28 Temmuz 2024 Pazar

Küresel ısınma

 

Aşırı sıcaklar ve etkileri: Ne yapmalı?

Mustafa Durmuş

28 Temmuz 2024


Bugünlerde aşırı sıcaklardan şikâyet etmeyen yoktur sanırız. Öyle ki güneş kremi, güneş gözlüğü ve şapka artık sadece tatildeyken değil, normal günlük hayatımızda da evden çıkarken yanımıza almak durumunda kaldığımız zorunlu eşyalar haline geldi. Durum biraz daha kötüleşirse bunlara şemsiye de dâhil olacak gibi görünüyor.

İlk kez üst üste 2 günde küresel sıcaklık rekoru kırıldı!

#CopernicusClimate kurumunun ön verileri 21 Temmuz’da (Pazar günü) günlük küresel ortalama sıcaklığın 17,09°C’ye ulaşarak bir önceki rekor olan 17,08°C’nin (6 Temmuz 2023) üzerine çıktığını gösterdi. Üstelik dünyanın ortalama yüzey sıcaklığı bir gün sonra (Pazartesi) 17.15°C’ye ulaşarak, Pazar günü kırılan rekoru da geride bıraktı.

 

Bu arada, Temmuz 2023’ten önce dünya sıcaklık rekoru Ağustos 2016’da 16,8 °C olarak kırılmıştı. Ancak geçen yıl Temmuz ayından bu yana en az 57 gün sıcaklıklar 16,8°C’nin üzerine çıktı.

Yeni rekorlar yolda!

Copernicus Direktörü Carlo Buontempo yakınlarda yaptığı açıklamada yeni rekorlar kırılacağına vurgu yaptı:

“Asıl şaşırtıcı olan, son 13 ayın sıcaklığı ile önceki sıcaklık rekorları arasındaki farkın ne kadar büyük olduğudur. Şu anda gerçekten keşfedilmemiş bir bölgedeyiz ve iklim ısınmaya devam ettikçe gelecek aylarda ve yıllarda yeni rekorların kırıldığını göreceğiz (1)

The Guardian Gazetesi’nin yaptığı özel bir haberine göre ise (2), durum çok da uzak olmayan bir gelecekte daha da vahim bir hal alacak. Çünkü dünyanın önde gelen yüzlerce iklim bilimcisi, küresel sıcaklıkların bu yüzyılda sanayi öncesi seviyelerin en az 2,5 °C üzerine çıkmasını, uluslararası kabul görmüş hedefleri aşmasını ve insanlık ve gezegen için yıkıcı sonuçlara yol açmasını bekliyor.

Gezegen 2,5 °C ısınacak!

Tamamı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nden (IPCC) olan katılımcıların neredeyse yüzde 80’i bu yüzyılda en az 2,5 °C, yarısı da en az 3,0 °C küresel ısınma öngörüyor. Sadece yüzde 6’sı uluslararası düzeyde kabul edilen 1,5 °C sınırına ulaşılacağına inanıyor. (3)

Dahası, bilim insanlarının birçoğu, sıcak hava dalgaları, orman yangınları, seller ve hâlihazırda yaşananların çok ötesinde yoğunluk ve sıklıktaki fırtınaların yol açacağı kıtlıklar, çatışmalar ve kitlesel göçlerle dolu "yarı distopik" bir gelecek öngörüyor.

38 trilyon dolarlık küresel ekonomik kayıp!

Diğer yandan, "Nature" dergisinde yayınlanan bir çalışmada, Potsdam İklim Araştırmaları Enstitüsü'nden (PIK) araştırmacılar, bugünden başlayarak CO2 emisyonlarında ciddi kesintiler yapılsa bile, iklim değişikliği yüzünden dünya ekonomisinin 2050 yılına kadar hasılasının yüzde 19’unu (38 trilyon dolar) kaybedeceğini hesaplıyorlar. Bu hesaba, yaşam kaybı veya biyoçeşitlilik gibi iktisat dışı etkiler dâhil değil. Küresel ısınmayı 2,0 °C derece ile sınırlandırmanın maliyetinden altı kat daha büyük olduğu tahmin edilen bu zarar, son 40 yılda dünya çapında 1.600’den fazla bölgeden elde edilen ampirik veriler kullanılarak hesaplandı. (4)

Bu çalışmada bilhassa, iklim değişikliğinden en az sorumlu olan azgelişmiş ülkelerin, yüksek gelirli ülkelere kıyasla yüzde 60, yüksek emisyonlu ülkelere kıyasla ise yüksek 40 daha fazla gelir kaybına uğrayacağının ve bu ülkelerin aynı zamanda iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak için en az kaynağa sahip olan ülkeler olduğunun da altı çiziliyor.

El Niño, Güneşteki dalgalanmalar ve sualtı volkanik patlaması

İnsan faaliyetleri, sıcaklıkları her 10 yılda ortalama 0,1°C arttırıyor. Ancak bu yıl üç doğal faktör daha küresel sıcaklıkların artmasına ve felaketlerin tetiklenmesine yardımcı oluyor: El Niño/La Niña, Güneşteki dalgalanmalar (Güneş enerjisi döngüleri) ve Hunga Tonga-Hunga Ha’apai Yanardağının su altındaki patlaması. Bu faktörler küresel ısınmayı şiddetlendirecek biçimde bir araya geliyor. Daha da kötüsü, alışılmadık derecede yüksek sıcaklıkların devam etmesini bekleyebiliriz ki bu da yakın gelecekte daha da aşırı hava koşulları yaşayacağımız anlamına geliyor.(5)

İklim değişikliği ve artan gıdan fiyatları

İklim değişikliği ve aşırı sıcakların büyük çapta ve yaygınlıkta etkileri söz konusu. Öyle ki bu etkiler bazen hiç beklemediğiniz bir yerde, örneğin bir markette temel gıda maddelerinin artan fiyatları biçiminde karşımıza çıkabiliyor.

Tedarik zincirindeki aksamalar ve işgücü kıtlığı gibi pek çok faktör fiyat artışlarına katkıda bulunsa da, Communications Earth & Environment Dergisi’nde yayımlanan yeni bir araştırmaya göre, aşırı sıcaklar hâlihazırda gıda fiyatlarını yükseltiyor ve bu durum daha da kötüleşecek. (6)

Bir diğer çalışmaya göre, sıcaklık artışları gıda ve manşet enflasyonunda doğrusal olmayan, birlikte ve kalıcı artışlara neden oluyor. (7)


Aşırı sıcakların insan ve toplum sağlığı üzerindeki etkileri 

Sıcak yaz günleri her zaman sağlık komplikasyonları riski oluştursa da, iklim değişikliğiyle birlikte uzun süreli aşırı sıcak dönemlerinde bunlar artıyor. Artan sıcaklıklarla ilgili hastalık vakalarında bir artış söz konusu olduğundan, daha fazla insan sağlık sorunları yaşıyor ve sağlık hizmetine ihtiyaç duyuyor.

İnsan vücudu, şiddetli soğuğa veya sıcağa maruz kaldığında bile sıcaklığını kendi kendine düzenleyebilecek bir tasarıma sahiptir. Vücut aşırı sıcağa hem artan terleme hem de buharlaşmalı soğutma yoluyla uyum sağlar. Ancak nem seviyeleri buharlaşmayı engellediğinde ve dehidrasyon ve tuz kaybı kan basıncını düşürdüğünde ve elektrolit dengesizliğine neden olduğunda, vücut uzun süre ısıya maruz kaldığında, termoregülasyon için doğal sistemler başarısız olabilir. Bebekler ve küçük çocuklar, hamile kadınlar ve yaşlılar vücut sıcaklıklarını düzenlemekte daha fazla zorlanırlar ve aşırı sıcak olayları sırasında daha büyük risklerle karşı karşıya kalırlar (tıpkı kalp hastalığı, hipertansiyon, diyabet ve solunum yolu hastalıkları gibi kronik tıbbi durumları olan kişiler de olduğu gibi). Kardiyovasküler hastalığın sıcağa bağlı ölümlerin yaklaşık dörtte birinden sorumlu olduğuna inanılıyor. Sıcağa bağlı hastalıklarda daha fazla ayakta ve acil servis başvuruları ve yatarak tedavi söz konusu olması bekleniyor. (8)

Sıcak çarpması

Sıcaklıklarla ilgili hastalıklar arasında en başta ısı krampları, sıcak bitkinliği, cilt kanseri ve sıcak çarpması gibi hastalıklar geliyor. Isı krampları, egzersiz sırasında kas ağrısı veya spazmları ve aşırı terleme ile kendini gösteriyor. Isı bitkinliği, vücut normal çekirdek sıcaklıklarını korumak için mücadele ettiğinde ortaya çıkıyor. Belirtiler arasında hızlı kalp atışı (hızlı nabız), kas krampları, soğuk ve nemli cilt, mide bulantısı veya kusma, yorgunluk, baş dönmesi, baş ağrısı veya bilinç kaybı bulunuyor.

Sıcaklıkla ilgili en ciddi hastalık olan sıcak çarpması, nabzın artmasına, terlemenin azalmasına ve cildin ısınmasına ve kurumasına neden olur. İnsanlar ayrıca baş ağrısı, mide bulantısı, baş dönmesi, kafa karışıklığı veya oryantasyon bozukluğu ve bilinç kaybı yaşayabilir. (9)

Aşırı sıcaklar ve artan psikolojik sorunlar

İklim değişikliği ve buna bağlı olarak görülen aşırı sıcaklar, hâlihazırda neredeyse 1 milyar insanı etkileyen ve dünyanın en büyük hastalık nedenleri arasında yer alan ruhsal bozuklukları daha da kötüleştiriyor. 2021’de yapılan küresel bir araştırma, 16-25 yaş arası insanların yarısından fazlasının iklim değişikliği konusunda üzgün, endişeli veya güçsüz hissettiğini ya da başka olumsuz duygulara sahip olduğunu ortaya koydu. Toplamda yüz milyonlarca insan iklim krizine karşı bir tür olumsuz psikolojik tepki yaşıyor olabilir. (10)

Araştırmacılar, kasırga, sel, kuraklık, aşırı sıcaklar ve yangınların neden olduğu travmadan, kronik bir çevresel kıyamet korkusu olan 'eko-anksiyete'ye kadar iklim değişikliğinin ruh sağlığını etkilediğini ortaya koydular.

Örneğin Imperial College London'da ruh sağlığı üzerine çalışan E. Lawrance, aşırı hava olayları ve afetlerin ani travmatik etkilerinin yanı sıra, "travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete, depresyon, madde bağımlılığı gibi uzun bir ruh sağlığı sorunları kuyruğu" oluşturabildiğini ileri sürüyor. (11)

Aşırı sıcaklar ve toplumsal sorunlar

Ancak sıcak hava dalgalarının etkileri bireysel sağlığın ötesine geçiyor. Bunların daha geniş sosyal ve ekonomik sonuçları da söz konusu. Örnek olarak, aşırı sıcaklıklar asfalt erimesinde olduğu gibi kara yolu yüzeylerine zarar verebilir ve hatta demiryolu raylarının bükülmesine dahi yol açabilir.

Isı dalgaları ayrıca elektrik üretimini, mahsul sulamayı ve içme suyu tedarikini etkileyerek su mevcudiyetinin azalmasına neden olabilir. 2022’de kavurucu sıcak, Fransız nükleer santrallerinin daha yüksek nehir sıcaklıkları ve düşük su seviyeleri soğutma kapasitelerini etkilediği için tam kapasitede çalışamayacağı anlamına geliyordu. Araştırmalar, aşırı sıcakların Avrupa’da ekonomik büyüme üzerinde şimdiden olumsuz bir etkiye sahip olduğunu ve büyümeyi son 10 yılda yüzde 0,5’e kadar düşürdüğünü gösteriyor. (12)

Özetle, küresel ısınma ve iklim değişikliği bağlantılı aşırı sıcakların ekonomik, sosyal ve politik sonuçlarını göreceğimiz bir çoklu krizler dönemindeyiz. Aşırı sıcaklara bağlı hastalıklar, ölümler, ekonomik yıkım, iç ve dış göçler, kuraklık ve seller, açlık ve su savaşları bundan böyle daha fazla görülecektir.

Sıcak stresi ve işçi sınıfı

Aşırı sıcakların işçi sınıfını nasıl etkilediği bir diğer önemli konu. Öyle ki Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından hazırlanan yeni bir rapor, dünya genelinde daha fazla işçinin sıcak stresine maruz kaldığı konusunda uyarıda bulunuyor.

“Sıcak stresi, görünmez ve sessiz bir katildir ve hızla hastalığa, sıcak çarpmasına ve hatta ölüme neden olabilir”. Rapor, sıcak stresinin zaman içinde işçilerde ciddi kalp, akciğer ve böbrek sorunlarına da yol açabileceğinin altını çiziyor. (13)

Rapor, özellikle de Afrika, Arap ülkeleri ile Asya ve Pasifik'teki işçilerin en fazla aşırı sıcağa maruz kaldığını ileri sürüyor. Bu bölgelerde işgücünün sırasıyla; yaklaşık yüzde 93’ü, yüzde 84’ü ve yüzde 75’i aşırı sıcaklardan etkileniyor. Bu rakamlarsa mevcut en son rakamlara göre (2020) küresel ortalama olan yüzde 71'in oldukça üzerinde.

Keza, 2020 yılında küresel çapta 4.200 işçi sıcak hava dalgaları nedeniyle hayatını kaybetti. Toplamda 231 milyon işçi 2020 yılında sıcak hava dalgalarına maruz kaldı ve bu rakam 2000 yılına göre yüzde 66’lık bir artışa işaret ediyor.

ILO'nun raporunda yer alan tahminlerine göre, özellikle düşük ve orta gelirli ekonomilerde işyerlerinde aşırı sıcaktan kaynaklanan yaralanmaların maliyeti GSYH'nin yaklaşık yüzde 1,5'ine ulaşabiliyor. (14)

Sermaye kesimi ise aşırı sıcakların insan ve işçi sağlığı üzerindeki yıkıcı etkilerinden ziyade, bu gelişmelerin işçilerin verimliliğini, kâr marjlarını ve şirketlerin borsa değerlerini nasıl etkileyeceği konusunda endişeleniyor.

Yani ne büyük sermaye medyası ne de sermaye lobicilerine bağlı olan politikacılar, iktidarlar emek sömürüsü ve iklim değişikliğinin kesişim noktasını dürüstçe ele alıyorlar.

Aşırı sıcaklar, çocuklar ve gençler

Bugünlerde doğan bir çocuğun, yaşamı boyunca, büyükanne ve büyükbabalarının karşılaştığından ortalama olarak birkaç kat daha fazla aşırı iklim olayına maruz kalması muhtemeldir.

