Birkaç
aya kalmaz emekçiler uyanır (mı)? İktisat teorisi bize ne söylüyor?
Mustafa
Durmuş
12
Temmuz 2023
Geçtiğimiz haftanın emekçiler açısından en önemli
konuları kuşkusuz, memur ve emekli maaşlarına yapılan zamlar, Katma Değer Vergisi
oranlarının 2’şer puan artırılarak sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 20’ye yükseltilmesi,
bu yıl hali hazırda yüzde 61 oranında artırılmış olan Motorlu Taşıtlar Vergisinin
iki kat olarak alınmasına karar verilmesi ve Meclis’e gelen 1,119 trilyon
TL’lik ek bütçe kanun teklifi idi.
Diğer taraftan memur ve emekli maaş zamları
hesaplanırken TÜİK’in 6 aylık TÜFE hesaplaması olan yüzde 17,55 esas alındı.
Memurlara ilave olarak seyyanen 8,077 TL’lik bir artış yapılırken, emekliler
bundan mahrum bırakıldı ve onlara yapılan zam yüzde 25 ile sınırlı tutuldu.
Önümüzde ise gelecek yıl geçerli olacak kamu
emekçilerinin ücret artışlarının görüşüleceği bir toplu iş sözleşmesi dönemi
var.
Memur
ve emekli ücretlerine yapılan zamlar yeni vergiler ve enflasyonla geri alınıyor
Memur ve emeklilere yapılan sınırlı zamlar, bir yandan hali hazırda çalışmakta olan toplamda
19 milyona yakın işçi ve memur arasındaki eşitsizlikleri artırırken, diğer
yandan sayıları 16 milyonu aşan emekliler açısından büyük bir haksızlık oluşturuyor.
Aslında siyasal iktidar bu yolla işçi ve emekçi sınıfları da bilinçli bir
biçimde bölerek onların birlikte mücadelelerinin önünü kesmeye çalışıyor.
Ancak yapılan bu zamların açıklanan vergi artışlarıyla
ve yılın geri kalan kısmında artmasına kesin gözüyle bakılan enflasyonla geri
alınacak olması, emek örgütlerinin haklı tepkilerine de yol açıyor.
Kaldı ki ek bütçede kamu personelinin ücretlerinde ve
SGK primi ödemelerinde her hangi bir artışa gidilmemiş. Bu da yaklaşık 600
milyar TL’lik ilave bir harcama yapılacağını ve bunun da yeni vergilerle
karşılanacağını gösteriyor. Kısaca yeni vergi artışları ve elektrik, su,
ulaştırma gibi hizmetlere yapılacak zamlar kapıda bekliyor.
Yandaş
sendikalar ücret zamlarından memnun
Ayrıca bir gerçek daha var, o da iktidarın yanında yer
alan memur sendikalarının ve bunlara üye memurların önemli bir bölümünün yapılan
bu zamlardan rahatsızlık duymamaları, hatta memnun olmaları. Zira ilk bakışta (gerçek
enflasyon oranı dikkate alınmadığında), en düşük memur maaşının yüzde 86 oranında
artırılarak 22 bin TL’ye yükseltilmesi de dahil olmak üzere memurlara yapılan
zamlar nominal olarak oldukça yüksek görünüyor.
Böyle bir yanılsamanın nedeni zam oranlarının önceki
yıllara göre yüksek olması ama asıl olarak da enflasyon oranının bilinçli bir
biçimde düşük gösterilmesi. Böyle olunca da yapılan zamlarla “sizi enflasyona
ezdirmedik” sözü tabanda karşılık bulabiliyor.
Enflasyon
hesabı yanlış, maaş zammı yetersiz
Oysa ne TÜİK’in enflasyon hesabı doğru ne de yapılan maaş
zamları yeterli. Öncelikle, ENAG’ın enflasyon rakamları TÜİK’in rakamlarının en
az 2,5 katı büyüklüğünde. Hatta bir patronlar örgütü olan İstanbul Ticaret
Odası bile İstanbul için yıllık enflasyon oranını (İstanbul Ücretliler Geçinme
İndeksi) yüzde 55,2 olarak açıkladı. Yani yapılan zamlara rağmen, Yoksulluk
Sınırının üzerine bir türlü çıkamamayı bir kenara bırakın, reel ücretlerimiz
ekside kaldı.
Bu yüzden de, yüksek enflasyon ve son KDV artışları
karşısında bu sözde maaş artışları bir iki ay içinde eriyecektir. Bunun için
“ekonomist” olmaya da gerek yok, son bir yıl içinde asgari ücrete yüzde 80’in
üzerinde zam yapılmış olmasına rağmen işçilerin durumlarının iyileşmediğini,
hatta daha da kötüleşerek açlık sınırının biraz üstünde bir gelir ile geçinmek durumunda
kaldıklarını bilmek yeterli.
Neden
toplumsal bir tepki yok?
Normal koşullar altında iktidar blokunun bu emekçi
karşıtı ücret ve gelir politikalarına büyük tepkilerin oluşması beklenir. Ancak
ülkede, bir yandan demokratik hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanmasının yanı
sıra işçi haklarının da fiilen ortadan kaldırılmış olması, diğer yandan da
işçilerin ağır bir ideolojik saldırı altında bırakılarak, kendilerini “yurttaş”
ve “işçi sınıfının bir üyesi” olarak görmek yerine, sıradan bir “birey” ya da “tebaa”
gibi görmeleri böyle örgütlü tepkilerin ortaya çıkmasını önlüyor.
Bu yüzden de iktidar asgari ücrete zam yapıldığı ya da
memurların toplu iş sözleşmesinin yapıldığı dönemlerde, emekçilerin ekonomik
hakları için verdikleri mücadeleyi göstermelik toplantılarla savuşturabiliyor
ve sonuç olarak da adeta emekçilere bir “lütuf” ya da “iyilik” yapmış gibi sunarak
ücret ve maaş zamlarını istediği düzeyde tutabiliyor. Yandaş sendikalar da bu
oyunun bir parçası olmaktan rahatsız olmuyorlar, hatta bu sendikaların
yöneticileri bu sayede işçilerin gözünde kendi konumlarını da koruyorlar.
Ana akım muhalefet partilerinin ise bir iki basın
açıklaması yapmak dışında bu oyuna gerçek bir tepkileri olmuyor. Örneğin emekçileri
haklarını savunmak için protesto gösterileri yapma ya da iş bırakma ve grev
gibi eylemliliklerde bulunmaya cesaretlendirmekten kaçınıyorlar zira bu
eylemleri sermaye düzeni için tehlikeli buluyorlar.
Din insanlarının ve emekçilerin ödediği vergilerden
oluşan bütçeden aldığı büyük payla tartışılan Diyanet’in ise şu ana kadar
emeğin ve emekçilerin yanında yer aldığına pek rastlanmadığı gibi, bu kesimler yaptıkları
açıklamalarda sıklıkla işçilerin grev ve direniş gibi eylemlerde bulunmalarının
yanlış ve “günah” olduğundan söz edebiliyorlar.
Burjuva
iktisadı oyunun ideolojik arka planını oluşturuyor
İşin bir diğer ayağında ise iktisat teorileri var.
Öyle ki işçilerin haklarını aramaları ve örneğin ücret artışları için
verdikleri mücadeleler (gösteri yapma, iş yavaşlatma ya da bırakma ve grev
gibi) burjuva iktisat teorilerince, bilimsel kılıflar altında, işe yaramayacağı,
hatta işsizliği artıracağı gibi gerekçelerle mahkûm edilmeye çalışılıyor. Bu
teoriler oldukça etkili zira yalnızca üniversitelerde öğretilmiyor aynı zamanda
da siyasette ve ekonomi bürokrasisinde de yol gösterici oluyor.
Bir başka anlatımla, meseleleri sınıfsal mücadele bağlamında
ele almayan burjuva iktisat teorilerinin emek-sermaye çatışmasına öz itibariyle
statükodan, dolayısıyla da sermaye sınıfından yana bir bakışı söz konusu.
Örneğin kapitalist sistemde işçilerle patronların fiilen
eşit güçlere sahip oldukları gibi yanlış bir varsayıma sığındıklarından, piyasa
mekanizması içinde işçilerin yürütecekleri toplu sözleşme görüşmeleriyle yüksek
ücretler talep ederek reel ücretlerini koruyabilecekleri görüşünü savunurlar.
Böyle olunca da kapitalist sistemi değiştirmeye gerek kalmayacak, mesele işçi
örgütleri ve patronlar arasındaki müzakereler yoluyla çözümlenebilecektir.
Burjuva iktisadının meseleyi nasıl ele aldığını bir
model üzerinden anlatmaya çalışalım.
