Doların
yükselişinin iktisadi ve siyasal etkileri
Mustafa
Durmuş
Türkiye ekonomisinin
2013 yılının ortalarından bu yana inişe geçtiğini ve son dönemde bu inişin
hızlanarak, giderek bir krize doğru evrilmekte olduğunu görmek gerekir. Bu
gidişin, büyüme oranının % 2’nin altına kadar gerilemesi, resmi işsizlik
oranının iki haneli rakamlara çıkması, inşaat ve sanayi üretiminin gerilemesi
gibi reel göstergeleri olduğu kadar; enflasyonun hızla artması, kredilerin
büyüme hızının yavaşlaması, tüketim ve yatırım mallarına olan talebin azalması,
cari açığın daralması, TL faiz oranlarının bunca baskıya rağmen
indirilememesi, doların kurunun ise
tarihindeki en yüksek oranlardan birine çıkması gibi parasal göstergeleri de
mevcut.
Bu yazı, bu
göstergelerden özgün bir biçimde sadece birine, doların TL karşısındaki
değerinin durdurulamayan hızlı artışına odaklanıyor. Zira daha önce, hem
büyüme, işsizlik, enflasyon hem de faiz oranlarına ilişkin
değerlendirmelerimizi burada paylaşmıştık.
Öncelikle dövizin
kurundaki ya da daha doğru bir ifade ile dolar kurundaki yükseliş 2.Dünya
Savaşı’ndan bu yana görülen en hızlı yükselişlerden biri. Zira ilk devalüasyon
olan 1946 devalüasyonu ile doların kuru 2.82 TL olarak belirlenmişti, ancak
öncesinde dolara bağlı bir para sistemi mevcut bulunmadığından bu belirlemeyi
sadece bir başlangıç belirlemesi olarak görüp bunu çözümlememizde göz ardı etmemiz
mümkündür.
Dövizin kurundaki asıl yükseliş
Menderes Hükümeti döneminde, 1958 yılındaki büyük devalüasyon ile gerçekleşti
ve dolar/TL kuru; 1 dolar = 9TL olarak (% 300 artış) belirlendi. Sonrasında 1970’li yıllarda kurdaki yükseliş
artarak sürdü. Bu devalüasyonlar IMF’nin talepleri doğrultusunda ve Türkiye’nin
Savaş sonrası değişen kapitalist dengelere göre belirlenen yeni dünyaya
eklemlenme ihtiyacından doğdu. Bugün itibariyle, yani Mart ayının ikinci
haftasında kur 2,65’e dayandı. Böylece de tarihindeki en yüksek zirvelerden
birine oturdu.
Kuşkusuz, bugünün ekonomik
koşulları 1958’lerdeki ve 1970’lerdeki koşullardan farklı. Ayrıca dolardaki bu
yükselişin nedeni IMF değil artık.
Kurdaki bu yükselişi
Hükümet, doların tüm dünya paraları karşısında kazandığı değer ile özellikle de
dolar/avro paritesindeki hızlı değişme ile açıklıyor ve bunun TL ile doğrudan
bir ilgisi olmadığını ileri sürüyor. Bazı ana akım iktisatçılar ise bunun iyi
bir şey olduğu, zira böylelikle Türkiye’nin ihracatının artacağı düşüncesini
yaymaya çalışıyorlar.
Oysa gerçekler böyle
değil. Doların özellikle de bazı AB ekonomilerindeki resesyon ve deflasyon hali
nedeniyle uygulanan ve uygulanmasına bu haftadan itibaren daha yüksek
boyutlarda devam edilecek olan “miktarsal kolaylaştırma politikaları” nedeniyle
değeri giderek azalan avro karşısında ve benzer nedenlerle Yen karşısında
değerlendiği doğrudur. Ayrıca doların, bazı kırılganlıkları ciddi olarak artmış
olan yükselen ekonomilerin para birimleri karşısında değer kazanmakta olduğu da
bir gerçek. Ancak dolar son bir-iki yıldır ve özellikle de son iki ayda TL
karşısındaki kazandığı kadar hemen hiçbir para birimi karşısında değer
kazanmadı.
Bu nedenle de dolar/TL
ilişkisini özel olarak masaya yatırmak daha doğru. O halde doların son
dönemdeki bu önlenemez yükselişinin nedeni nedir? Zira bu Türkiye’yi
yönetenlerin bilinçli politika tercihleri ile ortaya çıkmış bir durum değil.
Yani ihracatta rekabet kazanmak için TL’nin değeri MB politikaları ile
düşürülmedi. Öyle olsaydı bu boyutta bir panik oluşmazdı.
Aslında bu yazının
amacı bunun nedenlerini tartışmak değil, daha ziyade bu gelişmenin beklenen
ekonomik ve siyasal sonuçlarını tartışmak. Zira önümüzdeki üç ay içinde önemli
bir genel seçim yapılacak, bu yüzden sonuçlar, nedenlerin önüne geçiyor.
Kurun
yükselişinin olası nedenleri
Yine de olası nedenleri
ana akım ve eleştirel akımlar çerçevesinde özet olarak da ele alabilmek mümkün.
Örneğin kurun faiz ile
ilişkisi kurularak bir açıklama yapılabilir. Nitekim Fed’in bu yıl faiz oranlarını
yükselteceğini açıklaması, TL’den çıkışlara neden olmuş ve bu da dolara olan
talebi artırarak kuru yukarı çıkartmış olabilir. Ana akım en çok da bu argümanı
ileri sürüyor. Bu nedenle olsa gerek, dün kura dolaylı yoldan müdahale edildi
ve MB, dolar ve avro cinsinden mevduata verilen faiz oranını ciddi miktarda
düşürdü. Böylece yatırımcıların dövizden çıkarak TL’ye kayması amaçlandı. Ama
2,60’a kadar gerileyen doların kuru 10 Mart itibariyle tekrar 2,65’e kadar
yükseldi. Yani böyle bir müdahale işe yaramadı.
Ayrıca bu savın iki
sorunlu yanı daha var. İlk olarak, açıklanan bir niyet bir ülkenin ulusal
parasını bu denli alt üst etmeye yetebilir mi? Öyle ise Türkiye ekonomisinin
sağlamlığı yönündeki iddiaların tekrar gözden geçirilmesi gerekiyor. İkinci
olarak, karar henüz hayata geçirilmediği gibi, daha sonra yapılan açıklamalarda
bu kararın uygulanmasında acele edilmeyeceği de Fed başkanı tarafından belirtildi.
Yine ana akım,
siyasilerin yürütmekte olduğu tartışmaların kuru fırlattığını, siyasal iktidar
ise bütün bunların arkasında faiz lobisinin veya bazı medya patronlarının ya da
‘paralel yapı’nın etkilerinin olduğunu açık ya da ima ile ifade ediyor.
Tüm bu nedenlerin kuru
yükseltme olasılığı mevcut. Ama kurun ateşinin belirgin bir biçimde, tüm bu
kavgalardan bağımsız olarak, hala da artmakta olması bu savların geçerliliğini
zayıflattığı gibi, derinde daha temel ekonomik nedenlerin olduğuna işaret
ediyor.
Eleştirel sol yaklaşıma
göre, günümüz koşullarında döviz kurlarının oluşumunu, 19. Yüzyılda Marx
tarafından geliştirilerek oluşturulmuş olan ‘emek-değer teorisi’nin, ‘küreselleşmiş
emek-değer teorisi’ haline dönüştüğü gerçeği ile ilişkilendirerek açıklamak
mümkündür. Bu kaçınılmaz olarak döviz kurlarının oluşumu ve hareketliliklerini
küresel kapitalist ticaret ve para-sermaye ilişkileri, emperyalist sömürü ve
bir mübadele aracı ve aynı zamanda da bünyesinde küresel sosyal emeği
barındıran bir uluslar arası para birimi ile açıklamak gereğini ortaya
koymaktadır. Ancak, belki de Marksizmin henüz tamamlanmamış olan en tartışmalı
alanlarından biri olan uluslar arası ticaret ve paranın rolü burada kendini bir
sorun olarak gösterir. Yani bugün iki ülke arasındaki birbirinden farklı
miktarlarda sosyal emek içeren malların mübadelesiyle ortaya çıkan bir değişim kurundan
söz edebilmek zor. Kurun değeri söz konusu parayı edinme maliyeti ile daha çok
belirleniyor. Ayrıca Marksist düşünce döviz kurunun arz ve talep ile sonradan
belirlenmesinden ziyade, bu kurun a
priori olarak önceden belirlenerek ticarete dâhil edildiğini öngörür[1].
Daha önce de vurgulandığı gibi bu nedenlere ilişkin ayrıca bir tartışma
yürütmek niyetindeyiz.
Doların
yükselişi öncelikle emekçileri vuruyor
Etkileri açısından
öncelikle iktisadi etkiler ele alınabilir. Doların yükselişi Türkiye
ekonomisinin üretim ve genişletilmiş yeniden üretim açısından ne denli
emperyalist kapitalist sisteme bağımlı ve bir o kadar da çarpık bir yapıda
olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Zira Türkiye’de yeniden üretim hem sermaye
malı, hem enerji, hem de hammadde ve teknoloji açısından ağır bir biçimde dışa
bağımlı. Bu nedenle de kur yükseldiğinde ithalatlar ağırlıklı olarak dolar ile
yapıldığından (örneğin petrol sadece dolar ile alınabilir), ithalat daha
maliyetli bir hale geliyor. Bu kâr oranlarını düşürerek, üretimin kısılmasına
neden oluyor. Sonuç, yeni yatırımlarda düşüş, büyümenin yavaşlaması ve işsizlik
olarak kendini gösteriyor.
Doların
yükselişinin hane halkları ile ilgisi yok mu?
Sermaye çevrelerinin
bunu aşabilmesinin tek yolu olarak geriye (kârlarından fedakârlık yapmak
istemediklerinden) üretim maliyetlerin düşürülmesini sağlayabilmek için, işçi
ücretlerini baskılamak, böylece de artı değeri, böylece kârı artırmak kalıyor. Yani
doların kurundaki yükseliş işsizlik artışı, ücret azalması ve sömürünün artması
biçiminde önce işçileri vuruyor. Bu da dolardaki artışın hane halkları ile her
hangi bir ilişkisi olmadığı yönündeki resmi açıklamanın gerçek dışı olduğunu
ortaya koyuyor.
İkinci iktisadi etki
enflasyonun yükselmesi ile kendini gösterir. Zira bizim gibi yapısal ekonomik
sorunları olan ülkelerde enflasyon parasal bir olgu olmaktan ziyade yapısal bir
sorun. Döviz kurunun yükselmesi, enerjiden üretim ve dağıtıma kadar hemen her
şeyin maliyetini ve fiyatını yükselterek halkın bu kez bir bütün olarak yüksek
fiyat ödemesi şeklinde faturayı ödemesiyle sonuçlanıyor. Reel ücretlerin
(enflasyondan arındırılmış ücret) enflasyon yükselirken, ücretlerin sabit
tutulması yüzünden gerilemesi ise işçi sınıfını iktisadi olarak bir kez daha
vuruyor.
Döviz kurundaki
yükselişin özel sektör üzerindeki etkisi de çok belirgin. Nitekim Mart 2015
itibariyle özel sektörün 183 milyar dolar döviz açığı var. Yani bu paranın
bulunması gerekli. Diğer yandan içinde bulunduğumuz ekonomik durgunluk
nedeniyle satışlar beklenen hızla yürümüyor. Bu yüzden de özellikle de dolar
cinsinden yüksek borcu olan şirketlerin batma olasılığı bir hayli yüksek. Böyle
bir yaygın batış halinin borca aracılık etmiş olan bankaları da etkileyeceğini
2001 krizi deneyimi gösterdi. Yani böyle bir durumda özel sektör borcu son
tahlilde yapılacak devletleştirmelerle, tüm toplumun borcu haline getirilecek
ve yıllar boyu alınacak vergilerle bu zarar kapatılacak (2001’de 25 civarında
banka kurtarılmış ve TMSF’ye devredilmişti. Bunların 50-100 milyar dolar
civarındaki zararları da Hazine tarafından üstlenilmişti). Yani kapanan
işyerlerinin neden olacağı işsizlik etkisi bir yana, bu yolla miras kalacak
olan özel sektör dış borçları da başta emekçiler olmak üzere tüm halkı vuracak.
Yüksek
döviz kuru emperyalist sömürü aracı
Konunun bir de
emperyalist sömürü boyutu var. Emperyalist sömürü yalnızca doğrudan yabancı
sermaye yatırımları sırasındaki ucuz emek kullanımı ile ortaya çıkan emek
sömürü ile sınırlı değil. Aynı zamanda kurun yüksekliği nedeniyle, dışa satım
yapıldığında da bir artı değer aktarması (düşük fiyat/ yüksek kur) biçiminde de
gerçekleşiyor. Yani kur her yükseldiğinde aynı miktar doların karşılığında daha
fazla mal ve hizmet dışarıya aktarılıyor.
Ayrıca yüksek dış
borçlar ve yüksek kredi faizleri de önemli bir emperyalist sömürü mekanizması
olarak işlev görüyor. Türkiye’nin son yıllarda dış borç stoklarının, borç
servisi miktarlarının artışına bakıldığında bu artı değer aktarımının ne denli
önemli boyutlarda olduğu ortaya çıkıyor. Bugün 400 milyar doları aşmış olan dış
borç stoku, Dünya Bankası’nın son Dış Borç Raporu’na göre[2],
2013 yılı sonu itibariyle özel+ kamu borcu toplamı olarak 388 milyar dolar. Bu
borç 2005 yılında 172 milyar dolar ve 2002 yılında sadece 100 milyar dolar
civarındaydı. Yani borç stoku 12 yılda dört kat, son dokuz yılda (2005-2013
arası) iki kattan fazla artmış durumda.
Bu arada dışarıdan yeni borç olarak toplamda 532 milyar dolar borç
alınmış ve kullanılmış. Bunun 373 milyar doları anapara olarak geri ödenmiş.
Yani bu dokuz yılda, yıllık ortalama 53 milyar dolar dış kredi kullanılmış,
bunu karşılığında 41 milyar dolar anapara ve faiz ödemesi yapılmış. Bu dönemde,
yıllık ortalama 12 milyar dolar olmak üzere toplam 109 milyar dolarlık faiz
ödemesi yapılmış. Böylece bu dönemde toplam 483 milyar dolarlık dış borç
servisi yapılmış. Yani yılda 54 milyar dolar ana para ve faiz olarak dışarıya
aktarılmış. Böylece faiz ödemelerinin bu toplam ödeme içindeki payı % 30’a
yaklaşmış. Ayrıca bu dönemde ülkeye gelen 127 milyar dolar tutarındaki doğrudan
yabancı sermaye yatırımları 23 milyar dolarlık bir kârı royalty olarak
ülkelerine götürmüşler.
Kısaca ülkede işçilerin
yarattığı artı değerin bir kısmı borç-kredi mekanizması ile emperyalist
sermayeye ve emperyalist devletlere aktarılmış. Yüksek kur ile pahalı mal
satıp, ucuz mal alan bu ülkeler yüksek faiz ve kredi ile de artı değeri
paylaşmış ve sömürüye ortak olmuşlar.
Yükselen
kurun siyasal etkileri
Bu listeyi uzatmak
mümkün. Ama bu noktada kur artışının olası siyasal sonuçlarından da kısaca söz
etmek gerekir. Önce tarihsel bir saptama yapalım. 1946 devalüasyonu Recep Peker
Hükümetini, 1958 Devalüasyonu Menderes Hükümetini, 1971 Devalüasyonu Demirel Hükümetini ve 2001
devalüasyonu DSP (Ecevit)-MHP Koalisyon Hükümetini açık ya da modern darbelerle
götürmüştü. Yani kesin bir ilişki olarak
söz etmek doğru olmasa da yüksek kur-devalüasyonlarla siyasal iktidarların alt
üst oluşları arasında bir bağ var. Bunun için olsa gerek Hükümet bir yandan
dışarıdan para bulma girişimlerine hız verirken, seçime de giderken olası bir
iktisadi çöküşün sonucunda yükselebilecek bir toplumsal muhalefeti kontrol
edebilmek için “iç güvenlik yasa tasarısı” gibi otoriterleşme adımlarını bir
süredir kararlı bir biçimde atıyor.
in the Light of
Marx’s Labor-Value Theory, 211.253.40.86/mille/service/.../w03-10.pdf, July 2003.
[2]
World Bank, International Debt Statistics Country
Tables: Turkey 2015, http://www.worldbank.org.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder