25 Mayıs 2024 Cumartesi

Organize suç örgütleri

 

Organize suç örgütlerinin en fazla faaliyet gösterdiği 14 ülke arasındayız!

Mustafa Durmuş

25 Mayıs 2024


Ayhan Bora Kaplan- Süleyman Soylu ilişkisi ve emniyete yapılan son operasyonlar, emniyet müdürleri tutuklamaları, bir generalin makam aracı ile yapılan sınırda insan kaçakçılığı, Sinan Ateş cinayeti ve bu cinayeti işleyenleri açıkça koruyan ve iktidarı tehdit eden, mahkemelere ayar veren bir siyasal partinin sözcüleri.

Varış noktası Türkiye olan ve yurt dışında yakalanan yüzlerce kilo ve onlarca milyon dolar değerindeki eroin ve diğer uyuşturucular, Akhisar’da çocuklarının sentetik uyuşturucudan ölümlerini protesto eden Çingeneler, yurt dışında ve yurt içinde cirit atan organize suç örgütlerinin bazı güvenlik güçlerinin de katıldığı yasa dışı faaliyetler, güpegündüz yapılan mafya infazları, kara para aklama soruşturmaları, tehdit edilen ya da satın alınan yargıçlar ve daha niceleri…

Bunlar uzunca bir süredir basında yer alan ve Türkiye’de artık çok ciddi bir organize suç sektörünün ve ekonomisinin ve yanı sıra görülmemiş bir toplumsal çürümenin var olduğunu gösteren olaylardan bazı örnekler.

22 yıldır iktisadi paradigma olarak neo-liberalizmi esas alan ve bunu üst yapıda son dönemlerinde siyasal İslam ile tahkim eden AKP iktidarlarının ülkeyi getirdiği durumun bir özeti. Ancak ülkede kurdukları bu düzeni artık neo- liberalizm, devleti de buna uygun bir neo-liberal bir ulus devlet olarak tanımlamak mümkün değil.

Nekro-Kapitalizm Narko-Devlet uyumu

Bugün belki de ülkedeki kapitalizmi “nekro-kapitalizm” ve devleti de “narko/mafyatik devlet” olarak tanımlamak daha doğru. Özellikle de 2015 yılından bu yana ekonominin de, siyasetin de, hukukun da evrildiği durum bu.

Yani kapitalizmin ve devletin emek sömürüsünü iyice derinleştirmesi kadar, artık nepotik, ırkçı, ezilen uluslara, halklara açıktan düşman, mafyatik, savaşçı-militarist, kadın, LGBTİ, azınlık inanç grupları ve kimlikler ve doğa düşmanı yanı iyice belirginleşti.

Bu süreçte kapitalizm yeni artı değer (kâr) yaratmak kadar, mevcut artı değerin el değiştirmesi biçiminde rantçı bir niteliğe bürünürken, sermaye birikimi asıl olarak inşaat-emlak, bankacılık sektörü ve askeri -sanayi karması şirketlerin elde ettiği kârlardan sağlanmaya başladı.

Sermaye-Siyasetçi/Bürokrat ve Mafya /Organize suç örgütleri ortaklığı

Bu düzende hukuk ortadan kaldırıldı, anayasaya uyulmuyor, bizzat yargı eliyle anayasaya darbe yapıldı. Devletse, sermaye-siyasetçi/bürokrat ve mafya /organize suç örgütlerince ele geçirilmiş gibi bir görüntü veriyor.

Bu durum sadece bu ülkede yaşayan bizler tarafından görülmüyor, uluslararası kuruluşlar da bu gelişmelerin farkında. Örneğin her yıl düzenli olarak yayımlanan ve adeta organize suçların küresel röntgenini çeken “Küresel Organize Suç Endeksi” Türkiye’deki bu gelişmeleri ayna gibi yansıtıyor.

Küresel Organize Suç Endeksi

Bu endeks, 2019 ENACT Organize Suç Endeksi programı tarafından desteklenen bir endeks. ENACT ise, Avrupa Birliği tarafından finanse ediliyor ve Sınır Ötesi Örgütlü Suçlara Karşı Küresel Girişime bağlı olarak Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü ve INTERPOL tarafından uygulanıyor. (1)

Organize suç dinamiklerine ilişkin kapsamlı ve bütüncül bir bakış açısı sunan bu endeks, Birleşmiş Milletler üyesi 193 ülkenin tamamını, bir yandan suçun kapsamı ve ölçeği, diğer yandan da organize suç faaliyetlerine karşı koyma ve bu faaliyetlerle mücadele etme kabiliyetleri açısından değerlendiriyor.

“Organize suç” nedir?

Küresel Organize Suç Endeksinin amacı doğrultusunda “organize suç”; birlikte hareket eden gruplar veya şebekeler tarafından, doğrudan veya dolaylı olarak mali veya maddi bir menfaat elde etmek amacıyla şiddet, yolsuzluk veya ilgili faaliyetlerde bulunmak suretiyle yürütülen yasadışı faaliyetler olarak” tanımlanıyor. Bu tür faaliyetler hem bir ülke içinde hem de uluslar ötesinde gerçekleştirilebiliyor. (2)

Endeks kapsamında “suçluluk”

Endeksin ilk bileşeni olan “suçluluk” iki alt bileşenden oluşuyor: “Suç piyasaları” ve “suç aktörleri”. İlki, malların veya insanların yasadışı ticaretinin ve/veya sömürüsünün tüm aşamalarını çevreleyen siyasi, sosyal ve ekonomik sistemler olarak tanımlanıyor. İnsan ve silah kaçakçılığı, eroin ve kokain ticareti gibi suç piyasalarına geçen yıl mali̇ suçlar, si̇ber bağımlı suçlar, özel tüketim mallarının yasadışı ticareti, sahte mallar ve gasp ve koruma şantajı eklenerek suç piyasası sayısı 15’e çıkarıldı.

Suçluluğun ikinci alt bileşeni olan “suç aktörleri” ise beş tür suç aktörünün yapısını ve etkisini değerlendiriyor: “Mafya tarzı gruplar”, “suç şebekeleri”, “devletle iç içe geçmiş aktörler”, “yabancı aktörler” ve “özel sektör aktörleri”.

Dünya genelindeki çok sayıdaki suç gruplarının her birinin kesin bir kategoriye sokulamayacağı gerçeğinden ötürü, endeksin tanımladığı beş aktör tipi, mümkün olduğunca çok sayıda suç aktörü dinamiğini kapsayacak şekilde geniş tutulmuş.

Organize suçlara karşı “dayanıklılık (direnç)”

Endeks “dayanıklılığı/direnci”; siyasi, ekonomik, yasal ve sosyal tedbirler yoluyla organize suç faaliyetlerine tek tek piyasalar yerine bir bütün olarak karşı koyma ve bunları akamete uğratma yeteneği olarak tanımlıyor. Dayanıklılık, ülkelerin hem devlet hem de devlet dışı aktörler tarafından alınan tedbirleri ifade ediyor.

Endeks, mümkün olduğu ölçüde farklı bağlamlardaki organize suç ortamının kapsamlı ve doğru bir tasvirini oluşturmak için ulusal dayanıklılık önlemlerinin kalitesini ve etkinliğini de değerlendiriyor. Suçluluk skoru paydaşların tehditleri ve bunların gücünü belirlemelerine olanak tanırken, dayanıklılık skoru devletlerin karşı karşıya kaldıkları organize suç tehditlerine çözüm bulmak için aldıkları tedbirlerin türünü ve etkinliğini ortaya koyuyor.

Organize suçun doğası ve dünya genelindeki farklı dinamikleri göz önüne alındığında, dayanıklılık farklı bağlamlarda farklı biçimde görülebiliyor (örneğin bir bölgede işe yarayan müdahalelerin başka bir bölgedeki suçluluk seviyeleri üzerinde çok az etkisi olabilir). Organize suçun çok çeşitli bağlamlarda ortaya çıkardığı farklı sorunları hesaba katmak için, endeks kapsamında tanımlanan dayanıklılık ölçütleri geniş kapsamlı ve çok sektörlü. Bir bütün olarak ele alındığında 12 dayanıklılık göstergesi, toplumların organize suçlara karşı bütüncül ve sürdürülebilir yanıtlar verebilmeleri için gerekli olan yapı taşlarını oluşturuyor.”

Bu 12 direnç ya da dayanıklılık göstergesi şöyle sıralanıyor: Siyasi liderlik ve yönetişim (R1), devletin şeffaflığı ve hesap verebilirliği (R2), uluslararası işbirliği (R3), ulusal politikalar ve yasalar (R4), yargı sistemi ve gözaltı (R5), kolluk kuvvetleri (R6), bölgesel bütünlük (R7), kara para aklama ile mücadele (R8), ekonomik düzenleme kapasitesi (R9), mağdur ve tanık desteği (R10), önleme (R1), devlet dışı aktörler (R12). (3)

Suç ve suça karşı direnç puanı: 1-10 puan

Özetle, ülkelerin organize suçlara karşı dirençli olma varlığı ve kapasitesi 12 dirençlilik yapı taşı üzerinden ölçülüyor. Endeksteki tüm ülkelere, suç piyasaları ve suç aktörleri olmak üzere iki alt bileşenden oluşan bir suç puanı veriliyor.

Ülkelere ayrıca, devletlerin organize suçla mücadele etmek için uygun yasal, siyasi ve stratejik çerçeveleri ne düzeyde oluşturduklarını değerlendirmek amacıyla bir dayanıklılık (direnç) puanı veriliyor. Bu 12 dayanıklılık göstergesinin değerlendirilmesi, dayanıklılık tedbirlerinin veya çerçevelerinin mevcut olup olmadığı ve bunların uluslararası insan hakları standartlarına uygun olarak suçla mücadelede etkili olup olmadığı konularına odaklanıyor.

Değerlendirme 1 ila 10 puan arasında bir skalada yapılıyor. Suçluluk skalası en düşük suçluluk seviyesinden en yüksek seviyeye doğru giderken, dayanıklılık skalası bunun tersini gösteriyor.

Başka bir deyişle, dayanıklılık için 1 puan düşük dayanıklılık seviyelerini gösterirken, 10 puan sadece mevcut organize suç risklerini ele almakla kalmayıp, aynı zamanda ortaya çıkan tehditlere uyum sağlamak üzere formüle edilmiş çerçevelerin güçlü varlığını ve etkinliğini de gösteriyor.

Küresel Organize Suç Endeksi 2023 ve Türkiye

Son endeks, dünya nüfusunun yüzde 83’ünün organize suç oranının yüksek olduğu koşullarda yaşadığını ve bu suçların küresel çapta arttığını gösteriyor.

Bu endekste Türkiye, toplam 178 ülke arasında 14’üncü sırada yer alıyor. Yani 10 üzerinden 7,03 puan ile ülke, “organize suçların en yaygın, buna karşılık devlet direncinin en zayıf olduğu (3,5 puan) bir konumda bulunuyor (yüksek suç-düşük direnç).

Türkiye’nin üzerinde İran, Honduras, Suriye, Afganistan, Irak, Meksika ve Kolombiya gibi ülkeler yer alıyor. Tahmin edilebileceği gibi listenin sonlarında demokrasilerin en güçlü olarak işlediği, hukukun üstünlüğünün olduğu ve göreli olarak gelir eşitliğinin sağlandığı Finlandiya, Danimarka, İsveç, Yeni Zelanda ve Küba gibi ülkeler var.

Suç piyasalarında Türkiye 12’nci sırada yer alırken, en yüksek puana 9,0 ile “insan kaçakçılığı” ve 8,5 ile “silah kaçakçılığında” sahip. Suç aktörleri sıralamasında 16’ncı sırada yer alıyor. Ancak bunun alt açılımında en yüksek puanlara 9,0 ile “devlet destekli suç aktörleri” ve 8,5 ile “mafya tarzı gruplar “ sahipler. (4) Kısaca endeks organize suç örgütlerinin nasıl devlet içinde yuvalandıklarını gösteriyor.

Sonuç olarak

“Her şey birbiriyle ilişkilidir” sözü Küresel Organize Suç Endeksinde ete kemiğe bürünüyor.

Zira Türkiye gibi sınırlı demokrasiye dahi tahammül edilemeyen, anayasaya ve uluslararası mahkemelerin kararlarına uyulmayan, hukukun üstünlüğünün sözde kaldığı, gelir ve servet eşitsizliğinin tavan yaptığı, iktidarca bir yandan kutuplaştırma politikası uygulanırken, diğer yandan devlet yönetimindeki atamalarda ve kamu kaynaklarının dağıtımında nepotizmin (yakın kayırmacılığın) hayata geçirildiği bir “ahbap-akraba kapitalizminde” organize suçların ve suç örgütlerinin bir kanser gibi tüm ülkeye yayılması hiç tesadüf değil.

Kaldı ki bu örgütler ciddi sermaye tabanına sahipler, bazı cemaatlerden destek alabiliyorlar ve daha da önemlisi devlet içinde (yargıda, emniyette, orduda) ciddi ilişkilere sahipler. Bu yüzden dolayı da bunlarla etkin bir biçimde mücadele edilemiyor.

Organize suç örgütlerinin aslında bir sonuç olduğu gerçeğinden hareket ederek, bunların ortaya çıkışına neden olan nekro-kapitalizmle, narko-devletle, yoksulluk ve işsizlikle, gelir ve servet bölüşümü adaletsizliği ile mücadele etmeden, yani bu ülkeyi demokratikleştirmeden ve barışçıl, vicdanlı, adil ve eşitlikçi bir toplum haline dönüştürmeden böyle yapıları ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.

Dip notlar:

(1)    https://globalinitiative.net/analysis/ocindex-2023 (23 Mayıs 2024).

(2)    https://ocindex.net/report/2023/02-about-the-index.html (23 Mayıs 2024).

(3)    Agr.

(4)    Global Initiative Against Transnational Organized Crime, Global Organized Crime Index 2023, s. 209, 212,222, 236.

22 Mayıs 2024 Çarşamba

Normalleşme

 

Normalleşme: Nasıl bir normal, kimin normali?

Mustafa Durmuş

21 Mayıs 2024

31 Mart Yerel Seçimlerinden sonra siyasette bir “yumuşama” ve “normalleşme” söylemi ve tartışması başlatıldı. Ana muhalefet partisi lideri Özel bu söylemi benimsemiş görünürken, Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “seçim sonuçlarından ders çıkardık, yanlışlarımızdan arınarak normale dönüyoruz” algısı yaratarak, aslında giderek kendinden uzaklaşmaya başlayan seçmen tabanının ve siyasi muhalefetin gazını alma çabasıyla, benzer sözler etti.

Söylemler ne kadar samimi?

Diğer taraftan, başta demokratik Kürt siyaseti olmak üzere, ülkede canlı olan her muhalif grup üzerindeki baskılar daha da arttırıldı. Kavala ve Demirtaş’ın serbest bırakılmaları gerektiğine ilişkin AHİM kararlarına rağmen, Kobane Davasından adaletsiz ve kamu vicdanını yaralayan cezalar çıktı. Gezi Davası sanıkları hala içerde tutulurken, Cumhurbaşkanının yetkisini kullanmasıyla içerdeki yaşlı generaller tahliye edildiler. Grevler, işçi eylemleri gibi hak arama eylemleri hala yasaklı, mahkeme kararlarıyla görevlerine iade edilen Barış Akademisyenleri ise tekrar ihraç ediliyorlar.

İktidar Bloku “böl- yönet” stratejisini uygulamaya devam ediyor. Mahkûm edilmiş generalleri serbest bırakarak ulusalcı-Kemalist muhaliflerin ağzına bir parmak çalarken, devletin geleneksel tutumuna uygun olarak Kürt siyasetçilere en ağır cezaları veriyor. Kendisini geçmişte onları en fazla korkutan eylemlerden biri olan Gezi Direnişi ile ilgili olarak içeride tutulan başta O. Kavala olmak üzere Gezi tutsaklarına ne yapılacağı ise henüz bilinmiyor.

Anayasa’yı (Can Atalay’ın tahliye kararı üzerinden) yok sayma kavgasının önde gidenlerinden bir Yargıtay hâkiminin, göz göre göre Yargıtay Başsavcısı olarak atandığı bir ortamda hala iktidarın yumuşamasından ya da normalleşmeden bahsedilebilir mi?

“Yeni faşizm ve yargı darbesi”

Aslında şu gerçeği görmek zorundayız: Günümüzde faşizm, geçen yüzyılda olduğu gibi cuntalar ya da yaygın örgütlenmelere sahip sivil faşist milis güçlerinin örgütlediği halk hareketleri aracılığıyla değil, artık devletin meşru bir organı olan yargı eliyle inşa ediliyor. Kuşkusuz devletin seçilmemiş polis gibi güvenlik ve ordu gibi askeri organlarının faşist (hatta mafyatik) ve/veya siyasal İslamcı tarikatlar tarafından kontrol edilmesiyle de pekiştiriliyor.

Bu arada muhalefetin kafası da net değil. Zaten, alternatif bir güçlü sosyalist ideolojinin sözünü söyleyemediği bir konjonktürde, sınıf perspektifinden uzak ve devleti nasıl bir yere oturtacağını bilemeyen bir bakışın böyle gelişmeler karşılığında yetersiz kalması son derece doğal.

Nitekim muhalefetin siyasi kadroları da büyük ölçüde hem sınıf perspektifinden uzak hem de kapitalist ulus devlete ve onun ideolojisine olan bağımlılıklarından kurtulamadıkları için, ne yapacaklarını büyük ölçüde bilemez durumdalar. Diğer taraftan attıkları adımlarla, bilerek ya da bilmeden,  aslında giderek zayıflayan İktidar Blokunun meşrulaştırılmasına da katkı veriyorlar.

Bu yüzden de belki analizimize, “normalin ne olduğu ya da ne olmadığı” ile başlayabilir ve bunu yaparken de sınıf perspektifini ve devlete eleştirel bakışı ihmal etmeyerek yapabiliriz.

“Normal ve normalleşme” nedir?

Normal ve normalleşme kavramları kural, ölçü veya standart gibi anlamları olan norm sözcüğünden gelir. Bunlar hem emredici bir kural hem de var olan insan davranışlarının değerlendirilmesini mümkün kılan bir ölçüdür. Böylece, “normal”, norma, yâni kurala, bir diğer deyişle ölçüye, standarda uygun anlamındadır. Bunun zıddı, yani kurala, ölçüye standarda uygun olmayan ise, “anormal” –normal olmayan- terimiyle karşılanır.

Dolayısıyla, normalleşme dediğimiz zaman, normal olmayan, yani norma, kurala, ölçüye, standarda uygun olmayan, kısaca “anormal” demek oluyor. Siyasette normalleşme ise mutlaka siyasi hayat için geçerli normlara geri dönüşü anlatıyor. Anayasalar ise normalin ana ölçütü olarak kabul ediliyorlar. Ancak 2018 Temmuzundan bu yana uygulanmakta olan son hâli, Türkiye’nin artık bir anayasa düzenine değil, siyasi iktidarın kendi varlığına göre istediği gibi davranabilmesine imkân veren bir “anormalliğe” dönüşmüş durumda. Hatta bu durumdan 31 Mart Yerel Seçim yenilgisi sonrası iktidar da şikâyetçi görünüyor. (1)

Normal aynı zamanda statükodur

Bir başka anlatımla, normal; doğal, uygun ve kalıcı olarak kabul edilen fikirleri, inançları veya tutum ve davranışları tanımlar. Bu bağlamda da, bir çeşit “doğuştan gelen ve tartışılmaz”, anlamına gelir. Çünkü normal olanı değiştirmeyiz, sorgulamayız. (2)

Yani, normal statükoyu temsil eder. Normalin karşılığında başka bir seçenek yoktur, onun karşıtı anormalleşmedir. Bu nedenle de statüko karşıtı bir bakış açısından, normal ve normalleşme kavramına getirilebilecek en önemli eleştiri onun statükoya karşı çıkmayı, sorgulamayı ve eleştirelliği, dolayısıyla de iyi yönde gelişmeyi de önlediğidir.

Ancak Türkiye’de özellikle de 2015 yılında bu yana o kadar “anormal” şey söz konusudur ki “yumuşama” ve beraberinde gelecek olan bir  “normalleşme” iyi şeyler olarak algılanıyor. Hatta kendisi yüzde 80 oranında değiştirilmiş ve bir askeri darbe anayasası olan 1982 Anayasasının uygulanması bile normalleşme adımı olarak görülebiliyor.

Kime göre normal ya da anormal?

Kısaca, bu bakış açısından, Anayasaya uymamak anormal, uymaksa normal bir durumdur. Tek adam rejimi olarak da nitelenen otokratik rejim anormal ama güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye geri dönüş normaldir. Mahkemelere açıktan siyasal iktidarın talimat vermesi anormal ama yıllardır bu ülkede var olan Yargıtay 9’uncu Dairesinin işleyişi ve verdiği siyasi kararlar normaldir. Balyoz Davası hükümlülerinin içerde tutulmaları anormal, serbest bırakılmaları normal ama Kobane Kumpas ve Gezi Kumpas Davalarının sanıklarının görülmemiş ağırlıkla cezalara çarptırılmaları normal ama serbest bıkılmaları anormaldir.

Kısaca, kimine göre normal olan bir şey, kimine göre anormal olabiliyor. Sosyal sınıflara, kimliklere, inançlara ve cinsiyet eşitsizliklerine göre derin bir biçimde bölünmüş ve kutuplaştırılmış kapitalist toplumlarda bu farklılık da normal kabul edilebilir.

Kutuplaştırmaya son vermek normalleşmedir

İktidar Bloku, özellikle de son 10 yıldır, toplumu ayrıştırmak ve kutuplaştırmak konusunda son derece başarılı oldu ve son yerel seçimlere kadar da bu konuda hep kazançlı çıktı.

Oysa toplumun büyük bir kesiminin yararına bir normalleşmeyi sağlayabilmek mümkündür. Bunun üstelik binlerce yıl eskilere kadar giden örnekleri de mevcuttur. Aşağıda yer verdiğimiz bazı antropolojik ve arkeolojik araştırmalar bu konuda bize yardımcı olabilir. O halde normalleşmek için öncelikle ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya son vermek gerekiyor.

Kutuplaştırma basit değil, aksine son derece tehlikeli bir olgudur. Çünkü en temel düzeyde, toplumsal amaçlar üzerinde uzlaşmaya varmayı zorlaştıran katı görüş ve düşünce farklılıkları tarafından üretilir. Her mesele çözülmez bir karşıtlık olarak kristalleştirilir: Öyle ki Beyazlar Siyahlarla, istihdam imkânları ekolojiyi koruma çabalarıyla, laikler dindarlarla, muhafazakârlar modernlerle, başörtülüler başını örtmeyenlerle, Türkler Kürtlerle, Sünniler Alevilerle ve erkekler kadınlarla karşı karşıya getirilir.

Böyle bir bölünmüşlükte, medeni bir tartışma bile imkânsız hale gelir ve şiddet kaçınılmaz göründüğünde kutuplaşma zehirli bir hal alır. Bu da halk hareketlerinin tiranlıklara dönüşmesi ve muhalif grupların kitlesel katliamlarıyla, hapislerle ya da idamlarla sonuçlanır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde yaşanan Kahramanmaraş katliamı, daha sonraki Sivas Madımak katliamı ve 10 Ekim 2015 Gar Katliamı bunun somut örnekleridir.

Toksik kutuplaşma

Toksik (zehirli) kutuplaşma, bireysel ve toplumsal gelişimde üç faktörün ürünüdür ve bunların hepsi aslında insan toplumlarının başlangıcına kadar gidebilir. Bunlar, “kötücül bağlılıklar”, “kurumsal kıtlıklar” ve “tarihsel travmalardır”. Her bir faktör bağımsız olarak gelişir, ancak birbirlerini güçlendirerek inatçı ve şiddetli bölünmelere eğilimli bir toplum üretir.(3)

Diğer yandan, zehirli kutuplaşmalarla parçalanmış ve kurumsal kıtlıklarla boğulmuş bir gelecek yaşamaya mahkûm değiliz zira seçeneklerimiz var. Kısaca tarihe baktığımızda, insanlık tarihinin dışlamak kadar içermek için de verilen mücadelelerle dolu olduğunu görebiliriz.

Öncelikle, insan beyni katı değil, esnektir ve irademiz ve duygusal kapasitemiz travmaların üstesinden gelmek için yeterlidir. İkinci olarak, insanlar binlerce yıl boyunca değişik toplumsal örgütlenme biçimleri yarattılar ve hala da yaratıyorlar. Biri ortadan kalktığında onlarca yeni örgütlenme biçimi yaratılabilir ki bu da kurumsal kıtlığı bir sorun olmaktan çıkartır. Daha önce dışlanmış insanlar olarak sosyal adalet ve içerilme için mücadele etme konusunda oldukça zengin tarihsel deneyime sahibiz. Bunlar geçmişte bizi baskılardan kurtarabildi.

“Ben” yerine farklılıklarımızla birlikte “Biz”

Kısaca, toksik kutuplaşmayı iyi niyete dayalı bir vizyonla ele almamız ve “ben” yerine “biz” olmanın yollarını açmamız gerekiyor. “Biz” kavramı ne kadar genişletilirse toksik kutuplaştırma ve onun ölümcül sonuçları o kadar etkisiz hale getirilebilir.

Bu çerçevede normalleşme, farklı cinslerin, kültürlerin, dillerin ve etnisitelerin varlığını ve onların eşitliğe dayalı kardeşliğini kabul ederken, ırkçılığa, dini bağnazlığa, farklı ideolojilere ve inançlara olan düşmanlığa, kadın düşmanlığına ve toplumdaki LGBT+ gibi farklı kimliklere olan düşmanlığa, homofobiye son vermeyi gerekli kılar.

Normalleşme aktif bir sosyalleşmeyi gerektirir

Bugünkü siyasal İslamcı iktidar kadınları evlerine kapatmak, insanların özellikle de hak arama mücadelelerinde bir araya gelmelerini önlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Her türden sanatsal ve kültürel faaliyetin yasaklanması, toplu mekânlara alkollü içki yasağı, alkollü içkilere getirilen fahiş vergi zamları, 1 Mayıs alanının işçilere kapatılması gibi önlemler aslında böyle bir sosyalleşmeden duyulan korkunun bir sonucu. İktidarın kontrolündeki TV kanallarındaki birbirinin benzeri dinsel içerikli programlar ve yoz eş arama, dedikodu, programları gibi programlar aslında bu amaca hizmet ettiğinden teşvik ediliyorlar: Yeter ki emekçiler gerçek gündemden kopsunlar!

İşte normal olmayan, dolayısıyla da normalleştirilmesi gereken işlerin başında bunlar geliyor: Bırakın insanlar diledikleri gibi giyinsinler, kadınlar geceleri korkmadan sokağa çıkabilsinler, gençler eğlenebilsinler.

Homosapiens dünyaya nasıl yayılabildi?

Bu konuda bize yol gösterebilecek antropolojik araştırmalar da söz konusudur. Örneğin, paleoantropolog Curtis Marean, homosapiens’i yaklaşık 70.000 yıl önce Afrika'yı terk etmeye ve dünyanın her yerini kolonileştirerek diğer mevcut hominin popülasyonlarının yerini almaya iten şeyin ne olduğuna dair araştırma ve arkeolojik kanıtların bir sentezine dayanan kapsamlı bir açıklama geliştirdi.(4)

Homosapiens, akraba olmayanlarla yüksek düzeyde işbirliği yapan tek türdür. Örneğin, ilk insanlar yiyeceklerini paylaşmış, grupta hasta olanlara bakmış ve diğer akraba olmayan gruplarla savunma ve eş bulma amacıyla işbirliği yapmıştır.

Yazara göre, bu sürecin anahtarı ‘hiperprososyallik’tir. Marean bununla akraba olmayan insanlarla işbirliği yapabilme becerisini kastediyor. Burada sanat da dâhil olmak üzere, dil ve kültürel iletişim çok önemli hale geliyor. Çünkü beynin büyüklüğü, iklim ve yeni teknolojiler tüm süreci açıklayamazken, davranışsal ve kültürel özellikler insan evrimini tanımlayabiliyor. Kültür ise en güçlü biyolojik içgüdüleri bile geçersiz kılabiliyor. Bu bağlamda toplulukların kültürlerine ve anadillerine sahip çıkmaları çok önemseniyor.

Özetle, farklı olanla tanışmanın, bir arada yaşamanın insani gelişimin önemli bir teşvik edicisi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu da, ötekileştirmeyi, kutuplaştırmayı esas alan ideolojilerin ileri sürdüklerinin aksine, farklılıklarımızla bir arada yaşayabileceğimizin paleontolojik bir kanıtını oluşturuyor.

Aşırı merkezileştirme anormal, demokratik yerelleştirme normal

Türkiye aşırı merkeziyetçi ve tekçi despotik bir rejim altında yönetilmeye çalışılıyor, dolayısıyla da iyi yönetilemiyor. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal ciddi birçok sorunun kaynaklarından biri de böyle bir yönetim tarzı. Biz bunun zararlarını Covid-19 Pandemisi ve Kahramanmaraş depremleri sırasında ağır bir biçimde gördük.