Hele Türkiye gibi, dünyada 0. 444 Gini katsayısı ile en eşitsiz gelir dağılımına sahip ilk 10 ülke arasında yer alan ve Dünya Mutluluk Endeksi’nde 143 ülke arasında 98’nci sırada yer alan bir mutsuzlar ülkesinde (15) doğan bir bebeğin, bebekliği, çocukluğu, gençliği ve hayatının geri kalan kısmı da büyük ihtimalle yoksulluk ve yoksunluklar içinde geçecektir.

Bu çocukların bir kısm gençliklerinde örneğin büyük fedakârlıklarla üniversitede okuyup mezun olacaklar ama özel sektörde eğitimine uygun iş bulamayacakları gibi, güvenlik soruşturmaları ve kayırmacılık nedeniyle de kamuda da işe giremeyecekler. Başka ülkelere göç istediklerinde vize alıp gidemeyecekler. Seslerinizi çıkartmak istediklerinde ise devletin sopası başlarına inecek ve hak ve özgürlüklerin, insanca yaşamın ne olduğunu bilmeden yaşamak zorunda kalacaklar. Bir de sebebi olmadıkları küresel ısınmanın ve aşırı sıcakların yok edici sonuçlarına katlanacaklar.

Sonuç yerine

Gözlerimizin önünde “iklim değişikliği”, “kirlilik” ve” biyoçeşitlilik” kaybından oluşan “üçlü bir gezegen krizi” yaşanıyor. İnsan ve diğer canlıların varlığı ve refahı için sadece aşırı sıcaklar değil,  aynı zamanda su, hava ve toprak kirliliği ve biyoçeşitliliğin azalması da çok ciddi bir tehlike oluşturuyor.

Bu tehlikelerin ortak özelliği, kapitalizmin maksimum kâr elde edebilmek için doğayı tahrip etmesi çabasıdır. Çünkü insan ve doğa arasındaki ilişkiyi etkileyen kararların çoğu, kapitalist sistemin kâr amaçlı ve piyasa odaklı araçsal değerlerine ve değişim değeri ve meta fetişizmine dayanan “faydacı bir yaklaşımı” esas alıyor.

Bu faydacı yaklaşım doğaya yalnızca insanlar için “yararlılığı” temelinde değer veriyor ve doğanın yalnızca kaynak sağlayan veya insan toplumlarının bağımlı olduğu temel ekosistem hizmetlerini sağlayan kısmının korunması gerektiğini savunuyor. Oysa yaşayan dünya, doğanın korunmasına yönelik faydacı yaklaşımın çok ötesinde bir değerler çoğulluğuna sahiptir.

Özetle, nasıl sermaye işçilerin yaşamlarını çok az önemsiyorsa, iklim krizi ve aşırı sıcaklar da gelecek nesiller için yaşanabilir bir gezegen sağlamak için değil, kapitalistlerin kârlarını ve rantlarını en üst düzeye çıkarmak için tasarlanmış bir ekonominin öngörülebilir neticeleridir.

Yani aşırı sıcaklar kâr sürümlü kapitalist büyümenin ve kapitalist sistemin koruyucusu devletlerin izledikleri doğa karşıtı politikalarla ekoloji üzerinde yarattığı tahribatın ortaya çıkardığı sonuçlardır.

Bu nedenle de,  “aşırı sıcaklar” ciddi ekonomik ve sosyal sorunlara neden olan, aynı zamanda da bundan en büyük büyük zararı gördükleri için azgelişmiş ülkeleri daha da gerilere iten bir sorun olarak ve daha da önemlisi, emek üzerindeki etkileri çerçevesinde, bir insan hakları ve işçi hakları ve emek sömürüsü meselesi olarak ele alınmalıdır.

Özcesi, iklim değişikliği ile uğraşmanın ötesine geçerek, ona neden olan kapitalist sistemi, doğa ile uyumlu bir sistemle değiştirmek için mücadele etmek gerekiyor.

Dip notlar:

(1(1) https://news.sky.com/story/truly-staggering-world-breaks-hottest-day-record-for-second-day-in-a-row (24 July 2024).

(2(2) https://www.theguardian.com/environment/article/world-scientists-climate-failure-survey-global-temperature ( 8 May 2024).

(3(3) https://www.theguardian.com/environment/article/world-scientists-climate-failure-survey-global-temperature (8 May 2024).

(4(4) https://scienceblog.com/543790/climate-change-to-cost-global-economy-19-by-2050-study-finds (17 April  2024).

(5(5) https://theconversation.com/global-temperatures-are-off-the-charts-for-a-reason-4-factors-driving-2023s-extreme-heat-and-climate-disasters (27 July 2023).

(6(6) https://truthout.org/articles/extreme-heat-is-driving-up-food-prices-and-its-only-going-to-get-worse (29 March 2024).

(7(7) Maximilian Kotz, Friderike Kuik, Eliza Lis & Christiane Nickel, “Global warming and heat extremes to enhance inflationary pressures”, https://www.nature.com/articles, Communications Earth & Environment cilt 5, 116 (2024)

(8(8) https://www.americanprogress.org/article/the-health-care-costs-of-extreme-heat (27 June 2023).

(9(9) Agm.

(1(10)               Helen Pearson, “The rise of eco-anxiety: scientists wake up to the mental-health toll of climate change”, https://www.nature.com (10 April 2024).

(1(11)               Agm.

(1(12)               https://theconversation.com/european-heatwave-whats-causing-it-and-is-climate-change-to-blame (14 July 2023).

(1(13)               https://www.ilo.org/resource/news/more-workers-ever-are-losing-fight-against-heat-stress (25 July 2024).

(1(14)               Agr.

(1(15)               World Happiness Report 2024; https://x.com/EconomyInformal/status/1816936249573409241 (27 Temmuz 2024).

 

 

 

 

 

25 Temmuz 2024 Perşembe

Basın Özgürlüğü

 

“Basın Özgürlüğü İçin Mücadele ve Dayanışma Günü” mü, “Basın Bayramı” mı?

Mustafa Durmuş

24 Temmuz 2024

24 Temmuz, Türkiye’de  “Basın Özgürlüğü İçin Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanmalı.

“Bayramdan ziyade mücadele ve dayanışma günü” olarak anılmasının nedeni ülkedeki basın özgürlüğünün kutlanamayacak kadar kötü bir durumda olması. En son 154 kişilik malum listede yer alanların 36’sının gazeteci ya da basın mensubu olması tesadüf olmamalı.

Türkiye’nin karnesi zayıflarla dolu

Nitekim Reuters’in “Basın, Yayın, Sosyal Medya Türkiye Raporu (2024)” Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesinin hiç iyi olmadığını ortaya koyuyor. (1)

Raporun Türkiye ile ilgili kısmı şu tespitle başlıyor:

“Geçen yılki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kıl payı zafer kazanan Recep Tayyip Erdoğan, yeni dönemine yenilenmiş bir güçle ve medya üzerindeki sıkı kontrolünü sürdürerek başladı”.

180 ülke arasında 158’nci

Öncelikle, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde (2024) Türkiye’nin 31,6 puan ile 180 ülke arasında 158’nci sırada yer aldığının altını çizelim.

Raporda yer alan bulgulara göre, Türkiye’de basın ve yayında yer alan haberlere olan yurttaş güveni de çok düşük: Ortalama yüzde 35.

Her 100 kişiden sadece 35’i haberlere güveniyor!

Yani her 100 izleyiciden sadece 35’i mevcut haber kanallarında yer alan haberlerin gerçeği yansıttığına inanıyor. Bu açıdan Türkiye 47 ülke arasında 26’ncı sırada bulunuyor.

Bir devlet kuruluşu olan TRT’nin yayınlarına olan güven ise yüzde 45 (geçen yıldan bu yana 3 puan düştü).

İktidar yanlısı yayın organları en az güvenilenler

Haberlerine en az güvenilen yayın organları ise iktidara en yakın ya da iktidarca yönlendirilen basın yayın kurumları. Örneğin A Haber’in güvenirliği yüzde 35, ATV’ninki yüzde 36 ve Sabah’ınki yüzde 39.

En yüksek güvene sahip haber kanalları ise kamuoyunda daha ziyade “muhalif” olarak değerlendirilenler. Sırasıyla: NOW (eski FOX) yüzde 60, Cumhuriyet yüzde 54, Sözcü yüzde 53 ve Halk TV ve NTV yüzde 52.

Online haberler ilk sırada

Habere erişimde yüzde 70 ile online haberler (sosyal medya dahil) ilk sırada iken, yüzde 56 ile TV’ler bunun gerisinde kalıyor (TV izleme oranı 2016’da yüzde 75 idi).

TV’den haber izleme oranı anlamında, NOW TV haftalık olarak, hem TV, Radyo hem de online olarak en çok izlenen haber kanalı konumunda.

Özgür basın demokrasinin olmazsa olmazıdır. Özgür basın susturulamaz.

Dip notlar:

(1(1) Reuters Institute Digital News Report 2024, s. 110-111).


23 Temmuz 2024 Salı

Taşımalı döviz ticareti

 

Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

Mustafa Durmuş

23 Temmuz 2024


Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek’in bir süredir uygulamaya soktuğu ekonomi programı son derece açık ve net:

“TL mevduat faizlerini yüksek tut, döviz kurunu sabitle. Gerektiğinde kamu bankalarını devreye sok ki piyasaya dolar ve avro satıp kuru sabit tutabilsinler. Maaş ve ücretleri de geçmiş enflasyona göre değil, beklenen enflasyona göre ayarla ki asgari ücrete, emekli maaşlarına zam yapmamanın gerekçesi oluşabilsin”.  

Tefecilerin ağzı kulaklarında

Programın asıl ayağını oluşturan ve bir zamanlar kendilerine, iktidar sözcüleri tarafından,  “dış güçler”, Londra tefecileri” gibi lakaplar da takılan “taşımalı döviz ticareti” (carry trade) yapanların ve yaptıranların ağızları ise kulaklarına varıyor.

Çünkü bu program sayesinde müthiş paralar kazanıyorlar. Öyle ki UBS’in Küresel Servet Raporuna göre, ülkedeki servet sahiplerinin servetleri geçen yıl ABD doları cinsinden yüzde 63 artarak diğer ülkelere fark atmış.

Yani halk çok ciddi ekonomik sıkıntı içinde ve açlıkla ve yoksullukla boğuşurken bu büyük miktarda döviz sahibi zenginler geçen yıl inanılmaz servetler kazanmışlar. İzlenen mevcut programla bu yıl daha da semirecekleri kesin.

Yine canımızı acıtan tuhaf bir “başarı öyküsü”

Bu taşımalı döviz tüccarı küresel finans kapitalin taşeronluğunu yapan Moody’s ise bu gelişmeden memnun ki ülke puanını yükseltti.

Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek de ülke ekonomisinin küresel finans kapitale olan bu teslimiyetini “büyük bir başarı” olarak anlatıyor. Bu tür anlatılar onun en iyi bildiği işlerden biri. Bunun için eğitimi ve tecrübesi ve daha da önemlisi finans kapital ile organik bağları olsa gerek.

İşi bilmeyen gariban halksa, “program iyi gidiyor” diye sabrediyor, bazıları ise iktidar medyasının gazıyla hala bu programı alkışlıyor.

Özcesi, izlenen Şimşek programıyla yerli ve yabancı servet sahiplerinin servetleri daha da artırılırken, içine girilen ekonomik durgunluğa ek olarak, ciddi bir finansal krizin temelleri de adım adım atılıyor.

Emek örgütleri göreve!

Bundan asıl zararı görecek olan kesimlerin emekçiler, işçi sınıfı, yoksullar, emek ve meslek örgütleri olacağına hiç kuşku yok.

Bu yüzden de başta bir süredir uykuda olan ve bu programla birlikte giderek artacak olan işsizlik yüzünden üye ve güç kaybedecek olan işçi sendikaları olmak üzere, emek ve demokrasiden yana tüm toplumsal güçler ayağa kalkmak zorunda.

Bu ülkenin emperyalizm kıskacından kurtulabilmesi için, halklarımızın refahı için, çocuklarımızın ve gençlerimizin geleceği için bu programa karşı çıkılmalı ve onun daha fazla hayata geçirilmesini önlenmelidir.

 

22 Temmuz 2024 Pazartesi

İşgücü verimliliği

 İşçiler verimli çalışıyor ama reel ücretleri artmıyor, azalıyor!

Mustafa Durmuş

22 Temmuz 2024


İktisatta işgücü verimliliğindeki artış, “çalışılan saat başına daha fazla hâsıla üretmek ya da aynı hasılayı daha az çalışma saatiyle üretmek” olarak tanımlanıyor.

Teknolojik yenilikler, eğitim ve sıkı çalıştırmaya dönük mevzuat ve uygulamalar işgücü verimliliğini artırıyor.

Verimlilik artışı mutlaka ücret artışını sağlamıyor!

Diğer yandan işçilerin verimliliğinin artması demek patronların kârlarının da artması demek iken, bu durum mutlaka işçi ücretlerinin de artacağı anlamına gelmiyor.

Normal koşullarda, işçilerin sınıf ve sendika bilincine sahip olduğu, sendikaların birlik halinde, örgütlü, bilinçli ve güçlü olduğu ülkelerde işçiler verimliliklerindeki bu artıştan paylarını daha yüksek ücretler biçiminde alırlar.

Ancak Türkiye’de tam tersine bir gelişme var: İşçilerin verimlilikleri artarken reel ücretleri düşüyor.

Patronlar kâr, devlet vergi peşinde

İşçi ücretlerinin düşüklüğünün bir nedeni kuşkusuz işçilere verilen ücretlerin (ödenmiş emek) çok düşük olması ve diğer bir nedeni yüksek enflasyon. Bu durum aslında kapitalist sistemin işleyiş biçiminin bir sonucu.

Yani işçiler, üretim sırasında yarattıkları değerin önemli bir kısmına patronlar kâr; devlet ise vergiler ve bir tür vergiye dönüşen yüksek enflasyonla el koyduğu için, sahip çıkamadıklarından giderek yoksullaşıyorlar. Gelir dağılımı da giderek daha da bozuluyor.

Türkiye OECD ortalamasına çok yakın

Aşağıdaki tabloda OECD’nin çalışılan saat başı üretilen hâsıla miktarı biçimindeki işgücü verimliliğine ilişkin son istatistiklerine (2022) yer veriliyor. (1)

Buna göre, en yüksek işgücü verimliliğine sahip 5 ülke sırasıyla: İrlanda, Norveç, Lüksemburg, Danimarka ve İsviçre iken, en düşük verimliliğe sahip 5 ülke sırasıyla: Kolombiya, Meksika, Kosta Rika, Şili ve Yunanistan.

Türkiye ise OECD ortalamasının hemen altında yer alıyor. Yani ülkedeki işgücü verimliliği çok da kötü değil, aslında OECD’nin birçok ülkesinden daha yüksek durumda.

Buna rağmen, asgari ücretlilerin toplam ücretliler içindeki oranının yüzde 40’ı aştığı Türkiye işçi sınıfı nasıl OECD’nin en düşük 5’nci asgari ücretini alıyor?  Bırakın yoksulluk sınırını, açlık sınırının dahi altında ücretler karşılığında çalışmaya razı oluyor?

Bilinçlenmenin önündeki engeller!

Bunda sermaye yanlısı sağcı otoriter rejimin ve bu rejim altında işçilerin örgütlenme ve eylem hak ve özgürlüklerinin yok edilmesinin ve yüksek orandaki işsizliğin olduğu kadar, işçi sınıfının bilinçlenmesini önleyen; korku, patronlara biat etmeyi öğütleyen ideolojiler ve inançların etkili olduğu ileri sürülebilir.

Bu tespitler doğru ancak bunlardan biri diğerlerine göre daha önemli ve acilen üzerine gidilmesi gerekiyor.

Sonuç

Kısaca söylersek, sadece işgücü verimliliğinin yüksek olması reel ücret düzeyinin otomatik olarak yükselmesini sağlayamıyor. Yükselen reel ücretlerse korunamıyor. Reel ücret artışlarını sağlayan asıl faktör işçi sınıfının örgütlülüğü ve ekonomik ve demokratik hakları için mücadele gücü ve kararlılığıdır.

Türkiye işçi sınıfının ihtiyacı olan tam da budur aslında: Örgütlü ve birlikte mücadele. Yüksek enflasyon gerçeğini, TÜİK’in enflasyonu düşük göstermek için yaptığı manipülasyonları iktidarın yüzüne vurmak, onları halka şikâyet etmek ücret artışı sağlamak ya da yaşanabilir bir ücret düzeyine sahip olmak için yeterli olmuyor, olmayacak.  

Bu tespit “bu eylemler yapılmasın” anlamına gelmiyor. Söylenen şey, sendikaların ve emekten yana olan hareket ve siyasal partilerin mücadelesinin bu eylemlerle sınırlı kalmamasıdır.

Asıl olarak da, daha örgütlü olmak, işçi sınıfının birliğini sağlamak ve toplumun diğer ezilen kesimlerini de yanımıza alarak ve üretimden gelen gücümüzü de gerektiğinde kullanarak, kararlı bir ekonomik ve demokratik mücadele yürütmemiz gerekiyor.

Dip notlar:

(1) https://www1.compareyourcountry.org/snaps/compendium-productivity-indicators-2024/en/6165/LatestYear (20 Temmuz 2024).

 

16 Temmuz 2024 Salı

Servet eşitsizliği

 

İşte size bir birincilik daha!

Mustafa Durmuş

17 Temmuz 2024


Bu yakınlarda “Dünya Servet Raporu” açıklandı. Dün de emeklilere yapılacak olan zamla ilgili haberler basında yer aldı. Buna göre, kök aylıkları 10 bin liradan düşük olan milyonlarca emeklinin maaşının 12,500 TL’ye çıkartılması Plan Bütçe Komisyonunda kabul edildi.

Yoksullukta eşitlerken emekliyi birbirine düşürmek

Ancak bu düzenleme emeklilere insanca yaşayacak asgari bir aylık sağlamayacağı gibi bütün emekli aylıklarını dipte eşitlemeyi amaçlıyor. Öyle ki 2019’da ortalama emekli aylığı en düşük emekli aylığının yüzde 200’ü iken, 2024’te bu yüzde 16’sına geriledi.

Servet Raporunda ise 2022-2023 yıllarındaki yüksek enflasyonun dünyada total olarak reel servetlerde bir azalmaya neden olduğuna vurgu yapılıyor. Ancak ülke bazında servetteki gelişmelere bakıldığında bu genel değerlendirmenin yanıltıcı olacağının da altı çiziliyor. Zira bazı ülkelerde servet reel olarak gerilemişken bazılarında arttı.

Araştırma kapsamındaki 56 ülke içinde yetişkin başına ortalama servette en büyük daralma, nüfus başına ortalama servetin yüzde 30’dan fazla azaldığı Kıbrıs’ta kaydedilirken, onu yüzde 20’ye yakın bir düşüşle Meksika ve yüzde 17’nin üzerinde bir düşüşle Kazakistan takip etti. Batı Avrupa ekonomileri arasında en kötü durumda olanlar kabaca yüzde 6 ile İsviçre ve yüzde 4 ile İtalya oldu. (1)

Şimdi sıkı durun!

Türkiye’de 2023 yılında, yetişkin başına servette yüzde 157’nin üzerinde bir büyüme gerçekleşti. Öyle ki ülkemizde diğer tüm ülkelerden açık ara farklı müthiş bir servet artışı yaşandı.

Servet artışında Türkiye’ye en yakın ülkeler yüzde 20’ye yakın artışla Katar ve Rusya olurken, onları yüzde 16’nın biraz üzerinde artışla Güney Afrika ve yüzde 14 ile İsrail takip ediyor. ABD’deki artış ise sadece yüzde 2,5 ile sınırlı kaldı.

Artış TL mi yoksa döviz cinsinden mi?

Akla ilk gelen soru şu: Kişi başı servetteki bu artış TL cinsinden mi, yoksa dolar cinsinden mi geçekleşti? Aslında her ikisi de. Çünkü servet TL cinsinden yüzde 157 ve dolar cinsinde yüzde 63 arttı.

Şimdi, geçen yılın enflasyon ortalaması eğer yüzde 65 civarındaysa TL cinsinden yüzde 157’lik artış müthiş bir reel artış demek.

Bu arada TÜİK’in resmi enflasyon verisinin gerçek enflasyonun çok altında olduğu ileri sürülebilir zira ENAG genelde bunun iki katını açıklıyor. Ancak aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, kişi başı servet dolar cinsinden yüzde 63’ün üzerinde artmış.


Bu arada aynı araştırmaya göre, 2008-2023 yılları arasında Türkiye’de kişi başı servet, TL cinsinden yüzde 1,700’ün üzerinde artış gösteriyor.

Türkiye en zengin 25 ülke arasında yok

Yalnız bu rakamlar sizi yanıltmasın. Bu rakamlar servetteki artış hızını gösteriyor. Oysa ortalama ve medyan servetin büyüklüğü açısından Türkiye örneğin en zengin 25 ülke arasında yer almıyor.

Yani aslında Türkiye ülke servet zengini bir ülke değil ama AKP döneminde kişi başı serveti en hızlı artan ülke. Öyle ki, yerli zenginler servet artışında dünyanın en zengin uluslarına dahi büyük farklar attılar.

Servet eşitsizliği devasa boyutlarda

Peki, bu servet ortalama servet olduğuna göre eşit dağılmıyor demektir. Nasıl ki Türkiye’de “kişi başı milli gelir 13 bin dolar” denilince herkesin cebinde 13 bin dolar olduğu anlamı çıkmıyorsa, 24 bin dolar civarında olduğu tahmin edilen brüt kişi başı servet de eşit dağılmıyor.

Nitekim bir diğer araştırmaya göre, Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik nüfusu toplam servetin yüzde 37’sinden fazlasına sahip. (2) Bu oran toplamda Türkiye’den çok daha fazla servete sahip bulunan Birleşik Krallık’ta yüzde 21, İtalya’da yüzde 22 ve Hollanda’da yüzde 13 civarında.

Yani ülkenin 61 bin civarındaki dolar milyoneri ve 30’un üzerindeki dolar milyarderi, izlenen yüksek kur ve faiz politikalarının yanı sıra, açlık sınırının altında çalıştırdıkları işçilerin sömürüsü üzerinden biriktirdikleri servetlerini füze hızıyla artırmışlar.

Kıssadan hisse!

Bir önceki yazımızda Türkiye’nin Küresel Kölelik Endeksinde ilk 5’te yer aldığını ve artık ülke işçi sınıfının modern köle durumuna düştüğünü yazmıştık.

Bu yazımızdaysa, kişisel servet artışlarındaki bu devasa artışı anlatarak aslında ülkedeki büyük çaplı eşitsizliğin resmini tamamlıyoruz. Kısaca, modern işçi köleliğinin nedeninin çok zengin modern köle sahipleri sermayedarlar olduğu gerçeğini açığa çıkarıyoruz.

Ayrıca, enflasyonla mücadele adına sürekli tasarruf tedbirleri açıklayan, bunu yaparken de asgari ücretin artırılmasına,  emekli ve memur maaşlarına yeterince zam yapılmasına karşı çıkan, buna karşılık sayısı 800 civarındaki, harcaması 5 milyon TL’yi aşan buna karşılık düşük gelir beyan eden bireyleri incelemeye alacaklarını açıklayan Maliye Bakanı (3), sonuç alamayacağı işlerle uğraşmaktan ziyade, bataklığın kendisini kurutmalı ve bir an evvel “nereden buldun” uygulamasına geri dönülmesi için gerekli düzenlemeleri Meclis’e getirmelidir.

Ancak anladığımız kadarıyla dün Meclis Plan Bütçe Komisyonuna gelen vergi paketinde servet zenginlerini vergilendirmeye dönük her hangi bir düzenleme yok. En düşük emekli maaşına yapılan 2,500 TL’lik zam bile diğer emeklilere verilmeyen maaş zamlarından karşılanıyor.   

Sonuç

Halka “kamuda tasarruf” adı altında kemer sıktırılırken, devlet yetkililerinin yüzlerce kişi ve birden çok uçakla milli maça ve ABD’ye gitmesi tasarrufun sadece emekçiler için geçerli olduğunu gösteriyor.

Bunca servet eşitsizliğine rağmen bir servet vergisinin çıkartılmaması ve vergiyi tabana yayma adına halkın üzerindeki vergi yükünün daha da artırılması aynı bakışın bir ürünü.

İşçi sınıfı ve tüm emekçiler, ezilenler kendi iktidarlarını kurmadıkça bu adaletsiz düzen değişmeyecek.

Dip notlar:

(1)  UBS, Global Wealth Report, 2024, s. 10.

(2)  https://x.com/EconomyInformal/status/1812654432976286122 (16 Temmuz 2024).

(3)  https://tele1.com.tr/mehmet-simsekten-vergi-hamlesi-800-kisi-tespit-edildi (11 Temmuz 2024).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

14 Temmuz 2024 Pazar

Küresel Kölelik Endeksi ve Türkiye

 

Türkiye işçi sınıfı ve “modern kölelik”

Mustafa Durmuş

15 Temmuz 2024


Bu yazının yayımlandığı gün olan 15 Temmuz’u AKP iktidarı, 2016’daki darbe girişimi sırasında yaşananlarla ilgili olarak, “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” adıyla resmi tatil olarak ilan etti.

Ancak, bilindiği gibi, o günden bu yana ülkede önce OHAL darbesi, ardından da 2017’de yapılan anayasa değişikliğiyle birlikte “Tek Adam Rejimi” olarak da akıllara kazınan bir otoriter rejim inşa edildi. Siyasal İslamcı karakteri ağır basan bu rejim faşist bir diktatörlüğe doğru yol alıyor. Eğer çok güçlü ve çok geniş bir emek, demokrasi ve barış cephesi inşa edilmezse faşist tırmanış önlenemeyecektir.

Üstelik aradan geçen 8 yılda ülke ekonomisi içine girdiği kriz sarmalından çıkamadığı gibi, halkı doğrudan vuran enflasyon, işsizlik, gelir dağılımı ve yoksulluk, deyim yerindeyse, zirve yaptı. Buna rağmen İktidar Bloku her yıl dönümünde 15 Temmuz üzerinden bir “kahramanlık hikâyesi” anlatmayı (çaresizce) sürdürüyor.

En büyük zararı işçi sınıfı gördü

Bu süreçte, başta muhtelif toplumsal muhalefet katmanları olmak üzere, darbe girişiminden bu yana gündeme getirilen antidemokratik uygulamalardan en çok payını alanlar ve zarar gören kesimlerden biri de işçi sınıfı oldu. Yasal grevleri yasaklandı ya da ertelendi, hak arama girişimleri engellendi.  

Bunun sonucunda örgütlenmeleri zayıflatıldı, reel ücretleri sürekli gerilerken, milli gelirden aldıkları pay da üçte birin altına düştü. Asgari ücret düzeyi açlık sınırının, ortalama ücretlerse yoksulluk sınırının altında kaldı.

“Yarın herkesi kapının önüne koyarım!”

Kısaca ülkeye ne demokrasi geldi ne de “milli birlik ve beraberlik” sağlandı. İşçilere yönelik saldırıların son örneği ise Elazığ’da yaşandı. Elazığ’daki Eti Krom’un patronu ve Yıldırımlar Holding yönetim kurulu başkanı Ali Rıza Yıldırım, ücretlerine zam isteyen ancak bu talepleri karşılanmayınca iş bırakan işçileri şu sözlerle tehdit etti: 

" Ben burayı devletten sıfır aldım. Yarın da herkesi kapının önüne koyarım. Burası kapanır” (1)

Patronların bu tavrı tanıdık

Özellikle de 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bu yana sermaye kesiminin bu ve benzeri tavırlarına fazlasıyla tanık oluyoruz. 12 Eylül öncesinde ayrıca, bugünlerde kendi içlerinden birisini infaz etmekle yargılanan malum bir örgütün paramiliter güçleri patronlar adına işçilere saldırırdı.

AKP döneminde ise, politikacılar/bürokratlar tarafından yerlerde tekmelenen madencilere, haklarını aradıkları için kapı önüne konulan emekçilere, jandarma ve polis tarafından patronlar adına dövülen grevci işçilere bu ülkede çok tanık olduk, hala da olmaktayız.

Öyle ki son 22 yıldır uygulanan neo-liberal politikalarla iyice itibarsızlaştırılıp, önemsizleştirilen işçi sınıfı ve neredeyse tüm emekçiler bugün artık adeta modern köleler gibi muamele görüyor.

Sığınmacı/göçmen işçiler de sınıfın bir parçası

Şimdi söyleyeceklerimizin meseleye enternasyonalist bakmayan, yeterli sınıf bilinci de olmayan, solculukla ulusal solculuğun aynı şey olduğunu zanneden bazılarımızı rahatsız edeceğini biliyoruz. Ancak bu gerçekler söylenmek zorunda.

Ülkedeki “işçi sınıfı” derken sadece T.C. vatandaşı olan işçilerden, emekçilerden söz etmiyoruz. Bu ülkeye yıllar önce Suriye’deki iç savaştan kaçarak gelen ve bir süredir bazı ırkçı partilerin sözcüleri tarafından da hedef gösterilen, saldırıya uğrayan, hatta öldürülen insanları, sığınmacı/göçmen/mülteci işçileri de Türkiye işçi sınıfının içine katıyoruz.

Bu bir bakış açısıyla, onları da Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak görüyoruz. Çünkü insan olmaları bir yana, en kötü işlerde ve en ucuza çalıştırılan bu işçiler, tıpkı Türk ya da Kürt bir işçi gibi kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerine tabiler. Üstelik diğerlerine göre, çok daha düşük ücretler karşılığında çok daha fazla çalıştırılıp, çok daha ağır bir sömürüye tabi tutuluyorlar. Büyük çoğunluğu da kayıt dışı çalıştırıldığından, sağlık ya da emeklilik güvencesinden yoksunlar. Çalışma ve yaşam koşulları 18’inci yüzyıldaki köleci Amerika’daki siyahi kölelerinkine benziyor.

Küresel Kölelik Endeksi (2023)

Uluslararası Çalışma Örgütü, Walk Free ve Uluslararası Göç Örgütü tarafından hazırlanan “Küresel Modern Kölelik Tahminleri Raporu” esas alınarak Walk Free tarafından düzenlenen bir endeks var. “Küresel Kölelik Endeksi” adı verilen bu endekste 160 ülke için ulusal modern kölelik istatistiklerine yer veriliyor. (2)

Türkiye ilk 5’te!

Endeksteki en çarpıcı bulgu ile söze başlayalım.

Modern köleliğin en yaygın olduğu ilk 10 ülke şunlar: Kuzey Kore, Eritre, Moritanya, Suudi Arabistan, Türkiye, Tacikistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya ve Afganistan.  

Bu ayıp bize yetmeli!

Anlaşılacağı üzere, Türkiye 10 milyonu bulduğu ileri sürülen sığınmacılarıyla birlikte bu listede 5’nci sırada bulunuyor.

Çoğunluğunu Müslüman nüfusun oluşturduğu bu ülkeler, sivil özgürlükler ve insan hakları konusundaki duyarsızlıklar ve yaygın ihlaller gibi birçok ortak noktaya sahipler. Birçoğu siyasi istikrarsızlık, çatışma ve/veya otoriterliğin yaşandığı istikrarsız bölgelerde yer alıyor. Vatandaşlarını farklı sektörlerde, özel hapishanelerde ya da zorunlu askerlik yoluyla çalışmaya zorlayan iktidarlarca yönetiliyorlar.

Diğer bazıları (örneğin Türkiye), ilave olarak, genellikle vatandaşlarla aynı yasal korumaya sahip olmayan ve sömürüye karşı son derece savunmasız olan çok sayıda mülteci veya göçmen işçiye ev sahipliği yapıyor.

“Modern kölelik”

 

Modern kölelik, göz önünde olan ama “gizli” tutulan ve dünyanın her köşesinde yaşamla derinden iç içe bir emekçi, kadın ve çocuk sömürüsü şekli. Öyle ki insanlar bu uygulama altında kandırılıyor, zorlanıyor veya reddedemeyecekleri ya da terk edemeyecekleri durumlara sürükleniyorlar. Dünyanın geri kalanı da böyle gizli bir insani maliyetin farkında olmadan, bu insanların üretmeye veya sunmaya zorlandıkları ürünleri satın alıyor veya hizmetleri kullanıyor.

Modern kölelik, daha spesifik olarak; “zorla çalıştırma”, “zorla veya köle olarak evlendirme”, “borç esareti”, “zorla ticari cinsel sömürü”, “insan ticareti”, “kölelik benzeri uygulamalar” ve “çocukların satılması ve istismar edilmesi” gibi pek çok biçimde ortaya çıkabiliyor.

Kısaca, tüm biçimleriyle “modern kölelik, bir kişinin özgürlüğünün - bir işi kabul etme ya da reddetme özgürlüğü, bir işverenden başka bir işveren için ayrılma özgürlüğü ya da evlenip evlenmeyeceğine, ne zaman ve kiminle evleneceğine karar verme özgürlüğü - kişisel ya da ticari kazanç için sömürülmek üzere sistematik olarak ortadan kaldırılması” demek oluyor. (3)

Modern kölelik bir suç ve bizler suç ortağıyız

Modern kölelik, bu bağlamda dünyanın her ülkesini etkileyen bir suç. Hazır giyim imalatı, madencilik ve tarım gibi pek çok sektörde ve tuğla ocaklarından balıkçı teknelerine, özel evlerden mülteci kamplarına kadar pek çok ortamda yaşanıyor. Yediğimiz yiyeceklerden giydiğimiz kıyafetlere ve satın aldığımız mallara kadar geniş bir yelpazede hepimizi etkiliyor. Dolayısıyla, bu suçun meydana geldiği her yerde ortadan kaldırılmasının herkesin sorumluluğu olması gerekiyor.

50 milyon “modern köle”!

Endeksin içinde yer aldığı rapora göre, 2021 yılı itibarıyla, dünyada toplam 50 milyon insan modern kölelik koşullarında yaşıyor. Bunun 28 milyonunu “zorla çalıştırılanlar”, 22 milyonunu “zorla evlendirilenler” ve 12 milyonunu “çocuklar” oluşturuyor. Üstelik 2018 yılından bu yana bu sayı 10 milyon arttı.

Rapor, modern kölelik tanımı çerçevesinde Türkiye’de 1 milyon 320 bin modern kölenin olduğunu ileri sürüyor. Bu da toplam ülke nüfusu anlamında, her 10 bin kişiden 156’sının modern köle olduğu anlamına geliyor.

Modern köleliğin emperyalizm ayağı

Modern kölelerin en çok çalıştırıldığı sektörlerin başında ise hayvancılık (büyük baş hayvan üretimi) geliyor. Bunu kömür, kakao, kahve, elektronik, balık, hazır giyim, altın, palmiye yağı, pirinç, güneş paneli, şeker kamışı, tekstil ve kereste takip ediyor.

Bu sektörlerde üretilen ürünlerin alıcı ülkelerinin kimler olduklarına bakıldığında modern köleliğin emperyalizm ayağı da netleşiyor. Zira bu kölelerin ürettiklerini esas olarak G20 ülkeleri satın alıyor. Bu ülkeler arasında bu ürünleri en fazla satın alan ülke 169,6 milyar dolarlık bir alımla Amerika Birleşik Devletleri. Bunu, 53,1 milyar dolarla Japonya, 44,0 milyar dolarla Almanya, 26,1 milyar dolarla Birleşik Krallık, 20,2 milyar dolarla Güney Kore, 20,0 milyar dolarla Kanada, 17,4 milyar dolarla Avustralya, 17,2 milyar dolarla Çin ve 15,2 milyar dolarla Rusya takip ediyor. “Yükselen ekonomiler” içinde anılan Hindistan’ın yaptığı alım 23,6 milyar dolar ve Türkiye’nin alımı 5,3 milyar dolar. Satın alınan ürünler içinde en büyük paya elektronik ve hazır giyim ürünleri sahip. (4)

Kadınlar ve sığınmacılar en zayıf halka!

Kapitalizmin çoklu krizleri ve sivil ve siyasi hakların büyük çapta kötüleşmesi, zaten modern köleliğe karşı savunmasız olan sınıfın bazı katmanlarını çok daha ağır etkiliyor.

En savunmasız durumda olanlar; kadınlar, çocuklar, göçmenler ve sığınmacılar. Modern köleliğe maruz kalan insanların yarısından fazlasını kadınlar, dörtte birini ise çocuklar oluşturuyor. Kadınlar ve kız çocukları orantısız bir şekilde zorla evlendirilme riski altındalar (zorla evlendirilen tüm insanların yüzde 68’ini oluşturuyorlar).

Göçmen/sığınmacı işçilerin zorla çalıştırılma ihtimali, göçmen olmayan işçilere kıyasla üç kat daha fazla. Dini inançlar, etnik köken, ırk, kast, cinsel kimlik veya cinsiyet ifadesi gibi birden fazla ötekileştirilmiş gruba mensup olan bu insanlar, dünya çapında derinlemesine yerleşmiş önyargılarla çok büyük riskler altındalar.

Yani savaşlardan ya da büyük çatışmalardan, küresel ısınmanın neden olduğu felaketlerden veya kimlik haklarına yönelik baskılardan kaçan ya da kötü ekonomik koşullardan dolayı çalışmak için göç eden sığınmacı işçiler özellikle savunmasız durumdalar.

Mülteciler, sığınmacılar, ülke içinde yerinden edilmiş kişiler ve düzensiz göçmenler, genellikle sosyal ağlarında ve ekonomik statülerinde önemli sarsıntılarla baş etmeye çalıştıkları güvencesiz göç yolculukları sırasında daha da büyük risklerle karşı karşıya kalıyorlar; saldırıya uğruyorlar, kaçırılıyorlar, tecavüze maruz bırakılıyorlar.

Pek çok kişinin yeni bir hayata başlamak istediği Avrupa da dâhil olmak üzere pek çok ülkede artan göçmen karşıtı duygular daha sağcı ve kısıtlayıcı politikalara yol açıyor, ırkçılığı ve faşizmi körüklüyor. Bu da yerinden edilmiş insanları daha da büyük istismar risklerine maruz bırakıyor.

İktidar Blokunun ikiyüzlü tavrı

Bu endeks, Türkiye’deki bazı muhalefet unsurlarının giderek yükselen ırkçılık ve sığınmacı karşıtlığı düzeyinin bir yansıması olduğu kadar, AKP-MHP İktidar Blokunun ikiyüzlülüğünü de ortaya koyuyor.

Zira giderek kendi tabanında da tepkiyle karşılaşan İktidar Bloku, bu insanlara, yardıma muhtaç insan olmaktan (ya da onların deyimiyle Müslüman olmalarından) dolayı değil, çok ucuz, bol ve örgütsüz emek kaynağı oldukları için sahip çıkıyor.

Bazılarına göre “AKP iktidarı bu ülkeyi problem yaratan ve demografiyi değiştiren Suriyeli ve Afgan sığınmacılarla doldurmuş” olsa da, bu veriler bize bir başka şeyi daha anlatıyor (elbette anlamak isteyene):

AKP, BOP çerçevesinde dahil olduğu Suriye iç savaşının ardından Suriyelilerin Türkiye’ye kaçmalarına neden olarak, onları Türkiye sermayesi ve kapitalizmi için modern kölelere dönüştürdü. Böylece Türkiye sermaye sınıfı da, nüfus artışının belirgin bir biçimde yavaşladığı ülkede, ihtiyacı olan ucuz, bol, daha da önemlisi itaatkâr emek deposuna kavuşmuş oldu. İhracata dönük bir ekonomik büyüme de ancak böyle ucuz bir emek ile hayata geçirilebilirdi.

Sonuç

500 yıllık kapitalizm ve onun koruyucusu konumundaki ulus devletler, bu süreçte bir yanda dolar milyarderlerini ve milyonerlerini, diğer yanda 18’nci yüzyıldaki kölelerin koşullarına benzeyen koşullarda çalışan modern köleleri yarattı. Yani eşitsizlikleri insanlık tarihinde görülmemiş bir biçimde artırdı. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü ve zayıflığı bu kölelik koşullarının giderek yaygınlaşmasına yol açtı.

Çözümse belli: Öncelikle işçi sınıfının, kendi sınıf örgütleri olan sendikalarında ve emekten yana siyasal partilerde daha güçlü örgütlenmesi ve ayrıca dünya işçi sınıfı ile dayanışma içinde olması gerekiyor. Bunun için de nihai hedefini “ekonomik koşullarını iyileştirmenin ötesine” taşıyan, “sınıfsız, sınırsız, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya” inşa etmek olarak belirlemelidir. Yani kapitalizmi kaldırmadan “modern ücretli işçi köleliğine” son vermek mümkün değildir.

Diğer yandan, bugünden yapılacak başka işler de olmalıdır. Bunların başında işçilerin üretimden gelen gücünü kararlı bir biçimde kullanarak, hükümetleri ve uluslararası toplumu modern köleliği ortadan kaldırmak için zorlaması geliyor.

Ayrıca, dini inançlar, etnik köken, ırk, kast, cinsel kimlik veya cinsiyet ifadesi gibi birden fazla ötekileştirilmiş gruba mensup kişilere yönelik ayrımcılığın ele alınması da dâhil olmak üzere, ekonomik krizlere karşı daha dirençli olabilmek için, iktidardan emekçilere tam sosyal koruma ve güvenlik ağları sağlamasını talep etmek gerekiyor. Bunun için de ülkede uygulanmakta olan kemer sıkma politikalarını reddetmek lazım.

Başta kız çocukları olmak üzere tüm çocukların 12 yıllık kamusal eğitime erişiminin artırılması ve çağdaş koşullara uygun sığınma evlerinin kurulması, kriz destek merkezleri ve toplum temelli koruma dâhil olmak üzere hayatta kalanlara destek hizmetlerinin sağlanması için iktidarlara baskı yapılmalı. Bu bağlamda iktidarın eğitimi daha da kötüleştirme ataklarına karşı çıkmalıyız.

Suriye’de olduğu gibi, bazı bölgelerde devam eden savaşlar, çatışmalar, siyasi istikrarsızlıklar ve zorla yerinden edilme modern köleliğin başlıca sebeplerini oluşturuyor. Bu yüzden işçi sınıfı savaşlara karşı olmalı ve bölgede onurlu bir barışın inşa edilmesini savunmalıdır.

Başka yerlerde ise, modern köleliği dijitalleşme gibi iş dünyasındaki dönüşümler, iklim değişikliği ve göç gibi küresel olaylar doğuruyor. Bu nedenle işçi sınıfı doğa yanlısı politikaların da savunucusu olmalı ve doğa tahribatına itiraz etmelidir.

Son olarak, sendikalar ve diğer emek örgütleri, emekten yana siyasal partiler ve toplumsal hareketler dünyadaki hemen her ülkenin, ulusal mevzuatları ve politikaları aracılığıyla modern köleliği ortadan kaldırmayı taahhüt ettiğini hatırlatarak, iktidarların ve aşırı sağcı -ırkçı parti ve hareketlerin “ulusal güvenliği insan haklarının üzerinde tutan düşmanca sığınmacı/göç politikalarına” karşı çıkmalıdırlar.

Dip notlar:

(1)  https://sanayigazetesi.com.tr/iscileri-kovarim-diye-tehdit-etmisti-eti-krom-sahibi-ali-riza-yildirim-kimdir (12 Temmuz 2024).

(2)  Walk Free, The Global Slavery Index 2023 (July 2024), s. 3-11.

(3)  Agr.,s. 131-169.

(4)  Agr.