İnkâr
edilen “sosyal sınıflar” ve “devlet” gerçeği
Öncelikle, burjuva iktisadının iktisadi olayları
sadece iktisadi faktörlerle ve araçlarla açıklamakla yetindiğinin altını
çizelim. Yani analizlerinde sınıflar arası mücadele veya devletin rolü ya da
ideolojilerin etkileri gibi hususlara yer vermezler.
Olayları açıklamakta kullandıkları iktisadi modeller
ve bunların dayandığı varsayımlar genellikle çürüktür çünkü gerçeklerden
kopuktur. Bu yüzden ekonomik krizleri öngörmekte sıklıkla yanıldıkları gibi,
krizlerden çıkış için doğru önlemler öneremezler ve genelde de uygulamada krizlerin
faturası emekçilere ödettirilir.
“Rasyonel politikalar” olarak adlandırdıkları
politikalar ise aslında rasyonel de, tarafsız da değildir. Bugünlerde yapılan
vergi artışlarının, KKM ödemesi sorumluluğunun Hazine’den alınıp Merkez Bankası’na
verilmesi (emisyon ve enflasyon artışıyla sonuçlanacağı için) bunun en somut
örneğidir.
Biz de yazımızın geri kalan kısmında, böyle bir iktisat
ekolünün yaygın olarak başvurduğu bir modeli kullanarak, “emekçilerin bir süre sonra
reel ücretlerinin azaldığının farkına vararak, izlenmekte olan ekonomi
politikalarına itiraz edip etmeyecekleri ve bu itirazın nasıl sonuçlanacağı” sorularının
yanıtlarını arayacağız.
“Rasyonel
Beklentiler” Yaklaşımı
Ana akım burjuva iktisadı içinde çok sayıda
makroekonomi yaklaşımı var. Bunların geçtiğimiz yüzyılda en etkili olanlarından
biri kuşkusuz Keynesyen Makroekonomi Yaklaşımıydı. Ancak 1970’lerin
ortalarından itibaren bu yaklaşımın, özellikle de stagflasyon karşısında
çaresiz kalması gibi bazı nedenlerden dolayı gözden düşmesi, onun yerini
Rasyonel Beklentiler Yaklaşımının almasına neden oldu. Özellikle de 1980 ve
1990’larda (neo liberal dönemde) oldukça etkili bu yaklaşım Lucas, Barro,
Sargent, Phelps, ve Grey gibi bir kısmı da Nobel ödüllü iktisatçılarca temsil ediliyor.
Bu yaklaşıma göre, bir ekonomideki aktörler “homo
economicus” olmanın da gereği olarak, gelecekle ilgili beklentilerini ön planda
tutarak uzun vadeli faydalarını maksimize etme peşindedirler. Bu yüzden de, “ekonomik
aktörlerin rasyonel beklentilerini olumsuz yönde etkilediği için”, devletçe
uygulanan maliye ve para politikaları gibi müdahalelere izin verilmemelidir.
Yaklaşım böyle müdahalelerin ya da politikaların ekonomiyi
sadece kısa vadede büyütebileceğini ancak uzun vadede bu büyümenin duracağını,
istihdamın artmayacağını, işsizliğin azalmayacağını, sadece enflasyonun
artacağını ileri sürer. Bunu yaparken de “asimetrik bilgi” kavramını modelinde temel
analiz aracı olarak kullanır.
“Asimetrik
Bilgi”
Özetle, Rasyonel Beklentiler Modeline göre; patronların
ve işçilerin nominal ücret artışları ve tüketici fiyat artışları
(TÜFE/enflasyon) konusundaki bilgileri asimetriktir (aynı değildir).
Öyle ki patronlar, hem karar alıcılar olarak piyasaların
bizzat içinde oldukları için, hem kendi örgütleri aracılığıyla hem de devlet bürokrasisi
ve akademi ile yakın ilişkileri sayesinde nominal ücretlerin durumunu da, enflasyonun
gerçekte ne düzeyde olduğunu da (dolayısıyla da reel ücretlerin düzeyini) çok
iyi bilirler. Nitekim İTO’nun yıllık enflasyonunun TÜİK’in rakamının 17 puan
üzerinde olması bu iddiayı destekler niteliktedir.
İşçiler, emekçiler ise karar alma mekanizmasının
dışında bırakılıp sadece edilgen bir üretim faktörü gibi görüldüklerinden ve Türkiye’de
olduğu gibi büyük ölçüde sınıf sendikası olmayan sarı sendikalarda yer
aldıklarından (ayrıca çok büyük bir çoğunluğu iktidar medyasının
propagandasının etkisi altında olduğundan) gerçek enflasyon rakamlarının ve
reel ücret düzeyinin ne olabileceği konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip
değildirler. Bu yüzden de “ücret ya da maaşlarına yapılan nominal zamları reel
ücret artışları olarak” değerlendirirler.