Oysa yerelleştirme ve yerinden demokrasi insan doğasına çok daha uygun. Bunun bugün olduğu kadar binlerce yıl öncesine ait çok sayıda kanıtı ve örneği mevcut. Öyle ki Asya, Afrika ve Batı Yarımküredeki başarılı erken dönem toplumlarının yapısı hakkında ortaya çıkan yeni deliller ve anlayışlar, erken toplumların otokrasi ve despotizme yöneldiği yönündeki popüler varsayımı çöpe atıyor.

Yani arkeolojinin de anlatacak değerli bir hikâyesi var: Kolektif eylem ve yerelleştirilmiş ekonomik üretim, sürdürülebilirlik ve daha geniş refah için vazgeçilemez bir reçete. Bu konuda 1300 yıl boyunca önemli bir bölgesel şehir merkezi olan Mezoamerikan şehri Monte Albán parlak bir örnek ve kamu altyapısına ve mallarına yapılan erken yatırımların daha uzun vadeli sürdürülebilirliği teşvik ettiği güçlü bir vaka çalışmasıdır. (5)

Bir başka anlatımla, Eski Mezoamerika'dan ortaya çıkan son arkeolojik deliller, bu dünyada yaşayan insanlar ve kurumlar hakkındaki yaygın inanışı tersine çeviriyor. Yakın zamana kadar, çoğu toplumun ve ilk devletlerin nasıl geliştiğine dair anlayışımız, ağırlıklı olarak Avrasya’daki kentsel toplumların yorumlarına dayanıyordu. Despotik, zorlayıcı bir yönetim olduğu kabul edildi (antik Atina ve cumhuriyetçi Roma hariç), seçkinlerin eylemlerine büyük önem atfedildi ve ekonominin temel işlevlerinin hükümdarın elinde olduğu varsayıldı.

Oysa kanıtlar bize kooperatif ve çoğulcu iktidarların en az despotik devletler kadar yaygın ve fakat onlardan daha dayanıklı olduğunu gösteriyor. Örnek olarak, sömürge öncesi Mezoamerika bu basit çerçeveye uymuyor. Ne ekonomik üretim ya da dağıtım despotik yöneticiler tarafından merkezi olarak kontrol ediliyordu ne de çok büyük nüfusa sahip toplumlarda yönetişim evrensel olarak zorlayıcıydı.(6)

İyi araştırılmış 32 Mezoamerikan şehrinin güncellenmiş ve genişletilmiş bir örneğini içeren daha sonraki bir çalışmada, yönetimlerinde hem aşağıdan yukarıya hem de kolektif olan merkezlerin daha dayanıklı olduğu ortaya çıktı. Bu şehirlerden bazılarının odak noktası olarak saraylar ve hükümdarlara ait anıtlar bulunurken, diğerleri daha ortak paylaşılan ve eşit şekilde dağıtılmış kentsel altyapı biçimlerine sahipti. Bu, apartman sitelerini, mahallelerdeki ortak terasları veya duvarları, mahalle plazalarını, tapınakları ve diğer sivil binaları ve paylaşılan yollar ve geçitler içeriyor ki bunların tümü inşaatları ve bakımları için işbirliği ve toplu emek gerektiriyordu ve daha düzenli yüz yüze etkileşimi ve periyodik halk toplantılarını kolaylaştırıyordu. (7)

Bu arkeolojik araştırma normal olanın binlerce odalı, şatafat içinde sürdürülen sarayların değil, kamusal alanların, açık iletişimin, halkın doğrudan denetimine açık yönetimlerin normal olduğunu gösteriyor.

Kolektif özyönetim ve dayanışma normal, özel mülkiyet ve rekabet anormaldir

Kolektif özyönetim patronların olmadığı, üretime katılanların temel kararları ortaklaşa aldıkları, ücretlendirme ve gelirin güce, mülkiyete veya çıktıya göre değil de, konulan çabaya ve ihtiyaca göre belirlendiği, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete tabi olduğu, ekolojinin evimiz olarak kabul edildiği, kolektif refahı beslemek için bireysel refaha, bireysel refahı beslemek içinse kolektif refaha ihtiyaç duyulduğu antikapitalist bir yaşam ve yönetim biçimidir. (8)

Böyle bir toplumda insanın ve ekolojinin hakları kadar, çocuk hakları, yaşlı ve hasta hakları da vardır. Sistem empati, sabır,  saygı, eşitlik ve sosyal adalet üzerine kuruludur. Sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim hizmetleri evrenseldir ve ücretsizdir.

Kolektif özyönetim sosyal açıdan anlamlı bir çalışmadır. Herkesin özgürce konuşması, yazması, ibadet edebilmesi ve bir araya gelmesi için alan ve araç ve yine herkesin özgürce muhalefet edebilmesi için alan, araç ve hatta destek demektir. Amaç sosyal, güvenli yaşam, gerektiğinde rehabilitasyon, araç ise işbirliğidir. (9)

Kolektif özyönetim pratikleri bugün batı dünyasında olduğu gibi, Chiapas (Meksika) ve Rojava’da da (Suriye) görülüyor. Ancak bu pratiklerin yeni olmadığı yüzyıllar öncesinde de benzer uygulamaların var olduğunu arkeolojik araştırmalar ortaya çıkarıyor.

İndus Vadisi Medeniyeti

Örneğin, bir yüzyıldan uzun bir süre önce, İngiliz ve Hintli arkeologlar, İndus Vadisi'nde daha önce bilinmeyen bir medeniyetin varlığını keşfettiler. Pakistan ve Hindistan'ı birbirine bağlayan ve Afganistan'a kadar uzanan bu coğrafya da kâşiflerin ortaya çıkardığı kültür, eski Mısır ve Mezopotamya’dakilerle aynı zamanda var olmuştu ve çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Aynı zamanda şaşırtıcı derecede gelişmişti: Sofistike, karmaşık, büyük, özenle düzenlenmiş şehirler, görece varlıklı bir nüfus, yazıya, sıhhi tesisata ve banyolara, geniş ticaret bağlantılarına ve hatta standartlaştırılmış ağırlık ve ölçülere sahip bir uygarlık. (10)

1990’ların sonlarında İndus arkeologları “heterarşi” kavramını kullanmaya başladılar. Bu, şehirler de dâhil olmak üzere karmaşık siyasi organizasyonun, bir seçkinin yukarıdan aşağıya kararlarından ziyade, birçok farklı, sıralanmamış sosyal grubun etkileşimi yoluyla ortaya çıkabileceğini iddia ediyor, tahakkümün değil, işbirliğinin kolektif eylemi ürettiğini ileri sürüyor. İndus şehirlerinin inşasına birden fazla sosyal grubun katkıda bulunduğu ve içlerinde gerçekleşen ve hiçbirinin diğerine hâkim olmadığı görünen ekonomik faaliyetler artık yaygın bir şekilde tartışılıyor.

İndus Vadisi Uygarlığı, M.Ö. 2600’den M.Ö. 1900’e kadarki altın çağında, dünyanın belki de en eşitlikçi erken karmaşık toplumunu yarattı. Öyle ki bu geçmişte kentleşme ve eşitsizlik arasındaki ilişki hakkında uzun süredir devam eden varsayımlara meydan okuyor. Ana şehirleri genişti, planlıydı ve geniş konutlar da dâhil olmak üzere büyük ölçekli mimari vardı ve çevre bölgelerdeki daha küçük yerleşim birimleri benzer bir yaşam standardı ile benzer bir kültürü destekliyor gibi görünüyordu.

Antik İndus Vadisi bulgularının en çarpıcı yanı ise bir yönetici ya da seçkinler sınıfının olmayışıydı. Bu da herhangi bir karmaşık toplumun tabakalaşmış sosyal ilişkilere sahip olması gerektiğine dair uzun süredir devam eden teorik varsayıma meydan okuyor.

Yani bu kalıntılar, kolektif eylem, kentleşme ve ekonomik uzmanlaşmanın yalnızca tepeden yön verilen çok eşitsiz bir kültürde geliştiğini ve tüm toplumsal yörüngelerin ortak ve evrensel bir sonuca (devlete) doğru geliştiğini ileri süren görüşü reddediyordu. Çünkü burada, devletsiz, rahip-krallar veya tüccar oligarklar ve katı bir kast sistemi veya savaşçı sınıfı olmayan, yüzyıllarca bu şekilde kalmış gibi görünen istikrarlı, müreffeh bir uygarlık vardı.

Özetle, kanıtlara göre kentleşme, kolektif eylem ve teknolojik yenilik, dışlayıcı bir yönetici sınıfın gündemleri tarafından yönlendirilmiyor ve bunların tamamen yokluğunda gerçekleşebiliyor. Indus Vadisi, karmaşıklıktan yoksun olduğu için değil, yönetici sınıfın toplumsal karmaşıklık için bir ön koşul olmadığı için eşitlikçiydi. Bu haliyle arkeolojik kalıntılar bizleri kolektif eylem ve eşitsizlik arasındaki temel bağlantıları yeniden düşünmeye davet ediyor.

Sonuç olarak

Ülkede herkes siyasetteki normalleşmeyi durduğu yerden, sınıfsal ve siyasal konumuyla bağlantılı olarak tanımlıyor. İktidar Bloku son yenilginin üstesinden gelebilmek ve kendisini ayakta tutabilecek bir anayasa yapabilmek için yumuşama ve normalleşmeden söz ederken, muhalefet siyaset sahnesinde aktif olarak var olabilecek bir meşruiyet elde edebilmek için bu terimleri kullanıyor.

Kürtler, Aleviler ve kadınlar gibi bu ülkenin yıllardır ötekileştirilenleri bu ötekileştirmenin acılarını yok edebilmek ve kendilerine demokratik daha fazla siyaset yapma alanı bulabilmek için benimsiyor olabilirler.

Liberaller ise ülkeye yabancı sermayenin daha fazla gelebilmesi ve olası bir ödemeler dengesi krizinin önlenebilmesi için normalleştirmeyi savunuyorlar.

Ancak bu ülkede bu denli önemli kavramların gündemde kalması bile ancak bir kaç hafta ile sınırlı. Nitekim İktidarın küçük ortağı normalleştirmeyi ve yumuşamayı terörle mücadeleyi zaafa uğratacak bir tartışma olarak görüp ortağını etkiliyor.

Kısaca gerçek bir normalleştirme mevcut müesses nizam içinde yapılabilecek bir şey değil. Ülkenin normale dönmesi kendisi istikrarsız, acımasız bir sömürü ve baskı düzeni olan kapitalizmin ve onun temel sürücüsü olan ulus devletin eski kodlarına dönmesi demek değildir. Bunlar normalleşemez. Normalleşebilecek olan ancak toplumlardır, bu da toplumun demokratikleşmesiyle mümkün olabilir.

Yani emek sömürüsünün ve iş cinayetlerinin, doğa sömürüsünün ve katliamlarının, kadın cinayetlerinin, farklı etnisiteler üzerinde baskıların, kültür ve anadilinde eğitim yasağının olmadığı,  yurttaşlarının gerçekten de eşit olarak kabul edildikleri, patronların olmadığı, sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız ve devletsiz bir toplum insan doğasına uygun normal bir toplumdur.

Herkes için yeterli gıda, su, doğa, bilgi, beceri, istihdam, gelir, sanat, spor, onur, saygı, sevgi ve dayanışmanın olduğu bir toplumun normal olduğunu hayal edin. Böyle bir toplumun inşası da gerçek bir normalleşmedir. İnşa etmemiz gereken toplum böyle bir toplumdur.

Dip notlar:

(1)    Levent Köker, Normsuz normalleşme (!) ve anayasa sorunu, https://artigercek.com/makale/normsuz-normallesme-ve-anayasa-sorunu (14 Mayıs 2024).

(2)    https://znetwork.org/znetarticle/normalize-this (12 June 2023)

(3)    https://www.scoop.co.nz/stories/WO2404/S00009/widening-the-we.htm (4 April 2024).

(4)    https://www.resilience.org/stories/a-compelling-theory-to-explain-a-key-trait-of-modern-humans (5 January 2024).

(5)    Linda M. Nicholas and Gary M. Feinman, “An Ancient Recipe for Social Success”, https://go.ind.media/e/546932/recipe-for-social-success-html (26 January 2023).

(6)      Agm.

(7)    Gary M. Feinman, David M. Carballo, “Archaeology Is Flipping the Script on What We Know About Ancient Mesoamerica”, https://www.resilience.org/stories/archaeology-is-flipping-the-script-on-what-we-know-about-ancient-mesoamerica (29 June 2023).

(8)    Mustafa Durmuş, Demokratik Katılıcı Ekonomi-Demokratik Cumhuriyet Yolunda Bir Geçiş Ekonomisi, İMGE Kitabevi, 2023.

(9)    Adam S. Green, “Why Are Archaeologists Unable to Find Evidence for a Ruling Class of the Indus Civilization?”.  https://www.resilience.org/stories/why-are-archaeologists-unable-to-find-evidence-for-a-ruling-class-of-the-indus-civilization (23 June 2023).

(10) Agm.

 

 

 


16 Mayıs 2024 Perşembe

Kamuda tasarruf

 

Tasarruf paketinde olmayanlar

Mustafa Durmuş

17 Mayıs 2024

Bugünlerde gündem kamuda uygulanacak olan tasarruf tedbirleri. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, “Tasarruf ve Verimlilik” adlı paketin açıklanmasından önce yaptığı sunumda, tüm kamuyu kapsayan bir çalışma yapıldığını, TBMM hariç bütün kamu kurum ve kuruluşlarının tasarruf paketine uymasının zorunlu kılınacağını açıkladı. (1)

Yani açıklamaya göre, tasarruf paketi tüm kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra KİT’leri, döner sermayeleri, fonları ve yerel yönetimleri de kapsıyor (bu durum istihdam yaratamama bağlamında, muhalefete geçen yerel yönetimler için ciddi bir sorun oluşturacaktır).

Etki analizine yer verilmeyen bir paket

Pakette, alınacak önlemlerin sayısal büyüklüğü, enflasyon, bütçe açığı ve ekonomik büyüme gibi makroekonomik değişkenler üzerindeki etkileri gibi önemli hususların yer almaması pakete yönelik eleştirilerin başında geliyor. Çünkü bu paketin, enflasyonla mücadele (dezenflasyon sürecine destek), verimli kaynak kullanımı ve sürdürülebilirlik gibi amaçlarla hazırlandığı ileri sürülüyor.

Saray’ın harcamaları?

Her ne kadar TBMM dışında tüm kamu kuruluşlarının tasarruf tedbirlerini uygulayacağı ileri sürülse de, Saray’ın harcamalarının bu tedbirlerin kapsamında olup olmayacağının muallakta olması da haklı bir diğer eleştiri konusu.

Ayrıca paketin asıl olarak harcamalardaki kesintilerle ilgili olması, örneğin vergisel tasarruf tedbirlerine (“kayıt dışılıkla mücadele” gibi yıllardır söylenenler dışında) yer verilmemesi de eleştiriliyor.

Gerçi bu paketin bir ilk olduğu ve bunun devamının geleceğinin açıklanması ilerde vergilerle ilgili düzenlemeleri de gündeme getirecektir. Buradaki sorulması gereken soru, “hangi sınıf ya da kesimlerin vergisinin artırılarak vergi geliri artışının sağlanacağı” sorusu olmalıdır.

Pakette öne çıkan tasarruf tedbirleri

Pakette sekiz başlık altında sıralanan tasarruflarla ilgili olarak emekçilerin gözüne çarpması gereken ilk tedbir (beklendiği gibi) “Personel Harcamaları”, yani kamu emekçileriyle ilgilidir. Zira pakete göre, kamuda yeni personel alımı üç yıl boyunca emekli olan kişi sayısıyla sınırlandırılacak.

Böylece işsizliğin gerçek anlamda artmaya başladığı bir dönemde kamunun istihdam yaratma kapasitesi iyice daraltılıyor. Bu tedbirin faturasını en çok da üniversite mezunu olup da kamuda işe girmeyi bekleyen gençlerin (başta atama bekleyen öğretmenler olmak üzere), kadro bekleyen taşeron işçilerinin ödeyeceği çok açık.

İkinci tasarruf kalemi bütçede “Cari Harcamalar” olarak geçen piyasadan mal ve hizmet alımlarıyla ve “Yatırım Harcamaları” olarak bilinen kamu yatırımlarıyla ilgili. Buna göre, deprem için harcanacak olan ödenekler hariç, mal ve hizmet alımı ödeneklerinin yüzde 10’u ve yatırım ödeneklerinin yüzde 15’i kesiliyor.

Savunma, güvenlik hizmetleri ve KÖİ projeleri istisna tutuluyor

Böylece, savunma ve ambulans alımı gibi alanlar hariç, üç yıl süreyle yeni araç satın alma ve kiralama yapılamayacak. Savunma ve güvenlik hariç, toplu taşıma olan yerlerde servis sözleşmeleri sonlandırılacak. Ayrıca yeni kamu binası, lojman ve sosyal tesis alımı, yapımı, kiralanması süresiz olarak durduruluyor. Keza savunma ve güvenlik amacıyla kullanılanlar hariç, binalar “ekonomiye kazandırılmak” adı altında özel şirketlere ve şahıslara satılacak (bu satışların kimleri zengin edeceği ise merak konusu).

Bir hesaplamaya göre, mal ve hizmet alımlarından 68 milyar TL ve yatırımlardan 95 milyar TL olmak üzere toplamda 164 milyar TL’lik bir tasarruf sağlanacak. Bu miktar GSYH’nin yüzde 0,4’üne denk düşüyor. (2)

Pakette köprüler, oto yollar ve şehir hastaneleri gibi döviz cinsinden ya da kura endeksli gelir garantilerine ilişkin bir tasarruf tedbirine rastlanmazken, kamu emekçilerinin sayısının sınırlandırılması, servis araçlarının kaldırılması ya da lojman sayısının azaltılması, aslında bir kemer sıkma tedbiri olan söz konusu kamusal tasarrufların sınıfsal karakterini de ortaya koyuyor.

Özetle, şu ana kadar ki israf düzeninin, bütçe açığının ve İktidar Blokunun yanlışlarının bedelini yine emekçiler ödeyecek.

Kamu harcamalarındaki tasarruf miktarı ne olmalı?

Peki, kamuda yapılması gereken tasarruf ihtiyacı, pakette önerildiği gibi 200 milyar TL’nin altında mıdır? Yoksa bunun çok üstünde midir?

Eski Hazine Müsteşar Yardımcısı R. Hakan Özyıldız’ın hesaplamasına göre, önlem paketinin, enflasyonla mücadele programına destek verebilmesi için, büyüklük olarak en azından 1,5 trilyon lira (milli gelirin yüzde 3,5’i) civarında bir büyüklükte olması gerekiyor.

Aksi halde kamu bankalarından borçlanacak ve 1 trilyon TL’yi aşan böyle bir borçlanmanın tamamı baskılanmış faiz oranından kamu bankalarından karşılanamayacağı için, bu durum faiz oranlarının artmasıyla, bu da faiz harcamalarının ve bütçe açığının büyümesiyle sonuçlanacaktır.

Bir TEPAV çalışmasına göre ise, aslında 2024 için toplam 1 trilyon 45 milyar TL’lik tasarruf alanı ve ayrıca alınacak tedbirlerle 300 milyar 309 milyon TL’lik gelir artışı imkânı var. (3)

Faiz harcamaları?

Saray’ın harcamalarının dışında, iktidarın tasarruf yapamayacağı harcama kalemlerinin başında kuşkusuz faiz ödemeleri geliyor.

Bilindiği gibi, 2024 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nde faiz ödemeleri için 1 trilyon 254 milyar TL’lik, 2025 için 1 trilyon 809 milyar TL’lik ve 2026 için 2 trilyon 295 milyar TL’lik bir kaynak ayrıldı. Yani 2024-2026 dönemini kapsayan üç yıllık süreçte faiz için bütçeden 5 trilyon 358 milyar TL ödeme yapılacak ve böylece faiz giderlerinin bütçedeki payı yüzde 10,5’ten yüzde 14,3’e çıkacak.

NAS gerekçe gösterilerek 2021 yılında başlatılan faiz indirimlerine rağmen kamunun üzerindeki faiz yükünün (deyim yerindeyse) patlaması ayrıca sorgulanmalı ve bunun siyasal sorumluları hesap vermelidir.

Faiz ödemeleri bütçe açığının yüzde 53’ü kadar

Üstelik faizle ilgili durum faiz oranlarının tekrar yükseltilmeye başlandığı M. Şimşek’in son döneminde de kötüleşerek sürüyor.

Öyle ki Merkezi Yönetim Bütçesi açığı bu Nisan ayında yüzde 34,2 artarak 177,8 milyar liraya yükselirken, ilk dört aydaki açık yüzde 81 artışla 691,3 milyar liraya ulaştı. Ancak bu dört aylık dönemde faiz harcamaları yüzde 170 oranında artış kaydetti. Böylece faiz harcamaları toplam bütçe açığının yüzde 53’ünü oluşturdu. (4)

Faiz ödemelerinin bütçe açığındaki bu yüksek payı düşürülemediği sürece, bütçe açığının da, enflasyonun da artmaya devam edeceğini, böylece açıklanan bu tasarruf tedbirlerinin sonuç vermeyeceğini öngörmek için “ekonomist” olmaya gerek yok sanırız.

Vergisel teşviklere dokunulmuyor

22 yıllık AKP iktidarlarınca sermaye kesimine doğrudan kamu harcaması yoluyla destekler veriliyor (yüksek fiyatlı kamu ihaleleri, garantiler, piyasadan mal ve hizmet alımları gibi yollarla).

Ayrıca ‘vergi harcamaları’ adı altında bu kesimden vergi alınmayarak da bu destek dolaylı olarak sürdürülüyor. Uygulamanın adı da (vergi harcaması) bu işlev konusunda her hangi bir fikir vermediğinden, sermaye sınıfına yapılan böyle bir destek kolayca toplumdan gizlenebiliyor.

Nitekim 2024 yılı Bütçe Kanunu’nda bu rakam 2 trilyon 210 milyar TL olarak belirlendi. Dahası 2024-2026 dönemini kapsayan üç yılda bu tutar 8 trilyon 211 milyar TL’yi bulacak.

Pakette, vergi indirimi, muafiyeti ve istisnalarını içeren ve yüzde 90’ından sermaye kesiminin faydalandığı bu alanda önerilen somut bir tasarruf tedbiri mevcut değil (sadece bu ay içinde mevduat faizi gelirlerindeki stopaj oranları bir miktar artırıldı).

KÖİ projeleri ve şehir hastanesi ödemeleri kapsam dışı

Sermayeye verilen destekler bunlarla da sınırlı değil. KÖİ projeleri ve Şehir Hastanelerinin bütçeye çok ciddi bir yükü olmasına rağmen, pakette bu alana ilişkin de her hangi bir tasarruf tedbiri mevcut değil. Aksine bu alanda kullanıcı ücretlerine yüzde 60’a varan zamlar yeni yapıldı.

Örneğin sadece bu yıl bu projeler için 163 milyar TL civarında bir ödeme yapılacak. Yani iktidarın yapacağı tasarruflardan elde etmeyi beklediği miktar kadar bir para bu tartışmalı projeler için harcanacak.

Savunma ve güvenlik harcamalarında tasarruf yok!

Son olarak, bu pakette kayırılan harcamaların başında gelen bir diğer harcama kaleminin “savunma ve güvenlik harcamaları” olduğunun altını çizelim. Gariptir ki sağcısı, solcusu, muhafazakârı ya da liberali hiçbir yorumcu bu konuya hiç girmiyor, yorumda bulunmuyor.

Oysa yukarıda da belirtildiği gibi, diğer alanlardaki kamu personelinin servisleri ve lojmanları azaltılıp, genel olarak deprem ve zorunlu harcamalar hariç cari harcamalar düşürülürken, savunma ve güvenlik amaçlı olarak ayrılan ödeneklere dokunulmayacak. Yani mevcut rejime damgasını vuran güvenlikçi politikalar açıklanan tasarruf tedbirlerinde de kendini gösteriyor zira bu alan tedbirlerin dışında bırakılıyor.

Öte yandan, yine hatırlatalım önümüzdeki üç yılda savunma ve kamu düzeni/güvenlik harcamalarına bütçeden ayrılan pay yüzde 11,2’den yüzde 11,8’e yükselecek (faiz ödemeleri dışarıda tutulduğunda bu pay yüzde 12,6’dan yüzde 13,7’ye çıkacak).

Böylece 2024-2026 yıllarını kapsayan üç yılda bu harcamalar için bütçeden toplam 4 trilyon 869 milyar TL ödenek ayrıldı. Üstelik bu harcamalara Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun (SSDF) kaynakları dâhil değil.

Bazı kıyaslamalar

Türkiye’deki askeri harcamaların durumunu görebilmek için bazı kıyaslamalar yapmak yararlı olabilir.

Örneğin, NATO ülkeleri arasında en fazla askeri personele sahip ülkeler sıralamasında Türkiye, ABD’den sonra ikinci sırada yer alıyor. Ayrıca NATO üyesi ülkelerde askeri harcamaların kişi başı milli gelire oranı ile ilgili yapılan sıralamada Türkiye 7’nci sırada bulunuyor (bu oran Türkiye için 2023 yılında yüzde 0,016). Askeri harcamaların GSYH içindeki payı itibarıyla ise yüzde 1, 22 ile 9’uncu ülke konumunda. (5)

Son olarak,  Türkiye 11,702 adet tank ile dünyada en fazla tanka sahip bulunan 4’üncü ülke. İlk sırada 60,937 tank ile ABD, ikinci sırada 23,928 tank ile Rusya ve 3’üncü sırada 20,254 tank ile Çin gelirken; dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkesi olan Hindistan’ın 8,309 ve nüfusu 90 milyona yaklaşan İran’ın sadece 2,878 tankı bulunuyor. (6)

Sonuç olarak

Açıklanan “kamuda tasarruf ve verimlilik paketi” süslü cümlelerle kamuoyuna sunulan ama öz itibarıyla tasarrufu sağlamaktan uzak ve eklektik bir paket olduğu gibi, sınıfsal karakteri itibarıyla faturayı emekçi halklara ödettirecek olan bir pakettir. Bu paketin adil bir vergilemeye dayalı bir kamu gelir ayağı ise mevcut değildir.

Bu paketi başka tasarruf paketlerinin izleyeceğinin açıklanması ise İktidar Blokunun örtülü bir IMF Kemer Sıkma Politikasını hayata geçirmeye başladığının bir itirafı niteliğindedir.

Devletlerin sosyal sınıflar karşısında tarafsız olmadığı bir gerçektir. Bu nedenle de devleti yönetenlerin hayata geçirdikleri bu tür tedbirler de tarafsız olamaz. Nitekim açıklanan paket sermayeyi, faiz lobilerini, yüksek kâra dayalı büyük alt yapı projelerini hayata geçiren yerli ve yabancı yatırımcıları koruyan, diğer yandan emekçileri zarara uğratan, işsiz ve yoksul bırakan bir pakettir.

Son olarak, bu paket devleti yönetenlerin militarist, güvenlikçi, otoriter karakterlerini de ortaya koymaktadır. Zira hemen her türden sosyal harcama kısılırken, savunma ve güvenlik harcamaları bu tasarruf tedbirlerinin dışında bırakılmaktadır. Bu durum emek, demokrasi ve barış mücadelesinin bir arada yürütülmesi gibi bir zorunlu görevi önümüze koymaktadır.

Dip notlar:

(1)    https://www.youtube.com/watch?v=UWpKu_FPuqU (15 Mayıs 2024).

(2)    https://www.ekonomim.com/ekonomi/kamuda-tasarrufa-uymayana-ceza-surprizi-haberi (14 Mayıs 2024).

(3)    Nasıl bir tasarımda yapısal ve mali nitelikli tedbir önerileri düşünülebilir? (Değerlendirme Notu / H. Hakan Yılmaz), https://www.tepav.org.tr (10 Mayıs 2024).

(4)    https://www.hmb.gov.tr/2024-nisan-ayi-butce-gerceklesme-sonuclari (16 Mayıs 2024).

(5)    https://www.statista.com/chart/14636/defense-expenditures-of-nato-countries (21 July 2022).

(6)    https://www.visualcapitalist.com/visualized-top-15-global-tank-fleets (15 March 2024).

 

 

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Meşruiyet krizi ve muhalefet

 

İktidarın meşruiyet krizi ve ana muhalefetin tutumu

Mustafa Durmuş

8 Mayıs 2024


Son günlerde siyasetin gündeminde CHP Gn. Bşk. Özel ile AKP Gn. Bşk. Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında gerçekleştirilen ancak içeriği kamuoyu ile paylaşılmayan yüz yüze bir görüşme var.

Erdoğan’ın Özel’e iadeyi ziyaret yapması beklenirken ülkede siyasette bir yumuşama, normalleşme olacağı algısı da medya tarafından pompalanıyor. Gerçekten öyle mi? Özellikle de son 9 yıldır ülkeyi kutuplaştırarak, muhalefeti Şeytanlaştırarak yöneten İktidar Bloku acaba neden uzlaşma ya da normalleşme yolunu seçer?

Kaybedilen yerel yönetim seçimlerinin verdiği mesajı mı aldılar, yoksa ekonominin daha fazla gerginliği kaldıramaz durumda olması mı bunda etkili oluyor?

Ya da bu sadece zamana oynamak ve yükseliş içine giren muhalefetin enerjisini soğurmak, bu arada karşı karşıya kaldığı meşruiyet krizini aşmak için mi tüm bunlar yapılıyor?

Bu yazının asıl konusu bu son soru. Ancak bu soruyu yanıtlayabilmek için biraz derine inmek gerekiyor.

Meşruiyet krizi nedir?

31 Mart 2024’ta yapılan yerel seçimler başta Erdoğan’a ve AKP’ye olmak üzere, İktidar Blokuna ağır bir darbe indirdi. Öyle ki AKP 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana ilk kez ülke genelinde yapılan bir seçimde ikinci siyasal parti konumuna düştü. Kaybetmeye alışık olmayan Erdoğan, şimdi hem iç hem de dış politika açısından sonuçları olacak ciddi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya bulunuyor.

 “Meşruiyet Krizi” kavramı 1970’li yılların başlarından itibaren kullanılan bir kavram. Bu kavramın gelişkin ekonomilerde dönemin kapitalist refah devletlerinin inişe geçişi ile birlikte meşruiyet kaybına uğramasını anlattığı ve ilk olarak Alman sosyolog ve filozof J. Habermas tarafından kullanıldığı ileri sürülüyor.

“Ekonomik olanın siyasi olanla yeniden ilişkilendirilmesi meşrulaştırma ihtiyacını artırmaktadır. Devlet aygıtı artık liberal kapitalizmde olduğu gibi sadece genel üretim koşullarını güvence altına almakla kalmıyor, aynı zamanda aktif olarak üretimin içinde yer alıyor. Bu nedenle – pre-kapitalist devlet gibi - meşrulaştırılmalıdır ...” (1)

Britanyalı iktisatçı J. O’ Connor da 1973 yılında yayımlanan kitabında, kapitalist devletin sırasıyla; özel sermaye birikimini hzlandırmak ve bunu yaparken de sermayeye verdiği bu desteği toplum nezdinde meşrulaştırmak ihtiyacı içinde olduğunu ileri sürer.

Özellikle de “sosyal harcamaların” böyle bir meşrulaştırmayı sağlamaya hizmet ettiğini, ancak bu birbiriyle çelişen iki işlevin zaman içinde devletin mali bir krize girmesine, böylece devletin meşrulaştırıcı harcamalarını yapamamasına neden olduğunu ve bu durumun da devletin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtığını yazar. (2)

Eskisi gibi yönetememek durumu

Özetle söylemek gerekirse, meşruiyet krizi bir toplumdaki yönetenlerin  yönetsel işlevlerini tam olarak yerine getirememesini ve kamu kurumlarına ve politik liderliğe olan toplumsal inanç ve güvendeki düşüşü, dolayısıyla da iktidara olan toplumsal desteğin ciddi biçimde azaldığı bir durumu ifade ediyor.

Bir başka anlatımla bu kavramla, ciddi ekonomik krizlerle birlikte topluma daha önceki yüksek ekonomik büyümenin sağladığı göreli refahın artık sunulamamasının, yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, kendi iç çatışmalarının üstesinden gelemedikleri ve böylece yeni bir yönetim döneminin de önünün açıldığı bir politik duruma yol açması kast ediliyor.

Türkiye bir süredir böyle bir krizin emarelerine sahip. Ekonomi 2015 yılından bu yana inişte, yüksek enflasyon ve işsizlik, devasa bütçe açıkları ve kamu borçları ve geçen yıldan bu yana uygulanmakta olan kemer sıkma politikaları İktidar Blokunun gücünü ve toplum nezdindeki meşruiyetini zayıflattı. Özellikle de 31 Mart Yerel Yönetim Seçimleri böyle bir meşruiyet krizini iyice açığa çıkardı.

Otoriter sağ popülizmin bir sonucu

Erdoğan sağ popülist bir siyasetçi. Dolayısıyla da uygulamakta olduğu siyasetin önemli bir ayağını popülizm oluşturuyor (Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarını ve ekonomi politikalarını ağırlıklı olarak hâkim sınıfların çıkarları için kullanmasının yanı sıra).

Erdoğan, 31 Mart Seçimlerine kadar, yozlaşmış seçkinlerle ve eski düzenle mücadele eden bir “halk adamı” görüntüsünü başarıyla sunabilmiş olsa da, bu yerel seçimlerin sonuçları artık halkın büyük bir kesiminin buna inanmadığını ortaya koydu. Çünkü yerel yönetimlerin büyük bir çoğunluğu ana muhalefet partisinin eline geçerken, Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı illerde DEM Parti belediyeleri büyük ölçüde kayyumlardan geri almasını bildi.

Özellikle de siyasal kariyerine başladığı İstanbul’u bir kez daha açık ara kaybetmesi, partisini besleyen rant kaynaklarının kuruması anlamına geldiği gibi, İmamoğlu karşısındaki bu kaybı, toplum nezdinde bir meşruiyet kaybı da demek oluyor.

Bir türlü düşürülemeyen yüksek enflasyon ve beraberindeki derin yoksullaşma, AKP seçmenlerini küstüren ana nedenlerden biriydi. Haziran 2023’te Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak yeniden atanması yüksek enflasyona neden olan düşük faiz politikalarından geriye dönüş anlamına gelse de, yerel seçimlerin arifesinde resmi enflasyon yüzde 70’ e yaklaşmıştı ve hala da artmaya devam ediyor.

Farklı kimlikleri  çatıştırma siyaseti bir yere kadar etkili

“Tek Adam Rejimi” yıllardır kimlikler üzerinden ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir siyaset izliyor. Ancak bu siyaset ekonomi iyi giderken işe yarasa da, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı krizi sırasında pek işe yaramıyor.

Çünkü hızlı büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan'ın cazibesinin en önemli kısmıydı, kimlik meseleleri ise kıyısından ona yardımcı oluyordu. Ancak 31 Mart Seçimlerinde her ikisi de çöktü. Yıllardır Erdoğan’ın en büyük gücü olan ekonomi şimdi onun en zayıf karnı haline dönüştü. (3)

Artık Türkiye ekonomisi, kısa vadeli tasarruf açığını kapatmak, ithalatı finanse etmek, vadesi gelen ciddi boyutlardaki kısa vadeli dış borç servisini yapabilmek ve yabancıların kâr paylarını ödeyebilmek için akbaba fonların, yabancı yatırımcıların iyi niyetine ve ABD ve Avrupa devletlerinin desteğine çok daha fazla bağımlı hale geldi.

İktidarın iktisadi manevra alanı hala çok dar

Cari açığın hala yüksek düzeyde seyretmesi, buna karşılık döviz gelirlerinin yetersizliği ve MB net döviz rezervlerinin (eksi) 50 milyar dolar civarına kadar düşmüş olması iktidarın uluslararası manevra alanını iyice kısıtlayan etmenler. Ayrıca izlenen daraltıcı para ve maliye politikalarının yüksek enflasyonu aşağıya çekme konusunda yeterli olmadığı da ortada.

Üstelik bu program başarıyla uygulanıp gereken yabancı kaynak akışı sağlansa bile, Şimşek’in kendi ifadesiyle, “uyguladığı programın ekonomi açısından olumlu sonuçlar vermesi (örneğin enflasyonun tek haneye düşmesi) en az iki yıl alacak”.

Diğer taraftan, bu süreçte Türkiye ekonomisi istikrara kavuşturulsa dahi, izlenmekte olan emek karşıtı ekonomi politikalarının (AKP’nin tabanını bu seçimlerde nasıl erittiği göz önüne alındığında), bu politikaların daha ne kadar sürdürülebileceğini kestirebilmek çok zor.

Kaldı ki gerek ekonomi yönetimi gerekse de uluslararası kuruluşlar, ekonomide iç ve dış istikrar sağlansa dahi, ekonominin AKP’nin ilk iktidar yıllarındaki büyüme oranlarını yakalayamayacağını kabul ediyorlar. Bu durum da Erdoğan ve AKP için ciddi bir sorun çünkü ekonomi yönetimlerine olan güveni yeniden tesis etmeleri uzunca bir zamanı alacak.  IMF ya da Dünya Bankası’nın, ülkede uygulanmakta olan programa dönük destek açıklamaları ise halkın sıkıntılarını örtmeye, onun düşüncesini değiştirmeye yetmeyecektir.

Cam tavan yıkıldı

Ekonomideki bu olumsuz tablonun yanı sıra, son seçimlerde toplumda mevcut otoriter yönetimin alt edilebileceği umudunun yeşermesi de Erdoğan’ın meşruiyet krizini derinleştiriyor. Erdoğan’ın yenilmezliği efsanesi çöküyor, bu da potansiyel devrimci dönüşümlerin önünü açıyor.

Ancak Erdoğan'ın direksiyonunda olduğu İktidar Bloku hala devleti ve merkezi iktidarı yönetiyor ve eğer demokratik muhalefet etkili bir erken seçim çağrısı yapmaz ve buna uygun demokratik kitlesel mücadeleleri örgütlemezse, örneğin sadece 2028’de yapılacağı bilinen genel seçimleri beklemekle yetinirse, çok önemli bir krizi fırsata çevirme şansını tepmiş olacak.

Zira önümüzdeki bu seçimsiz 4 yıllık süreçte köprülerin altından çok sular akar, yabancı sermaye ve ABD ve AB gibi devletlerin desteğiyle NATO üyesi Türkiye ekonomisinin krizi ve mevcut meşruiyet krizi (bu kesimlerce jeopolitik çıkarlar ve mülteci sorunu gerekçe gösterilerek) atlatılır. Bu konuda Erdoğan’ın ne denli tecrübe kazandığını ve yetenekli olduğunu unutmamak gerekiyor.

Diğer yandan CHP yönetiminin 2028 Genel Seçimlerine hazırlanmak ve kendilerinden birini Cumhurbaşkanı seçtirmek dışında bir stratejileri yok gibi görünüyor. Daha öncekiler gibi, mevcut yöneticiler de siyaseti toplumsallaştırmaktan ve toplumu siyasallaştırmaktan kaçınıyorlar ve siyaseti parlamentoya sıkıştırılmış bir temsil siyaseti olarak sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bu nedenle de Erdoğan ile yapılan görüşmenin içeriği hakkında halkı bilgilendirme zahmetine katlanmıyorlar.

İktidarın önündeki seçenekler

Diğer taraftan, demokrasiden pek de haz etmeyen otoriter bir lider olarak Erdoğan’ın içine düştüğü meşruiyet krizi bu durumunu düzeltebilmesinin ilk yolu muhalefet üzerindeki baskıyı artırmak ve bazı illerden başlayarak ortaya çıkan seçim sonuçlarını kabul etmemekti. Bunu Van’da denedi ama başarılı olamadı. Kürtler demokratik haklarına sahip çıkarak direndiler ve CHP de açıktan onlara destek verdi.

İkinci yol ise dikkatleri dışarıya çekmekti. Bunu özellikle de Kuzey Irak ve Suriye’deki askeri politikalarıyla bir süredir yapıyor ama milliyetçilik de karnı aç insanlarda eskiden olduğu kadar etkili olmuyor artık.

Kaldı ki iktidar, Bölge’deki bu girişimlerinde ABD, Rusya ve İran gibi diğer oyun kurucuları da dikkate almak zorunda. Bir başka yumuşak karnı olan Filistin topraklarının işgali ile ilgili söylem üstünlüğünü ise seçimlerin bir diğer kazananı olan Yeni Refah Partisi’ne kaptırmış gibi görünüyor.

Yeni bir “çözüm süreci” beklentisi ne kadar gerçekçi?

Bu denli sıkışmış bir Erdoğan Rejimi, tıpkı 2003-2010 arasında olduğu gibi, neo liberal piyasacı ekonomi modeli üzerine oturtulmuş liberal parlamenter demokrasi ve Kürtlerle yeni bir çözüm süreci gibi bir seçeneği tekrar gündeme getirir mi?

Bir yandan, çok ağır bir kemer sıkma politikası uygularken, sokakta en son 1 Mayıs’ta görüldüğü gibi, tam bir polis devleti görüntüsü çizerken ve İktidar Blokunun küçük ortağı MHP’nin açık diktatörlük hevesleri sürerken, diğer yandan Erdoğan’ın böyle bir seçeneğe yönelmesi zor gibi görünüyor ama bütünüyle de imkânsız değil. Bu ancak iç toplumsal muhalefetin ve dışarının basıncıyla mümkün olabilir.

İktidara can suyu olma riski

Elbette başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere, toplumun önemli bir kesimi artık barış istiyor, eşitlik ve adalet istiyor, iş ve ekmek istiyor. Çatışmalara, kutuplaştırıcı dile son verilmesini istiyor. Ancak bu taleplerin Erdoğan rejimi tarafından kolayca manipüle edilebileceği unutulmamalıdır.

Bu konuda özellikle de ana muhalefet partisi CHP’nin yönetiminin müesses nizam tarafından kolaylıkla ikna edilme riski var. Bu ülkede söz konusu muhalefet partisinin bir önceki lideri, “Anayasa’ya aykırı ama bunu yapmak zorundayız” diyerek çok sayıda muhalif Kürt siyasetçinin içeri atılmasına yol açmamış mıydı? CHP’nin yeni yönetimini benzer bir hataya düşmekten alıkoyacak bir akıl ve irade partide mevcut mudur, yaşayıp göreceğiz.

Emek, barış ve demokrasi güçleri artık sahneye çıkmalı

Tam da bu noktada emek, demokrasi ve barış güçlerinin nasıl bir tutum takınması gerektiği son derece önemlidir. Burada yanıtlanması gereken soru şu olmalıdır;

 “Öznel niyetimiz farklı da olsa, meşruiyetini giderek yitirmekte olan bir otoriter rejime nesnel olarak yeniden meşruiyet kazandıracak, ona can suyu olabilecek işleri yapmalı mıyız?”

Bu bağlamda, örneğin, kendini muhalefette gören bazı siyasetçilerin ya da liberal iktisatçıların, ekonomiyi krizden çıkararak, yabancı sermaye girişlerini hızlandırarak, ödemeler dengesi krizini önleyerek ve bu süreçte ekonomiyi daha hızlı büyüterek yaratılacak olan kısmi istihdam ve gelirlerle yoksulların derdine çare olacağına inanmaları bizleri gerçekten endişelendirmelidir.

Uçuruma doğru son sürat gitmekte olan freni patlamış bir otobüste direksiyonu kontrol altına almak çok önemlidir ama bu müdahale otobüs yolcularını kurtarmaya yetmez. Önce otobüsü durdurmak, ardından da onun güvenli bir yoldan yolculuğuna devam etmesini sağlamak da gerekiyor.

Kısaca, İktidar Blokunun olası tuzakları konusunda, başta CHP olmak üzere, gerçek durumu göremeyen her yapıyı, her bireyi bilgilendirmek, bu konuda iktidarın politikalarını ve hamlelerini teşhir etmek ve bizi bekleyen daha büyük tehlikeler konusunda uyarmak gerekiyor. Unutmayalım ki faşizme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

Sonuç: Sadece meşruiyet krizinin varlığı devrimci değişim için yeterli değil!

Emekten, ekolojiden ezilen kimliklerden ve halklardan yana radikal bir değişim gerekiyor. Ancak bu değişim için, “yönetenlerin yönetemez duruma gelmeleri” anlamına gelen politik krizin varlığı (ekonomik krize ilave olarak)  yeterli değil.

Ayrıca tarih bizlere defalarca kapitalizmin çok derin krizlerinden bile beslenerek daha güçlü biçimde çıktığını ve kendiliğinden de çökmediğini de kanıtladı. Onu çökertecek bir özneye ve örgütlü bir harekete ihtiyaç var.

Yani vizyonu olan, canlı bir özneye (siyasal hareket/siyasal parti) ihtiyaç var. Bu özne doğru politikalarla işçi sınıfı ve ezilen halklar içinde hızlı bir biçimde kitleselleşebilir.

Radikal değişimin, zaman içinde ortaya çıkacak bir liderliği, örgütlü bir kitle hareketinin inşa edilmesini ve sabırlı, örgütlü bir mücadeleyi gerektirdiği unutulmamalıdır. Bu bağlamda kendiliğinden karşı çıkışlar ya da protestolar yeterli değildir. Keza hayata geçirilebilir bir devrimci, antikapitalist  seçeneğin ve buna uygun bir paradigmanın da ortaya konulması gerekiyor.

Ayrıca, dürüstçe bir hesap verilebilirlik olmaksızın her hangi bir durumu doğru okuyabilmek ve doğru yönlendirebilmek de mümkün değildir. Kötümser analizler pasifizme, aşırı iyimserlikse maceracılığa neden olur ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve sonrasında pasifizm ile sonuçlanır.

Dürüstlük ve şeffaflık, aşırı güveni ve faydasız kötümserliği yenebilecek tek güçtür. Bunları kendi de müesses nizamın (kurulu düzen) bir parçası olan ana muhalefet partisinin yapabilmesi (en azından şimdilik) mümkün değil. Böyle bir duyarlılığı ancak ezilen halkların ve işçi sınıfının yanında yer alan sol-sosyalist bir siyasal parti gösterebilir.

Ancak bugün hala böyle bir özne oluşturulabilmiş değil. Bu nedenle de asıl yapılması gereken, nesnel koşulların elverişliliğinden de hareketle, böyle bir özneyi hızla inşa etmektir. Çökmekte olan bir rejime “ülke ekonomisinin çıkarları” gibi soyut kavramlardan yola çıkarak cankurtaran simidini atmak, tarihsel olarak geriye dönüşü mümkün olmayan ama daha tehlikeli bir diğer yanlışı daha yapmaktan öte anlam taşımayacaktır.

Muhalefet olabildiğince çabuk sokaklara geri dönmeli ve iktidarı, neo-liberalizmi ve eşitsizlikleri teşhir edip, eleştirirken, aynı zamanda kitlelere ekonomik ve politik alternatifler anlamında neler yapabileceğini de gösterebilmeli ve halkın iktidar blokuna olan güvensizliğini, kendine olan güvene çevirebilmelidir. Çünkü halk sadece iyi sözler duymak değil, kararlılık görmek ve yanında olacağı özneye güvenmek ister.

Son olarak, olumlu bir boyutuyla, yaşamakta olduğumuz çoklu krizler, insan, barış ve doğa merkezli bir uygarlığın inşası için toplumsal enerjiyi de harekete geçiriyor. Emek, ekoloji, kadın hareketi, kimlik mücadeleleri gibi çok sayıda cephede aktif olan bu heterojen yükseliş, tarihsel yörüngeyi “barbarlaşmadan büyük devrimci demokratik bir değişime” doğru yeniden yönlendirerek muazzam bir güce dönüşebilir.

Dip notlar:

(1)    Jurgen  Habermas, Legitimation Crisis. London: Heinemann. 1976, s. 36.

(2)    James O’Connor,  The Fiscal Crises Of the State, St.Martin’s Press, New York,  1973, Bölüm 2, s. 40-64.

(3)    https://www.nakedcapitalism.com/the-economy-finally-doomed-erdogan-in-major-defeat-in-turkish-local-elections-what-comes (3 April 2024).