükümetlere verilen kurtarma paketlerinin ise ekonomileri, işsizleri, yoksulları, çalışanları, köylüleri ya da küçük üreticileri, küçük işletmeleri kurtarmaktan ziyade Merkez Avrupa ülkelerinin büyük bankalarının iki trilyon avroya yakın kredi alacağını garantilemek ve avroyu istikrara kavuşturmak için verildiği anlaşılmıştı.Son olarak, kurtarma paketlerinin bir diyeti olarak ülkelerin uyguladıkları ve ücret ve sosyal hak ve harcama kısıntısı, vergi artışları ve özelleştirmeler biçimindeki kemer sıkma önlemlerinin krizi daha da derinleştirdiği ve bunun faturasını da kalıcı bir şekilde emekçilere ödettirmeyi hedeflediği ortaya çıkmıştı[4].

Bu gelişmeler özellikle Avrupa’nın hemen heryerinde emekçilerin, işsizlerin, gençlerin ve üniversite öğrencilerinin kemer sıkmaya karşı sokaklara çıkmalarına, kitlesel protesto eylemlerine, genel grevlere, yürüyüşlere ve işyeri ve okul işgallerine yönelmelerine neden olarak iktisadi krizi “sosyal bir kriz”e dönüştürmüştü. Ayrıca Avrupa krizi kendilerine uluslararası sermaye çevrelerince “kestaneleri ateşten alma”göreviyüklenenİspanyol, Portekizli ve Yunan sosyal demokrat hükümetlerinin de devrilmesine yol açmıştı. Çünkü
Bu hükümetler ve onların reformist liderleri uyguladıkları kemer sıkma politikaları nedeniyle kendi halklarının gözünde itibar kaybetmiş, hattaPapandreouörneğinde görüldüğügibi,artık işe yaramadıkları anlaşılınca iktidardan düşürülmüştü. Bu olgu da bir kez daha sosyal demokrat ya da reformist iktidarların ya da anlayışların normal zamanlardaki işlevi ile kriz zamanlarındaki işlevinin farklılaştığını ve kriz zamanlarında reformistlerin sistemi kurtarmak adına karşı reformları desteklemekten başka bir şey yapmadıklarını[5] ortaya koymuştu.
İçinde bulunduğumuz yıla ilişkin dünya ekonomisinin gidişatı ile ilgili her cepheden gelen ve giderek de artan haber ve yorumlar ise oldukça kötümser. Örneğin IMF Baş ekonomisti Blanchard bile gelişmiş ülkelerdeki toparlanmanın durduğunu ve 2012 yılının 2008’den daha kötü olabileceğini ileri sürdü. Hükümet politikaları özel sektör beklentilerini iyi yönetmediği sürece negatif beklentilerin hâkim olacağını açıkladı. Ancak hükümetlerin bu beklentileri yönetebilmesi çok zor, zira özel yatırımcıların kendileri bütçe açığı ve büyüme ilgili olarak şizofrenik bir tutum sergiliyorlar. Yani finansal piyasalar devlet tahvili faizlerine çok yüksek spreadler uygulayarak mali konsolidasyon talep ediyorlar, ardından da mali kemer sıkma ekonomik faaliyetleri ve büyüme prospektini azalttığındaşaşırıyorlar. Bu kendi kendini besleyen daralma, liderler kemer sıkmayı zorladıkça, sürüp gidiyor. ABD’ deki mevcut politik konfigürasyonlar ekonomik toparlanma için gerçek bir fiskal teşvik ortamının da yaratılamadığını ortaya koyuyor[6].
IMF’nin verileri (Global Economic Indicators Database) Blanchard’ın kaygılarında ne denli haklı olduğunu ortaya koyuyor. Gelişmiş ülkelerde toparlanma tamamen yok olmasa da ciddi anlamda sönümlenmiş durumda.  Örneğin Japonya’nınmilli hâsıla büyümesi bir kez daha negatife dönerken, ABD’de son derece anemik bir durumda ve avro bölgesi, bölgenin iç sorunları göz önüne alındığında,bu yıl çok daha kötü olacak gibi görünüyor.Azgelişmiş ülkeler ise resesyon döneminde ciddi düşüşler yaşamış olsalar da göreli olarak daha iyi durumdalar. Ama 2010 yılının ortalarından bu yana ortaya çıkan büyüme yavaşlaması eğilimi artarak sürüyor[7].
Keza cılız bir toparlanmanın ortaya çıktığı ve “yeşil filizler” olarak anılan 2009 sonrası dönemde milli gelirin artmasına rağmen açık işsizlik oranları gelişmiş ülkelerde azalmadı. Benzer bir durum diğer az gelişmiş ülkeler için de geçerli. ILO’ nun 2011 Eylül raporuna göre[8] 2011 yılının ilk çeyreğinde sadece bir avuç ülke (Arjantin, Türkiye[9], Brezilya ve Endenozya)  2008 yılının ilk çeyreğindeki istihdam düzeyinin üstünde bir istihdama sahip olabildiler. Kısaca, bugünün ve yakın geleceğin olumsuz beklentileri işgücü piyasalarının çok zayıf olduğu bir dönemde geldi.Bu gelişmelerin özellikleihracatları ve kısa vadeli sermaye kaynakları açısından gelişmişlere göbekten bağlı az gelişmiş ülkeler için kötü haber niteliğinde olduğu açık.
IMF başkanının açıklamaları ise durumun ne denli ciddi olduğunun yetkili ağızdan kabul edilmesi niteliğindeydi. Lagarde eğer ülkeler kendi aralarındaki ayrışmaya son vermeyip, Avrupa’nın derinleşen borç krizi konusunda ortak hareket etmezlerse dünya ekonomisinin, içe kapanma, korumacılığın artması ve izolasyon gibi gelişmeler nedeniyle 1930’lardakine benzer bir çöküş yaşama riskinin olduğunu ileri sürdü ve tüm ülkeleri uyardı. Mevcut durumu güllük gülistanlık değil, tam tersine son derece iç karartıcı olarak tanımlayan Lagarde’ye göre kriz gelişmiş ve azgelişmiş tüm dünyayı etkileyecek ve hiçbir ülke bundan kurtulamayacaktır. Bu nedenle de tüm dünyanın birlikte hareket etmesi şarttır[10].
Finansal krizin derinleştiğini gösteren bir başka gösterge derecelendirme kuruluşu Fitch’in Aralık ayında aralarında Barclays, Bank of America ve Deutsche Bank’ın bulunduğu dünyanın en büyük sekiz bankasının kredi notunu düşürmesi oldu. Ancak bu sosyal gerilimle giderek daha da kötüleşen Avrupa borç krizini derinleştirmekten başka sonuç üretmedi.
Aynı tarihlerde bu kez ABD’li Nobel ödüllü iktisatçı P. Krugman New York Times gazetesindeki "Depresyon ve Demokrasi" başlıklı yazısında ABD ve Avrupa'daki krizin depresyona dönüştüğünü, bunun da politik bir krize neden olarak otoritaryan yönetimlere yol açtığını ve Avrupa demokrasilerinin tehdit altında olduğunu yazdı[11].
Standard & Poor’s 13 Ocak’ta aralarında Fransa, Avusturya ve İtalya’nın da bulunduğu dokuzavro bölgesi ülkesinin kredi notunu düşürdü. Fransa ve Avusturya’nın ‘AAA’ olan kredi notunu birer puan düşürerek ‘AA+’ya çeken S&P, kamu borcu % 90’a yaklaşan Fransa’nın görünümünü de ‘negatif’ olarak belirlediğini duyurdu ve İtalya ve İspanya’nın da kredi notlarını birer basamak indirdi, Portekiz ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin notlarını iki puan düşürdü. Malta, Slovakya ve Slovenya da bu fırtınaya yakalanan ülkeler arasında yer aldı. Not indirimlerine gerekçe olarak, avro bölgesinde artan sistemik stres ve negatif görünümün nedeni olarak da avro bölgesindeki olası yeni resesyon riskindeki artış gösterildi[12]. Paralelindeavro, dolar karşısında hızla değer kaybederek 1,27 seviyesinin altını gördü. Avrupa borsaları eksiye döndü. İMKBhaftayı yüzde 1,1 düşüşle 51 bin 661 puandan tamamladı[13].S& P 16 Ocak’ta bu kez Avrupa Finansal İstikrar fonu’nun (EFSF) AAA olan kredi notunu AA’ya düşürdü[14] ve sonunda Dünya Bankası da kötümserler kampına katıldı ve küresel ekonomi için büyüme tahminini aşağı çekti. Gelişmekte olan ülkeleri “en kötüye hazırlıklı olun” yolunda uyaran kuruluş, örneğin Türkiye için 2012 yılı büyüme tahminini aşağı yönlü revize ederek % 2,9 olarak açıkladı[15].

III. Ekonomik kriz emperyalistler arasındaki çelişkileri derinleştiriyor, siyasal üst yapıyı dönüştürüyor
Avro bölgesi borç krizinin kontrolden çıkarak Yunanistan gibi küçük ekonomilerden İtalya ve İspanya gibi büyük ekonomilere yayılması ve giderek avro bölgesinin göreli olarak daha güçlü ekonomilerine doğru ilerliyor olmasıküresel ekonomiyi depresyona doğru sürüklerken, aynı zamanda da büyük emperyalist ülkeler arasındaki ve tekil ülkelerdeki egemen sınıfın içindeki çatlaklarıda ortaya çıkarmaya başladı.
Avrupalı egemenler arasındaki bölünmenin temelinde herkesin kendi yatırımlarını nasıl koruyacağı ve uluslararası finansal kuruluşların zararlarının nasıl azaltılacağı konuları yatıyor. Avrupalı egemenler ayrıca kendi ülkelerinin politik çıkarlarına ve kendi ülkelerindeki egemen bloğun sorunlarına çözümler üretmek durumundalar. Örneğin Almanya,  ABD ve İngiltere katılmadığı sürece,  IMF tarafından yapılacak olan kurtarma operasyonlarını boykot edeceğini açıkladı.
Ekonominin canlanma dönemlerinde korumacı ve milliyetçi baskılar, sınıfsal ve ulusal çelişkiler gizlenebilirken kriz dönemlerinde bunlar açığa çıkarlar. Bugünkü kriz bu çelişkileri açığa çıkarabilecek ölçekte bir krizdir. IMF başkanının uyardığı gibi avro bölgesinin çöküşü dünya ekonomisini büyük bir depresyona sürükleyecektir. Küresel kapitalizmin geleceği adına IMF başkanının en sert cümlelerle bu uyarıyı yapmasına neden şey İngiltere ile Fransa arasındaki çatışmadır. Lagarde’nin korkuları yerinde, çünkü çelişkiler ve çatışmalar giderek artıyor. Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşları büyüyor ve bu durum küresel ticaretin geleceğini riske atıyor. Uluslararası sermaye açısından bu durum çok tehlikeli bir durumdur, zira 1929 çöküşünü 1930’ların depresyonuna dönüştüren şey korumacılık, devalüasyonlar ve ticaret savaşları gibi çeşitli uluslara mensup sermaye grupları arasındaki çatışmaydı.
Bundan öncekiler gibi Aralık 2011’de yapılan son AB Zirvesi de krizi sonlandırma konusunda ümit vermediği gibi sadece ulusal çelişkileri daha derinleştirmeye yarayacaktır. Nitekim finansal piyasalar, borç krizinin sadece bir gösterge olduğu ve asıl sorunun üretici güçlerin devasa gelişimi ile özel mülkiyet ve ulus devletlerin kısıtları arasındaki çelişkiolduğu gerçeğini göz ardı ederek[16], “borç krizini hafifletecek bir çözüm bulunamadığı takdirde AB’nin hızla parçalanacağı,  karşılıklı korumacılık önlemlerinin artacağı ve hatta bazı ülkelerde demokratik yönetimlerin yerini otokratik biçimlere, askeri hükümetlere bırakabileceğini ya da iç savaşların çıkabileceğini” öngörmektedirler[17].
Kriz sonrasında ortaya çıkmaya başlayan Avrupa devletleri arasındaki çatışmalar Avrupa’nın yeni liderini de yaratmaya başladı. Öyle ki Almanlar AB tarihinde ilk kez dümene geçerken, İngilizler ilk kez bu denli marjinalleştiler. Sarkozy’nin Berlin’e teslim olması 1938 yılında Édouard Daladier’in Münih’e teslim olmasına benzetiliyor. İspanya, İtalya ve Yunanistan’daki gazetelerde ve “talk show”larda İkinci Dünya Savaşı ve Nazi çağrışımları dillendiriliyor ( Dördüncü Reich). Almanya’nın içinde dahi benzer tartışmalar yürütülüyor ve örneğin Almanya’nın ne denli büyük bir kurtarma paketi ile karşı karşıya kaldığı ve bunun Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın borçları ve bunun Hitler’in üzerindeyarattığı etkilere atıfta bulunuluyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaratılan “kötü Alman tiplemesi” nin yeniden canlanmak üzere olduğunu yazanlar var. Almanların tüm Avrupa’ya uygulatacağı en az 10 yıllık bir kemer sıkma stratejisi konuşuluyor[18].
Avrupa Birliği hasılasının %  20’sini üreten en büyük ekonomisi olarak ve diğer ülkeler durgunluktayken 2011 yılını % 2,9 büyüme oranıyla, % 5,5 ile en düşük işsizlik oranıyla kapatabilen Almanya, 9 Aralık’ta yapılan “mali anlaşma” (fiscal compact) ilekabul edilen sıkı maliye politikalarınıneşgüdümünden sorumlu hale gelirken,“Yeni Avrupa Ekonomik Yönetişimi” kurallarının da belirleyicisi oldu.Öyle ki The New York Times gazetesi bu anlaşmayı Almanya’nın zaferi olarak yorumladı.






IV. Yeni Avrupa Ekonomik Yönetişimi[19]
Ekonomik krizin derinleşerek bir sosyal ve politik krize dönüştüğünü gören uluslararası sermaye o zamana kadar uygulattığı, teşvik-destek, genişletici para ve maliye politikaları gibi ekonomi politikalarını ikinci plana atarak kemer sıkmaya ve bunu uzunca bir dönem kalıcı hale getirebilmek için yeni politik yapılanmalara ve örgütlenmelere yöneldi.
Aslında kapitalizmin tarihinde sermaye birikim süreçleri tıkanıp kriz ortaya çıktığında yeni devlet ve hükümet biçimlerine yönelim hep söz konusu olmuştur. İtalya ve Almanya’da faşist devlet biçimlerine geçilmesi gibi L.Amerika ve en son Türkiye’de 12 Eylül askeri diktatörlükleri[20] bunun örneklerini oluşturur.
Avrupa’nın neo liberal ya da sosyal demokrat / reformist hükümetleri de başarısız kalınca bu kez “Yeni Avrupa Ekonomik Yönetişimi” adı altında hem ulusal düzeyde hem de ulus üstü bir hegemonya modeli denenmeye başlandı.   
Yeni ekonomik yönetişim fikrinin ilk adımıMart 2010’da, Komisyon Avrupa 2020 Stratejisi açıkladığında, atılmıştı. Sonra Avrupa Parlamentosu 28 Eylül’de “Altılı Paket” olarak da bilinen ve Avrupa Komisyonu’na üye ülkelerin bütçelerine ciddi anlamda karışma imkânı tanıyan düzenlemeyi oylayarak kabul etti.

Son adım9 Aralık 2011 tarihli “mali anlaşma”yla (fiscal compact) konuldu.17 avro üyesi ülkenin imzalayıp, İngiltere’nin imzalamaktan kaçındığı bu anlaşma Almanya’nın talepleri doğrultusunda mali ve finansal disiplini yasal zorunluluk haline getiriyor. Ayrıca ilerde yapılacak olan kurtarmalar için yeni fonlar yaratıyor.