Patronlar
işin farkında
Kısaca, ücretlerin ve tüketici enflasyonunun (TÜFE)
gerçek düzeyleri konusunda patronların ve işçilerin bilgisi simetrik (aynı) değildir.
Patronlar işin farkında iken (reel ücret artışlarının enflasyonun çok gerisinde
kaldığının), işçiler bu durumun farkında değildir.
Bu yüzden de özellikle de, genel ya da yerel seçimler
öncesinde ücretlerine ya da maaşlarına yapılan nominal artışları reel artış
gibi görürler, bu ücretlerle çalışmaya itiraz etmezler, yani istihdamda kalmaya
devam ederler. Bu durum istihdam artışını, bu da ekonomik büyümeyi, milli gelir
artışını (Y) beraberinde getirir.
Model
Bu durum bir model çerçevesinde aşağıdaki grafiklerle de
açıklanabilir. (1)
Grafik
1: Kısa Dönem/Asimetrik Bilgi Hali
Modele göre süreç şöyle işlemektedir:
1. Başlangıçta
ekonomide denge Y0 -
P0. (P0= 2,
W0 = 12 TL) düzeyindedir.
İşgücü piyasasında denge ise n0 - Y0 gibi bir resesyon durumunu yansıtmaktadır.
2. Ekonomiyi
resesyondan çıkartabilmek için hükümet talep yönlü maliye politikaları uygular,
böylece toplam talepte bir büyüme gerçekleşir. Yani toplam talep eğrisi (AD0 ),
( AD1)’e
dönüşür. Bunun ilk sonucu enflasyon artışı biçiminde kendini gösterir ve fiyatlar
genel seviyesi, P0 =2’den
p1 =
5’e çıkar. Yani enflasyonda yüzde 250’lik bir artış olur. Bu arada nominal işçi
ücretleri enflasyon kadar artmaz, örneğin toplu iş sözleşmesi ile (W); W0 =
12’den W1 =15’e
çıkar (yani sadece yüzde 25’lik bir artış olur). Özetle işçi ücretleri
enflasyon artışının sadece onda biri kadar artmıştır.
3. Modele
göre patronlar nominal ücretler (W) ve enflasyondaki (P) gelişmelerin ne anlama
geldiğini tam olarak bilirler. Oysa işçiler sadece kendi ücret artışlarının
bilincinde olup, enflasyondaki bu devasa artışın farkında değildirler, bu
yüzden de nominal ücretlerindeki yüzde 25’lik artışı bir kazanım olarak görürler.
Bu nedenle de (W1 =15)
yeni ücret düzeyinde daha fazla işgücü arz ederler.
4. Reel
ücretlerin düşük kaldığının bilincinde olan patronlar ise daha fazla işgücü
talep ederler (çünkü reel ücretler (W0 / P0)
= 12/2= 6 TL’ den (W1/ p1)
= 15/5 = 3 TL’ye gerilemiştir). İşçiler reel ücretin 15/2= 7,5 TL olduğunu düşünürken,
patronlar bunun gerçekte 15/5= 3 TL olduğunu bilirler (asimetrik bilgi durumu).
5. Böylece
işçilerin uğradığı bu yanılsama ile (asimetrik bilgi) artan işgücü arz ve
talebi toplam istihdam düzeyini artırır (n0’dan n1’e).
6.
Modele göre, üretim istihdamın bir fonksiyonu olduğundan, istihdam artışı
üretim fonksiyonunu artırır ve böylece GSYH büyür (Y0 ’dan Y1’e
çıkar).
7. Sonuç
olarak, toplam arz eğrisi (AE -AS eğrisi) Keynesyen yaklaşımınkine benzer
pozitif yönlü bir arz eğrisine dönüşür. Böylece hükümet, toplam talebi artıran
maliye ve para politikası önlemleriyle (enflasyonu artırma pahasına), istidamı
artırabilir, işsizliği azaltabilir, ekonomiyi ve kişi başı milli geliri
büyütebilir.
Ancak Rasyonel Beklentiler Yaklaşımına göre ekonomideki
bu olumlu gelişme sadece kısa dönemde görülebilecek bir durumdur. Çünkü bu
gelişme aslında bir yanılsamaya (asimetrik bilgiye) dayanır, yanıltıcıdır. Ekonomi
bir süre sonra (örneğin 1 yıl içinde) eski haline döner.
“Uzun
dönemde işçiler işin farkına varırlar”
Öyle ki istihdam ve GSYH büyümesini sağlayan bu asimetrik
bilgi hali (yani işçilerin enflasyonu tam olarak hesaplayamamalarından dolayı nominal
ücret artışını reel ücret artışı gibi algılamaları durumu), enflasyonun
yükselmesi karşısında ücretlerinin artık yeterli olmadığı gerçeği ortaya
çıkınca, etkisini yitirir.
Özetle, asimetrik bilgi simetrik hale gelir, işçiler
de gerçek durumun ne olduğunu kavrarlar. Bu da işçilerin yeni toplu sözleşme
döneminde, reel ücretlerini koruyacak bir biçimde daha yüksek ücretler talep
etmeleriyle sonuçlanır.
Uygulamada reel ücretlerin düşüş halinde olduğu bir
gerçektir. Nitekim bu anlatıya uygun bir biçimde, aşağıdaki grafikten de
görülebileceği gibi, Avrupa Birliği ülkelerindeki işçilerin reel ücretlerinin
2020 yılının ardından düşüşe geçtiği ve 2022 yılında bu düşüşün yüzde 5,2 olduğu
görülmektedir. (2)
Kısaca, yeni toplu sözleşme döneminde, işçiler (ya da
kamu emekçileri) bu kez nominal ücret olarak 30 TL talep ederler (W1=30
TL). Böylece daha önce 6 TL olan reel ücretlerini (W0 / P0)=
12/2 = 6) korumuş olurlar (W1 / p1
= 30/5 = 6). Böylece grafikten de görüleceği üzere (3), pozitif
eğimli AE-AS toplam arz eğrisi, sıfır esnekliğe sahip RE-AS toplam arz eğrisine
dönüşür. Bu, uygulanan genişletici maliye ve para politikalarının uzun dönemde
istihdam ve GSYH’yi artırmadığı, sadece enflasyonu artırdığı anlamına gelir.
Grafik
2: Uzun Dönem/Simetrik Bilgi Hali
İki
önemli koşul
Ancak bu modelin bu sonuçları üretebilmesi için iki
önemli koşulun yerine getirilmesi gerekir:
(i)
Enflasyon ile ilgili tam ve doğru bilginin üretilmesi, topluma sunulması ve
sadece sermaye kesiminin değil, işçi sendikalarının da bu tam ve doğru bilgiye sahip
olmaları. (ii) Nominal ücretlerini
enflasyon artışı düzeyinde yükseltme gücüne ve örgütlülüğüne sahip bir işçi
sınıfı örgütlülüğünün (gerçek sınıf sendikalarının, emek örgütlerinin) varlığı.
İşte modelin özellikle de azgelişmiş ülkeler açısından
geçersizliği bu noktalarda kendisini göstermektedir. Bu yüzden de bu modeli
esas alarak Türkiye’deki ne son memur maaşı zamlarını, ne de önümüzdeki toplu
iş sözleşmesi döneminde kamu emekçilerinin reel ücretlerinin ne düzeyde
olacağını açıklayabilmek mümkündür. Bunun için başka yaklaşımlara başvurmak
gerekecektir.
Zira öncelikle, resmi enflasyon rakamları gerçek enflasyon
düzeyini yansıtmıyor. Bunun için TÜİK’in verileriyle ENAG’ın verilerini
karşılaştırmak yeterlidir. Öyle ki ikisi arasında yüzde 10-15’lik ihmal
edilebilecek bir fark değil, yüzde 250’lik (2,5 kat ) ciddi bir fark mevcuttur.
Yani emekçilerin ne doğrudan ne de sendikaları
aracılığıyla gerçek enflasyon verilerini elde etmeleri ve toplu iş sözleşmesi
süreçlerinde bu gerçeğe uygun olarak nominal ücret artışı talebinde bulunmaları
mümkündür.
İkinci olarak, ülkedeki işçi ve memur sendikalarının
durumu kelimenin tam anlamıyla iç karartıcıdır. Öyle ki 2019 yılında işçi sendikalarında
örgütlü işçi oranı sadece yüzde 9,9’dur (OECD ortalaması yüzde 15,8). (4)
Memurların sendikalaşma oranının (2023 yılında) yüzde
75’e yaklaşmış olması bizi yanıltmamalıdır zira bu memurların yüzde 45,5’i
doğrudan iktidar yanlısı bir sendika olan MEMUR-SEN’de, yüzde 26’sı ise öz
itibarıyla sağcı bir sendika olan KAMU-SEN’ de örgütlü olup, sadece yüzde
7,7’si bir sınıf sendikası niteliğindeki KESK’te örgütlüdür. (5)
Benzer bir durum toplu pazarlık kapsamındaki işçilerle
ilgili olarak mevcuttur. Öyle ki ülkede bir bütün olarak emekçilerin (işçiler
ve memurlar) toplu pazarlık sistemindeki kapsanma oranı sadece yüzde % 8,5’tir
(OECD ortalaması yüzde 32,1). (6) Yani ülkede her 1,000 işçiden sadece 85’i
toplu pazarlık sistemine dâhildir.
Memurların toplu iş sözleşme pazarlığı ise her yıl bir
“orta oyunu” biçiminde iktidar ile yetkili konfederasyon olan MEMUR-SEN
arasında yapılmaktadır. Grev hakkından yoksun böyle bir toplu pazarlık
sisteminin gerçek bir toplu pazarlık olmayacağı da çok açıktır. Bu yüzden de
toplu iş sözleşmesi dönemlerinde asıl olarak bu oyunun ifşa edilmesi ve emekten
yana alternatiflerin emekçilere anlatılması mücadelesi esas olmalıdır.
Sonuç
Kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğunu, bu sistemde
sermaye birikiminin asıl kaynağının “artı değer sömürüsü” olduğunu ve sosyal sınıflar
arasında bu sömürüyü artırma ya da azaltma mücadelesinin” esas olduğunu
reddeden ana akım burjuva iktisat teorileri, işçilerin reel ücretlerinin neden
gerilediğini açıklamak ve bunun nasıl telafi edilebileceği konusunda hakiki çözümler
üretmek konusunda yetersizdir. Çünkü bu teoriler ciddi defolara sahiptir.
Bu yüzden de, Rasyonel Beklentiler Modelinin öngördüğü
gibi, işçilerin, emekçilerin her hangi bir örgütlü mücadeleye
girişmeksizin, bir süre sonra sadece yüksek
enflasyon konusunda bilgilerini revize ederek daha yüksek nominal ücret zammı
talep etmeleriyle reel ücretlerini koruyabilmeleri mümkün değildir.
Bunun için sınıf mücadelesinin, işçi ve emekçilerin
örgütlü mücadelesinin devreye girmesi ve bu kesimlerin ekonomik mücadelelerini
yükseltmeleri gerekir.
Bu mücadele de devlet de genelde sermaye sınıfının
yanında yer aldığından, işçilerin, emekçilerin yürüttükleri ekonomik mücadele
aynı zamanda bir politik mücadele ve demokrasi mücadelesi olmak zorundadır.
Yani ekonomik mücadele, politik mücadele ve demokrasi mücadelesi ile birlikte (ve
kuşkusuz barış mücadelesi ile birlikte) yürütülmelidir.
Bu çerçevede, işçilerin bir süre sonra enflasyonun ve hayat
pahalılığının artmasından dolayı kendiliğinden hızlıca bilinçleneceklerini ve yeni
ücret artışı mücadelesine girişeceklerini de beklemek gerçekçi olmaz.
Özellikle de “bireyci” olduğu kadar, “siyasal İslamcı,
ırkçı ve militarist” ideolojilerle emekçilerin ideolojik bir bombardımana tabi
tutulup uyutuldukları otoriter rejimlerin inşa edildiği böyle dönemlerde,
kendiliğinden bir sınıfsal bilinçlenmenin gerçekleşmesi beklenmemelidir.
Bu durum da kuşkusuz sosyalistlere (özellikle de emek
örgütleri ve halkçı kitle partileri içindekilere), tarihsel bir görevi yani ekonomik/
demokratik, politik mücadele kadar, işçileri, emekçileri bilimsel sosyalist
görüşlerle buluşturmayı hedefleyen ideolojik mücadeleyi de yükseltmeleri
görevini vermektedir.
Dip
notlar:
(1) Farrokh
K. Langdana, Macroeconomic Policy,
Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s.
235.
(2) https://www.wsi.de
(8 Temmuz 2023).
(3) Langdana,
agk. S. 239.
(4) https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode
(8 Temmuz 2023).
(5) KESK 10. Dönem VII. Genel Meclisi
Toplantısı Faaliyet Raporu (9 Temmuz 2023).
(6) https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode
(8 Temmuz 2023).