Hazine Nakit Açığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hazine Nakit Açığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2024 Pazar

Dış borçlanma ve bütçe açığı

 

İktidardan iki” başarılı (!)” icraat daha

Mustafa Durmuş

17 Mart 2024

Yerel seçimlere sayılı günler kala, ülkenin bakanları seçim alanlarında AKP-MHP İktidar Blokunun adaylarına açıktan oy isterken, Hazine ve Maliye Bakanı da sosyal medyada bu kampanyaya ekonomideki başarıları anlatarak katkıda bulunuyor.

Euro tahvil ihracına 5 kat teklif

Öyle ki, Bakan M. Şimşek, birkaç gün önce gerçekleştirilen ve beş kattan fazla talep gelen 2 milyar euroluk tahvil ihracının, “bu sene yatırım yapılabilir nota sahip ülke ihraçları dışında gerçekleşen ilk euro ihracı olduğunu” belirterek, “bu başarılı ihraç, uluslararası yatırımcıların ülkemize olan güveninin, programımıza duyulan inancın açık bir göstergesidir” ifadesini kullandı.

Ne acıdır ki bu ülkede bir zamanlar bu tür borçlanmaya ülke çıkarları açısından karşı çıkan söylemler daha egemen iken, şimdilerde “kolay dış borçlanmanın büyük bir başarı olarak takdim edildiği” bir dönemi yaşıyoruz.

Çünkü iktidarın bu söylemine gerçekte karşı çıkacak tek kesim olan sol partiler ve emek örgütleri çok güçsüzler, dolayısıyla da sesleri duyulmuyor. Böyle bir ortamda, küresel finansal sermayenin savunucuları ve sağcı politikacılar ve ekonomistler rahatça böyle bir borçlanmayı savunabiliyorlar.

‘Akbaba Fonlar’ın ülkeye olan ilgisi

Oysa bu tür borçları ülkeye verenler ülke sevdalısı değiller. Bunu veren ve uluslararası düzeyde “Akbaba Fonlar” olarak da adlandırılan ve örneğin Arjantin’deki borç temerrüdüne neden olan ve ülkeyi IMF kapısına götüren bu fonlar ve varlık yönetim şirketleri (BlackRock ve Fidelity gibi) bizim karakaşımız kara gözümüz için ülkemize gelmediğine göre, bu ilginin başka bir nedeni olmalı.

Bu neden, AKP-MHP İktidar Blokunun, bu borçlanma karşılığında dünyanın şu anda çağdaş hiçbir hükümetinin sunmadığı kadar yüksek faiz getirisini sunması olmasın sakın?

Bakan Şimşek tweetinde hangi faiz oranlarından bu ihraçların yapıldığını belirtmiyor ama Bakanlığın konu ile ilgili basın açıklamasında bu bilgi mevcut. Buna göre,  21 Mayıs 2030 vadeli tahvillerin kupon oranı yüzde 5,875 ve getiri oranı yüzde 6,125. Ortalama getirinin yıllık yüzde 6,5 civarında olacağı tahmin ediliyor.  

Çağdaş ekonomiler bizim verdiğimiz faiz oranının yarısından borçlanabiliyor

Aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, dünyada 10 yıllık euro tahvil faizi yüzde 3’ün altında seyrederken, biz bunun iki katı bir faiz ödemek zorundayız. Yani yabancı fonların ülkeye olan ilgisinin asıl nedeni Şimşek’in uygulamakta olduğu programa olan güvenden ziyade, ülkenin 300 olan CDS risk primi eklendikten sonra dahi, bu tahvillerin Avrupa’nın iç bir yerinde sunulmayan yükseklikte bir faiz getirisi sunuyor olması. Yabancı fonların ve büyük varlık yönetim şirketlerinin akbabalar gibi üşüşmelerinin nedeni bu olsa gerek.

Bedeli çocuklarımız ödeyecek

Diğer taraftan bu borçlanmanın bedelini, yıllar boyunca, vergi mükellefleri olarak bizler ödeyeceğiz ve gelecekte çocuklarımız ödeyecek. Bu yüzden de “bu programla hiç olmazsa ülkeye döviz geliyor” diye naif bir savunu içine girmemek gerekiyor. Asıl sorulması gereken soru “ülkeyi bu hale kimlerin ve neden getirdiği” sorusudur.

Ülkenin mevcut dış borç stokunun 480 milyar doları, 1 yıl vadeli dış borcunun ise 226 milyar doları aştığını biliyoruz. Kısaca bu yüksek faizli borçlarla borç stokları daha da artarken, omuzlarımızdaki borç yükü de ağırlaşacak.

Şimdi soralım: “Emperyalist sömürüye boyun eğmek ne zamandır başarı olarak kabul ediliyor, böyle yüksek bir tefeci faiziyle borçlanmak nasıl bir başarıdır?” Bu başarıyı bizim değil, borcu verenlerin başarı hanesine yazmak daha doğru olacaktır.

Hani Nas vardı?

Ayrıca Nas’ı referans göstererek faize karşı çıkanların, faiz lobilerini suçlayarak mütedeyyin dindar seçmenleri konsolide etmeyi başaranların böyle yüksek faizlerle borçlanma konusunda söyleyecek sözleri kalmadı mı artık?


Merkezi Yönetim Bütçesi açığı Şubat’ta azaldı

İkinci başarı (!) ise bütçe gerçekleşmelerinde sağlanmış. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nca hazırlanan bütçe gerçekleşmeleri raporuna göre, Şubat 2024 merkezi yönetim bütçe açığı geçen yıla göre yüzde 10 azalmış ve 154 milyar TL; Ocak-Şubat 2024’te ise (2 aylık) 304 milyar TL olmuş.

Buraya kadar tablo iyi gibi gözüküyor ama bütçe açığı gerçek durumu gösterme konusunda yetersiz bir ölçüdür. Onun yerine Hazine nakit açığına bakılması gerekir. Anlık gerçek durumu en iyi bu Hazine nakit açığı gösterir.

Aşağıdaki tablodan görülebileceği gibi, Şubat ayındaki Hazine nakit açığı 198 milyar TL ve Ocak-Şubat Hazine nakit açığı (2 aylık) 405 milyar TL olmuş. Yani bir ayda 64 milyar TL, iki ayda 100 milyar TL’nin üstünde Hazine’de nakit açığı var.

Seçim ekonomisi harcamaları arttı

Kısaca, piyasaya iki ayda 100 milyar TL’den fazla ekstradan nakit sürülmüş. Neden acaba? Yaklaşan yerel seçimler öncesinde ekonomide suni bir rahatlık yaratarak kendi seçmenlerini konsolide etme çabası mı söz konusu? Bu neden, normalde daha sonra yapılacak olan bazı kamu ödemelerini öne çekerek Hazine’nin kaynaklarını seçim ekonomisi için kullanmak olmasın sakın?

Bu nakit açığı da kuşkusuz borçlanma ile karşılanmış. Nitekim Ocak-Şubat aylarında Hazine toplamda net 269 milyar TL’lik bir borçlanma yapmak zorunda kalmış. Bu borç da yine vergi mükellefleri olarak bizler tarafından ödenecek, çocuklarımıza kötü bir miras olarak kalacak.


                          (Kaynak: Hazine ve Maliye Bakanlığı)

Sonuç olarak

Ayrıntılara bakınca, Bakan Şimşek’in (adını koymadan) uygulamakta olduğu tipik bir IMF programının toplum yararına her hangi bir başarısından söz edebilmek mümkün değildir.

Bu program net bir emperyalist finans sermayeye teslimiyet programıdır ve işçi sınıfı ve tüm emekçilere bedel ödetmeyi hedefleyen egemen sınıfların yürütmekte oldukları sınıf savaşının sonuçlarına sahiptir. Bu yüzden de bunu “başarılı” olarak nitelemek yerine, bütünüyle reddetmek gerekir.


24 Mayıs 2020 Pazar

‘NORMALLEŞME’ ALGISI VE KRİZ GERÇEĞİ


‘NORMALLEŞME’ ALGISI VE KRİZ GERÇEĞİ

Mustafa Durmuş

23 Mayıs 2020

Bugünlerde dünyanın birçok ülkesinde, Korona salgınının kontrol altına alındığı ileri sürülerek normalleşme, programları açıklanıyor. Nitekim bizde de asıl olarak Bayramdan sonra uygulanmak üzere dört aşamadan oluşan bir “normalleşme programı” açıklandı. (1)

Böyle programlarla (alınan bazı ilave bazı önlemlerle birlikte) salgınla ilgili tedbirler gevşetiliyor ve ekonominin tekrar açılması, ara verilen üretim, tüketim ve dağıtım faaliyetlerinin tekrar başlatılması öngörülüyor.

Herkesin “normal” ya da Korona sonrası normal” kavramlarına farklı anlamlar yüklediği gerçeği bir yana, sözü edilen normalleşme için koşulların oluşup oluşmadığı da bir başka tartışma konusu.

Siyasal iktidarların ve sermaye çevrelerinin açıklamalarından ve tutumlarından normalleşme için koşulların hazır olduğuna inandıkları ve bizleri de buna inandırmak istedikleri anlaşılıyor.

Olgu mu, algı mı?

Salgın ve ekonomik kriz birer olgu iken, normalleşiyoruz sözcüğü bir algı. Bu nedenle de yaratılan “normalleşiyoruz” algısına güvenerek hareket etmek ne kadar doğru olur?  Salgın ve ekonomik kriz olgularını irdelerken bu konuda yapılan resmi açıklamalarla yetinmek, geçerlilikleri tartışmalı bazı göstergelerle kendimizi sınırlandırmak yanıltıcı olmaz mı? Normalleşiyoruz algısının yaratılmasının derindeki hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığına bakmak, böylece sorunu bilim yöntemiyle ele almak daha akılcı bir bakış açısı olmaz mı?

Kısaca salgınlar ve ekonomik krizler gibi olağanüstü dönemlerde yapılan açıklamaları bilimsel bir bakış açısıyla masaya yatırmak gerekiyor. Bizim için de (özellikle de, kitle üretim ve tüketim mekânlarının tekrar açılmaya başlanacağı Bayram sonrasında) halk sağlığı ve ekonomik durum açısından bu çözümleme son derece önemli.

Özeleştiri veren iktidarlara rastlamadık

Yakın tarihimizde hiçbir siyasal iktidarın başarısız olduğunda özeleştiri verdiğine tanık olmadık. İyice otoriterleşen yönetimler altında bu giderek imkânsız hale geliyor. Oysa demokratik hesap verilebilirlik gereği hükümetler,  sadece başarılarıyla övünmekle yetinmemeli, halka doğruları söylemekle ilgili yükümlülüklerine bağlı kalarak, başarısız olduklarında bunu itiraf edebilmeliler.

Uygulamada ise daha ziyade tersi oluyor. Kontrol ettikleri medya araçlarıyla topluma; hem salgın ile mücadelede çok başarılı oldukları, hem başka ülkelere göre salgından ekonomik olarak çok daha az etkilendikleri ve ekonomi yönetimindeki başarılarıyla, özellikle de ihracata yönelerek hızlı bir ekonomik toparlanma başlatmakta oldukları duygusu veriliyor.(2)  Böylece işe ekonominin yeniden açılmasının ve işçilerin geri dönüşlerinin haklı gerekçesi de oluşturulmuş oluyor.

Güvenilir olmayan, uyumsuz Covid-19 verileri

Diğer taraftan salgınla ilgili olarak açıklanan bilgiler pek de rahatlatıcı değil (en azından henüz değil). Öncelikle, dünya çapında vaka sayısının 5 milyonu aştığı bir anda,  Dünya Sağlık Örgütü, Belçika dışında hiçbir ülkeden salgınla ilgili olarak güvenilir bilgi gelmemesinden şikâyet ediyor. (3) Finansal Times Gazetesi ise salgından ölümlerin yüzde 60 oranında düşük gösterildiğini ileri sürüyor. (4)

Yani dünyada olduğu gibi Türkiye’de de salgın henüz sonlanmadı, işe dönüşle birlikte ikinci bir dalganın yaşanma olasılığı hala mevcut. Ekonomi ise  “V “ biçiminde hızlı bir toparlanma aşamasında hiç değil. “İthalatı zorlaştırırken yeni tedarik ülkesi olma fırsatını değerlendirerek ihracat patlaması yaşamaksa” hiç kolay değil.

Bu yüzden de hem sağlık, hem de ekonomiye ilişkin normalleşme haberlerini sorgulamak ve asıl olarak bu acelenin derinde yatan nedenlerini araştırıp ortaya çıkartmak gerekiyor.

Vakaların sadece yüzde 2’si yoksul ülkelerde (!)

Öncelikle, Koronavirüs salgını 210 ülkeyi ve 5 milyon insanı doğrudan etkiledi. Ama ülkelerin vakalarla ilgili olarak sunduğu veriler son derece kafa karıştırıcı. Öyle ki az gelişmiş ülkeler, dünya nüfusunun yarısını oluştururken, Koronavirüsün neden olduğu ölümlerin sadece yüzde 2’sinin bu ülkelerde gerçekleşmiş olması inandırıcı değil.

Bu çerçevede 30 Nisan’da küresel olarak gerçekleşen 230,000 ölümün yüzde 70’inin beş yüksek gelirli ülke olan ABD, İtalya, İngiltere, İspanya ve Fransa’da gerçekleşmiş olmasını (5), kalan yüzde 30’un dünyanın diğer ülke ve bölgelerde yaşanmasını bilimsel olarak izah etmek mümkün değil.

Bu durum “Tanrının zengin ülkeleri cezalandırması” gibi bilim dışı bir bakışla  açıklanmayacaksa, bunun bir tek açıklaması var: Dünyanın en az yarısından gelen pandemi ile ilgili veriler gerçek durumu yansıtmıyor.

Ayrıca dünya nüfusunun sadece yüzde 2’si civarında bir nüfusun enfekte olduğu bir durumda insanları tekrar sokaklara, üretim ve tüketim merkezlerine göndermeyi içeren “sürü bağışıklığını” zorlamak büyük çapta yeni vakalara ve ölümlere davetiye çıkartmaktır.

Kaldı ki bu yöntemle geliştirilecek bir bağışıklığın da kalıcı olmadığı,  SARS ve MERS’te elde edilen bağışıklığın ancak 1-3 yıl sürmesinden biliniyor.(6)

Yaşam mı, yaşam araçları mı?

Kısaca kapitalizm bizleri hayatta kalmakla, yaşam araçlarını üretmek arasında çok zor bir seçim yapmak durumunda bırakıyor.

Çünkü birçok kez vurgulandığı gibi, dünya böyle bir şeyi daha önce yaşamadı. Öyle ki bu salgın yüzünden dünya nüfusunun dörtte biri yani 2 milyar civarında insan evlerine kapanmak durumunda kaldı.  Üretim ve tüketimdeki bu sert durdurmanınsa ulusal hâsılaların ortalama yüzde 25’ine denk düşen bir kayba neden olacağı, hatta bazı sektörlerde bu küçülmenin yüzde 35’i bulurken, kapatılmanın aylık maliyetinin dünya ekonomik hâsılasının yüzde 2’si kadar olabileceği öngörüldü. (7)

Dünya ekonomisinin ilk üç ayına (birinci çeyrek) ilişkin veriler hiç de iç açısı olmayan bu öngörüyü doğruluyor. Fransa, İtalya ve Almanya gibi Merkez Ekonomiler resesyona girerken, özel yatırım ve özel tüketim harcamaları sert bir biçimde düştü.

ABD ekonomisi bu yılın ilk çeyreğinde yüzde (-) 1,2 küçülürken, kapanmanın asıl olarak gerçekleştiği ikinci çeyrekte bu daralmanın yüzde 20 – 30 arasında olması bekleniyor. İlk çeyrekte özel tüketim yüzde (-) 7,6 ve özel yatırımlar yüzde (-) 5,6 daraldı. Avro bölgesi ekonomisi ilk çeyrekte yüzde (-) 3,8 daraldı. Özel tüketim harcamaları yüzde (-) 3,1 ila 7,3 oranında geriledi. Bunlar 2008 krizi sonrasından çok daha kötü sonuçlar. İkinci çeyrekteki daralma ise beklendiği gibi çok daha fazla olacak. (8)

Krizi fırsata çevirmek

IMF’nin bu yıl için yüzde 5 küçülme öngördüğü Türkiye’de ise siyasal iktidar küresel tedarik zincirlerinde ortaya çıkan bozulmayı bir fırsat olarak değerlendirip, küresel bir tedarikçi rolünü oynamaya soyunmuş gibi görünüyor. Bu yönde ihracatçılara olan desteğini artırdı.  Örneğin MÜSİAD’ın önerdiği ve işçiler ve aileleri için modern cezaevlerini andıran “İzole Üretim Merkezlerinin”(9) kuruluşuna onay verdi.

Yani iktidar bloku, son 17 yıldır uygulanmakta olan bol dış kaynakla finanse edilmiş inşaat- alt yapıya dayalı birikim stratejisinin pandemi ile birlikte artık sürdürülmesinin imkânsız olduğunu görüyor ve yeni bir birikim stratejisine doğru geçiş yapmaya çalışıyor. Böylece politik olarak iktidarını da sürdürmek istiyor.

Daralan dünya ticaretinden pay almak (!)

Diğer yandan salgının nasıl ilerleyeceği ve bunun ekonomileri nasıl etkileyeceği belirsizliklerle dolu. Ama gidişatla ilgili olarak birçok veri yol gösterici olabilir. Bunlardan biri küresel ticaret verileri.

Dünya Ticaret Örgütü 2020 yılında dünya ticaret hacmindeki daralmanın yüzde 13 - 32 arasında olacağını öngörürken (10),  UNCTAD’ ın son raporuna göre (11), bu yılın ilk üç ayında dünya ticareti yüzde (-) 3 oranında azaldı. İkinci çeyrekte bu küçülmenin (ilk çeyreğe göre) yüzde 27’yi bulması bekleniyor.

Bu da ihracatın milli hâsıla içindeki payının çok önemli boyutlarda olduğu ve küresel tedarik zincirinin en önemli merkezleri olan Almanya ve Çin gibi ekonomilerdeki hızlı toparlanmayı imkânsız kılıyor.

Bu veriler ortada iken Türkiye’de siyasal iktidar bu ülkelerin yerini alabileceğimiz yönünde bir algı yaratıyor. Bunun işçiler, emekçiler açısından çok daha düşük reel ücretlerle, sağlıksız koşullarda ve daha sıkı çalıştırılmaktan başka bir anlam taşımayacağı bir yana,  Türkiye’nin bu sayılan ülkelerden temel bir farklılığı söz konusu: Bu ülkeler kredi alan değil, kredi veren ülkeler. Yani tasarruf fazlaları var. 

Türkiye ise dış kredilerle yani yabancı kaynakla üretimini sürdürebilen bir ülke.
Kredilerse kapitalizmde sermaye birikim makinesinin çarklarını yağlayan önemli bir araç işlevi görüyor. Çünkü üretimde yaratılan kârlar yeterli olmadığında,  uzun vadeli ve büyük projeleri finanse etmede kullanılıyor.

Borç krizi

Diğer taraftan kredi aynı zamanda borç anlamına geliyor. Eğer borç anapara ve faizi geri ödemesini yapabilmek için yeterince kâr yaratılamazsa bu borçlar kârları eriten ve sermayenin genişlemesi önleyen bir engele dönüşüyor. Mevcut borçlarını ve faizlerini ödeyebilmek için zayıf firmalar daha fazla borçlanmak durumunda kalıyor, böylece borçlar birikmeye başlıyor. Bu kısır döngü kriz zamanlarında birçok işletmenin iflasıyla sonuçlanıyor.

Şu anda Türkiye’nin yaşadığı durum tam da bu. Ülkenin borçlarını çevirebilmek ve ithalatını finanse edebilmek için dövize ihtiyacı var, ama bunu yeterince sağlayamıyor. Net döviz rezervleri erimiş durumda. Batı ile ilişkileri ve ülkenin mevcut kredibilitesi kolayca küresel finans piyasalarından borçlanmasını önlüyor. Bu sefer borç ve dert ertelemesi anlamına gelen TL/döviz takaslarıyla (swap) bu sorunu ötelemeye çalışıyor. Bunu yaparken de iktidarının asıl dayanağını oluşturan bazı sermaye kesimlerine ihracatı işaret ediyor,  “seçeneksiz değilsiniz” mesajını veriyor. Böylece bu kesimin desteğinin sürmesini sağlamaya çalışıyor.

Ancak küresel ticaretin durumu, ABD - ÇİN arasındaki artan gerilim ve diğer jeopolitik riskler ve bir yıl içinde ödenecek olan 168,5 milyar dolarlık kısa vadeli dış borcun taşıyıcısı şirketler ve piyasalar bu sözleri satın alırlar mı, bunlara bel bağlarlar mı, bunu önceden kestirebilmek zor.

Bu biraz da salgının ve ekonominin bundan sonra nasıl gelişim göstereceğine, kârlı üretimin ne kadar yakın ya da uzak olduğuna ve siyasal iktidarın ekonomi yönetimiyle ilgili hem yerli, hem de yabancı piyasalara verebileceği güvene bağlı gibi gözüküyor.

Acelenin bir nedeni sermayenin baskın talepleri

Buraya kadar anlattıklarımız aslında siyasal iktidarların ekonomilerin açılmasında neden bu kadar acele davrandıklarını kısmen açıklıyor. Şöyle ki kapitalizm ücretli emek sömürüsünden kâr çıkartan bir sermaye birikim sistemi. Pandemiden bu yana yaklaşık 4-5 aydır, kâr çıkarımının odakları olan üretim alanları durma noktasına geldi, asıl olarak toplum için yararlı olan sağlık, bakım, gıda tedariki ve dağıtımı, sağlık malzemesi, hijyen ve temizlik üretimi gibi üretim alanları açık tutuldu.

Yani artı değerin kaynağı olan ücretli emek sömürüsü ya yapılamaz oldu ya da çok kısıtlandı. Bu durumun kapitalizmin doğasına ters bir durum olduğu açık.
Ekonomiler tekrar açıldığında işlerine dönecek olanlar,  dolayısıyla da virüs kapma riski ile karşı karşıya kalanlarsa sadece işçiler, emekçiler olacaklar. Patronlar ve yöneticiler açısından (fabrikaları, işyerlerini evden de idare edebildiklerinden), işçilerin hayatlarını riske atmak çok da abartılacak bir konu değil (ne de olsa aynı gemideyiz ve herkes fedakârlık yapmalı!).

Bir diğer neden: Boşalmakta olan Hazine

Sermaye sınıfının çıkarları ile ekonomilerin erken açılması tutarlı olabilir. Ancak bu neden devletler, hükümetler için de geçerli olsun? Ya da neden siyasal iktidarlar ve sermayedarlar aynı safta yer alsınlar?

Bu sorunun, Marksist öğretinin ortaya çıkışından bu yana, reddedilmesi zor bir yanıtı var. Şöyle ki sınıflı bir toplum olan kapitalist toplum egemen sınıf konumundaki burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını devletler eliyle yürütür. Özellikle de büyük ekonomik krizler söz konusu olduğunda sistemin devamı açısından siyasal iktidarların sermayenin yanında, emeğin karşısında saf tutması da kapitalizmin doğasına ters değil.

Ayrıca devletlerin temel gelir kaynağı vergi gelirleridir. Burjuva hükümetler her ne kadar ekonomik ve politik faaliyetlerini daha çok temsil ettikleri sınıfın çıkarları doğrultusunda organize etseler de (hem bunu sürdürebilmek), hem de tarafsızlık görüntüsü altında toplumun geri kalan büyük çoğunluğuna da bir kısım kamu hizmeti ya da devlet yardımları biçiminde bir şeyler veriyor algısı yaratabilmek için, vergi gelirlerine ihtiyaç duyarlar.

Vergi toplanamadığında

Devletlerin günümüzdeki vergi gelirlerinin asıl kaynağı üretim ve tüketimden alınan vergiler. İstisnai örnekler dışında örneğin sermaye ve servet vergilendirilmez. Ancak üretim ve tüketim (bu salgında olduğu gibi) ciddi bir kesintiye uğramışsa, devletler ihtiyaç duydukları vergileri toplamakta çok zorlanırlar.

Borçlanmanın ve para basarak finansman temin etmenin finans kapital açısından da, ekonominin bütünü açısından da hem kısıtları, hem de enflasyon, para değerinin düşmesi gibi olumsuz sonuçları söz konusu. Bu nedenle de üretimin ve tüketimin normalleşmesi ve devletin de işçinin yarattığı artı değerden vergi biçiminde payını alması gerekli. İşte devletleri salgın devam ederken (halk sağlığını riske atarak da olsa) ekonomileri erken açmaya iten bir diğer neden de budur. 

Son bir aydır ülkede 4,500 ürüne yüzde 30’a varan ek gümrük vergisi salınmasının (12) bir nedeninin de (döviz sorunu yüzünden giderek zorlaşan ithalatı kısmak olduğu kadar), devletin boşalan Hazinesine yeni vergi gelirleri aktarmak olduğu açık.

Bütçe alarm veriyor

Nitekim Bütçe ve Hazine’ye ait veriler alarm veriyor. Nisan 2020 tarihli Kamu Borç Yönetimi Raporu’na göre (13), henüz salgının tam olarak etkisini göstermeye başlamadığı Mart ayında dahi vergi gelirlerinde ciddi bir çakılma, bütçe ve Hazine açığında ciddi bir artış gözlemleniyor.

Öyle ki Şubat ayında 86,1 Milyar lira olan Merkezi Yönetim Bütçe gelirleri Mart ayında 47,4 milyar liraya düştü (yüzde 45 azalma). Gelir ve Kurumlar Vergisi gibi vergilerden oluşan dolaysız vergiler 37,0 milyar liradan 11,1 Milyar liraya (yüzde 70 azalma); KDV ve ÖTV gibi vergilerden oluşan dolaylı vergiler 34,7 milyar liradan 25,8 Milyar liraya (yüzde 26 azalma) geriledi.

Bunun sonucunda bütçe açığı (-) 7,4 Milyar liradan (-) 43,8 Milyar liraya (yüzde 592 artış) yükseldi. Hazine’nin anlık gerçek durumunu gösteren Hazine nakit açığı ise (+) 1,4 Milyar liradan (-) 47,4 Milyar liraya fırladı.

18 yılda 13 kat artan borçlar

Bütçe açığıyla birlikte borç stokları da ciddi biçimde arttı. Öyle ki toplam (kamu + özel) borç stokunun son 18 yılda yaklaşık 13 kat artarak 5 trilyon liranın üzerine çıktığı ülkede, brüt kamu borcu 2010 yılından bu yana 3 kat artarak 1,4 trilyon lirayı aştı (bunun yüzde 58’i iç borçtan oluşuyor).

Net dış borçlar ise 2010 yılından bu yana yarı yarıya artarak 437 milyar dolara ulaştı. Bu borçların yüzde 63’ünün bankacılık dışı reel sektörün borcu olması ise kriz döneminde döviz borcu olan reel sektör şirketlerinin ne kadar zor bir durumda olduğunu gösteriyor.

Bunların dışında Hazine garantili toplam 12,1 milyar dolarlık (yüzde 75’i kamu bankalarının üzerinde)  ve Hazine borç üstlenimli 17,2 milyar dolarlık dış kredinin varlığı Hazinenin durumunu daha da çarpıcı hale getiriyor.(14)

Sonuç olarak salgın sonrası derinleşen ekonomik kriz hem sermaye kesiminin, hem de devletin bir birinden farklı nedenlerle de olsa, ekonomilerin erken açılması konusunda birlikte hareket etmesine neden oluyor.

Sermayeyi kurtaralım, Hazineyi toparlayalım derken…

Kapitalizm, tarihindeki krizlerinden her zaman çıkmayı başardı. Bundan önceki krizlerinden krizin bedelini işsizlik, yoksulluk, kemer sıkma gibi sonuçlarla emekçilere; daha az vergi ödeyerek ve daha çok mali destek alarak devlete çıkarttı. Bu kez bunlara ilave bir şeyi deniyor: Salgın devam ederken ekonomileri erken açarak, kitlesel ölümleri göze alarak krizinden çıkmak istiyor.

Ancak henüz koşullar yeterince uygun değilken, sınıfsal çıkarlar ve devletin uğradığı zararlar nedeniyle işlere geri dönüşün başlatılması hem salgının tekrarlanmasına, dolayısıyla da yeni vakalara ve ölümlere neden olabilir, hem de bu durum ekonomilerin tekrar kapatılmasıyla, böylece daha ciddi krizlerle sonuçlanabilir. Kısaca sermayeyi ve Hazineyi kurtaralım derken, çok daha büyük bedeller ödemek durumunda kalabiliriz.

Bu ve benzeri tespitlerin ve uyarıların siyasal iktidarca önemsenmediği ya da önemsenmeyeceği çok açık. Nitekim salgını bir önemli uyarı olarak görüp, mevcut üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkileri üzerinde yeniden düşünüp; insandan, doğadan, emekten yana bir paradigmaya yönelmek yerine, salgını bir fırsat olarak görüp,  küresel tedarik zincirinin en ucuz parçası olabilmenin yolları aranıyor.

Emekten, halktan yana seçenek mevcut

Oysa emekten, halktan, toplumdan yana seçenekler mevcut. Öncelikle, “korunacak ekonominin kimin ekonomisi olduğu” sorgulanmalı ve “açlık ile ölüm arasında seçim yapmaya zorlanan” işçiler bu kıskaçtan kurtarılmalı.

Salgın kontrol altına alınana kadar zorunlu olmayan mal ve hizmet üretimine ara verilmeli, işçiler ücretlerini kesintisiz almayı sürdürmeli.
Küçük işletmelere (sadece belli işletmelere değil) kredi desteği sağlanmalı, tüm vadeli konut kredisi ve kredi kartı borçları kriz süresince iptal edilmeli. Devlet destekleri tekellere değil, topluma verilmeli.

Bizi kurtaracak olan atılımlar;  toplumun çok küçük bir zengin azınlığının çıkarlarını kollayan programlar değil, işçi sınıfından, emekçi halktan yana olan programlardır. Bu bağlamda salgınla birlikte iyice artan yoksulluğun, açlığın ortadan kaldırılabilmesi ve işsizliğin yönetilebilir düzeylere düşürülebilmesi için aşağıdaki radikal reformların gerçekleştirilmesi de talep edilmeli:

(i) İnsanımızın bağışa, yardıma, sadakaya değil, adil ücret gelirlerine ihtiyacı olduğu gerçeğinden hareketle, öncelikli olarak,  ücret sistemine müdahale edilmeli. Adil bir ücretlendirme ile emek sömürüsüne son verilmeli, bunu sağlayabilmek için de işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki engeller kaldırılmalı.

(ii) Başta kadınlara olmak üzere, herkese yaşanabilir bir ücret düzeyinin altında olmamak üzere “temel bir yurttaşlık geliri” sağlanmalı.

(iii) Finansmanı Merkezi Yönetim Bütçesinden karşılanmak üzere, yerel yönetimler, belediyeler ve kurulacak demokratik işçi kooperatifleri aracılığıyla yürütülecek “kamu garantili istihdam programları” ile salgınla sayıları daha da artan işsizlere iş ve gelir sağlanmalı.

(iv)  Ücretsiz ve nitelikli kamusal eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri ve ulaştırma başta olmak üzere, temel ekonomik ve sosyal altyapı hizmetleri etkin bir hale getirilmeli ve daha da genişletilip yaygınlaştırılmalı.

(v)Bütçedeki kamu harcamalarında yapılacak radikal değişiklikler ve ilerici vergi reformları ile ücretlilerin uğradığı emek sömürüsü azaltılmalı. Sermaye üzerinde alınacak vergilerle “kamusal hizmetler”, “yurttaşlık temel geliri” ve “kamu garantili istihdam programları” için yeterli fon oluşturulmalı. Bunu desteklemek için belli bir servet düzeyinin üzerindeki zenginlerden servet vergisi alınmalı.

(vi) Köylülerin toprağa adil erişimi sağlanmalı, tarımda gerçekleştirilecek demokratik tarım kooperatifleri biçimindeki örgütlenmelerle, güvenli ve ucuz gıda üretimi gerçekleştirilmeli.

(vii) AVM’ler ve büyük market zincirleri gibi tekelleşmeye, pahalı ve güvensiz gıda vb tüketimine, dışa bağımlılığa neden olan tüketim örgütleme modellerinden vazgeçilmeli.  Bunların yerine demokratik biçimde işleyen, denetlenebilir tüketici kooperatifleri kurulmalı.

(viii) Bunların hiç biri ülke demokratikleştirilmeden, ülkede kalıcı bir barış sağlanmadan gerçekleştirilemeyeceğinden ülke acilen demokratikleştirilmelidir. Demokratik bir anayasa yapılarak, mali ve idari yönden güçlendirilmiş yerel yönetimlerle birlikte yürüyen güçlendirilmiş bir parlamenter demokrasiye geçiş yapılmalıdır.

Anahtar sözcükler: Koronavirüs, Bütçe açığı, Hazine Nakit Açığı, Vergiler, Kamu borcu, İzole Üretim Merkezleri, Demokratik Kooperatifler

Dip notlar:

(3)  “DSÖ: Belçika dışında hiçbir ülke verileri doğru açıklamıyor”, BirGün Gazetesi (15 Mayıs 2020).
(4)  Global coronavirus death toll could be 60% higher than reported, https://www.ft.com (26 April 2020).
(6)  Chris Brooks, “Reopening Our Economy Right Now Will Result in Mass Death”, https://jacobinmag.com/2020/05/coronavirus-pandemic-reopen-economy-workers-crisis.
(7)  “Evaluating the initial impact of COVID-19 containment measures on economic activity”, http://oecd.org/coronavirus/en (28 March 2020).
(8)  C. P. Chandrasekhar and Jayati Ghosh, “Contours of the Covid-crisis”,  https://www.networkideas.org/featured-articles/2020/05/contours-of-the-covid-crisis/(5 May 2020).
(9)  “MÜSİAD salgın sonrası üretim hamlesi için kolları sıvadı”, http://www.musiad.org.tr (12 Mayıs 2020).
(10)                “Trade set to plunge as COVID-19 pandemic upends global economy”, https://www.wto.org (8 April 2020).
(11)                “ COVID-19 triggers marked decline in global trade, new data shows”, https://unctad.org (14 May 2020).
(13)                T.C. Hazine ve Maliye bakanlığı,  Kamu Borç Yönetimi Raporu  (Nisan 2020).
(14)                Agr.







5 Aralık 2019 Perşembe

2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (1)- Güvenlik Harcamaları, Askeri Sanayi Karması Sektör ve Devlet Mali Krizi


2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (1)-
Güvenlik Harcamaları, Askeri Sanayi Karması Sektör ve Devlet Mali Krizi

Mustafa Durmuş

5 Aralık 2019



2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi bugünlerde T.B.M.M Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Çok büyük bir ihtimalle kabul edilecek ve 1 Ocak’tan itibaren yürürlüğe girecek.

DÜNYADA NEO-LİBERAL HEGEMONYA SARSILIYOR, KİTLESEL TEPKİLER ARTIYOR

Bu bütçe, dünyada neo-liberal hegemonyanın inişe geçtiği ve kapitalizme yönelik eleştirilerin ve Arjantin’den, Peru’ya, Kolombiya’ya, Şili’ye, Ekvator’a, Lübnan’a ve İran’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada protesto eylemleri ve halk isyanları biçiminde kendini gösterdiği, kapitalist sistemin meşruiyetini yitirmeye başladığı bir süreçte görüşülüyor.

Türkiye’de ise, bir yandan artan intihar eylemleri gibi eylemler işsizliğin artık sosyal bir kriz haline dönüştüğünü gösterirken, yapılan anketler ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, gelir bölüşümü adaletsizliği gibi ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm üretemeyen ve giderek otoriterleşen rejimin toplumsal tabanını hızla yitirdiğine işaret ediyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KRİZİ BİÇİM DEĞİŞTİREREK SÜRÜYOR

Her ne kadar TÜİK bu yılın üçüncü çeyreğinde ekonominin binde 9 oranında büyüdüğünü açıklasa da (1), bu büyümenin ağırlıklı olarak devletin nihai tüketim harcamalarındaki artıştan (yüzde 7,0) kaynaklandığı, sabit sermaye yatırımlarındaki düşüşün ise (yüzde - 12’6 oranında) devam ettiği, dolayısıyla da büyümenin sürdürülebilir olmadığı anlaşılıyor.  

Bu niteliğiyle ekonomik büyüme 2020’de hedeflendiği gibi yüzde 5 dahi olsa emekçi halkların işsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk gibi sorunlarına çözüm getirmekten çok uzak. Çünkü böyle bir büyüme toplumsal sorunları gizlemeye yarayan bir araç olmaktan öte bir işleve sahip değil.

Yani Türkiye ekonomisi 2015 yılından bu yana sürdürdüğü yavaşlamasını 2018 yılının başlarından itibaren ekonomik kriz ile devam ettiriyor. Ekonominin bir yıl boyunca küçülmesine, yüksek enflasyona ve tarihsel zirve yapan işsiz sayısına ilave olarak, “ödemeler dengesi-döviz krizi” olarak başlayan kriz, özel sektörün dış borç krizi ve bankacılık krizi şeklindeki “finansal kriz” riskini artırırken, kriz yeni bir aşama olarak “devletin mali krizine” dönüşüyor.

Ekonomiyi üçüncü çeyrekte pozitif büyüten devlete ait tüketim harcamaları ise bütçe açığını daha da artırarak bu krizi derinleştirmeye hizmet ediyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KRİZİNİN 3 DİNAMİĞİ

Bu süreçte Türkiye ekonomisini krize sokan üç dinamik sırasıyla şunlar oldu:
(i) Türkiye ekonomisinin emperyalist-kapitalist dünya sistemine eklemlenme biçimi. Kısaca Türkiye küresel sermaye hareketlerindeki büyük çaptaki dalgalanmaların, gidiş gelişlerin sonucunda belirli aralıklarla krize giriyor.

(ii) Kürt sorununda müzakereye dayalı çözüm sürecinin sona erdirilmesi ve tekrar askeri çözümlere dönülmesi ve Suriye’deki savaşın parçası haline gelme durumu (bütçe ve genel ekonomi üzerindeki etkileri aracılığıyla) krizi tetikledi.

Öyle ki iç ve dış güvenlik harcamalarına Merkezi Yönetim Bütçesinden ayrılan pay: 2017’de 64 milyar TL civarında iken,  2018’de bu tutar 84,5 milyar TL’yi aştı (2).
(iii) FETÖ-AKP ittifakının dağılmasının yol açtığı ve 15 Temmuz Darbesi ile sonuçlanan politik kriz ve ardından gelen OHAL uygulamaları sermaye çıkışlarına, ekonomiye olan güven yitimine ve yatırımların durmasına yol açtı.

Nitekim bu gelişmelerin bütçe üzerindeki etkilerini doğrularcasına Koç-Eaf-Tüsiad Raporu (3), 2017 sonu itibariyle iç ve dış güvenlik kurumlarının toplam olarak merkezi yönetim bütçesinin yaklaşık yüzde 11’i civarında kaynak kullandığını açıkladı (adalet hizmetlerine ayrılan pay da dâhil edildiğinde bu yüzde 12’yi aşıyor).

DEVLETİN MALİ KRİZİNİN 3 GÖSTERGESİ: BÜTÇE AÇIĞI, HAZİNE NAKİT AÇIĞI VE DEVLET BORÇLANMASI

Son üç yıldır (özellikle de son bir yıldır) bu göstergeler çok kötüleşti. Bütçe açığı sadece bu yılın ilk 6 ayında (-) 78,6 milyar TL’yi buldu ve daha yılın yarısında), geçen yılkı toplam açığın yaklaşık yüzde 108’ine, bu yılki hedef olan 80,6 milyar TL’lik açığın yüzde 97,5’ine erişti.

Tarihsel olarak en yüksek Faiz Dışı Açık (FDA) gerçekleşti. Geçen yılın ilk 6 ayında  (-) 12,3 milyar TL faiz dışı açık verilmiş iken, bu yılın ilk 6 ayında bu 2,3 kat (yüzde 230 oranında) artarak (-) 27,8 milyar TL’ye çıktı.(4) Bu açığın hızla büyümesi devletin yapısal bir mali kriz riski (dolayısıyla borçlanma yönündeki baskı) içinde olduğuna işaret ediyor.

Artık sorun sadece yüksek faiz ödemeleri değil çünkü faiz ödemeleri düşüldükten sonra dahi bütçe çok ciddi açık veriyor. Bu da devlet maliyesinin dengesizliğine neden olan bazı yapısal faktörlerin devrede olduğunu gösteriyor. Devlet harcamalardaki artışın bütçe gelirlerindeki artışın bir buçuk katı, vergi gelirlerindeki artışın ise dört katından fazla olması bu gelişmede etkili oldu.

Bir yandan faiz ödemeleri (ilk 6 aylık dönemde faiz ödemelerinin artış hızı yüzde 50,1 oldu), diğer yandan sermaye destekleri şeklindeki harcamalar ve özellikle inşaat ve enerji sektöründe faaliyette bulunan bazı şirketlerin kurtarılması için yapılan harcamalar hızla arttı.

GÜVENLİK HARCAMALARINA AYRILAN DEVASA KAYNAK VE YILDIZI PARLAYAN ASKERİ SANAYİ KARMASI SEKTÖRÜ

Kimilerine göre  “güvenlik harcaması” (savunma ve iç güvenlik gibi), kimilerine göre “askeri ve otoriterleşmeye dönük harcamalar” kimilerine göre ise “savaş harcamaları”nda daha önce görülmemiş ölçüde bir artış gözlemleniyor.

Tabloda (5) 2020 yılına ilişkin Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerinin dağılımı gösteriliyor. Bu dağılıma bakıldığında ülkedeki hem kamusal kaynakların, hem de ekonomide yaratılan değerin önemli bir kısmının nasıl iç ve dış güvenlik için kullanıldığı anlaşılıyor.

Öyle ki sermayelerinin tamamına yakını devlete ait olan Aselsan, Roketsan, Savunma ve Hava Sanayi, TAİ, STM gibi Askeri-Sanayi Karmasının yerel örneklerini oluşturan şirketlerin güvenlik hizmetine dönük üretimleri için kullandıkları kaynak olan 98,5 milyar TL de dâhil edildiğinde ekonomiden ayrılan toplam kaynak miktarı 249 milyar TL’ye yükseliyor (bütçenin yaklaşık yüzde 23’ü). Bu rakama Savunma Sanayi Destekleme Fonu, TSKGV gibi fon ve vakıfların harcamalarının dâhil edilmediğini hatırlatalım.

HAZİNE NAKİT AÇIĞI 2 KATINA ÇIKTI

Bu yılın ilk 10 ayında Hazine nakit açığı geçen yılın aynı dönemine göre iki katına çıkarak (-) 101,7 milyar TL’ye fırladı. (6) Merkez Bankasının el konulan kaynakları olmasaydı açık (-) 148 milyar TL’ye çıkacaktı. Böylece artık siyasal iktidar açısından geriye sadece yeni borçlanma yapmak ve yeni vergiler koymak yolu kaldı. Torba Yasa ile borçlanma limiti yükseltilirken üç yeni vergi getirildi.

DEVLET BORÇLANMASI HIZLA ARTIYOR 

Bütçe ve Hazine nakit açığındaki hızlı artış devletin hızlı borçlanmasına neden oluyor. Öyle ki 2001 yılının ikinci çeyreği itibariyle brüt kamu borç stoku 147,1 milyar TL iken, politik krizin olgunlaştığı 2016 yılının ikinci çeyreğinde bu rakam 690,9 milyar TL’ye ve 2019 yılının ikinci çeyreğinde 1,3 trilyon TL’ye yükseldi. (7)  Yani brüt kamu borç stoku son 18 yılda tam 9 kat; 2016 yılından bu yana ise 2 kata yakın arttı.
Bu yılın ilk 6 ayında ise, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 100 artışla,  yoğun bir borçlanma yaşandı ve toplamda 78,2 milyar liraya yakın yeni nakit borç alındı. Bu yıl için limit 70 milyar lira artırıldı.

Kısaca, içine düştüğü mali krizi aşabilmek için iktidar bloku; sadece yeni vergiler koymakla ve temel mal ve hizmetlerin fiyatlarına sürekli zam yapmakla kalmıyor, ayrıca giderek artan borçlanmayla halktan kaynak transfer etmeye devam ediyor.

Bu gidişatın sonu (borçların reddedilmesi olmayacağına göre) monetizasyon, yani karşılıksız para basma ve devamında enflasyon, devalüasyon ve döviz krizine geri dönmek olursa bu sürpriz olmayacaktır.

…devam edecek


DİP NOTLAR:

(1)  TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hâsıla, III. Çeyrek: Temmuz - Eylül, 2019, http://tuik.gov.tr (2 Aralık 2019).
(2)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Yıllık Bütçe Gerçekleşme Raporları 2018 ve 2019.
(3)  KOÇ, EAF, TÜSİAD, Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu III- 2018/I Bütçe Uygulama Sonuçları, s. 62-64.
(4)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Aylık Bütçe Gerçekleşmeleri Raporu (Haziran 2019), s. 1-4.
(5)  2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller, 2020’ye ait öngörüler ve ilgili şirketlerin bilançolarından hesaplanmıştır.
(6)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, 2019 Yılı Hazine Nakit Gerçekleşmeleri, https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri (7Kasım 2019).
(7)   T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kamu Brüt Toplam Borç Stoku (2000-2019), https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri (30 Eylül 2019).