Bu anlaşma çerçevesinde “Avrupa Finansal İstikrar Kolaylığı  (EFSF) finansmanı yaygınlaştırılacak ve Avrupa Merkez bankası (ECB), EFSF adına piyasa operasyonlarında görev alacak. Ayrıca Avrupa İstikrar Mekanizması  (ESM) anlaşmasının üye ülkelerin % 90’ının sermaye taahhütlerinini onaylanmasının ardından EFSF /ESM’ nin hali hazırda 500 milyar avroluk kaynağının yeterli olup olmadığı Mart 2012’de gözden geçirilecek. İlave olarak üye ülkeler tarafından on gün içinde IMF için ilave 200 milyar avroluk ek kaynak taahhüt edilecektir. ESM’nin her koşulda gerekli olan kararları alabilmesini sağlayabilmek için oylama kuralları “acil durum prosedürü” nü içerecek şekilde değiştirilecektir.
Bir başka anlatımla, avro bölgesi “parasal birliği”ne eşlik edecek bir “mali birlik” önerilmektedir. Bu öneri altında sırasıyla ECB’nin eurobond çıkarması, bunun tüm avro bölgesi hükümetlerince teminat altına alınması, borçlu PIIGS (Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistanve İspanya) ülkelerine ECB tarafından sınırsız fon temini Brüksel’in ulusal bütçeler üzerine yasal kısıtlar koyması mümkün olmaktadır.
İlk iki öneri Almanya gibi güçlü ülkelerin parasını ECB aracılığıyla PIIGS ülkeleri gibi yüksek borçlu ülkelere transfer etmek anlamına geliyor.  Transfer ihtiyacı Yunanistan ve Portekiz gibi küçük ülkelerle sınırlı kalmayıp İtalya ve İspanya’nın da kurtarılacaklar arasına girmesi bunu zorlaştırıyor. Keza Fransız bankalarının konumundan ötürü Fransada potaya girebilir. Almanya’nın omuzları ise bu yükü taşıyacak kadar geniş değil. Ayrıca mali birlik altında yapılacak bu transfer bir kereliğine değil (one-off), devam eden bir süreç olacak. Çünkü PIIGS ülkelerindeki yavaş büyüme ve devasa bütçe açıkları gibi temel sorunlar ortadan kaldırılamayacak. Bir başka soru tüm bu kaynakların Almanya’ya nereden geleceğidir. Son tahlilde bu kaynaklar Alman vergi mükelleflerinden alınan vergilerle oluşturulacaktır. Bu nedenle de Almanya da kemer sıkma uygulamalarına gitmek durumunda kalmıştır.  Böylece kapitalist temelde yeşerecek olan Avrupa Birleşik Devletleri gerçekte sadece “Kemer Sıkma Birleşik Devletleri” olabilecektir.ECB’nin para basarak bu kaynakları sağlaması önerisi ise Merkel tarafından “hiperenflasyona neden olacağı ve ABD deki miktarsal genişleme programlarının sonuç vermediği gibi her hangi bir sonuç vermeyeceği” gerekçesiyle reddedildi. Gerçekten de böyle bir enflasyon sıradan insanlar için başka tür bir kemer sıkma anlamına gelecektir[21].
Bu anlaşma ile kısa vadede daha kuvvetli ve etkili önlemler alınması, uzun vadede avro bölgesi kurallarının gözden geçirilerek yenilenmesive böyle bir merkezileştirilmiş mali ve finansal disiplinin Almanya’nın himayesi ve denetiminde olması karara bağlandı.

“Yeni Ekonomik Yönetişim” stratejisinin üç aşaması mevcut[22]:  İlk olarak,“Avrupa Sömestiri” (The European Semester) adı verilen ve Aralık 2011’den itibaren devreye girecekolan yeni bir düzenleme söz konusu. Bu mali anlaşma çerçevesinde oluşturulacak olan yeni mali kuralın temel unsurları şöyle açıklanmaktadır[23]:
-          “Genel yönetim bütçesi ya dengede olacak ya da fazla verecektir: Genel bir kural olarak yapısal bütçe açığı nominalGSYH’nin binde5’ini aşmadığı sürece bu ilkeye uyulacaktır.
-          Böyle bir kural üye ülkelerin yasal sistemlerinde anayasa düzeyinde ya da buna eşit bir düzeyde yer alacaktır. Bu hedeften bir sapma söz konusu olduğunda otomatik bir düzeltme mekanizması devreye girecektir. Bu her bir üye ülke tarafından Komisyon’ca önerilen ilkelere göre tanımlanacaktır.  Bu kuralın ulusal düzeyde transpozisyonu konusunda Adalet Mahkemesi’nin (Court of Justice) yetkili olduğu kabul edilmiştir.
-          Üye ülkeler kendi özgün mali süreçlerini Komisyon tarafından önerilen takvime uyarlayacaklardır.
-          Aşırı düzeyde açığı bulunan ülkeler bütçe ön onayı için ve bu açıkları etkin bir biçimde kapatabilmek için yapılması gerekli olan yapısal reformların detayları ile ilgili onay için Komisyon ve Konsey’e başvuracaklardır. Yıllık bütçeler ve program uygulamaları Komisyon ve Konsey’in gözetiminde olacaktır.
-          Üye ülkelerin kamu borçlanmasına ilişkin planlarının önceden raporlanmasını mümkün kılacak bir mekanizma oluşturulacaktır”.

Görüldüğü gibi bu düzenlemeyle her bir üye devlet bütçesinin önce Avrupa Komisyonu ve Konseyi’nin onayına sunulup sonra ulusal parlamentolarda yasalaşmasını öngören bir “ulus üstü bütçe denetim ve gözetimi” söz konusudur.Böylece Avrupa Komisyonu da kriterlere uygunluğun sağlanması için değişiklikler önerme yetkisine sahip olacaktır. Ayrıca hükümetler birbirlerini hazine bonosu ikrazının miktarı ve anayasa ve kanunlarında yer verecekleri borçlanma sınırları ile ilgili olarak bilgilendirmek zorundalar.Ülkeler bu borç sınırlarından saptığında otomatik bir düzeltme mekanizması devreye girecek ve Avrupa Adalet Mahkemesi üye ülkelerin kanunlarında yazılı olan borçlanma sınırı ile ilgili kurallara uyulup uyulmadığının denetiminden sorumlu olacak.

Bu düzenlemeyle burjuvazi başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’da eski tarz hükümet anlayışından, ulusal meclislerin bütçe yapma hakkını ortadan kaldıracak olan yönetişim anlayışına doğru bir geçişin ihtiyacını parlamentolara kabul ettirmiştir[24].Bir başka deyişle, “Alman burjuvazisi İspanya ve İtalya’nın borçlarını üstlenmeye yanaşmıyor ve tüm yükün çalışan sınıfların omuzlarına binmesini istiyor. Ayrıca Alman burjuvazisinin mali disiplin ve bütçesel sorumluluk önerileri sadece Yunanistan ya da İtalya’da değil tüm Avrupa’da kalıcı kemer sıkma rejiminin uygulanması girişimidir. Bu derinleşen bir iktisadi çöküş ve paralelinde gelebilecek olan sınıf mücadelesi patlamasına karşı da bir önlemdir.Bu anlaşma kanunlarla anayasal düzenlemelerle desteklenecek olan uç bir kemer sıkma anlaşmasıdır. Yani krizin bedelinin işçiler tarafından ödenmesinin seçilmemiş bürokratlarca denetlenmesi yasal bir zemine kavuşturulmaktadır. Martin Wolf (Financial Times) bunu şöyle açıklıyor: “ Bütçe açıkları GSYH’nın binde beşini aşamayacak, aşması halinde yasalar bu sapmanın düzeltilmesi için gerekli otomatik düzeltmelere imkân tanıyacak. Seçilmemiş olan bürokratlardan oluşan Komisyon seçilmiş olan hükümetlere yasaklar koyacak. Seçilmişler ısrarcı olurlarsa Komisyon onların yerini alacak”. Bu anayasa üzerinden yürütülen bir gasptır. Küresel piyasaların hegemonyası altında hiçbir zaman bir tür aldatmacadan öte gidemeyen ulusal bağımsızlık şimdi bütünüyle içi boş bir kavrama dönüşmektedir.Ayrıca mevcut koşullarda daha büyük bir entegrasyon Avrupa halklarının kendi aralarında dayanışmayı artırmayacak, tam tersine Almanya’nın Avrupa üzerindeki baskınlığını artıracaktır”[25].




Ancak böyle ebir kuralı anayasalara konulması kendi içinde sorunlu olabilir. Öyle ki;“2009 Anayasa değişikliği ile Alman anayasasına konulan bir “sıfır yapısal açık kuralı”nın kendi içinde açmazları mevcuttur. Bu mali kural diğer üye ülkelerin anayasaları ve politik ortamlarıyla uyumlu olmayabilir. Anayasada yer almış bir düzenleme ne kadar anti-popüler olursa olsun uyulmak durumunda olacağından uygulamacıların işini kolaylaştırcağı açık olsa dabir kuralı anayasaya koymak karmaşık bir iştir. Süper çoğunluk, referandum ve yasal bekleme sürelerinin uzunluğu gibi engeller söz konusu olabilir.Ayrıca esneklik sorunu ortaya çıkacaktır.  Anayasal bir kuralı, değişen bir ortama kolayca uygun hale getirmek ya da kötü hazırlanmış olarak anayasaya yerleştirilmiş olan bir mali kuralı büyük çoğunlukla ikinci kez değiştirmek çok zordur. Keza yapısal bütçe dengesi döngüsel olarak ayarlanmış figürlere dayanır ki bunların tahmini sorunludur ve tam olarak yapılamaz.Sermaye bütçesi operasyonlarının etkileri gelecek kuşaklara yayılabilir buna rağmen kural cari bütçe ve sermaye bütçesi ayrımı yapmaz. Sıfır yapısal açık kuralı sonuçta çok sıkı uygulanmak durumunda olduğundan uzun vadede kamu borçlanmasını ortadan kaldırmaya neden olacaktır. Ancak mali sürdürülebilirlik böyle bir işlev yüklenmez, zira borçlanma sermaye hesabını fonlamada kullanılan en değerli araçtır. Ayrıca bütçe açığı ekonomik stabilizasyon açısından faydalı olabilien bir araçtır. Son olarak bu kuralın uygulanması politik gerilimi artırabilir. Örneğin % 100’lük bir kamu borç stokuna sahip bir ülke bu kural ile borç stokunu azaltıp, kısa vadede negatif borçlanmaya dahi geçebilir. Ama anayasal olarak kural hala oradadır. Böyle bir ekonomik durum arzu edilemeyeceğinden anayasanın yeniden değiştirilmesi gerekecektir. Fırsatçı küçük bir parti grubu dahi bu oylamayı önleyebilir”[26].

İkinci olarak“Büyüme ve istikrar Anlaşması”nın (the Growth and Stability Pact) güçlendirilmesi kapsamında kamu borç stokunda % 60 ve bütçe açığında  % 3 sınırlarına kesinlikle uyulmasını teminen yeni kurallar getirilerek borç stokları azaltılacaktır.

Üçüncü olarak makroekonomik dengesizliklerin ortaya çıkışı önlenecektir. Burada iki şey önemli hale gelmektedir: Makroekonomik dengesizlik kavramının geniş tutulması ve bir ön uyarı sisteminin kurulması. Öyle ki artık dengesizlikler yüksek bütçe açığı ya da kamu borcu ile sınırlı olmayacaktır. Örneğin bir üye ülke ekonomisinin rekabet gücü azalırsa ya da kamu harcamalarının düzeyi aşırı artarsa bir ön uyarı sistemi altında AB kurumları bu ülke ekonomisine müdahale edebilecektir. AB Komisyonu’na göre rekabet trendinden sapmalardan, konut balonlarına; etkinsiz kaynak tahsisinden, iç ve dış borç birikimine ve sürdürülemez tüketim düzeylerine kadar pek çok şey makroekonomik dengesizlik olarak nitelenecektir. Böylece maliye politikasından işgücü politikası ve borçlanma politikasına kadar her araca müdahale edilecektir.

Bu yeni “aşırı dengesizlik prosedürü”(Excessive Deficit Procedure -Article 126) ve diğer önerilerin temelinde rekabetçilik yatıyor vealınan kararların gerekçelerinde Komisyon, rekabet gücünün gelitirilmesine olan ihtiyaca vurgu yapıyor. Geçtiğimiz on yıl boyunca AB’nin kilit hedefi rekabetçilik oldu. Ekonomik yönetişim tartışmalarına paralel bir biçimde AB kurumlarınca Avrupa 2020 adı verilen ve esasta Lizbon Stratejisi’nin (2000) bir revizyonu niteliğinde olan yeni bir uluslararası rekabetçilik stratejisi benimsendi.Bu stratejide yer alan rekabetçilik, esnek işgücü piyasaları, kamusal emeklilik haklarının budanması, eğitim ve araştırma politikalarının doğrudan büyük işçevrelerine hizmet eder bir hale getirilmesi anlamına gelmektedir[27]. Böylece bir üye ülkenin rekabetçi gücünde bir sapma biçiminde bir dengesizlik tespit edildiğinde ekonomik yönetişim çerçevesinde bu ülkeden kamu kaynaklarının tahsisi, vergi önlemleri, işgücü piyasası müdahaleleri gibi ve daha öte konularda taleplerde bulunulacaktır.

Nitekim AB’nin son on yılının temel hedefi olan rekabetçilik stratejisi AB politikaları üzerinde derin sonuçlar yaratmıştır. Hizmet serbestleştirilmesi üye ülkelerin iş yasalarını tehdit eder duruma gelirken, kamusal hizmetler liberalize edilmiş, büyük sermaye ve çevrelerinin şikâyetçi oldukları bürokrasi azaltılmış, sosyal sorunlar gündemden düşürülmüş,  karar süreçleri hızlandırılmış ve kısmen açık politik tartışma alanlarından kaldırılarak diğerlerinin sesini kısıp iş âleminin hizmetine sunulur bir hale getirilmiştir[28].

Uluslararası rekabetçilik bugüne kadar bir sihirli değnek gibi, örneğin ne zaman kimyasallar ya da iklim değişikliği ile ilgili bir düzenleme yapılmaya kalkılsa sihirli dokunuşuyla bu düzenlemelerden bağımsız olunması gereğinin savunulmasını sağladı. Şimdi ise büyük sermayenin kendi gündemini ilerletmek için çok daha güçlü silahlara sahip olduğunu görmekteyiz. Son on yıllık süreçte büyük sermaye gündemlerini hayata geçirecek kurumsal düzenlemeleri yapmak için lobicilik yaptıve son kriz bu amaçlarını hayata geçirmek için çok büyük bir fırsat oldu.

Makroekonomik dengesizlik savınıneleştirilecek çok sayıda yönü mevcut. Çözüm olarak önerilen mali işbirliği Çevre ülke işçilerinin büyük bedeller ödemesine neden olacaktır. Muhtemelen avro dışı AB ülkeleri de bundan etkilenecektir.  Ancak burada bir çelişkiye değinmek gerekir. Eğer rekabet gücünü artırmanın yolu önerildiği gibi kamu harcamalarının ve vergilerin düzeyini düşük tutmaktan ve kamu hizmetlerini özelleştirmeden geçseydi Nordik ülkeleri OECD’nin en rekabetçi ekonomiler listesinin başında yer almazdı. Hepsi ilk onda yer almaktadır. Kaldı ki ücret ve tüketim kısıntısının rekabeti artırıp büyümeyi hızlandıracağı tezinin ne denli ters sonuçlar verdiği 1929 Bunalımı sonrasında uygulanan kemer sıkma politikalarının neden olduğu deflasyon (durgunluk) ile görülmüştür.

Bu düzenlemelere Avrupa’da sosyal demokrat partilerden, yeşillere (kısmen karşı olsalar da), liberallere ve muhafazkarlara kadar geniş bir cepheden politik destek verilmesi de son derece çarpıcıdır. Hemen hepsi “Büyüme ve İstikrar Anlaşması”nın esnek uygulanmasına son verilerek yeni ve daha güçlü tedbirlerle güçlendirilmesi ve Avrupa 2020 Stratejisinin hedeflerine sıkı sıkı bağlı kalınması konusunda hem fikir oldular[29].

Buna karşılık emek örgütleri, örneğin Avrupa Sendikaları Konfederasyonu ETUCbunun krizi daha da derinleştireceği gibi, istihdam, ücret, sosyal hak, sosyal hizmet kısıntısı ve işten atmayı kolaylaştırma dışında bir anlam ifade etmediğini açıkladı[30].

Avro bölgesindeki dengesizlikler finansal kriz öncesinde de vardı ve Komisyon bu gerçeği görmek istemediğinden yeni ekonomik yönetişim çare olmayacaktır. Yüksek teknolojili Almanya gibi ülkeler karşılığında devalüasyona da başvuramayan Güney ülkelerinin rekabet gücünü kaybetmeleri çok doğal. “Komşun aleyhine devalüasyon yapmak” anlamına gelen politikalardan (beggar-thy neighbour) kaçınmak gerekçesinin ardına sığınılarak aslında sadece Almanya’nın lehine çalışan yeni bir tür “beggar-thy-neighbour” politikası uygulanmaya başlanmıştır. Çünkü diğerlerinin eli kolu bağlıyken Almanya giderek tek güç haline geldi. Alman işçisi ise hiçbir ülke işçisinin yaşamadığı kadar ücretlerinde bir durgunluk yaşamak durumunda kaldı[31].

Kısaca özgün maliye politikası standartları uygulamanın arka planındaki fikirler bir süredir büyük iş ve sermaye çevrelerinin rekabeti geliştirmek için daha güçlü önlemlere başvurmayı Komisyon’a öneren fikirlerdi. Eski Komisyoner yeni İtalya başbakanı Monti Yunanistan krizi sayesinde bu fikirleri hayata geçirebilecek yeni düzenlemelere kavuşmuş oldu.  Bu gelişmeler krizlere verilecek yanıtı gerçekte güç ilişkileri tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. Bu yanıt rekabetçi politikaların arkasında durarak avrodaki açık çıkarları açısından en güçlü ulusların ve krizi kendi çıkarları için kullanmaları açısından en güçlü şirketlerin tercihleri doğrultusundaki bir yanıttır.Çevre ülkelere büyük miktarda transfer yapılacağı rüyasını görenlerin payına düşen ise ücret ve kamu harcamalarını baskılayan ve kamu kaynaklarını sadece rekabetçiliği geliştirmeye ayırmayı amaçlayan kalıcı yapısal programlar olacaktır[32].

Yeni Ekonomik Yönetişim Stratejisi’ninbir diğer ayağında (The scoreboard) üye ülke ekonomilerinin gelişiminin izlenmesi ve dengesizliklerin tanımlanabilmesi için bir gözetim sisteminin kurulması yer alıyor. İzleme parametreleri belirlendiğinde Komisyon alarm düzeylerini ya da eşikleri tanımlayacaktır. Böylece önizleme sistemi önceden belirlenmiş olan parametreler ve alarm düzeylerinden oluşacaktır. Üye ülke fiyat rekabeti ya da kaynak tahsisi üzerindeki eşiği aşıyorsa “aşırı dengesizlik prosedürü”başlatılacaktır. Böyle bir durumda Avrupa Konseyi üye ülkenin bir eylem planı yapmasını isteyecek ve bu plan yeterli bulunmazsa, nitelikli çoğunluğun oylarıyla kabul edilmiş olan prosedüre göre Konsey eylem planının değiştirilmesini üye ülkeden talep edecektir.

Son olarak, alınan bu kararlara uymayan üye ülkelere uygulanacak yaptırımların tespiti söz konusu olacaktır. Yaptırım üyenin avro bölgesi üyesi olup olmadığına göre değişiyor. Eğer söz konusu ülke üye ise yaptırımlar kesinlikle uygulanacaktır. Bir öneriye göre bu ülkenin GSYH’sinin binde birine kadar bir para cezası olabilecektir. Bu durumda örneğin İspanya yılda 1 milyar avro ceza ödemek durumunda kalabilecektir[33]. Eğer kurala uymayan ülke avro bölgesi dışında bir AB üyesi ise yapılacak şey düzenli bir biçimde kamuya açık yollarla bu ülkenin teşhir edilmesi (kara liste) ve bütçe ön onayı prosedürünün bu ülkeler için hayata geçirilmesi olacaktır. Para cezalarına alternatif olarak avro bölgesi dışındaki ülkelere verilen krediler kesilebilir.

Ancak kara listeye alınmanın önemsiz olduğu düşünülmemelidir. Kısa dönemde dahi bu ülkeler İrlanda örneğinde olduğu gibi bundan ciddi biçimde etkilenebilir. Bu ülke 2010 yılında aylarca AB/IMF kredilerini almamak için dirense de Kasım’da bunu almak zorunda kaldı. Büyük ülkeler bu kredileri alma konusunda İrlanda Hükümetini ciddi olarak baskıladılar. Burada amaç İrlanda’yı kurtarmak değil, avro bölgesini ve bankaları yayılma etkisinden kurtarmaktı. Bu karar İrlanda’nın ekonomi politikalarını kıskaca alan bir karardır.

Kısaca mali anlaşmanın iktisadi boyutundauluslararası finansal sermaye adına hareket eden Troykatarafından üye devletlerden işgücü politikaları ve kamu bütçesinin yeniden bölüşüm politikalarını emekçiler aleyhine ve sermaye lehine (rekabet gücünü artırmak adına) değiştirecek reformlar uygulamaları ve ücretleri ve yaşam standartlarını düşürmeleri yani hali hazırdaki kemer sıkma önlemlerini daha da sertleştirerek kalıcı hale getirmeleri istenmektedir.Ayrıca kamuda özelleştirmelerin hızlandırılması, kamu sendikalarının etkisizleştirilmesi ve sosyal güvenlik-sağlık hizmetleri azaltılması istenmektedir.

Bu anlaşma maliye politikasının kontrolünün ele geçirilmesi anlamına gelmektedir. Vergi koyacak bir Pan-Avrupa parlamentosunun yokluğunda maliye politikası ECB’ye geçer. Bankalar adına hareket eden ECB ise 20yyın karakteristiği olan artan oranlı vergilemeyi tersine çevirmekten yana. Bankalar / kreditörler hükümetlerden kamusal yükümlülüklerini, harçlar ya da kullanıcı ücretleri temelinde yeniden yapılandırmalarını talep etmektedirler. Böylece vergi yükünün servetten ve finanstan emeğe ve reel ekonomiye kaydırılmasıyla mali ele geçirme özelleştirme biçiminde yürütülmekte olan gaspın da üstüne çıkmaktadır.

Bu durum kendi kendini yok eden bir kısa dönemli durumdur. İronik olan ise PIIGS ülkelerinin bütçe açıklarının temel nedeninin servetin yeterince vergilendirilmemesi olması ve vergi yükünün bu kesimlerden daha da alınıp diğer kesimlere kaydırılması halinde bütçenin daha da kötüleşeceğidir. Fakat bankalarşu anda kısa dönemde ne elde edebilecekleriyle ilgilenmektedirler. Bu kesimler vergi idaresinin kendilerinden almadıkları vergilerin dışarıya verecekleri kredi miktarını artıracağını bilirler. Bu nedenle de Yunanistan ve diğer  devletleresosyal harcamaları kısmaları (Alman ve Fransız silahlarına dayalı savunma harcamaları hariç ) ve vergileri emekçiler ve sanayi üzerine kaydırmaları ve henüz özelleştirilmemiş olan kamu hizmetlerinin fiyatlarının artırılması söylenmektedir[34].

Siyasal alanda isepolitik gücün seçilmiş hükümetlerden büyük bankalar ve finansal kuruluşların adına hareket eden teknokrat hükümetlere transferi öngörülmektedir. Politik gündem AB düzeyine taşınırken, politik güç de ulusal düzeyden Avrupa düzeyine transfer ediliyor.
Bu anlaşma ile AB Cuntası İtalya ve Yunanistan’daki seçilmiş hükümetleri devirerek ve yerine şirket gauleiterlerini koyarak, avro bölgesinde sıkışmış olan tüm üye devletlerin bütçelerinin kontrolünü ele geçirmek istiyor. Bu Alman-Fransız operasyonu bir “altın kural”ı içeriyor. Buna göre özel sektörün avrodan kaynaklanan ciddi krizlerden asla zarar görmemesi sağlanacaktır. Ulusal parlamentolar, ESMaltında etkin bir biçimde kapitalizmi ve özel sektörü tazmin edecek olan nakit makinalarına dönüştürülecektir. Avro seçkinleri hem bankaları hem de avroyu koruyabilmek için böyle yeni bir anlaşmaya ihtiyaç duyuyorlar. Amaç 17 avro üyesi ülkeyi demokratik olmayan bir mali, parasal ve ekonomik birliğe doğru zorlamaktır.Berlinise, AB kurumlarının mali kurallara uymayan üye ülkelerle ilgili olarak hem yargıç, hem jüri hem de savcı gibi davranmasını istemektedir. ESM Lüksemburg’ta konuşlanacak ve avro bölgesi devletlerinden gelen üyelerden oluşan bir yönetim kuruluyla yönetilecek ve AB dışında faaliyet gösterecek. ESM’nin 27. ve 30. maddelerine göre kurum ve çalışanları hiçbir şekilde yargılanmaya tabi tutulmayacaklar,  vergilemeden ve finansal kurumlara uygulanan normal mevzuattan muaf tutulacaklar. Bir başka deyimle, ESM’nin kendisi kanun gibi değerlendirilecek ve avro bölgesi ve parlamentoların yetkisinde olan ulusal bütçelerin üstünde kararlar verebilecek düzeyde AB’ ye paralel bir hükümet olacak. Kısaca ESM, ikibaşlı Avrupa’nın bir başını oluşturacaktır[35].
Bugün Avrupa’yı sarmalına alan savaş sadece ekonomik değildir. Finansal oligarşisiseçilmiş hükümetlerin yerini alıyor ve bütçe yapma hakkını yitiren halklar borç kölelerine indirgeniyor.
“Bu yeni finansallaşmış savaşta hükümetler finans işgalcileri adına kendi halklarına karşı bir zor gücü olarak hareket edecek şekilde yönlendirilmektedirler. Kuşkusuz bu durum yeni bir şey değil. IMF ve Dünya Bankası’nın L. Amerikan diktatörlükleriyle, Afrikalı askeri şeflikler ve diğer oligarşik yönetimlerle yönetilen ülkeler üzerine kemer sıkma politikaları uyguladığına tanık olduk. İrlanda, Yunanistan, İspanya ve Portekiz şu anda aynı tür varlık gasp edici uygulamalara tabiler. Çünkü kamu politikaları bankerler-dolayısıyla da % 1’lik nüfus adına hareket eden hükümetler üstü finansal ajanların ellerine bırakılmaktadır”[36].
Keza Yunanistan ve İrlanda gibi AB’nin en sıkıntılı iki ülkesinin ekonomi politikalarının hali hazırda çok büyük kısmının AB tarafından yönetilmekte olduğu bir gerçektir. AB ve IMF kredileriyle gelen “şartlılık” (conditionality) önümüzdeki yıllarda da bu ülke ekonomilerinin AB tarafından yönlendirileceğini ortaya koyuyor. Ancak çok az insan özellikle de ulusal bütçe önceliklerine müdahalenin bu iki ülke ile sınırlı kalmayacağının ve tüm üye ülkelere, bilhassa avro bölgesindekilere ve borçları ciddi olsun olmasın,  yayılacağının farkında.
Sermayenin yeni bir ekonomik ve sosyal ajandasını hayata geçirmek demek olan ancak Avrupa Komisyonu Başkanı José Manuel Bar­roso tarafından “sessiz devrim[37] olarak nitelendirilen bu gelişmeler demokrasi karşıtı tepede inme bir “sessiz karşı devrim” niteliğini taşıyor. Finans oligarşisi tarafından yapılan bu sessiz darbe ile vergileme ve bütçenin planlanması ve denetimi uluslararası banka kartellerince atanmış olan bir avuç seçkin yöneticinin ellerine bırakılmaktadır.
Kısaca, sermaye çevreleri krizi fırsata dönüştürüyor. Kamusal alana olan müdahaleler daha sistematik bir hale getiriliyor ve geleneksel politik hassasiyetler bir kenara atılarak maliye politikaları üzerine ciddi kısıtlar konuluyor. İtalya’nın eski Maliye Bakanı bu gelişmeleri “sorumlulukların devasa transferi ve bütçe politikalarının milli olmaktan çıkartılması” olarak yorumladı.[38]

Obama’nın üst düzey bürokratlarından Rahm Emanuel’in de dediği gibi : “ kriz (sermaye sınıfı için demek istiyor MD) israf edilemeyecek kadar iyi bir fırsattır”.Yani finans kapitalin depresyonun yükünü halkın büyük bir kısmının üzerine yıkmasını gerektirecek bir ekonomik ya da teknolojik neden yok. Ancak bu kriz ile bankaların, ECB’nin ekonomi politikasının denetimini ele geçirme imkanı doğdu.1960’lardan bu yana ödemeler bilançosu krizleri bankerler ve likit yatırımcılar açısından maliye politikasının kontrolünü ele geçirmek açısından önemli fırsatlar yarattı. Böylece vergi yükünü emeğin üzerine kaydırırken sosyal harcamaları darma dağınık ettiler, yabancı yatırımcıları ve finans sektörünü sübvanse ettiler. Yaşam standartlarını ve sosyal harcamaları azaltan kemer sıkma politikalarından kazanç sağladılar. Borç krizi yerli finansal seçkinler ve yabancı bankaların toplumun geri kalanını borçlandırmasının önünü açtı. Yıllardır ödemedikleri vergilerle yarattıkları fonları aracılığıyla kredilendirme imtiyazından yararlanarak toplumsal varlıkları ele geçirdiler. Zenginliklerin ve gücün ele geçirilebilmesi için buna karşı durabilecek nitelikteki normal demokratik politik süreci sonlandıracak bir krize ihtiyaç vardır. Politik panik ve anarşi ortamında bu gaspçılar daha hızlı hareket ederler[39].

Nitekimgeniş kitleler bu gelişmelere karşı kayıtsız kalırken, büyük sermaye çevreleri bu gelişmeyi alkışlıyor ve bu önlemlerin sermaye dostu “AB 2020 Stratejisi”nin hayata geçirilmesini kolaylaştırmasını diliyorlar. Örneğin. Avrupa İşverenler Birliği (The European employers‟ association) adlı bir üst işveren örgütü rüyalarının gerçek olmasını sağlayan bir adım olarak bu gelişmeleri desteklediklerini açıkladı[40] . Keza büyük çok uluslu şirket yöneticilerinin yer aldığı Avrupa Sanayicileri Birliği Başkanı Daniel Janssen bu desteği şöyle açıkladı:

“Katı,  aşırı düzenlemeye ve vergilemeye eğilimli koruyucu ulus devlet parçalanmıştır. Bir yandan özelleştirme ve deregülasyonlarla kamuyu ve devleti küçültürken, diğer yandan ulus devletin güçlerini daha modern ve uluslararası bir bakışa sahip bir yapıya transfer ediyoruz. Avrupa’nın birliği ilerliyor ve uluslararası sermayeye yardımcı oluyor”[41].

2002 yılında AB Yönetişimi konusunda yazdıkları bir makalede bu birliğin yöneticileri  “ tek bir para politikası mevcut iken avro bölgesinin tümü için geçerli bir maliye politikasının olmamasının ekonomik şoklara yeterince güçlü olunamamasının nedeni olduğunu”  ve ulusal maliye politikalarının tek bir düzlemde AB düzeyinde tasarlanması gerektiğini ileri sürmüştü[42]. Böylece bugünün prosedürüEylül 2010’da sermaye örgütleri tarafından hazırlanmaya başlanmış ve  “yeni bir ekonomik yönetişim” talepleriAB anayasası bünyesine taşınmıştır.

V. Teknokrat hükümetler
Kasım ayında Papandreu’nun demokrasi ile flörtü bono piyasalarını kızdırmış ve yatırımcıları panikletmişti. Ardından bu yatırımcılar gözlerini İtalya’ya çevirdiler ve bir iki gün içinde İtalya’nın borçlanma faizleri bir zamanlar Yunanistan, Portekiz ve İrlanda’nınkiler kadar arttı. İtalyan kamu borç stokunun  % 120’yi bulması ve ardından hızla fırlayan faiz oranları büyük uluslararası bankalar ve AB politikacılarını bu borçların geri ödenmesi konusunda ciddi endişeye sevketti. Dünyanın en büyük yedinci ekonomisi ve AB’nin ikinci büyük sanayi ülkesinde borç temerrüdü bir bankacılık krizi yaratarak Avro bölgesinin ve ardından dünya finans sisteminin çöküşüne ve bir diğer resesyona neden olabilirdi. Ayrıca piyasalarBerlusconi’nin kemer sıkma ve sosyal hizmetleri budama programını yeterli bir biçimde uygulamadığına inanıyordu.Bu yüzden IMF ve ECB’ nin desteğini arkalarına alan Avrupa’nın asıl patronları Merkel ve Sarkozy bu gelişmeleri önleyebilmek için radikalleşme kararı aldılar.Bu iki lider Berlusconi’nin istifası halinde piyasaların toparlanabileceğine ve güvenin tazeleneceğine inanıyorlardı.
İtalya’da ana programatik noktalar 2011yazında bir liste halinde ECB tarafından Berlusconi’ye bildirilmişti. “Piyasa güvenini yeniden sağlayabilmek” içinve ücret kısıntıları, işe alma ve işten çıkarmada işçi sendikalarının devreden çıkartılması, emeklilik yaşının uzatılması ve büyük çaplı özelleştirmelerin hayata geçirilmesi demekolan “yapısal reformlar” sürecinin hızla başlatılması için ayrıca İtalyan Maliye Bakanı’na Olli Rehn tarafından yazılan bir mektupla ECB’nin talebi olan 39 reform önlemi sıralandı.  IMF incelemelerinin yoğunlaştıracağı açıklamasının ardından, ECB İtalyan hazine bonosu alımını durdurdu.Bu gelişmelerden bir kaç gün sonra Berlusconi’nin 17 yıllık ve Papandreu hanedanının 40 yıllık hegemonyası sona erdirildi[43].
AB destekli coup detat öyle açıktı ki piyasa yanlısı the Economist Dergisi “mesajın G20 Cannes toplantısında verildiğini ve bunun ya reform yaparsınız ya da gidersiniz” şeklinde açık ve net olduğunu teyid etti. Böylece NATO’ nun Kaddafi’yi yok ettiği gibi AB de başarılı bir darbe ile iki lideri kapı dışarı etti.Bu yapılan hiç bir şey değilse en azından yüz yılın darbesidir[44].
Berlusconi’nin istifası tıpkı 25 Temmuz 1943’te Mussolinin devrilmesinde olduğu gibi halkın çoğunluğu tarafından çoşkuyla karşılandı. Öyle ki yığınlar profesyonel şarkıcılardan oluşan bir koronun eşliğinde Handel’in Messiah’sını, Partizan Marşı ‘Bella Ciao’ ı ve Verdi’nin ‘Va pensiero’sunu hep birlikte okudular. Berlusconi İtalya tarihinde başkanlık sarayını arka kapıdan gizlice terk etmek zorunda kalan ilk başbakan oldu. Ancak Berlusconi’yi bu şekilde gönderenler seçmenler ya da bir genel grev dalgası değil Troyka’nın baskıları oldu. Geriye dönüşü olmayan yolun son noktası “9 Kasım Kara Çarşamba” idi, zira o gün İtalyan hazine bonolarının faizi tavan yaparak % 7’lik sınıra varmıştı ve ancak bir istifa piyasaları sakinleştirebilirdi. Berlusconi İtalyan halkını ya da ekonomisini düşündüğünden değil, sahibi olduğu medya şirketlerinin değeri hızla düşmeye başlayınca ve beş çocuğunun geleceği ile ilgili endişeleri artınca, fazla direnmedi ve istifa etti[45].
Darbe devrilenin yerine yeni kuklalar getirildiğinde gerçekten darbe olur.Bu nedenle de Almanya ve Fransa, İtalyan ve Yunan devlet başkanları üzerindeki baskılarını artırdılar.  Sarkozy ve Merkel İtalya devlet başkanı G. Napolitano’yu, Monti’ye yeni hükümeti kurma vermesi için baskıladılar.İtalya için Monti ve Yunanistan için Papademos gibi ABD’de eğitilmiş iki bankacı ekonomistin bu iki ülkenin yeni liderleri olarak seçilmelerine, finansal konulardaki uzmanlıkları, dolayısıyla da krizle mücadele için alınacak kemer sıkma önlemleri ve yeni yapısal reformları hayata geçirebilme konusundaki kararlılıkları gerekçe gösterildi.Ana fikir partiler üstü politika ve ulusal düzeydeki karar almayı alanında süper bilgi donanımına sahip uzmanlara bırakmaktı.
Bu fikirler hemen yansı da buldu ve BBC, “teknokratların deneyimli ve güvenilir olduklarını, piyasaları ve avro bölgesi liderlerini değişimi gerçekleştirebileceklerine inandırabileceklerini” yazdı.Benzer yorumlar diğerlerinden de geldi[46].
Banker bir babanın oğlu MarioMonti, elit İtalyan Bocconi Üniversitesi ve Yale mezunu.Çok uluslu şirketlerde yönetim kurulu üyelikleri, AB Komisyonerliği gibi pek çok özelliğinin yanı sıra Goldman Sachs’ın danışma kurulu üyeliği yaptı (ECB’nin yeni başkanı M.Draghi ise başkan seçilmeden önce Goldman’ın Avrupa bölgesi başkanıydı).LucasPapademos ise Yunanistan’daki riski 45 milyar avroyu bulan ECB’nin önceki başkan yardımcısı.  Bu yönüyleoperasyonun bir anlamda ECB’nin alacaklarını kurtarmakla ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır.Sonuç olarak hesap sorulamayacak olan bankacılar iş başına getirilmiştir.
Papademos ve Monti apolitik teknisyenler değil, sağın ve Batıyı yıllardır fazla demokratik olmakla suçlayan ve AB, ECB ve IMF’ den oluşan Troyka’nın adamları. Papademos atanır atanmaz hükümete 1974 Albaylar Darbesi’nden bu yana yasaklı olan bir aşırı sağ örgütün unsurlarını dâhil etti[47]. Monti’nin ise, seçmen meşruiyeti sıfır olsa da, finansal kesimden gelen desteği çok büyük. Financial Times’ta yazıldığı gibi “ Önemli bir İtalyan banker. Politikacıların yapmaya cesaret edemediklerini yapacak bir ulusal hükümeti oluşturacak bir figür”. Böylece seçilmemiş apparatçikler olan teknokratlar piyasaların temerrüt korkusunu kısa bir dönem için de olsa azaltabilirdi[48]. Kısaca Monti, 16 Kasım’da kurduğu tamamı seçilmemişlerden oluşan yeni kabine ile Troyka’nın direktiflerini harfiyyen yerine getirme kararlılığı içinde ve sermayenin neden olduğu zararı İtalyan halkının sırtına yıkma peşinde olan bir lider[49].
Bir başka anlatımla İtalya’daki kemer sıkma politikalarının dümeninde şimdi finansal sektörün deregülasyonunu garantilemek ve büyük bankaların çıkarlarını savunabilmek için halka dönük harcamalara karşı çıkan biri var. Monti geçmişte karşı devrimci yasaları savunan biriydi, bu nedenle de Berlusconi’den daha iyi biri olması beklenmiyor.  Yapacağı Avrupa sermayesinin talepleri doğrultusunda çalışan sınıfların haklarını daha da kısmak, yeni özelleştirmelere gitmek olacaktır. Bu hükümet, İtalyan emekçilerinin son yirmi yıldır mücadelelerle elde ettiği“sosyal refah, emeklilik ve ücret ödeneklerinden fedakârlıkyapılarak krizden çıkılabileceğini” yönündeki bildik- eski bir ideolojiyi İtalyan halkına satmaya çalışacak olan bir hükümettir[50].

Bilindiği gibi Marx,2008 kapitalist krizinin patlak vermesinden bu yana, krizlerin döngüsel ve yapısal karakterleriyle ilgili yapmış olduğu tespitleriyle gündemdeydi.  Bu kez İtalyan ve Yunan teknokrat hükümetlerinden dolayı tekrar gündeme geldi.Şöyle ki Marx, New York Tribune Gazetesi’nin yazarlarından biri iken Aralık 1852-Ocak 1855 döneminde Britanya’daki Earl of Aberdeen Kabinesi ile tarihte ortaya çıkan ilk teknokrat hükümete ilişkin gelişmelere tanık olmuş ve politik yorumlarda bulunmuştu.Teknokrat hükümet kurulduğunda The Times Gazetesi bunu alkışlamış ve Britanya’nın “gerçek anlamda çalışkan, deneyimli ve vatansever bir hükümete” kavuştuğunu ve “her sınıf ve kesimden insanın görüşlerinin dikkate alındığı geniş tabanlı” bir kabine olduğunu ileri sürmüştü.Bu gelişmeler Marx’ın alaylı bir biçimde Ocak 1853’de  “Modası geçmiş yönetim: Koalisyon bakanlığının geleceği” başlıklı bir makaleyi yazmasına neden olmuştu. The Times’ın son derece modern ve büyüleyici bulduğu şey Marx için boş bir çaba idi.  Londra gazeteleri yeni kabinenin yeni, umut verici ve genç olduğunu açıkladığında Marx buna şöyle alaycı bir yanıt yazmıştı: “ Britanya tarihinde ikinci el seksenlik moruklardan oluşan yeni bir dönem resmen başlatılmıştır.  Bunlar yüz yılın sonundan beri her iktidara hizmet vermiş,  bitip-tükenmiş ve tekrardan yapay olarak yeniden diriltilmiş kabine üyesi bürokratlardır”[51].

Yunanistan ve İtalya’daki son gelişmeler hükümetlerin artık hangi ekonomik yönelime doğru gidilmesini tartışmayacaklarını, tam tersine ekonomik yönelimlerin yeni hükümetleri yaratacağı biçiminde giderek artan eğilimlerin en çarpıcı göstergelerini oluşturuyor. Teknokrat hükümetler ya da Marx’ın çağında tanımlandığı gibi “ tüm yeteneklerin hükümetleri” görüntüsünün ardında yatan siyasetin sonlandırılmasıdır. Yani artık seçimler, referandumlar olmayacaktır ki bu tüm siyasal alanın ekonomiye devredilmesi demektir.
Teknokratların dünyaya“finansal krizi çözebilecek, politikanın uzağında ve ulusal çıkarları her şeyin önünde tutacak iyi uzmanlarolarak tanıtılması” ise gerçeğin saptırılmasıdır.Harvard profesörü Frankel’in de altını çizdiği gibi bürokrat hükümetlerin başarılı olabilmesi için akademik ve teknik uzmanlık ne gerekli ne de yeterlidir. Örneğin Harvard hocalarından çok kötü politikacı olabileceği gibi, iyi örnekler olarak gösterilen G.Washington ya da Eisenhover’ın akademi ya da teknik dünya ile hiçbir ilişkileri yoktur. Sadece yeniden seçilme kaygılarının olmaması teknokratların daha cesur adımlar atmalarını sağlamaktadır[52]. Yani bu post politik teknokratların krize çözüm olmaları mümkün değil. Teknik sabitlemeler yeterli olsaydı kriz de biterdi[53].
Diğer yandan anti demokratik politikaların yöneticilerini “teknokratlar” olarak nitelendirmek, finansörlerin hizmetindeki bürokratların ve finans lobilerinin bilimi kullanarak durumu meşrulaştırmaçabalarıdır. Bu kesimlerin ideolojisi aslında 1960-1980’ler döneminde üçüncü dünyanın borçlu ülkelerine IMF’nin empoze ettiği kemer sıkma politikalarının ardındaki ideolojidir. Serbest piyasaları hayata geçirerek ödemeler bilançosunu istikrara kavuşturduklarını ileri sürerlerken bu bürokratlar kendi ülkelerinin alt yapısını kreditör ulusların alıcılarına sattılar. Bunun sonucunda kemer sıkma ile iyice zayıflatılmış olan ekonomiler yabancı bankalara ve kendi yerli oligarşilerine daha fazla borçlandılar.Bu oyun aynı zamanda Sovyet ekonomisinin 1991’den itibaren özelleştirilmesi sonrasında kamusal varlıkların kleptokratlara transferi sırasında oynanan oyundur. Rusya’da bu kleptokratlar Rus borsasını küresel finansal piyasalar için cazibe merkezi haline getirmek için Batılı yatırım bankalarıyla çalışan insanlardı. Bu ülkede sanayiler çökertildi, toprak ve maden hakları yabancılara verildi. Ülke borç batağına sürüklenirken kalifiye ya da düz işçiler iş bulmak için dışarıya göç etmeye zorlandı[54].
Bu bağlamda Papademos’un ya da Monti’nin teknokrat olarak adlandırılması tıpkı kriz sonrası uygulanan bazı politikaların “miktarsal kolaylaştırma” ya da “saç kesimi” gibi adlandırılmasıyla aynı işleve sahiptir: Mistifikasyon yani gerçeği karartma. Papademos 1994–2002 döneminde Yunanistan Merkez Bankası başkanı ve 2002–2010 döneminde ECB’nin başkan yardımcısıydı. Monti, Avrupa Komisyoneri ve Goldman Sachs ve Coca Cola’nın danışmanıydı. 9 Aralık’ta İtalyan Cumhurbaşkanı tarafından ömür boyu senatör olarak atandı ve bir hafta sonra da bankalar ve iş çevrelerinin “Ulusal Birlik Hükümeti” nin başına getirildi[55].
Teknokrat hükümetlerinin kurulması ve Macaristan’da olduğu gibi diğer ülkeleri de kapsamına alacak şekilde yaygınlaştırılmak istenmesi emek ve demokrasi cephesince çok iyi analiz edilmelidir.
Öncelikle, teknokratların (gerçekte bankerlerin) hükümet olmaları kapitalist krizin hem ulusal hem de Avrupa’nın bütünü boyutunda ne denli ciddi olduğunu ortaya koymuştur. Papademos ve Monti örneğinden de görüldüğü gibi ekonomik krizin çok önemli boyutlara ulaştığı durumlarda, kemer sıkma önlemlerinin hızlı bir biçimde uygulanabilmesinin sağlanabilmesi için halkın kendi hükümetini demokratik bir biçimde seçme hakkı ortadan kaldırılmıştır.
İkinci olarak son zamanlara kadar piyasa ve demokrasi ayrılmaz bir bütün gibi gösterilmekteydi, artık böyle olmadığı görülüyor. 1990’larda reel sosyalizmin çöküşü sırasında Batılı iş çevreleri ve politikacılar piyasaların demokrasi gerektirdiğini, birinin diğeri olmaksızın olamayacağını ileri sürmüşlerdi. Liberal demokrasi ifade özgürlüğü için bir yol açardı ve piyasalar da insanlara zenginleşme fırsatı tanırdı[56]. Ama kapitalizm bir felaketten diğerine sürüklendikçe piyasaların demokrasiye ihtiyacı olmadığı da anlaşıldı. Kapitalistler politik alternatiflere ve demokratik kavşaklara ihtiyaçları olmadığını açıkça belirtiyorlar. Papandreu’nun IMF ve AB’nin kemer sıkma önlemlerini referanduma götürme biçimindeki küçük bir demokrasi hamlesi bile Alman ve Fransız seçkinlerini rahatsız etmeye yetti.

Serbest piyasaların kökenleri ile demokrasinin kökenlerinin özdeş görülmesi yanılgıdır. Piyasaların demokrasiyi geliştirdiği tezine verilen destek ise Avrupa tarihinin yanlış yorumuyla ilgilidir. Avrupa’da demokrasinin ve piyasalarının gelişiminin aynı döneme rastlaması, ikincisinin birincisinin nedeni olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Piyasaların prekapitalist yapıları zayıflatması sürpriz değildir, ama buradaki sorun piyasaların ortaya çıkardığı yeni ekonomik gücün demokratik gelişim için zaruri nitelikte olup olmadığıdır. Piyasalara, demokrasi konusunda hak ettiklerinin üzerinde bir kredi vermek, 17–19 yy da monarşi ve feodallara karşı mücadele veren Avrupalılara, 20. yy da faşizme karşı mücadele eden halklara karşı yapılmış bir haksızlık değil midir?[57]

Kaldı ki, burjuvazinin burjuva demokrasisi biçimindeki egemenliklerini pardeleyen bir görüntüyü koşulsuz olarak sonsuza kadar korumaya kararlı olmadığının da altını çizmek gerekir. Bu gerçek İtalya, Almanya, İspanya ve Portekiz faşizmi ve Batı destekli L. Amerikan askeri darbelerinde kendini göstermiştir. Bu müdahalelerin nedeni burjuva demokrasisinin bir yanıyla sınıflar arasında bir uzlaşma olmasıdır. Bu çalışan sınıfların burjuvaziden kopardığı bir imtiyaz olarak da görülebilir. Bu, burjuva egemenliğini sona erdirmese de onu kısıtlayan ve emekçilerin örgütlenmesinin önünü açan haklar ve pratikler anlamına gelir. Egemenler kolayca demokrasiyi ortadan kaldırmak istemezler zira uyuma dayalı egemenliğin, demokrasi maskesi altında meşrulaştırmanın yararlarının ve diktatörlüklerin içerdiği büyük risklerin farkındadırlar.Egemenler otokratik yola iktisadi zorunluluklar, politik endişeler söz konusu olduğunda ve bunu rahatça uygulayabileceklerine inandıklarında başvuracaklardır. Bu tür anti-demokratik ya da faşist çözümlere yönelme kendi aralarında ciddi taktik ve stratejik ayrışmalara neden olacaktır[58].

Bankacı stratejistler, 2010–2011 döneminde İzlanda bankalarının yabancı bankalara olan borçlarının kamu borcu haline getirilmesinin İzlanda halkı tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, geleceğe ilişkin planlarını bir daha demokratik oylamaya sunmamaları gerektiğini öğrendiler ve sistemi kurtarabilmek için insanların en temel demokratik haklarını çiğnenmeye başladılar. Piyasalar Troyka aracılığıyla krizin faturasını çalışan sınıflara, işsizlere ve yoksullara ödettirebilmek için demokrasiyi kuşatıyorlar.Bankokrasi muhalefetle karşılaşmadan sonsuza değin egemen olmak istiyor bu nedenle de bu kurumları kullanıyor. Bu kurumlar orta çağ Fransa’sında çocuk kralların arkasında onları yönlendiren modern çağın Makyavelist danışmanları gibiler ve hükümetleri de gerçekleri gizlemek için birer gölge oyuncuları olarak kullanmaktadırlar.

Kısaca bir yazarın[59] deyimiyle çılgın zamanlardan geçiyoruz. Zizek’in “kapitalizm ile demokrasinin evliliğinin bittiğine” ilişkin tezi ( (haunting thesis) doğrulanıyor gibi. Asıl şok eden gelişme ise liderlerin her şeyi, gizlemeye gerek kalmaksızın yapıyor olmaları.  Avrupalı görevliler niyetlerini açıktan söylüyorlar: Piyasaları sakinleştirmek ve şu ana kadar ki siyaset yapmak biçimini ortadan kaldırmak. Nitekim Avrupa Konseyi’nin seçilmiş başkanı Herman von Rompuy geçen hafta Floransa’da verdiği bir konferansta  “İtalya’nın seçimlere değil reformlara ihtiyacı olduğu”nu açıkça ilan etti. Açıkçası göz boyama dönemi sona erdi, bundan böyle sadece piyasalar hüküm sürecek.
Üçüncü olarakekonomi sadece siyaseti ve siyaset gündemini ya da siyasal kararları belirlemekle kalmıyor, ciddi bir biçimde kendi alanının dışına taşıyor ve hükümetlerin ekonomik ve sosyal politikalara yön verme biçimindeki demokratik denetimlerini de ortadan kaldırıyor.Son otuz yıldır karar alma gücü ve yetkisi acımasız bir biçimde siyasal alandan ekonomi alanına kaydırıldı. Belli siyaset seçenekleri ekonomik zorunluluklar gerekçesiyle yok edildi ve“apolitik uzmanlık” maskesi altında oldukça politik projeleri dayatıldı. Diğer yandan bu politikalara karşı gelişen muhalefete de en ufak bir tahammül gösterilmedi.
Politik alanın dinamik parçalarının böyle bir dinamizme kapalı alan olan ve piyasaların hegemonyası altındaki ekonomiye terk edilmesi günümüz burjuva demokrasileri açısından büyük bir tehdit oluşturuyor. Çarpık ve yoz seçim sistemleri ile gerçek bir temsil sorunu yaşayan; yürütme ve yasama ilişkilerinin yürütmeyi güçlendirici- baskıcı revizyonu nedeniyle içleri boşaltılmış olan ulusal meclislerin ellerinde kalan güçleri de ellerinden alınarak piyasalara aktarılmaktadır. Öyle ki hükümetler en iyisinden sadece, egemen sınıfların kapitalizmin yıkıcı anarşisi ve vahşi krizlerinin etkilerini yumuşatmak ihtiyacı içinde olmalarından dolayı ekonomiye müdahale edebilmektedirler. Ancak hiçbir biçimde ekonominin kurallarını ya da temel tercihlerini sorgulayamamaktadırlar. Hükümetler piyasaların adeta la suç ortağı konumundadırlar.
Piyasalardan kasıt yatırım bankaları, sigorta şirketleri, emeklilik fonları, hedge fonlar yani döviz, hisse senedi, devlet tahvili ve türev araçların alım satımıyla uğraşanlardır.
Piyasaların gücünü kavrayabilmek için bazı temel verilere bakmak yeterlidir. Öncelikle her yıl dünya genelinde üretilen reel mal ve hizmetin ortalama değeri 45 trilyon ABD doları civarında iken finansal alanda piyasaların harekete geçirdiği işlemin değeri 3,450 trilyon ABD doları, yani reel ekonominin yetmiş altı katıdır. Buradan çıkartılacak sonuç şudur: İtalya gibi dünyanın  yedinci büyük ülkesi bile olunsa piyasaların saldırılarına karşı durmak çok zor. İşin kötüsü bu piyasalar dışarıdan gelen ve bize saldıran yabancı güçler değil, çoğunluğu kriz sonrasında kurtarılan Avrupalı bankalardır. Saldırıyı gerçekleştiren finans kapital Avrupanın parasını yönettiği gibi Avrupalı devletlerin devasa borçlarının çok önemli bir kısmını da elinde tutuyor. Bunlar teorik olarak müşterilerinin çıkarlarını savunmak için spekülasyon yapanlardır ve PIIGS ülkeleri gibi ülkelerin ödemek durumunda kaldıkları faiz oranları onları iflasın eşiğine getirecek noktaya kadar yükseltenlerdir. Bu davranışın sonucunda bu ülkelerin vatandaşları, piyasaların yani kendi bankalarının akbabalarını sakinleştirmek için Avrupalı hükümetlerin dayattıkları kemer sıkma ve acımasız düzenlemelere katlanmaya zorlanmaktadırlar. Bu bankalar ECB’den % 1’ den aldıkları krediyi İspanya ve İtalya’ya % 6,5’tenborç olarak veriyorlar. Bu noktada da hükümetlerin borçlanma faizlerini yükselten derecelendirme kuruluşlarının skandallarla dolu devasa gücü devreye giriyor. Rating ne denli düşükse borçlanma maliyeti o denli yüksek oluyor.  Yunanistan’da kanıtlandığı gibi kemer sıkma ve kısıntılar bu ülkelerin büyümesini daha da düşüreceğinden derecelendirme kuruluşları kredi notlarını daha da düşürecek bu da faizleri yükseltecek, ülkeler daha fazla kemer sıkmaya yönelecekler ve bu süreç sürüp gidecektir[60].
İkinci olarak bu piyasaları oluşturan sermaye şirketlerinin (corporate enterprise) büyüklüğü sermayenin kimin elindeolduğununveuluslararası sermayenin neyi ve nasıl kontrol ettiğininönemli bir göstergesidir.  Bu bağlamda Fortune 500 ya da 1000’de yer alan şirketler ABD sermayesinin temelini oluşturuyor. Bu şirketlerin çeperinde onbinlerce başka şirket mevcut. Dünya çapında ise (2007 yılına ait veri setine göre) toplamda 43,060 çok uluslu şirket(ÇUŞ) bir araya gelerek bu sermaye ağını oluşturuyor. Bu ağdan hareketle dünya çapındaki ekonomik güç yapısı da şekilleniyor. Bu ağın merkezinde 1318 ÇUŞ var. Bunun 147’si tüm ağın % 40’nı kontrol edebiliyor. Bunların çoğunluğu bankalar, yatırım bankaları, fonlar, sigorta şirketleri gibi finansal kuruluşlardan oluşuyor. Özellikle tepedeki 50 şirketten sadece biri finans dışı şirket niteliğinde (15.sıradaki Walton Enterprises). İlk yirminin içinde ise Barclays Bank, JP Morgan Chase, Axa, Vanguard, Goldman Sachs, Merrill Lynch, Deutsche Bank, Legg Mason, TIAA-CREF, Nomura Holdings, BNP Paribus gibi finans devleri yer alıyor. Bu şirketler her tür varlığı/ asseti (hisse senedi, tahvil, mortgage, nakit, opsiyon sözleşmeleri vb) kontrol ediyorlar. Ama bunu kendi hesaplarına değil, binlerce firma ya da zengin birey adına yapıyorlar.Sermaye kontrolü ise piyasalar, gelirler, işgücü ve çeşitli biçim ve miktardaki varlık / servet üzerinde uygulanan bir kontroldür ve ağırlıklı olarak uluslararasılaşmış oligopollerce gerçekleştirilmektedir[61].
Bu veriler, sanıldığının aksine,  Avrupa Birliği gibi yapılanmaların dünyada sosyal devlet aracılığıyla vahşi kapitalizmin ılımlılaştırılacağı en son yer olduğunu gösteriyor. Çünkü piyasalar/sermaye sosyal devletten nefret ediyorve onu tamamen ortadan kaldırmaya çalışıyor.Bu misyon finansal bir darbe ile işbaşına getirilen teknokratların stratejik misyonudur.
Goldman Sachs: Teknokrat hükümetlerin mimarı
İtalya’da Monti’nin başbakanlığa atanması kovulamaz olanın kovulduğunu ve normal demokratik kuralları, belki de demokrasinin kendisini ortadan kaldırdığını gösterdiği gibi Monti, Goldman Sachs’ın (GS) kıdemli bir danışmanı olduğundan, yatırım bankalarının politik gücünün nerelere kadar uzandığını da ortaya koydu. Sadece Monti değil Avrupa Merkez Bankası da Goldman’ın eski yöneticilerinin egemenliği altına girdi. Keza IMF’nin Avrupa bölümünün başkanı da geçen yakın zamana kadar kadar yine bir Goldman’ci olan Antonio Borges idi. Uygulanacak kamu borç azaltma ve böylece de borç geri ödeme politikalarından “vampir sürüsü” olarak nitelenen Goldman’ınne denli karlı çıkacağıilerde daha somut olarak ortaya çıkacaktır[62].
Teknokrat hükümetler projesi hükümeti kuşatmak biçiminde özetlenebilecek olan somut bir Goldman Sachs projesidir. Kuşkusuz her büyük şirket gerektiğinde çıkarlarını koruyup kollasın ve kendilerine vergi indirimleri sunsun diye düzenleyici kurumlarla ve politikacılarla yakın temasa girmektedir. Ama Goldman’ın yaptığı böyle bir lobiciliği aşan bir şeydir. Goldman hükümete fikir veriyor, finans sağlıyor, elemanlarını kamuya yerleştiriyor ve kamu görevlilerinin gözleri önünde çok karlı işler çeviriyor. Proje öyle derin bir insan, fikir ve para değişimi yaratıyor ki kamunun çıkarları ile Goldman’ın çıkarlarını birbirinden ayırdedebilmek imkânsızhale geliyor.Berlusconi,Monti’yi 1995 yılında Avrupa Komisyonu’na üye olarak atamıştı. Bu görevi sırasında Monti, Goldman’ın fonladığı büyük birleşme ya da şirket ayrılması projeleri ile ilgili kararlar vermişti. Keza Monti İtalya’nın finansal politikalarını belirleyen bir komiteye de başkanlık etmişti. Bu bağlantılar Monti’nin Goldman’ın uluslarararası danışma kurulunda yer alması için yeterli oldu. Yirmi dört kişiden oluşan bu grup uluslararası düzeyde politikacılarla Goldman’ın çıkarlarının lobisini yapan gruptur.
Otöar Issing ise Alman Bundesbank ve ECB yönetim kurulu üyesi ve avronun mimarlarından biriydi. Kısaca bugün Avrupa’yı yöneten uluslararası düzeyde oldukça etkili görevler yapmış değişik ulusların kudretli bürokratları bir dönem mutlaka Goldman’ın ücretli elemanları olmuşlardır. Nitekim bugün Yunan hükümetinin başbakanı olan Papademos da hem bir zamanlar Yunan Merkez Bankası yönetimindeydi hem de Goldman ile profesyonel ilişki içindeydi.
İtalya borçlarını ödeyemezse pek çok alacaklı banka batacağından finans kapital açısındanrisk çok büyük.Örneğin Goldman Sachs’ın şu ana kadar sigortaladığı varlığın değeri 2 trilyon ABD doları civarındadır.  Bunun tam olarak açıklanmayan bir kısmı avro üyesi devletlere ait ve kurtarma olmazsa bu riskli durumdan özellikle de “vampir güruhu bankalar” elini yıkayarak çıkamayacak. İşte kemer sıkma ve kurtarmaların ardındaki ve giderek daha fazla Goldman ağırlığının ortaya çıkmasının ardındaki rasyonalite tam da budur. Aksi takdirde ikinci bir finansal kriz ve iktisadi çöküş yolda gibi görünüyor[63].
Bonapartizm[64]
Avrupa işçi sınıfını bekleyen bir diğer tehlike,aşırı sağın giderek güçlenmesi ve politik bir kilitlenme durumunda Avrupa’da parlamenter Bonapartist uygulamalara geçilme olasılığının artmasıdır. İkinci gelişme kısmen Yunanistan ve İtalya’da ortaya çıkmıştır. Asıl tehlike ise bunun sadece ulus devlet bazında değil Avrupa ölçeğinde gerçekleşme olasılığıdır. Nitekim Avrupa Komisyonu, Merkel ve Sarkozy’nin muvafakatıyla kemer sıkma ilacını içmek istemeyen diğer ülkelerde de Bonapartist diktaları gündeme getirmeye başladı. Şimdilik en zayıf parlamenter Bonapartizm biçiminde bu dikta sürdürülmektedir. Ama koşullar değişir ve özellikle de emekçiler mücadeleyi yükseltirse muhtemelen bu yumuşak şekilden sert şekle de dönüşecektir.
Paralel bir biçimde Avrupa’nın pek çok yerinde aşırı sağ hareket ve partiler giderek politika sahnesinde yer almaya başladılar.2008 krizinden bu yana görülen Avrupa’daki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gi­derek artma eğilimine girdi. Aslında bu durum geçtiğimiz dönemlerde de sorundu, çünkü özellikle sağcı-muhafazakâr hükümetler göçlerle ilgili sert tedbirler almaya başladıklarında bu sorun kendini hissettirmekteydi. Kriz derinleşip kemer sıkma önlemleri artırıldıkça bu daha fazla işsizliğe, küçük aile işletmelerinin daha fazla batma­sına ve bunlar da yerleşik halkın öfkesinin ve sıkıntılarının daha da artmasına neden oluyor. Bu tepkilerin hedefi büyük finansal kuruluşlar ya da piyasanın önünde eğilen hükümetler değil, kolay­ca saldırılabilecek kesimler olmaktadır. Bunların başında, zaten ırkçı algılarla bir yere konulmuş olan, düşük ücretlerle, sosyal gü­venceden yoksun olarak ve yaşam standartlarını yükseltebilmek ve ülkelerindeki ailelerine gelir aktarabilmek ümidiyle çok kötü koşullarda çalışmayı kabul eden, onlarca yıldır Avrupa’nın ekono­mik canlılığını ucuz emekleriyle koruyan, sermayedarların ciddi kârlar elde etmesini sağlarken bir yandan da yerleşik halka ucuz mal ve hizmet tüketebilme imkânını veren ve çoğu kez de kayıt dışı tüm sektörlerde çalıştırılmış yabancı göçmen işçiler geliyor. Göçmen işçiler, sadece yerel kültüre değil, yerel işçilerin işlerine, aşlarına tehdit olarak görülmeye başladılar ve ücretlerin düşmesi, kötü koşullarda çalışma, kamuya açık alanla­rın tehlikeli hale gelmesi gibi sorunların temel nedenleri olarak algılanıyorlar.
Birçok Avrupa ülkesinde yerel halk “biz ırkçı değiliz ama ekmeğimiz kendimize yetmiyor”düşüncesiyle göçmenlere kar­şı sürgün hareketine girişti.Örneğin 2010 yılı Ocak ayında Calabria’da, Mayıs’ta Barselona’da ve Yunanistan’da ırkçı gösteri­ler oldu.Avrupa’da sağcı ve göçmen karşıtı partilerin oyları belir­gin bir şekilde arttı.İtalya’da Northern League, Belçika’da Vlaams Blok, Danimarka’da the Danish People’s Party, Fransa’da National Front, İngiltere’de BNP, İspanya’da Movimiento Social Espanol, Portekiz’de the National Reneval Party gibi aşırı sağcı-ırkçı parti­ler son seçimlerden oylarını artırarak çıktılar.Macaristan’da aşırı sağcı Jobbik Partisi % 17 oy alarak ilk kez Nisan’da Parlamento’ya girdi.Hollanda’da ise göçmen karşıtı Freedom Party 2011 Haziran’daki seçimlerde milletvekili sayısını 9’dan 24’e çıkart­tı.Avrupa Temel Haklar Komisyonu’nun 2009 yılında yaptığı bir araştırmaya göre ise[65], incelenen 22 AB ülkesinde ırkçı - ayrım­cı davranışlar yılda ortalama 4,6 kez tekrarlanmakta ve bu tutum işe girerken, konut tahsisi sırasında, eğitim ve sağlıkta ve doğru­dan sokak saldırıları biçiminde görülmektedir.Bundan sonraki hedefin ise Afrikalılar olması beklenmektedir.Daha da önemlisi göçmen-karşıtı politikalar, söylemler ve fikirler artık sadece aşı­rı sağcılardan gelmiyor.Göçmen-karşıtı eğilim ana akım alanına sıçramış durumdadır.Üstelik bu kaygı verici eğilim ve gelişmelere artık Avrupa’nın yalnızca adları ‘hoşgörüsüzlük’le birlikte anılan güneydoğu Avrupa ülkelerinde, Romanya’da, Macaristan’da, vb.değil, Hollanda ve Norveç gibi ‘hoşgörü modeli’ sayılan ülkelerin­de de rastlanmaktadır[66].
İtalyan’ların öndeki gazetelerinden birisi olan La Repubblica’da son zamanlarda yayınlanan bir kamuoyu yoklamasına göre İtalyan halkının % 22’si açısından otoriter bir hükümet ile demokratik bir hükümet arasında büyük farklılık yok. Keza nüfusun % 10’ u otokratik rejimlerin daha iyi ve daha otoriter olduğuna inanıyor. Demokrasiye olan bu ürkütücü inanç eksikliği sadece İtalya ile sınırlı değil ve Avrupalıların güvenlik nedeniyle giderek teknokrat yönetimlere dayanmasını haklı göstermekte açıklayıcı olabilir.Avrupanın yazılı olmayan kuralı şu: Süreç ne kadar politikadan arındırılırsa teknoktratlar o denli meşruiyet kazanıyor. Tersine politika karar alma sürecine ne denli dâhil oluyorsa bürokratların kredibilitesi o denli azalıyor. Kriz zamanlarında insanlar seçilmişlerin yerini atanmışların almasını çok önemsemiyor ve tarafsız bürokratların meşruiyeti artıyor[67].İşin ilginç tarafı İtalya’daki en büyük işçi sendikası olan CGIL dışında,  işçi ve işveren sendikalarının Mondi’ye destek vereceklerini açıklamasıdır.Keza sosyal demokrat parti Sinistra Ecologia Libertà ise Monti’yi eleştirmekten kaçınıyor. İlkesel olarak radikal bir biçimde Monti hükümetini bankerlerin hükümeti olarak ilan edip eleştiren tek yapı ise Rifondazione Comunista oldu[68].
Bu rahatsız edici gelişmeler Avrupa tarihinde yeni bir sayfanın açılmakta olduğunu ortaya koyuyor. Kökleri daha da derinlere gitse de[69], Avrupa’nın post-demokrasi (demokrasi sonrası) macerasıKasım 2011’deki G20 zirvesi sırasında Frankfurt’ta başladı. Merkel bu toplantılar sırasında seçilmemiş küçük bir grup yetkili ile Avrupa’da hızla kötüleşen krizle ilgili acil görüşmeler yaptı. Merkel ve Sarkozy’nin dışında toplantıya Avrupa Konseyi Başkanı Herman van Rompuy,  Avrupa Komisyonu başkanı José Manuel Barroso, ECB başkanı Mario Dragh, IMF başkanı Christine Lagarde, Avro Grubu başkanı Jean-Claude Juncker, Parasal İlişkiler Komisyonu üyesi Olli Rehn katıldı (Cannes’deki bir sonraki G20 toplantısında bu isimler yakalarında“GdF” — Groupe de Francofort işaretli rozetler taşıyorlardı).
Varlığı ile ilgili olarak kimseye bilgi verilmemiş olsa da Frankfurt Grup, avro bölgesinin de facto hükümeti gibi işlev görmektedir. Larry Elliot’un vurguladığı gibi “bu grup hiç kimseye karşı sorumlu değil ve Avrupa’da nelerin yapılacağına karar veriyor. Bu hizip Yunanistan’ın referanduma gidip gitmeyeceğine, Atina’nın kurtarma kredilerini alıp almayacağına ya da ne zaman alacağına karar veriyor. Bu grup için seçmenlerin değil finansal piyasaların ne düşündükleri, neler hissettikleri önemlidir”.Spectator’daki makalesinde Fraser Nelson Avrupa’nın bu yeni ekibinin “demokrasiyi şüpheli gibisorguladıklarını” yazdı.Yeni imparator Merkel ise ulusal politikaların sona erdiğini açıklamıştı. Elliot’un yazdığı gibi “demokrasi saati,Fransa’nın Bourbon’lar (muhafazakarlar) tarafından yönetildiği günlere doğru geri çalıştırılmaktadır.[70]

VI. Türkiye: Derinleşen kriz otoriter bir rejime yönelişi artıyor

2009 yılındaki kriz sonrasında görülen küçülmeyi saymazsak, son dokuz yıldır Türkiye ekonomisinin yılda ortalama % 6’nın üzerinde büyüdüğü görülür. Her ne kadar bu büyümenin gerçek anlamda istihdam yaratan bir büyüme olmadığı, daha ziyade yeni servet zenginleri yaratan bir büyüme olduğu bir gerçek olsa da bu durum AKP’nin üç dönem üst üste, üstelik oy oranını da artırarak tek başına iktidar olmasını sağlayan faktörlerden bir tanesiydi. Çünkü ABD başta olmak üzere kriz sonrasında tüm finans kapital merkezlerinde uygulanan genişletici para politikaları sonucunda likidite bollaşmış, bu faiz oranlarını düşürmüş ve gidecek güvenli liman bulamayan para sermaye (sıcak para) Türkiye gibi yüksek faiz veren ülkere doğru akmaya başlamıştı.Bu paranın içerde yarattığı canlılık ve balonlar içerdeki krizi baskılamış, adeta ötelemişti.Kısa vadeli çıkarların peşindeki piyasalar ve özellikle de ticaret esnafı bu gelişmelerden rahatsız olmamış ve desteğini sürdürmüştü.
Ancak böyle bir büyüme modelinin kaçınılmaz sonucu Türkiye’nin Eylül 2011 itibariyle, miktar olarak ABD’den sonra (467 milyar dolar), 78.2 milyar dolarlık bir cari açık ile dünyanın en fazla cari açık veren ikinci ülkesi ve bu açığın milli gelire yüzdesi cinsinden % 10’un üzerinde bir pay ile dünyanın birinci ülkesi haline gelmesi oldu. Bu oran ABD’de % 3 civarındayken, Fransa, İtalya gibi kriz içindeki ülkelerde % 2–3 ve krizin göbeğindeki Yunanistan ve Portekiz’de % 8 düzeylerinde seyrediyor. Bu haliyle Türkiye cari açıkta G20 ülkeleri arasındaki “en kötü” konumunda[71].
Bu yıl ise Türkiye ekonomisinin 2011’e kıyasla belirgin biçimde daha az büyüyeceği öngörüsü yaygın. Nitekim Hükümet 2012–2014 Orta Vadeli Programı’nda bunu % 4, IMF % 3 olarak belirledi. Merrill Lynch gibi finansal piyasaların önemli bir aktörü ise 2012 yılında Türkiyenin büyümeyeceğini açıkladı. Bu yılın ilk iki çeyreğinde eksi büyüme rakamları açıklanmasını bekleyen Merrill Lynch Varlık Yönetimi, yıl sonunda büyümenin % 0 olacağını vurguladı[72].
Bunun temel nedeni kuşkusuz avro bölgesinde giderek derinleşen kriz yüzünden Türkiye’ye artık eskisi gibi bol ve ucuz dış kaynağın gelmeyecek olması (Avrupa’daki bankaların 100 milyar avronun üzerinde sermaye açıkları olduğu biliniyor)[73]. Nitekim Merkez Bankası’nın açıkladığı Kasım 2011’e ait ödemeler dengesi verilerine bakıldığında dışarıdan gelen ve çok büyük bir kısmı sıcak para niteliğinde olan dış kaynağın yılın ikinci yarısından itibaren azalmaya başladığı görülmektedir.
Yani Türkiye’nin dışarıdan borç bulması giderek zorlaşıyor. Geçen yıl aylık ortalama net sermaye girişi yılın ilk iki çeyreğinde 7,8 milyar dolar iken bu rakam sonra hızla düşmeye başladı ve üçüncü çeyrekte 3,2, son üç ayda ise 1,9 milyar dolar oldu. Keza son iki yılda alınan dış borçların büyük kısmı kısa vadeli olduğundan, yenilenemediğinde ekonomi üzerinde önemli bir finansman baskısı oluşturmaya başladı. Vadesi gelen bu borçları ödeyebilmek için borçlular döviz bulmaya çalışınca kur yükseldi ve bilançolar küçüldü. 2012’deki düşük büyüme beklentisinin ve koşulların daha da kötüleşmesine bağlı olarak ekonomik küçülme öngörüsünün temel nedeni bu[74].
Olayın bir de sermaye çıkışı boyut var.Örneğin Citibank, 16 Aralık tarihli ‘Turkey Macro View’ başlıklı notunda Türkiye'nin 2008 sonbaharında yaşanan büyük çaplı sermaye çıkışının bir benzerinin eşiğinde olduğunu, bu nedenle de küçülmenin kaçınılmaz olduğunu ileri sürdü[75].Yani Avrupa’da yaşananlar, net sermaye girişi bir yana, Türkiye’den net sermaye çıkışı olması olasılığını yükseltiyor. Üç nedenle: Birincisi, Avrupa’daki bankalar sermaye açıklarını kapatmak üzere bilançolarını küçültüyorlar. Bu, bizim gibi ülkelere daha az kredi açılması demek. İkincisi, risk algılamasının artması olasılığı var; sermaye güvenli limanlara yönelebilir. Üçüncüsü, sorunlu ülkelerin kamu kesimlerinin yüklü miktarda borçlanma yapmaları gerekiyor[76]. Nitekim bir süredir yabancı yatırımcı kurumlar “Türk varlıklarını sat” modundalar. Sermaye çıkışları şimdilik sınırlı ölçüde devam ediyor ve kur üzerinde belirgin bir baskı hissediliyor. Sermaye çıkışları, özellikle Türk bankalarının uluslararası kredi portföyünde hızlı bir daralmaya neden olursa bir kredi çöküşüveberaberinde 2012’de küçülme (negatif büyüme) yaşanabilir. Öyle ki Financial Times Türkiye’nin “kaplan değil kedicik” olduğunu ileri sürmüştü[77].
Bu gelişmeler cari açık-yabancı kaynak boyutuyla Türkiye’nin son dokuz yılına damgasını vuran büyüme modelinin sonuna gelindiğini ortaya koyuyor. Ancak sorun sadece dış dengelerle sınırlı değil. İç dengeler de sıkıntılı. Uzun zamandan bu yana ilk kez resmi enflasyon oranının 2011 yılı sonu itibariyle  % 10’u aşmakta olduğu görüldü.
Enflasyondaki asıl endişe ise bu psikolojik eşiğin aşılmış olmasından ziyade enflasyonun yapısal katılığı. Yani talep baskısından değil yapısal sorunlardan kaynaklanan fiyat artışları söz konusu. Bu durumda ekonomi yönetiminin işi zor olacak. Merkez Bankası’nın talep baskısı olmadığı sürece yapısal enflasyona yapabileceği fazla bir şey yok. Ancak beklentileri kontrol altına almak için para politikasını biraz daha sıkılaştırabilir. Bu gösteri en azından enflasyonun kontrol altında tutulmasına yardımcı olur ama büyüme üzerinde de olumsuz etki yaratır. Bu da büyümenin zaten düşük seyrettiği koşullarda son derece tatsız bir ikilemdir[78].

Bugünün para politikası tam bir ‘kırk katır-kırk satır’ durumudur. Döviz kurunun oynak biçimde daha fazla yukarı gitmesi (bir süredir parite 1.75–1.90 aralığında tutunuyor)hem hane halkı için yıkıcı çünkü enflasyon yükseliyor hem de sanayici için yıkıcı çünkü maliyet artıyor ve kontrolü zorlaşıyor. Merkez Bankası bunu frenlemek için geçmişte aşamalı olarak yarımşar puanlık dilimlerle aşağı çektiği kısa vadeli faizi, zaman zaman yüzde 12–12,5 tavanına çekiyor. Bu orandan piyasaya verdiği para, toplam verdiği paranın içinde küçük bir paya sahip. Ama bir gün 5,75, diğer gün yüzde 12,5 arasında olmak yüksek bir belirsizlik demek. Nitekim uzun vadeli faizler ‘en kötüyü’ baz alıyor, tahvil faizleri yüzde 10,5’e çıkmış durumda. Belki bunun da üzerine seyretmesi mümkün. Bu faiz belirsizliği ve de ‘en kötüsünün’ yani tavan faizin giderek referans alınması, bankalar tarafından da reel sektörün kredi referansı haline dönüşüyor. Bunun sonucunda ekonominin beklenenden daha sert yavaşlaması bile söz konusu olabilir[79].
Ekim ayı ortalarında başta sigara, alkollü içki, cep telefonu ve taşıt araçları üzerinden alınan ÖTV’nin bir kez daha artırılmasıyla vergi artışlarının sınırını zorlandığı gerçeğinden hareketle bu noktadan itibaren Hükümetin vergi artışları biçiminde maliye politikası araçlarına başvurmasının zor olduğunu söylemek mümkün. Çünkü bu durum maliyet yönlü olarak enflasyonu daha da artırabilir.
Geriye, neoliberal politikalara sıkı sıkıya bağlı hükümetin işgücü maliyetlerini düşürecek, işgücü verimlilik artışlarını sağlayacak, vergi yükünü giderek daha fazla doğrudan emek üzerine kaydıracak vergi ve işgücü piyasasına dönük ana akım tarafından “mikro reform” olarak sunulan gerçekte ise emek karşıtı yeni ilave düzenlemeleri hayata geçirmekten başka yolu gözükmüyor. Bu politikalar ise başta emek örgütleri olmak üzere toplumsal muhalefeti tetikleyecek, emekçi sınıfların mücadelesini yükseltecektir. Hükümetin son dönemlerde toplumsal muhalefeti baskılamaya dönük eylemlerinin ardındaki temel faktörlerden biri ekonomi alanında işlerin kötüye gitmesi ve daha da kötüleşeceği beklentisidir.




Türkiye’de uzunca bir süredir devam eden ‘otoriterleşme’ ve ‘çoğunluk diktası’ tartışmaları, dünya kamuoyuna da sirayet etmeye başladı. Hem de beklenmedik bir hızla.Son bir hafta içinde, NewYork Times gazetesi Türkiye’de tutuklu gazetecilerin durumunu birinci sayfaya taşıdı. Halihazırda Türkiye’de 6850 terör tutuklusu var. Bunlardan 3558’i KCK davasından. 15’i belediye başkanı. 442’si muhtar ya da il genel meclisi üyesi, 70’e yakını gazeteci ve yazar, 500’ü öğrenci (Adalet Bakanlığı gerçekte tutuklu öğrenci sayısının 200 civarında olduğunu söylüyor.)[80]

Durgunlaşıp kriz eğilimine girmeye başlayan ekonomiyle otoriter rejimin güçlenmesinin bir gerginlik reçetesi olduğunu savunan Financial Times gazetesi ise , yeni yılın ilk haftalarında Avrupa Konseyi’nin Türk yargı sistemine ilişkin bir raporuna atıfta bulunarak,  "Erdoğan, adalet ve hukukun üstünlüğü" başlığını kullandığı başyazısında "Türkiye’nin lideri otoriter bir yönetime doğru sürükleniyor, Türkiye’den otoriter bir rejim olmaya yönelik rahatsız edici işaretler alınıyor." yorumunu yaptı[81].
Şu ana kadarki duruşuyla AKP politikalarını destekleyen liberal gazeteci  “Ali Bayramoğlu, geçen gün “Bu sorun, özel yetkili mahkeme ve savcıların ‘özgürlüğün ruhu’nu dikkate almayan, ‘fikir ile eylem’, ‘suç ile siyaset’ arasındaki çizgileri önemsemeyen uygulamalarıdır” diye yazdı ve buna başta Terörle Mücadele Yasası olmak üzere yasal düzenlemelerin imkân verdiğini belirterek “Bu yasa bugün Ergenekoncuları, yürüyüş yapan sıradan öğrencileri, Fenerbahçe yöneticilerini, emekli Genelkurmay başkanını eşitleyen bir yapıda... Dahası, fikir ile eylemi, suç ile siyaseti eşitleyen bir yapıda” diye de ekledi.
Siyaset ile suç ayrımını doğru dürüst yapamayan, bunun önüne yasal düzenlemelerin kolaylıkla dikildiği bir ülkede, siyaseti suç halinde yorumlamaya başlar ve buna ‘hukuk devleti’ dersek çok tehlikeli sulara sürüklenmeye başlamışız demektir
[82]

Özetle, AKP hükümetinin her türlü muhalefeti kapsayan “içerdeki düşman”larına karşı tavrı giderek sertleşiyor. Dışarıda demokrasi yanlısı bir görüntü sergileyen AKP rejimi içerde giderek otoriteryen bir hale dönüşüyor. Çünkü muhalefeti hükümetin neoliberal politikalarına ikna edemiyor. Bu nedenle muhalefeti marjinalleştirme ve korkutarak yıldırmaya yöneliyor. Darbeleri ve askeri vesayeti karşısına alarak bir yandan devletçi Kemalizmin çatlaklarını derinleştirirken diğer yandan da ekonomik krizin avantajından yararlanarak neoliberal politikaları derinleştirerek sürdürüyor. Bu politikalar politik düzlemde baskıcı bir hal alarak alternatif görüşlerin marjinalleştirilmesi ve muhaliflerin korkutulmasını içeriyor[83].

Kaynakça
Aydıntaşbaş, Aslı (2011), “O zaman bu rejimin adı ne?” ; “Tüm teröristler bizdeymiş!”,http://siyaset.milliyet.com.tr, (15 Aralık 2011).
Başkaya, Fikret (2011), “Bu bir uygarlık krizidir”, (Kasım 2011).
Blanchard, Olivier (2011), “Blanchard on 2011’s four hard truths”,http://www.voxeu.org , (23 December 2011).
Brenke, Karl (2009), “Real wages in Germany. Numerous years of decline”, Weekly report 28/2009, German Institute for Economic Research.

Campanella, Edoardo (2011) , “What constitutional fiscal rule for members of the EU?”,http://www.voxeu.org,
(20 February 2011).

Castro, Fidel (2011), “Mubarak's fate is sealed,  http://links.org.au, (01 February.2011).
Chandrasekhar, C.P. ve Ghosh, Jayati (2011), Prospects for the World Economy in 2012”,www.thehindubusinessline.com, (26 December 2011).
Corporate Europe Observatory (2010),”Big business as usual”,http://www.corporateeurope.org,(March 2010)

Corporate EUtopia (2011), Corporate Europe Observatory,http://www.corporateeurope.org,  (January 2011).
Coşar, Simten ve Özcan, Gülden (2011), Talking About Dissent in Turkey? Hush, Hush!”,http://www.socialistproject.ca, (December 29, 2011).
Çandar, Cengiz (2012), “Yeni Türkiye 'otoriter rejim' olmak zorunda mı?”, www. radikal.com.tr, (12 Ocak 2012).
Denny, Brian (2011), Europe’s corporate coup d’état, http://www.spectrezine.org, (December 15, 2011).
9 ülkeyi not darbesi vurdu”, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr, (14 Ocak 2012).
Du Boff, Richard B. (2011), “Who Controls Capital? What Does Capital Control?”,,http://mrzine.monthlyreview.org, (26 November 2011).
Dujisin,Zoltán (2012),“Unrest Spread Eastwards”, http://www.zcommunications.org, (January 22, 2012).

Durmuş Mustafa (2011), Kapitalizmin Krizi - Küresel Krizin Eleştirel Bir Çözümlemesi
Tan Kitabevi Yayınları, 3.Baskı, 2011.

Durmuş, Mustafa (2011),  12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği, Memleket Siyaset Yönetim, C.6 S.15 2011.
Elliott, Larry  , Stewart, Heather   ve Watts, Nicholas (2011), IMF warns that world risks sliding into a 1930s-style slump”, www. guardian. co. uk, (15 December 2011). 
Eneko Las Heras,  “2012”,  http://mrzine.monthlyreview.org, (08 January.2012).
“Erdoğan'ın sürüklendiği büyük tehlike”, www.milliyet.com.tr, (11 Ocak 2012).
ERT, "EU Governance", ERT Discussion Paper, , http://www.ert.be, (30 May 2002).

ETUC, “Statement of 28 October 2010”,http://www.etuc.org,

European Council (2011), “Statement by the Euro Area Heads of State or Government”,  Brussels, (9 December 2011)
Foley,  Stephen (2011), “What price the new democracy? Goldman Sachs conquers Europe “,http://www.independent.co.uk,  (18 November 2011).
Frankel, Jeffrey (2011) , The Hour of the Technocrats”, www.project-syndicate.org, (25 November 2011).
Ghosh, Jayati (2010), “Racism and Recession in Europe”, Foreign Policy in Focus, www.fpif.org. (10 June.2010).
“Goodbye to Berlusconi now let’s fight the bankers’ government”,Sinistra Critica (Critical Left), http://www.sinistracritica.org, (14 November 2011).
Gürsel, Seyfettin (2011a), “Kriz kapıda mı?” www.radikal.com.tr, ( 21 Aralık.2011).
Gürsel, Seyfettin (2011b), “Enflasyonla başımız dertte”,,http://www.radikal.com.tr, (07 Aralık.2011).
Gürses, Uğur (2011), “Köşeye sıkışan para politikası”, www.radikal.com.tr, (23Kasım 2011).
Haar, Ken­neth   (2011), EU's Silent Revolution in Economic Governance Undermines Democratic Control”,www.corporateeurope.org (January 19, 2011).
Halimi, Serge (2011), Rule byTroika”, http://mondediplo.com, (02 December 2011).
Hannel,  Robin (2008), “Against the market economy”, Monthly Review, Vol. 59, No.8, January 2008,
http://monthlyreview.org (01 January.2008).

http://www.sott.net,( 05 January.2012).



http://www.hurriyet.com.tr, (12 Ocak 2012).
Hudson, Michael (2011),Europe’s Deadly Transition From Social Democracy to Oligarchy”, http://www.zcommunications.org,(December 14, 2011).
International Labour Office (2011),  Global Employment Trends 2011: The challenge of a jobs recovery, Geneva, 2011.
Janssen, Daniel; "The Pace of Economic Change in Europe", 2000 Tokyo Meeting, Trilateral Commission.
Johnson, Simon ve Kwak, James (2010), 13 Bankers: The Wall Street Takeover and the Next Financial Meltdown,Pantheon Books, New York, 2010.
Körfez’den Türkiye’ye 30 milyar dolar geldi”,http://ekonomi.milliyet.com.tr, (06 Şubat 2012).
Krugman, Paul (2011), Depression and Democracy, www.nytimes.com, (11December 2011).
Letter from Jürgen R.Thumann to Herman Van Rompuy and José Manuel Barroso, (9 December 2010).

"MEPs unite in call for 'economic governance'", Euractiv, 12 March 2010; Press release from the Green Group, European Parliament, 29. September 2010, http://www.greens- efa.org/cms/pressreleases.

Molyneux, John (2012), Capitalism versus democracy”,http://www.socialistreview.org.uk, (January 2012).
Monbiot, George (2011),  http://www.zcommunications.org, (December 21, 2011).
Morley, Daniel (2011), National Contradictions in the EU Intensify”, http://www.marxist.com, (16 December 2011).

Musto, Marcello (2011), “Political Crisis in Italy and Greece: Marx on ‘Technical Government’,http://www.socialistproject.ca, (November 17, 2011).
Özatay, Fatih (2011), “FED aynı Avrupa'ya bakacağız”,www.radikal.com.tr, (15 Aralık 2011).
Prashard, Vijay (2010),  “Global Bonapartism”,http://www.zcommunications.org, (22 June 2010).
Ramonet,  Ignacio (2011), “European Democracy And The Financial Coup D'etat”, http://www.zcommunications.org, (December 29, 2011).
Reuters, 10 January 2011.

Roos, Jérôme E. (2011), “Welcome to Post-Democratic Europe”,http://www.zcommunications.org, (November 16, 2011).
Sonay Bayramoğlu (2005), Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, 2005.
“S&P Fransa'nın notunu kırdı”, www. radikal.com.tr. (13 Ocak 2012).
“S&P’ den bir tokat da EFSF’ye”, www. radikal.com.tr, (17 Ocak 2012).
Streeck, Wolfgang (2011), “The Crises of Democratic Capitalism”,New Left Review,http://brechtforum.org.
(September-October 2011).
Sustar, Lee (2011),The bankers take over in Italy”,,http://socialistworker.org, (November 15, 2011).
Tassinari,  Fabrizio , Hail to the Technocrats”, www.project-syndicate.org, (13 November2011).
“Technocrats and bankers take over”,Weekly Worker 890 , www.cpgb.org.uk,  (November 17 2011).
The Great Soviet Encyclopedia, 3rd Edition (1970–1979);
Traynor, Ian (2011),“Über Alles”,  the Guardian,www.guardian.co.uk  (09 December 2011).
UBS (2011), Euro Breakup Global Economic Perspectives, www.ubs.com. (September 2011).

Winters, Jeffrey (2012), Oligarchy, Outing the Oligarchy, A Special Report by The International Forum on Globalization (IFG), December 2011).
Zizek, Slavoj (2010), “Avrupa’da Aşırı Sağ ve Göçmen-Karşıtlığı Yükselişte”, www. soldefter.com (29 Ekim 2010).








































[1]http://www.sott.net, (05.01.2012).
[2]Zoltán Dujisin,Unrest Spread Eastwards”, http://www.zcommunications.org, (January 22, 2012).
[3]Oligarşi” kavramı politik tartışmalarda nadiren yer alsa da ya da Türkiye’de R.T.Erdoğan’ın başbakan olmasından sonra kullandığı gibi, kamu kurumları ve bakanlıklardaki belli okul mezunlarının ya da belli odakların egemenliklerini anlatmada,  çok dar anlamda ve yanıltıcı bir biçimde kullanılsa da, bu kavram özellikle 2008 krizi sonrasında siyasal karar alma mekanizmalarının ardındaki güç dinamiklerini açıklamakta kullanılabilir nitelikte bir kavramdır. Bu çalışmada kullanıldığı anlamda “finans oligarşisi” bugünün az sayıdaki küresel finans zengininin ekonomik ve politik hegemonyasını tanımlamakta faydalı olabilecek bir kavramdır. Nitekim Jeffrey Winters, Oligarchy (2011) adlı eserinde bugünün ABD’sindeki politik güç ve zenginlik yoğunlaşmasının köleci bir tarım toplumu olan ve oligarşik devlet biçiminin en güzel örneğini oluşturan emperyalist Roma devleti döneminden iki kat fazla olduğunu anlatır (bkz: Outing the Oligarchy, A Special Report by The International Forum on Globalization (IFG), December 2011, s. 2.).Yunancadaki ‘sayıca az’ (ὀλίγος-oligoi) ve ‘egemenlik-yönetim’ (ἄρχω -arche) kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuş bir kelime olan oligarşi (ὀλιγαρχία, oligarkhía)  belirli bir grup azınlığın kötü yönetimi demektir. Örneğin Aristoteles, oligarşiyi iktidarın belli bir azınlık tarafından adaletsiz olarak kullanılması olarak tanımlamıştır. Çağımızda ise bu kavram özellikle de yarı sömürge ülkelerde, askerden ve yönetimden destek almadan gücünü devam ettireme­yen, bu gücü kendi sınıfsal çıkarları için kullanan, nispeten küçük bir grubun elinde bü­yük çapta bir servetin toplanması anlamında kullanılmaktadır. Bu noktada oligar­şi, toplumun genel refahı düşerken, zengin­liğin bu adaletsiz dağıtımının sürdürülebilmesi için gerekli olan yasal ve siyasal çatı anlamında bir diktatörya olarak tanımlanabilir.Küçük bir azınlığın yönetimde olduğu bir devlet biçimi olan oligarşik devletlerin yönetimdeki grup genelde, askeri, siyasi veya maddi olarak ülkenin önde gelen gruplarından birisi ya da bir iki gruptan oluşan bir bloktur.  Bu grup, bir aile olabi­leceği gibi, çok dar bir sınıf da olabilir. Bu açıdan ele alındığında, oligarşi kavramı, devletin tüm kurumlarının küçük bir azınlığının kontrolünde olduğu bir diktatörlük demektir. (bkz: http://www.wisegeek.com/what-is-an-oligarchy.htm). Düşünür R. Michels ise her hangi bir politik sistemin son tahlilde oligarşiye dönüşeceğini ileri sürmüştür (Oligarşinin Tunç Yasası). Bu bağlamda modern demokrasiler oligarşi olarak kabul edilebilirler. Bu görüşün burjuva demokrasilerini fazla­sıyla idealize eden düşünürlerin pratikle karşılaş­tıklarında hayal kırıklığını yan­sıttığı da ileri sürülmektedir (bkz: http://www.enfal.de/sosyalbilimler).


[4]Mustafa Durmuş (2011), Kapitalizmin Krizi - Küresel Krizin Eleştirel Bir Çözümlemesi,
Tan Kitabevi Yayınları, 3.Baskı, s.261–262; 271–272.
[6]Olivier Blanchard (2011), “Blanchard on 2011’s four hard truths”,http://www.voxeu.org , (23 December 2011).
[7]C.P. Chandrasekhar and Jayati Ghosh (2011), Prospects for the World Economy in 2012”,www.thehindubusinessline.com, (26.12.12011).
[8]  International Labour Office (ILO),  Global Employment Trends 2011: The challenge of a jobs recovery, Geneva, 2011.

[9]Türkiye’de açıklanan işsizlik rakamlarını ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira Türkiye’de işgücüne katılım oranı % 50’nin altında (AB ülkelerinde % 65-70’in üzerinde). Bu durum gerçek işsizlik oranının açıklanan resmi işsizlik oranının çok üstünde olmasını gerekli kılıyor. Ayrıca TÜİK işsizlik oranını tespit ederken haftada 1 saat çalışanı dahi işsiz saymamaktadır. Eğer haftada 1 saat değil de 15 saat kıstas alınsaydı resmi işsizlik oranı yaklaşık üç puan daha yüksek çıkacaktır. 
[10]Nitekim aynı günlerde ABD, Çin’in yüksek performanslı ABD otolarına tarife uygulama kararına karşı kendilerinin de Çin mallarına benzer uygulamalara başvuracaklarını açıkladı. Bkz. Larry Elliott, Heather Stewart and Nicholas Watts (2011),“IMF warns that world risks sliding into a 1930s-style slump”, guardian. co. uk, (15 December 2011). 
[11]Paul Krugman (2011), “Depression and Democracy, www.nytimes.com, (11.12. 2011).
[12]9 ülkeyi not darbesi vurdu”, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr, (14 Ocak 2012).
[13]S&P Fransa'nın notunu kırdı”,www. radikal.com.tr, (13.01.2012).
[14]S&P’ den bir tokat da EFSF’ye”, www. radikal.com.tr, (17.01.2012).
[16]Daniel Morley (2011), National Contradictions in the EU Intensify”, http://www.marxist.com, (16 December 2011).

[17] UBS(2011), Euro Breakup Global Economic Perspectives, September 2011, www.ubs.com.
[18]Ian Traynor (2011),Über Alles”,  the Guardian,www.guardian.co.uk (09.12.2011). Aslında AB içindeki bu güç kayması son yirmi yıldan beri inşa edilen bir gelişmenin ürünü. Almanya’nın birleşmesi, Alman Mark’ının ortadan kalkması, tek paraya geçiş ve serbestleştirmelerle birlikte Doğu Avrupa’nın entegrasyonu Avrupa’nın politik haritasının da yeniden biçimlenesinin önünü açmıştı, ama durumu net olarak açığa çıkartan olgu Avrupa’daki kamu borç krizi ve küresel kriz oldu.
[19] Türkçe’ye, İngilizce “governance” sözcüğünden çevrilerek yerleştirilen “yönetişim  kavramı, yönetimi, devlet dışındaki aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar vb) kapsayacak şekilde, yani “birlikte yönetme”, “hükümet olmadan yönetme” anlamında tanımlayan bir kavram. Siyasal iktidar ve yönetim örgütlenmesinin yerel-ulusal-bölgesel-küresel her ölçeğinde aynı zamanda ve aynı biçimde var olabileceğini ileri süren bir model olan ve demokrasi ile bağını katılımcılık, açıklık, şeffaflık gibi tamamlayıcı özellikler ile kuran Yönetişim Modeli’nde devletin rolü “ kürek çekmeyen, dümen tutan” biçiminde anlatılır. Tarihsel olarak,1970’lerin ortalarından itibaren kapitalist devletlerin politik krizlere girmeye başlaması ve 1989’da sosyalist blokun dağılması gibi olgular Yönetişim Yaklaşımı’nın ortaya çıkmasına ve ardından hızla gelişerek hegemonya oluşturmasına yardımcı olmuştur. Bu kavram siyasal düzenlemenin her ölçeğini (yerel, ulusal, bölgesel, küresel) ve her birimini (topluluk, kurum, devlet, ulus ötesi oluşumlar) kapsayan bir adlandırma olması nedeniyle, kullanımı itibariyle son derece esnek, içeriği itibariyle de aynı ölçüde kaygan ve değişken bir kavramdır. Bir yandan devletin değişen rolü ve biçimini anlatırken, bir yandan da bu değişimi sağlayacak mekanizmaları ve yeni kurallar bütününü gösteren bir kavramdır. Yönetişim Yaklaşımı her ne kadar liberal teorinin temel tezlerini içerse de söylem düzeyinde tarafsız, siyasi ve ideolojik olmayan bir özellik sergiler. Söylemdeki bu yenilik, amacı ne olursa olsun onu 1980’lerin neoliberal politikaların günahlarından korumuş ve her derde deva sihirli bir sözcük haline gelmesine yardımcı olmuştur.Diğer taraftan bu kavram sadece retorikten ibaret bir şey değildir; yeni bir siyasal iktidar modelidir. Ayrıca yeni bir siyasal iktidar modeli olarak işçileri bir sınıf olarak dışlarken birey olarak belli ilişki ağlarıyla içerir ve bu yolla yeni bir devlet ve toplum ilişkisini kurumsallaştırır. Yani Yönetişim Modeli, çeşitli mekanizmalar aracılığıyla başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kesim ve kategorileri (ezilen etnik gruplar, göçmenler, mülteciler vb ) bölüşüm ve yeniden bölüşüm ilişkilerinde etkisiz kılarak, bir bütün olarak toplumun geleceğini sermaye sınıfının egemenliğine mutlak olarak teslim eden bir siyasal iktidar modelidir (bu konuda önemli bir çalışma için bkz: Sonay Bayramoğlu (2005), Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, 2005).
[20] Mustafa Durmuş (2011),  12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği, Memleket Siyaset Yönetim, C.6 S.15 2011,s. 95–138.
[21]Adam Booth (2011b), “There is no reformist way out of crisis of capitalism- Part Two”, http://www.marxist.com/economy(07 December 2011).
[22]Corporate EUtopia (2011), Corporate Europe Observatory,http://www.corporateeurope.org,  (January 2011).
[23]European Council (2011), Statement by the Euro Area Heads of State or Government,  Brussels ,( 9 December 2011).

[24]Wolfgang Streeck (2011), “The Crises of Democratic Capitalism”,New Left Review,
September-October 2011,
http://brechtforum.org.
[25]Daniel Morley (2011), agm,

[26]Edoardo Campanella (2011) , “What constitutional fiscal rule for members of the EU?”,http://www.voxeu.org, 20 February 2011).
[27]Corporate Europe Observatory (2010); “Big business as usual”, http://www.corporateeurope.org,(March 2010)

[28]Corporate EUtopia (2011), agk,

[29]"MEPs unite in call for 'economic governance'", Euractiv, 12 March 2010; Press release from the Green Group, European Parliament, 29. September 2010, http://www.greens- efa.org/cms/pressreleases.

[30]ETUC, Statement of 28 October 2010, http://www.etuc.org,

[31]Karl Brenke (2009), “Real wages in Germany. Numerous years of decline”, Weekly report 28/2009, German Institute for Economic Research.

[32]Corporate EUtopia (2011), agk,

[33]Corporate EUtopia (2011), agk,



[34]Michael Hudson (2011), “Europe’s Deadly Transition From Social Democracy to Oligarchy”,http://www.zcommunications.org,(December 14, 2011).
[35]Brian Denny (2011), Europe’s corporate coup d’état”, http://www.spectrezine.org, (December 15, 2011).
[36]Michael Hudson (2011), agm,
[37]Ken­neth Haar (2011), “EU's Silent Revolution in Economic Governance Undermines Democratic Control”, January 19, 2011,www.corporateeurope.org.
[38]Reuters, 10 January 2011.

[39]Michael Hudson (2011), agm,
[40]Letter from Jürgen R.Thumann to Herman Van Rompuy and José Manuel Barroso, 9 December 2010.

[41]Daniel Janssen; "The Pace of Economic Change in Europe", 2000 Tokyo Meeting, Trilateral Commission.

[42]ERT,  EU Governance, ERT Discussion Paper, , http://www.ert.be, (30 May 2002).

[43]Marcello Musto (2011), “Political Crisis in Italy and Greece: Marx on ‘Technical Government”,http://www.socialistproject.ca, (November 17, 2011).
[44]Jérôme E. Roos (2011), Welcome to Post-Democratic Europe”,http://www.zcommunications.org, (November 16, 2011).
[45]Technocrats and bankers take over”, Weekly Worker 890, http://www.cpgb.org.uk,  (November 17 2011),
[46]Jérôme E. Roos (2011),agm,
[47]Serge Halimi (2011), “Rule by Troika”, http://mondediplo.com, (02.12.2011).
[48]Lee Sustar (2011),The bankers take over in Italy”,http://socialistworker.org, (November 15, 2011).
[49]Technocrats and bankers take over”, Weekly Worker 890, November 17 2011, http://www.cpgb.org.uk.
[50]Goodbye to Berlusconi now let’s fight the bankers’ government”,
Sinistra Critica (Critical Left), http://www.sinistracritica.org.(14 November 2011).

[51]Marcello Musto (2011), agm,
[52]Jeffrey Frankel (2011), “The Hour of the Technocrats”, www.project-syndicate.org, (25November 2011).
[53]Ignacio Ramonet (2011), “European Democracy And The Financial Coup D'etat”,http://www.zcommunications.org, (December 29, 2011).
[54]Michael Hudson (2011), agm,
[55]John Molyneux (2012), “Capitalism versus democracy”, http://www.socialistreview.org.uk, (January 2012).
[56]Liberal özgürlük kavramı şimdilerde yoksulların hayatlarına saldırı, her tür adaletsizlik ve en tepedeki % 1’in bize uygulamakta olduğu binlerce sömürü biçimini meşrulaştırmak için kullanılıyor. Regülasyondan özgür olmak adına bankalara ekonomileri param parça etme izni veriliyor, vergiden özgürlük adına zenginlere vergi indirimleri sağlanıyor, şirketler özgürlük adına asgari ücreti düşürme ve çalışma saatlerini artırma lobisi yapıyorlar. Hükümetler geleceğimize ait sorumluluklarını ortadan kaldırıyorlar, büyük sermaye biyosferi bir çöplüğe çeviriyor. Bu güçlünün zayıfı, zenginin yoksulu sömürme ezme özgürlüğüdür. Yani sağ kanat libertaryanlar için özgürlük kavramı aç gözlülüğün haklı gösterilmesinden öte bir şey değil”. Bkz: George Monbiot (2011),  http://www.zcommunications.org, (December 21, 2011).
[57]Robin Hannel (2008), “Against the market economy”, Monthly Review, Vol. 59, No.8, January 2008,
http://monthlyreview.org (01January.2008).

[58]John Molyneux (2012), agm,
[59]Jérôme E. Roos (2011), agm,


[60]Ignacio Ramonet (2011), agm,
[61]Richard B. Du Boff (2011), “Who Controls Capital? What Does Capital Control?”,http://mrzine.monthlyreview.org, (26 November 2011). Kişi başında dünyadaki serveti ve kaynakları ellerinde tutanlara ilişkin veriler çok daha çarpıcıdır. 2011 yılı itibariyle dünyadaki dolar milyarderi sayısı bini aşıyor. Forbes 2011 listesinde en zengin milyarder 74 milyar dolarlık servetiyle Meksikalı Carlo Slim Helü. Öyle ki bu serveti aylık % 2 gibi çok düşük bir faiz geliri ile değerlendirse elde edeceği yıllık faiz gelirini harcamaya kalktığında hergün 4 milyon dolarlık tüketim harcaması yapabilirdi. Şu anda insanlık tarihinde görülmemiş bir servet dağılımı adaletsizliği söz konusu. En tepedeki 9.5 milyon zengin dünya nüfusunun binde 14’ünü oluşturmasına karşın, toplam servetin % 25’ine sahip. En zengin % 10’luk nüfus ise küresel servetin ya da kaynakların % 85’inin sahibi durumunda. Geriye kalan % 90 ise kalan % 15’lik bir kaynakla idare etmek zorunda.  Diğer taraftan 2.5 milyar insan günde 2.5 dolardan az bir gelir tüketebiliyor. En alttaki % 50’lik nüfus ise toplam servetin sadece % 1’ine sahip. Bkz: Outing the Oligarchy, A Special Report by The International Forum on Globalization (IFG), (December 2011), s. 112–113.
[62]Eski IMF iktisatçısı Simon Johnson ve James Kwak 13 Bankers (2010): The Wall Street Takeover and the Next Financial Meltdown, Pantheon Books, New York, 2010 adlı kitapta Goldman Sachs ve diğer bankaların finansal kriz döneminde ABD hükümeti ile ne kadar yakınlaştığını ve bunun efektif olarak bir oligarşi oluşturduğunu açıklamaktadırlar.
[63]Stephen Foley (2011), “What price the new democracy? Goldman Sachs conquers Europe “,http://www.independent.co.uk,  (18 November 2011).
[64]Bonapartizm terimi Fransa’da sırasıyla Fransız Devrimi’nin ardından 1799’da Napoleon Bonaparte (Napoleon I) ve 1848 Devriminin ardından 1851 yılında bu kez Louis Bonaparte (Napoleon III) tarafından kendi hükümetlerine karşı gerçekleştirilen askeri darbe ve diktatörlüğü anlatan bir terim. Bu bağlamda Bonapartist eğilimler sosyal bir devrim gerilediğinde ve restorasyona yöneldiğinde ortaya çıkmaktadır. Marx 1852’de yazdığı L. Bonaparte’nin 18. Brumeri (Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte)   adlı çalışmasında Fransa’da sınıf mücadelesinin nasıl kaba bir sıradanlığı kahramanlığa dönüştüren koşulları ve ilişkileri yarattığını anlatır Marx,  Bonapartizm nitelemesini karşı devrimci askerlerin iktidarı devrimcilerden aldıkları ve seçici reformlar aracılığıyla halk sınıflarının radikalliğini yönettikleri durumu anlatmak için kullanmıştır. Süreçte Bonapartistler egemen sınıfın gücünü maskelemişler ve korumuşlar ve devrimlerin saptırılmasına hizmet etmişlerdir. Tarihteki uygulamalarına bakıldığında Bonapartizmin,  demogoji ve şövenist propaganda ile yoğrulmuş bir biçimde ve polis gücünü, bürokratik mekanizmaları ve kiliseyi en yoğun bir biçimde kullanarak devrimci hareketleri ve demokratik özgürlükleri yok etmeyi ya da baskılamayı hedeflediği görülür. Nitekim Almanya’da Bismarck ve Rusya’da P.A.Stolypin dönemleri Bonarpartist unsurlara sahip olmuştur.20yyda bu terim genişletilerek büyük burjuvazinin, militarizmi, gerici köylülüğün desteğini, sınıflar arasındaki güç dengesinin istikrarsızlaştığı koşullarda sınıfsal manevraları temel alan karşı devrimci iktidarları tanımlamakta kullanılmıştır.  Lenin örneğin Rusya’da 1917 Temmuz Krizi sonrasında uygulanan politikaları Bonapartist politikalar olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda Lenin, Bonapartizmi demokratik devrim ve demokratik reformlar ortamında burjuvazinin karşı devrimci doğasından beslenen ve gelişen bir hükümet biçimi olarak nitelendirir.Bonapartizm yaygın olarak egemen sınıfın iktidarının sağlam olmadığı durumlarda düzenin sağlanması için asker, polis ve bürokrasinin müdahalede bulunduğu bir hükümet etme biçimini tanımlamakta kullanılmaktadır (bkz: The Great Soviet Encyclopedia, 3rd Edition (1970–1979); http://encyclopedia2.thefreedictionary.com;  http://www.marxists.org; http://en.wikipedia.org/wiki).

[65]Jayati Ghosh (2010), “Racism and Recession in Europe”, Foreign Policy in Focus, www.fpif.org (10 June 2010).
[66] Slavoj Zizek (2010), “Avrupa’da Aşırı Sağ ve Göçmen-Karşıtlığı Yükselişte”, www. soldefter.com.(29 Ekim 2010).
[67]Fabrizio Tassinari, “Hail to the Technocrats”, www.project-syndicate.org, (13 November 2011).
[68]Technocrats and bankers take over”, Weekly Worker , www.cpgb.org.uk,  (November 17 2011).
[69] Avrupa’da karar alma erkinin seçilmişlerden seçilmemişlere ve ulusüstü bir düzeye transferinin öncüllerinin 1974–1975 yıllarında kurulan G7 olduğu ileri sürülebilir. Daha sonra Rusya’nın gruba katılması ile G8 adını alan yapı 1999 yılında, Güneyin lokomotifleri olarak adlandırılan BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin), Güney Afrika ve Meksika’nın girişimleri ile G20’ye dönüştü. Önce bir “gayri-resmi diyalog mekanizması” olarak çalışmaya başlayan G20, ortaya çıkan şartlara bağlı olarak daha büyük bir rol üstlendi. 2008’den beri devam eden kriz G20’nin aktif müdahalelerine kapıyı daha da araladı. Kriz G20’yi, gayri resmi statüden daha fazlasını talep etmeye zorladı ve 2009 yılında Pittsburg’da gerçekleştirilen G–20 toplantısında son söz söylendi: “Bizler bugün G-20’yi uluslararası ekonomik işbirliğimizin birincil forumu olarak tasarladık”.Bkz: Vijay Prashard (2010),  “Global Bonapartism”, http://www.zcommunications.org, (22 June 2010).
[70]Jérôme E. Roos (2011), agm.
[71]Hürriyet Gazetesi ( 12 Ocak 2012).
[72]Hürriyet, agm.
[73] Bu açığın Körfez sermayesince doldurulup doldurulamayacağı ilerde görülecektir. Çünkü son 10 yılda Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Kuveyt, Katar ve Umman’dan oluşan Körfez ülkelerinden Türkiye’ye sadece 30 milyar dolarlık bir sermaye girişi oldu (daha ziyade yatırım fonları biçiminde). Bu miktar bir yıllık Körfez potansiyelinin (2,5 trilyon dolar)sadece binde birini oluşturuyor(bkz. Körfez’den Türkiye’ye 30 milyar dolar geldi”, http://ekonomi.milliyet.com.tr, (06 Şubat 2012).
[74]Fatih Özatay (2011), “FED aynı Avrupa'ya bakacağız”, www.radikal.com.tr, (15 Aralık 2011).
[75]Seyfettin Gürsel (2011a), “Kriz kapıda mı?”, www.radikal.com.tr, ( 21Aralık 2011).
[76]Fatih Özatay (2011), agm.
[77]Seyfettin Gürsel (2011a), agm.
[78]Seyfettin Gürsel (2011b), “Enflasyonla başımız dertte”,http://www.radikal.com.tr, (07 Aralık 2011).
[79]Uğur Gürses (2011), “Köşeye sıkışan para politikası”, www.radikal.com.tr, (23 Kasım 2011).

[80] Aslı Aydıntaşbaş (2011), “O zaman bu rejimin adı ne?” ; “Tüm teröristler bizdeymiş!”,http://siyaset.milliyet.com.tr, (15 Aralık.2011).
[81]Erdoğan'ın sürüklendiği büyük tehlike”, www.milliyet.com.tr, (11 Ocak 2012).
[82]Cengiz Çandar (2012), “Yeni Türkiye 'otoriter rejim' olmak zorunda mı?”, www. radikal.com.tr, (12 Ocak 2012).
[83]Simten Coşar and Gülden Özcan (2011), “Talking About Dissent in Turkey? Hush, Hush!”,http://www.socialistproject.ca, (December 29, 2011).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder