10 Mart 2015 Salı

Doların yükselişinin iktisadi ve siyasal etkileri




Doların yükselişinin iktisadi ve siyasal etkileri
Mustafa Durmuş
Türkiye ekonomisinin 2013 yılının ortalarından bu yana inişe geçtiğini ve son dönemde bu inişin hızlanarak, giderek bir krize doğru evrilmekte olduğunu görmek gerekir. Bu gidişin, büyüme oranının % 2’nin altına kadar gerilemesi, resmi işsizlik oranının iki haneli rakamlara çıkması, inşaat ve sanayi üretiminin gerilemesi gibi reel göstergeleri olduğu kadar; enflasyonun hızla artması, kredilerin büyüme hızının yavaşlaması, tüketim ve yatırım mallarına olan talebin azalması, cari açığın daralması, TL faiz oranlarının bunca baskıya rağmen indirilememesi,  doların kurunun ise tarihindeki en yüksek oranlardan birine çıkması gibi parasal göstergeleri de mevcut.

Bu yazı, bu göstergelerden özgün bir biçimde sadece birine, doların TL karşısındaki değerinin durdurulamayan hızlı artışına odaklanıyor. Zira daha önce, hem büyüme, işsizlik, enflasyon hem de faiz oranlarına ilişkin değerlendirmelerimizi burada paylaşmıştık.

Öncelikle dövizin kurundaki ya da daha doğru bir ifade ile dolar kurundaki yükseliş 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en hızlı yükselişlerden biri. Zira ilk devalüasyon olan 1946 devalüasyonu ile doların kuru 2.82 TL olarak belirlenmişti, ancak öncesinde dolara bağlı bir para sistemi mevcut bulunmadığından bu belirlemeyi sadece bir başlangıç belirlemesi olarak görüp bunu çözümlememizde göz ardı etmemiz mümkündür.

Dövizin kurundaki asıl yükseliş Menderes Hükümeti döneminde, 1958 yılındaki büyük devalüasyon ile gerçekleşti ve dolar/TL kuru; 1 dolar = 9TL olarak (% 300 artış) belirlendi.  Sonrasında 1970’li yıllarda kurdaki yükseliş artarak sürdü. Bu devalüasyonlar IMF’nin talepleri doğrultusunda ve Türkiye’nin Savaş sonrası değişen kapitalist dengelere göre belirlenen yeni dünyaya eklemlenme ihtiyacından doğdu. Bugün itibariyle, yani Mart ayının ikinci haftasında kur 2,65’e dayandı. Böylece de tarihindeki en yüksek zirvelerden birine oturdu.

Kuşkusuz, bugünün ekonomik koşulları 1958’lerdeki ve 1970’lerdeki koşullardan farklı. Ayrıca dolardaki bu yükselişin nedeni IMF değil artık. 

Kurdaki bu yükselişi Hükümet, doların tüm dünya paraları karşısında kazandığı değer ile özellikle de dolar/avro paritesindeki hızlı değişme ile açıklıyor ve bunun TL ile doğrudan bir ilgisi olmadığını ileri sürüyor. Bazı ana akım iktisatçılar ise bunun iyi bir şey olduğu, zira böylelikle Türkiye’nin ihracatının artacağı düşüncesini yaymaya çalışıyorlar.

Oysa gerçekler böyle değil. Doların özellikle de bazı AB ekonomilerindeki resesyon ve deflasyon hali nedeniyle uygulanan ve uygulanmasına bu haftadan itibaren daha yüksek boyutlarda devam edilecek olan “miktarsal kolaylaştırma politikaları” nedeniyle değeri giderek azalan avro karşısında ve benzer nedenlerle Yen karşısında değerlendiği doğrudur. Ayrıca doların, bazı kırılganlıkları ciddi olarak artmış olan yükselen ekonomilerin para birimleri karşısında değer kazanmakta olduğu da bir gerçek. Ancak dolar son bir-iki yıldır ve özellikle de son iki ayda TL karşısındaki kazandığı kadar hemen hiçbir para birimi karşısında değer kazanmadı.

Bu nedenle de dolar/TL ilişkisini özel olarak masaya yatırmak daha doğru. O halde doların son dönemdeki bu önlenemez yükselişinin nedeni nedir? Zira bu Türkiye’yi yönetenlerin bilinçli politika tercihleri ile ortaya çıkmış bir durum değil. Yani ihracatta rekabet kazanmak için TL’nin değeri MB politikaları ile düşürülmedi. Öyle olsaydı bu boyutta bir panik oluşmazdı.
Aslında bu yazının amacı bunun nedenlerini tartışmak değil, daha ziyade bu gelişmenin beklenen ekonomik ve siyasal sonuçlarını tartışmak. Zira önümüzdeki üç ay içinde önemli bir genel seçim yapılacak, bu yüzden sonuçlar, nedenlerin önüne geçiyor.

Kurun yükselişinin olası nedenleri

Yine de olası nedenleri ana akım ve eleştirel akımlar çerçevesinde özet olarak da ele alabilmek mümkün. 

Örneğin kurun faiz ile ilişkisi kurularak bir açıklama yapılabilir. Nitekim Fed’in bu yıl faiz oranlarını yükselteceğini açıklaması, TL’den çıkışlara neden olmuş ve bu da dolara olan talebi artırarak kuru yukarı çıkartmış olabilir. Ana akım en çok da bu argümanı ileri sürüyor. Bu nedenle olsa gerek, dün kura dolaylı yoldan müdahale edildi ve MB, dolar ve avro cinsinden mevduata verilen faiz oranını ciddi miktarda düşürdü. Böylece yatırımcıların dövizden çıkarak TL’ye kayması amaçlandı. Ama 2,60’a kadar gerileyen doların kuru 10 Mart itibariyle tekrar 2,65’e kadar yükseldi. Yani böyle bir müdahale işe yaramadı.

Ayrıca bu savın iki sorunlu yanı daha var. İlk olarak, açıklanan bir niyet bir ülkenin ulusal parasını bu denli alt üst etmeye yetebilir mi? Öyle ise Türkiye ekonomisinin sağlamlığı yönündeki iddiaların tekrar gözden geçirilmesi gerekiyor. İkinci olarak, karar henüz hayata geçirilmediği gibi, daha sonra yapılan açıklamalarda bu kararın uygulanmasında acele edilmeyeceği de Fed başkanı tarafından belirtildi. 

Yine ana akım, siyasilerin yürütmekte olduğu tartışmaların kuru fırlattığını, siyasal iktidar ise bütün bunların arkasında faiz lobisinin veya bazı medya patronlarının ya da ‘paralel yapı’nın etkilerinin olduğunu açık ya da ima ile ifade ediyor.

Tüm bu nedenlerin kuru yükseltme olasılığı mevcut. Ama kurun ateşinin belirgin bir biçimde, tüm bu kavgalardan bağımsız olarak, hala da artmakta olması bu savların geçerliliğini zayıflattığı gibi, derinde daha temel ekonomik nedenlerin olduğuna işaret ediyor.

Eleştirel sol yaklaşıma göre, günümüz koşullarında döviz kurlarının oluşumunu, 19. Yüzyılda Marx tarafından geliştirilerek oluşturulmuş olan ‘emek-değer teorisi’nin, ‘küreselleşmiş emek-değer teorisi’ haline dönüştüğü gerçeği ile ilişkilendirerek açıklamak mümkündür. Bu kaçınılmaz olarak döviz kurlarının oluşumu ve hareketliliklerini küresel kapitalist ticaret ve para-sermaye ilişkileri, emperyalist sömürü ve bir mübadele aracı ve aynı zamanda da bünyesinde küresel sosyal emeği barındıran bir uluslar arası para birimi ile açıklamak gereğini ortaya koymaktadır. Ancak, belki de Marksizmin henüz tamamlanmamış olan en tartışmalı alanlarından biri olan uluslar arası ticaret ve paranın rolü burada kendini bir sorun olarak gösterir. Yani bugün iki ülke arasındaki birbirinden farklı miktarlarda sosyal emek içeren malların mübadelesiyle ortaya çıkan bir değişim kurundan söz edebilmek zor. Kurun değeri söz konusu parayı edinme maliyeti ile daha çok belirleniyor. Ayrıca Marksist düşünce döviz kurunun arz ve talep ile sonradan belirlenmesinden ziyade, bu kurun a priori olarak önceden belirlenerek ticarete dâhil edildiğini öngörür[1]. Daha önce de vurgulandığı gibi bu nedenlere ilişkin ayrıca bir tartışma yürütmek niyetindeyiz.

Doların yükselişi öncelikle emekçileri vuruyor

Etkileri açısından öncelikle iktisadi etkiler ele alınabilir. Doların yükselişi Türkiye ekonomisinin üretim ve genişletilmiş yeniden üretim açısından ne denli emperyalist kapitalist sisteme bağımlı ve bir o kadar da çarpık bir yapıda olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Zira Türkiye’de yeniden üretim hem sermaye malı, hem enerji, hem de hammadde ve teknoloji açısından ağır bir biçimde dışa bağımlı. Bu nedenle de kur yükseldiğinde ithalatlar ağırlıklı olarak dolar ile yapıldığından (örneğin petrol sadece dolar ile alınabilir), ithalat daha maliyetli bir hale geliyor. Bu kâr oranlarını düşürerek, üretimin kısılmasına neden oluyor. Sonuç, yeni yatırımlarda düşüş, büyümenin yavaşlaması ve işsizlik olarak kendini gösteriyor.

Doların yükselişinin hane halkları ile ilgisi yok mu?

Sermaye çevrelerinin bunu aşabilmesinin tek yolu olarak geriye (kârlarından fedakârlık yapmak istemediklerinden) üretim maliyetlerin düşürülmesini sağlayabilmek için, işçi ücretlerini baskılamak, böylece de artı değeri, böylece kârı artırmak kalıyor. Yani doların kurundaki yükseliş işsizlik artışı, ücret azalması ve sömürünün artması biçiminde önce işçileri vuruyor. Bu da dolardaki artışın hane halkları ile her hangi bir ilişkisi olmadığı yönündeki resmi açıklamanın gerçek dışı olduğunu ortaya koyuyor.

İkinci iktisadi etki enflasyonun yükselmesi ile kendini gösterir. Zira bizim gibi yapısal ekonomik sorunları olan ülkelerde enflasyon parasal bir olgu olmaktan ziyade yapısal bir sorun. Döviz kurunun yükselmesi, enerjiden üretim ve dağıtıma kadar hemen her şeyin maliyetini ve fiyatını yükselterek halkın bu kez bir bütün olarak yüksek fiyat ödemesi şeklinde faturayı ödemesiyle sonuçlanıyor. Reel ücretlerin (enflasyondan arındırılmış ücret) enflasyon yükselirken, ücretlerin sabit tutulması yüzünden gerilemesi ise işçi sınıfını iktisadi olarak bir kez daha vuruyor.

Döviz kurundaki yükselişin özel sektör üzerindeki etkisi de çok belirgin. Nitekim Mart 2015 itibariyle özel sektörün 183 milyar dolar döviz açığı var. Yani bu paranın bulunması gerekli. Diğer yandan içinde bulunduğumuz ekonomik durgunluk nedeniyle satışlar beklenen hızla yürümüyor. Bu yüzden de özellikle de dolar cinsinden yüksek borcu olan şirketlerin batma olasılığı bir hayli yüksek. Böyle bir yaygın batış halinin borca aracılık etmiş olan bankaları da etkileyeceğini 2001 krizi deneyimi gösterdi. Yani böyle bir durumda özel sektör borcu son tahlilde yapılacak devletleştirmelerle, tüm toplumun borcu haline getirilecek ve yıllar boyu alınacak vergilerle bu zarar kapatılacak (2001’de 25 civarında banka kurtarılmış ve TMSF’ye devredilmişti. Bunların 50-100 milyar dolar civarındaki zararları da Hazine tarafından üstlenilmişti). Yani kapanan işyerlerinin neden olacağı işsizlik etkisi bir yana, bu yolla miras kalacak olan özel sektör dış borçları da başta emekçiler olmak üzere tüm halkı vuracak.

Yüksek döviz kuru emperyalist sömürü aracı

Konunun bir de emperyalist sömürü boyutu var. Emperyalist sömürü yalnızca doğrudan yabancı sermaye yatırımları sırasındaki ucuz emek kullanımı ile ortaya çıkan emek sömürü ile sınırlı değil. Aynı zamanda kurun yüksekliği nedeniyle, dışa satım yapıldığında da bir artı değer aktarması (düşük fiyat/ yüksek kur) biçiminde de gerçekleşiyor. Yani kur her yükseldiğinde aynı miktar doların karşılığında daha fazla mal ve hizmet dışarıya aktarılıyor.

Ayrıca yüksek dış borçlar ve yüksek kredi faizleri de önemli bir emperyalist sömürü mekanizması olarak işlev görüyor. Türkiye’nin son yıllarda dış borç stoklarının, borç servisi miktarlarının artışına bakıldığında bu artı değer aktarımının ne denli önemli boyutlarda olduğu ortaya çıkıyor. Bugün 400 milyar doları aşmış olan dış borç stoku, Dünya Bankası’nın son Dış Borç Raporu’na göre[2], 2013 yılı sonu itibariyle özel+ kamu borcu toplamı olarak 388 milyar dolar. Bu borç 2005 yılında 172 milyar dolar ve 2002 yılında sadece 100 milyar dolar civarındaydı. Yani borç stoku 12 yılda dört kat, son dokuz yılda (2005-2013 arası) iki kattan fazla artmış durumda.   Bu arada dışarıdan yeni borç olarak toplamda 532 milyar dolar borç alınmış ve kullanılmış. Bunun 373 milyar doları anapara olarak geri ödenmiş. Yani bu dokuz yılda, yıllık ortalama 53 milyar dolar dış kredi kullanılmış, bunu karşılığında 41 milyar dolar anapara ve faiz ödemesi yapılmış. Bu dönemde, yıllık ortalama 12 milyar dolar olmak üzere toplam 109 milyar dolarlık faiz ödemesi yapılmış. Böylece bu dönemde toplam 483 milyar dolarlık dış borç servisi yapılmış. Yani yılda 54 milyar dolar ana para ve faiz olarak dışarıya aktarılmış. Böylece faiz ödemelerinin bu toplam ödeme içindeki payı % 30’a yaklaşmış. Ayrıca bu dönemde ülkeye gelen 127 milyar dolar tutarındaki doğrudan yabancı sermaye yatırımları 23 milyar dolarlık bir kârı royalty olarak ülkelerine götürmüşler.

Kısaca ülkede işçilerin yarattığı artı değerin bir kısmı borç-kredi mekanizması ile emperyalist sermayeye ve emperyalist devletlere aktarılmış. Yüksek kur ile pahalı mal satıp, ucuz mal alan bu ülkeler yüksek faiz ve kredi ile de artı değeri paylaşmış ve sömürüye ortak olmuşlar.

Yükselen kurun siyasal etkileri

Bu listeyi uzatmak mümkün. Ama bu noktada kur artışının olası siyasal sonuçlarından da kısaca söz etmek gerekir. Önce tarihsel bir saptama yapalım. 1946 devalüasyonu Recep Peker Hükümetini, 1958 Devalüasyonu Menderes Hükümetini,  1971 Devalüasyonu Demirel Hükümetini ve 2001 devalüasyonu DSP (Ecevit)-MHP Koalisyon Hükümetini açık ya da modern darbelerle götürmüştü.  Yani kesin bir ilişki olarak söz etmek doğru olmasa da yüksek kur-devalüasyonlarla siyasal iktidarların alt üst oluşları arasında bir bağ var. Bunun için olsa gerek Hükümet bir yandan dışarıdan para bulma girişimlerine hız verirken, seçime de giderken olası bir iktisadi çöküşün sonucunda yükselebilecek bir toplumsal muhalefeti kontrol edebilmek için “iç güvenlik yasa tasarısı” gibi otoriterleşme adımlarını bir süredir kararlı bir biçimde atıyor.

 


  





[1] Bu konuda bkz. Chai-On Lee (CNU), Foreign Exchange Rates Determination
in the Light of Marx’s Labor-Value Theory, 211.253.40.86/mille/service/.../w03-10.pdf, July 2003.

[2] World Bank, International Debt Statistics Country Tables: Turkey 2015, http://www.worldbank.org.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder