16 Mayıs 2017 Salı

‘BANKA SENEDİ’: HANGİ İHTİYAÇTAN KAYNAKLANIYOR VE DOĞRU BİR ÇÖZÜM MÜ?



‘BANKA SENEDİ’: HANGİ İHTİYAÇTAN KAYNAKLANIYOR VE DOĞRU BİR ÇÖZÜM MÜ?
Mustafa Durmuş
16 Mayıs 2017
Geçen hafta Bloomberg’e yaptığı açıklamalarda Başbakan Yardımcısı N. Canikli, bankalara bilançolarındaki kredi varlıkları üzerinden menkul kıymetleştirme yapılabilme imkânı tanınacağını ve bu menkul değerlerin T. Varlık Fonu tarafından satın alınabileceğini söylemişti.
Canikli iki gün önce de Bankalar Birliği genel kurulunda bir konuşma yaptı ve bu konuşmasında, özel sektöre yapılmakta olan köprü, hava limanı, tünel, otoyol gibi alt yapı projeleri için bankalar tarafından verilmiş olan büyük çaptaki kredilerin yine bu bankalar tarafından çıkartılacak olan ‘banka senedi’ aracılığıyla menkul kıymetleştirilebileceğinin ve bu kâğıtların da (bu kez) T.C. Merkez Bankası tarafından satın alınacağının müjdesini verdi.
Menkul kıymetleştirme furyası
Yani bir tür varlığa dayalı menkul kıymet çıkarma furyası başlatılacak ve milyarlarca liralık menkul kıymet Merkez Bankası’nca satın alınarak bu projeler finanse edilmiş olacak.
Görünen o ki son kertede Merkez Bankası, finans sermayenin “son çare olarak başvurduğu bir kurtarıcı olma” rolünü ilk kez bu kadar büyük bir riski göğüsleyerek oynayacak. Zira sözü edilen yatırımlara ilişkin kredilerin tutarı onlarca milyar doları buluyor. 
Bunun dışında böyle bir sürecin ülkede dolarizasyonu hızlandırması ve döviz kurunu yukarı doğru hareketlenmesi de kaçınılmaz olacak.
Finansal balon şişirme ihtiyacı
Böyle bir “denenmiş ve zararı başta ABD’de olmak üzere küresel çapta görülmüş olan finansallaşmaya Türkiye’de siyasal iktidar hangi ihtiyaçtan yöneldi” sorusunu sormak bu noktada önemli oluyor? Böylece ihtiyacı ve şiddetini anlayabilirsek meseleyi de tam olarak kavrayabiliriz.
Hükumeti ve diğer karar alıcıları bu yola iten esas ihtiyaç özellikle de 2016 yılından bu yana ekonominin kendi iç dinamikleriyle ya da dökme su anlamına gelen yabancı kaynaklarla büyütülmesinin sonuna gelinmiş olunması nedeniyle bu durumdan çıkma ihtiyacı.
Şiddetinin ölçüsü ise bu ciddi ekonomik durgunluk halinin ABD ve Avrupa gibi Merkez ülkelerde ve birçok yükselen ekonomide işlerin göreli olarak iyiye gittiği bir dönemde gerçekleşiyor olması.
Bu ekonomik durgunluk ya da kriz durumunu aşabilmek için sistemin egemenleri finansal balonlar şişirmekten başka çare görmüyorlar. Yani artık sistem her seferinde yeni finansal balonlar şişirilerek ilerleyebiliyor. ABD bunu 1999’da borsa ve 2002’den itibaren mortgage balonları biçiminde denemişti. Balonlar patlayınca 2001 ve 2008 krizleri yaşandı. Küresel kapitalizm içinden hala çıkılamayan çok uzun süreli bir krizin içine girdi.
Bu durum kalbe giden damarları büyük ölçüde tıkanmış olan bir hastanın tıkalı damarlarını ‘balon’ ile açmak biçiminde bir geçici rahatlama sağlayan tedavi uygulamaya benziyor. Bunun en büyük riski ise bu işlemin pıhtı atılması ve bu pıhtının beyin gibi zaruri bir organa yerleşmesi sonucunda hastanın kaybedilmesi.

Çözümden ziyade sorun öteleme yolu
OHAL uygulamalarının sürmesi ve referandumdan rejim değişikliği onayı ile çıkılmış olması gibi gelişmeler bu yolu politik olarak da mümkün kılıyor. Yani bu tür yasa değişikliklerini ve uygulamayı yeni bir KHK ile hayata geçirmek son derece kolay.
Finans sermayesinin dayattığı bu politikalar bankaların ve bir bütün olarak finans sisteminin kârlılığını artırmanın dışında ekonomik krize bir çözüm olur mu? Buna ‘Evet’ diyebilmek çok güç. Nitekim konu üzerine yazan iktisatçılardan Ü. Akçay bu yolu “gelecek üzerine oynanan kumar”, U. Gürses ise “nedenlere tedavi yerine sonuçlara pansuman” olarak niteliyor.
Doğru çözüm için doğru tespit gerekiyor!
Çözümümüzü anlatabilmek için tespitimizden başlayalım. Bunun için de biraz geriden, bu noktaya nasıl geldiğimizden, başlayalım. 
İnşaatı devam eden, başlatılması bekleyen onlarca milyar dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat projesi var. Hükumet bu projeleri 10 yılı aşkın bir süredir ve giderek daha da büyüterek sürdürüyor.
Projeler büyük ölçüde Kamu-Özel-Ortaklığı (KÖO) üretim ve finansman modeli ile yürütülüyor. Bu modelde Hükumet örneğin arsa gibi tahsisleri bedava yaparken, projelerin finansmanı büyük ölçüde, yerli ve yabancı sermaye gruplarının oluşturduğu konsorsiyumların büyük bankalardan (ve yerli kamu bankalarından) ve yatırım fonlarından sağladıkları dış kredilerden sağlanıyor.
Bu krediler için Hükumet, bir yandan Ziraat Bankası ya da Halk Bank gibi kamu bankalarının verdikleri kredilere garanti vererek dolaylı olarak destek sağlarken, diğer yandan hizmet satın alımı ve yolcu, hasta garantileri gibi mekanizmalarla yapımcı-işletmeci firmanın olası zararını üstleniyor. Böylece Hazine dilinde ‘koşullu yükümlülükler’ adı altında bir mekanizma ile zarar kamuca devralınıyor.
Ayrıca bu model hem örgütlenme tarzı, hem de finansman temini yöntemi açılarından geleneksel kamu ihale yöntemlerine göre hem daha pahalı, hem de daha az denetlenebilir nitelikte. Ayrıca bu projelerin toplumsal fayda ve zararlarını ortaya koymaya yeterli sosyal-maliyet fayda analizleri de yapılmış değil.
Gerçek toplumsal ihtiyaç mı?
Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Bu çapta büyük alt yapı- üst yapı proje yatırımlarına gerçekten ihtiyaç var mıydı? Bu projeler, toplumsal gelişmenin ya da ekonomik gelişmenin, büyümenin dayattığı ihtiyaçlar mıydı?
Büyüyen, gelişen bir kapitalist ekonomide üretim ve kârın realizasyonu için böyle alt yapıya ihtiyaç duyulması (özellikle de alt yapı hızlı bir biçimde aşınıyorsa, eskiyorsa) kaçınılmazdır. 
Ancak mevcut projelerin bu çaptaki büyüklüğünü, ne hızlı büyüyen bir ekonominin ortaya çıkardığı ihtiyaçlarla, ne de aşırı bir aşınma ya da yıpranma, eskime olgusu ile açıklayabilmek mümkün değil.
Öncelikle bir kıyaslama yapmak gerekirse, 17 trilyonluk ABD ekonomisinde Trump’ın hayata geçirmek istediği alt yapı projelerinin toplam tutarı 1 trilyon dolar civarında, yani milli gelirin on yedide biri iken, bizde 350 milyar dolar, yani neredeyse milli gelirin yarısına denk düşen bir alt yapı harcamasından söz ediyoruz.
Ayrıca ABD bir ekonomik toparlanma sürecine girmişken, bizde 2013 yılından bu yana ekonomik büyümede sert bir düşüş yaşanıyor. Yani ne üretim ya da ticaretin durumu, ne de halkın gelir durumu bu çapta bir alt yapı-üst yapı inşaat projesini gerektirmiyor, tersine bu durum daha ziyade bir kaynak israfını çağrıştırıyor.
Talep finans-inşaat kompleksinden geliyor
Bu projelerin yerli ve yabancı müteahhit firmalara, bankalara (büyük kısmı dış kredilerle yapılıyor) ve diğer sermaye kesimlerine sağladığı büyük çaptaki kazançlar dikkate alındığında, bu talebin asıl olarak bu kesimlerden geldiği söylenebilir. Dönemin baskın neo liberal ekonomi- politik ruhunun buna uygun düşmesi de bu çaptaki projelerin hayata geçirilebilmesini mümkün kılıyor.
Bir başka anlatımla, bu projelerin asıl kazandırdığı kesimlerin sırasıyla; büyük çapta kredi pazarlayan uluslararası finans sermaye çevreleri, bunların aracılığını yapan yerli bankalar, yerli ve yabancı inşaat şirketleri (son dönemin gözdelerinden Limak’ın sahibi N. Özdemir’in bu konuda söyledikleri son derece önemli) ve son olarak çok büyük görsellik etkisine sahip böyle projelerle seçmen üzerinde yarattığı algı ile onun politik desteğini sürekli kılabilen siyasal iktidar olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Böylece daha önceki bir yazımızda vurguladığımız siyasal iktidar bloku ile başta finans-inşaat sermayesi olmak üzere büyük sermaye arasındaki simbiyotik ilişki bağları giderek güçleniyor. Bu bağların geleceğe damgasını vurmasını ve sınıflar arasındaki ilişkinin ve yeni rejimin üst yapısının da buna göre şekillenmesini bekleyebiliriz.
Yerel halka sorulmuyor
Diğer taraftan bu projeler ne Türkiye toplumuna, ne de yapıldığı bölgelerdeki bölge halkına sorulmadan, onların görüşlerine başvurulmadan hayata geçiriliyor. Örneğin illerin ya da bölgelerin gerçek ihtiyaçlarının büyük köprüler, oto yollar, hava limanları, HES’ler, TOKİ konutları ya da yeni cezaevleri olup olmadığı yerel halka sorulmuyor.
Oysa ekonominin ve toplumun gerçek ihtiyaçlarının neler olduğunun ortaya çıkarılabilmesi için bu sorular, bu projelerin sonuçlarından öncelikli olarak etkilenecek olan yerellere sorulmalıydı.
Yani yerli ve yabancı inşaat şirketlerinin, bankaların kâr beklentilerinden değil, toplumun ve yerellerin gerçek ihtiyaçlarından yola çıkılarak bu projelerin neler olacağı, nasıl örgütlenebileceği ve finansman modellerinin ne olabileceği belirlenmeliydi. Bu yapılsaydı ölçek küçültülür, maliyetler düşürülür ve emek üzerindeki (iş kazaları) ve çevre üzerindeki etkiler hesaba katılabilirdi.
Proje finansmanında çıkmaz iki sokak
Gelinen nokta itibariyle siyasal iktidar, büyüme modeli olarak finansallaşma yolunu seçmiş bulunuyor. Yani hem T. Varlık Fonu’nun riskleri üstlenerek projeler için dış borçlanmaya başvurmasını amaçlıyor (örneğin Çay Kur’un satışı), hem de yazının başlangıcında anlattığımız ve aslında bir menkul kıymetleştirme olan ‘banka senedi’ modeli ile T.C. Merkez Bankası’nın elini taşın altına sokuyor (kuşkusuz eli asıl taşın altında olan bu Fon ya da Banka değil, Türkiye’nin emekçi sınıfları olacaktır).
Ne yapmalı?
Yapılacak olanların başında, hali hazırda başlatılmamış olanlar da dâhil olmak üzere, sürmekte olan projelerin ciddi bir toplumsal denetime açılarak, hem ticari hem de toplumsal fayda ve maliyetlerinin yeniden gözden geçirilmesi ve özellikle de çok büyük ekolojik felaketlere neden olabileceklerin ve büyük çapta dış kredi temerrüt riski taşıyanların iptal edilmesi geliyor.
İkinci olarak, Merkez Bankası böyle bir menkul kıymetleştirme için araçsallaştırılmamalıdır. Zira böyle bir uygulama sadece maliyeti çok yüksek olan bu projelere kredi veren bankalara ve büyük inşaat şirketlerine yarayacaktır.
Gerçek bir yatırım bankası kurulmalı
Üçüncü olarak, hangi projelerin seçileceğine ve gerçekleştirileceğine, öncelikle söz konusu yerelin ve tüm toplumun ihtiyaçları gözetilerek aşağıdan yukarıya doğru karar verilmeli ve bu doğrultuda bir örgütlenme biçimi olarak toplumsal denetime açık bir yatırım bankası (ulusal ya da bölgesel düzeyde) kurulmalıdır.
Proje tahvillerini Merkez Bankası satın almalı
Bölgesel düzeyde, örneğin, yerel yönetimlerin, işçi sendikalarının, üretici ve tüketici kooperatiflerinin, kısacası halkın kendi örgütlerinin etkin bir şekilde temsil edilerek karar verme mekanizmasında yer alabildiği böyle bir yatırım bankasının en geniş uzlaşı ile hazırlayacağı projeler için banka tarafından tahvil çıkartılabilir ve bu tahvilleri Merkez Bankası’nın satın alması ve böylece projeler için para yaratması zorunlu kılınabilir. Böylece Merkez Bankası’nın, bir avuç bankanın ya da inşaat şirketinin çıkarlarını değil, toplumun bütününün çıkarlarını gözetmesi sağlanmış olur.
Sermaye / servet vergisi konulmalı
Bir diğer yol olarak, böyle bir finansman yeni bir servet ya da sermaye vergisinden oluşturulacak kamusal tasarruflarla karşılanabilir. Ya da hibrid (karma) bir biçimde hem tahvil hem de vergilemeye başvurulabilir. Vergi tahsil / tahakkuk oranının KDV gibi ilk sırada yer alan bir vergide bile yüzde 25’e kadar gerilediği bir ortamda, bu projelerden asıl yarar sağlayanlardan alınacak sermaye vergilerinden daha adil ve etkin olanı yok. Kaldı ki böyle bir vergileme bu grupların bu tür projelerin dayatmalarını da caydıracaktır.
Yerinden demokrasi
Böyle bir ekonomik modelin hayata geçirilebilmesi için buna uygun bir siyasal üst yapının kurulmasının gerekli olduğu açıktır.
Böyle bir üst yapı modeli, gücün, iktidarın tepede ya da merkezde yoğunlaştığı otokratik bir devlet yapılanması olamaz. Zira böyle bir yapılanma büyük sermayenin alınacak kararlar üzerinde etkilerini çok daha güçlendiren bir mekanizma olacaktır.
Önerilen, tepenin sadece demokratik bir koordinasyonla sınırlı kaldığı, gücün asıl olarak demokratik bir biçimde tabana dağıtıldığı, yayıldığı, böylece ekonomik kaynak tahsisi başta olmak üzere kararların aşağıdan yukarıya doğru alındığı, gerçek bir doğrudan demokrasi modelidir.


14 Mayıs 2017 Pazar

BÜYÜK SERMAYENİN AĞZI KULAKLARINA VARIYOR



BÜYÜK SERMAYENİN AĞZI KULAKLARINA VARIYOR
Mustafa Durmuş
14 Mayıs 2017
Bankalardan başlayalım. 
Her ne kadar 2,9 trilyon liralık aktif büyüklüğüyle ancak bir Amerikalı Apple firması kadar ya da bir Alman bankası olan Deutsche Bank’ın yarısı kadar olabilse de, Türk bankacılık sektörünün bu yılın ilk üç ayındaki kârı adeta patlamış.
Bankacılık Denetleme Kurulu’ nun (BDDK) verilerine göre, sektör ilk üç ayda geçen yılın aynı dönemine göre net kârını yüzde 65 oranında artırmış ve toplamda kârlar 13,5 milyar liraya yükselmiş.
Sektörün kredi tutarı 1,8 trilyon lira, menkul değerleri ise 366 milyar lira. Hazırlığı tamamlanmakta olan yeni yasa ile bankalar bu kredilerinin üzerinden sınırsız bir biçimde varlığa dayalı menkul kıymet çıkartıp satabilecekler, yeni ve bol likidite imkânına sahip olabilecekler.
Ne diyebiliriz ki ? Allah bir kez daha “yürü ya kulum” demiş! Finans sermayeye verilen destek sürecek. Çünkü büyüme için finansal balonların şişirilmesi gerekiyor. Ancak bunun da “yerli bir finansal krizin tohumlarını ekmek” anlamına geldiğini daha önceki bir yazımızda anlatmıştık.
Sanayi-Ticaret Grupları
Bankacılık sektörünün önemli bankalarından Yapı Kredi ve Koç Bank’ın sahibi Koç Grubunun bu yılın ilk üç ayındaki kârı 1,1 milyar liraya ve Akbank’ın sahibi Sabancı’nın kârı 669 milyar liraya yükselmiş. Yani sadece bankaların değil, büyük sanayi, hizmetler ve ticaret sermayesinin de kârları iyi durumda.
Ancak bu kârların hepsinin son tahlilde kaynağının üretim, dolayısıyla da işçilerin yaratmış olduğu artık değer sömürüsü olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Yani kâr emek sömürüsünden kaynaklanıyor ve bu kâr sermayenin tüm dalları arasında bölüştürülüyor. Dolayısıyla işçilerin yarattığı toplam artık değer; toplam kar, rant ve faize dönüşüyor. Bunların her birine denk düşen sermaye dalları ya da sektörleri var. Her birinin payının ne olacağına piyasalardaki ilişkiler, arz-talep, rekabet, sektörlerin göreli güçlerinin farklılığı kadar devletin hangi sermaye gruplarını ya da sektörleri daha fazla kayırdığı gibi konular belirliyor.
Emeğin durumu
Diğer taraftan bu yılın Ocak ayında resmi işsizlik oranı yüzde 13 olarak açıklandı. Yani resmi olarak 4 milyon işsizimiz var. Gençlerde ise bu oran yüzde 25, yani neredeyse iki katı civarında. Ancak bu oranların gerçek işsizliği tam olarak yansıtmadığını, gerçek işsizliğin yüzde 17’lerde olduğunu DİSK raporları ortaya koyuyor. OHAL'den bu yana işsiz bırakılan kamu emekçileri ise intiharlarla ya da açlık grevleri gibi eylemlerle kendilerini hatırlatmaya çalışıyorlar.
Enflasyon ise Nisan ayında yüzde 11,9 olarak açıklandı. Yani gerçekte hayat pahalılığı gerçeğini gizlese de, artık çift haneli bir enflasyonumuz var. Bu kadar bol kredi ve gevşek mali politikalarla enflasyonu dizginleyebilmek çok zor. Diğer yandan enflasyon hem en çok yoksulu vuruyor, hem de kötü olan gelir dağılımını daha da kötüleştiriyor. Yani yoksullaştırma ve mülksüzleştirme enflasyonist politikalar aracılığıyla da gerçekleşiyor.
Açlık, yoksulluk, zenginlik
TÜRK-İŞ Nisan ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırını 1,515 lira, yoksulluk sınırını ise 4,945 lira olarak açıkladı. Asgari ücret ise sadece net 1,404 lira ve kayıtlı ve kayıt dışı olmak üzere yaklaşık 8-10 milyon işçi asgari ücretle çalışıyor. Yani işleri olduğu için şanslı sayılan işçi sınıfının yoksulluk oranı yüzde 60’ın üzerinde. İşinizin olması yoksulluktan kurtulmanıza yetmiyor.
Yoksulluk ve zenginlik ise bir madalyonun iki yüzü gibi. Yani hep aynı anda varlar. Birileri başka birilerini yoksullaştırarak zenginleşebiliyor. Nitekim 2016 ortası itibariyle kişi başı medyan (ortanca) servet sadece 4,339 dolar (Avrupa ortalamasının üçte birinden biraz fazla). Yani 54 milyon yetişkinin yarısından fazlasının birikmiş serveti (her türden) 4,000 doların biraz üzerinde.
Bu rakam 2007 yılı sonunda 9,700 doların üzerinde imiş. Yani AKP iktidarlarının ikinci döneminden itibaren servet giderek belli ellerde toplanırken, çoğunluğun payı azalmaya başlamış.
Buna karşılık Dünyanın en büyük 250 inşaat firmasından 42’sinin Türkiyeli olması ve 1 milyar doların üzerinde serveti olan 30’u aşkın zenginimizin bulunması ne demek istediğimizi daha iyi anlatıyor olmalı.
Kuşkusuz böyle bir eşitsiz, adaletsiz servet bölüşümü sonucunda Servet Gini Katsayısı 0.832 gibi rekor bir düzeye çıkıyor. Böylece aslında Türkiye’de servet gelire göre en az iki kat daha adaletsiz dağılıyor.
Kişi başı borç tutarı 2003 yılından bu yana da yine dolar cinsinden 470 dolardan 6,089 dolara fırlamış. Yani kişi başı servet iki kata yakın, buna karşılık kişi başı borç 12 kat artmış.
Milyonlarca yoksul hane
TÜİK’e göre, haneler içinde en yoksul yüzde 60’ı oluşturan hanelere giren yıllık gelir, hane başına sadece 8,868 lira. Bir başka deyimle bu aileler aylık 739 lira (asgari ücretin yarısı kadar bir gelirle) ile yaşamak zorundalar. Üstelik Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ya da İç Anadolu Bölgesi’nin bazı kesimlerinde hanelerin bir kısmı bu 700 liranın biraz üzerindeki geliri dahi sağlayamıyorlar. Urfa ve Diyarbakır’da ise Gini Katsayısı 0,420’yi buluyor.
Kapanan şirketler
Bu arada başta küçük ve orta ölçekli şirketler olmak üzere kapanan şirket sayısında rekor bir artış gözleniyor. Türkiye Odaları ve Borsaları Birliği’ne (TOBB) göre) 2016 yılının Kasım ayında, kapanan şirket sayısı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 48 artarak 1073'e çıktı. Bu dönemde kurulan şirket sayısı ise sadece yüzde 1,28 artış gösterdi.
Kıssadan hisse;
Son dokuz aydır izlenen ekonomi politikaları asıl olarak başta bankalar ve büyük sanayi grupları olmak üzere büyük sermayeye yaramış gibi görünüyor. Küçük üretici, köylü, esnaf ve işletmeler affedilen vergi ceza ve faizleri ve ertelenen vergi ve SGK primleri ve bir kısım KGF kredileri ile durumu idare etmişler. Ancak giderek piyasalardan siliniyorlar, yerlerini daha büyüklere bırakıyorlar.
Büyük olasılıkla ilk çeyrekte ekonomideki büyüme oranı 2016’ya göre yüksek çıkacak. Bunun temel nedeni yukarıda sözünü ettiğimiz banka ve sanayi kârlarındaki artış. Yani bir iki sektör yüksek kâr ettiğinde ekonomik büyüme hızı da artıyor.
Diğer yandan birilerinin durumunun daha da iyileşmesi, bankaların kârlarını patlatmaları, toplumun tümünün durumunun iyileşmesi anlamına gelmiyor.
Tam tersine genelde bireyler için tikel olarak elde edilen en iyi sonuçlar üretebilen bir durum toplum için çok kötü bir biçimde neticeleniyor. Az sayıda banka ya da büyük holding ya da büyük inşaat şirketi kârlarını yükseltirken, toplumun geri kalanı yoksullaşıyor.
Yani bundan yaklaşık 250 yıl önce, burjuva iktisadının kurucusu olan A. Smith’in, bencilliği bir erdeme dönüştüren sözü doğru çıkmıyor, herkes çıkarını maksimize ettiğinde toplumun çıkarı maksimize olmuyor.
“Gemisini kurtaran kaptan”, “her koyun kendi bacağından asılır”, benden sonrası tufan” sözleriyle bizlere onlarca yıldır dayatılan bireycilik kültürü hem emeğin hem de ekolojinin tahribatıyla, yoksullaşma ve sadece ekonomik değil, sosyal ve politik olarak da geleceğimizin ciddi risk altına sokulmasıyla sonuçlanıyor.


11 Mayıs 2017 Perşembe

BORSA, BANKA KÂRLARI, KÜLÇE ALTIN, SIRADA NE VAR?

BORSA, BANKA KÂRLARI, KÜLÇE ALTIN, SIRADA NE VAR?

Mustafa Durmuş

10 Mayıs 2017

Son haftalarda borsada ortaya çıkan yükselişi  ve bankaların  bu yılın ilk çeyreğinde karlarını yüzde 65 oranında artırmış olmasını ekonominin canlanmasının bir göstergesi olarak yorumlayanlar TÜİK’in dünkü bültenini nasıl yorumlayacaklar acaba?

Zira TÜİK’in dün yayımladığı ‘Finansal Yatırım Araçlarının Reel Getiri Oranları, Nisan 2017’ Bülteni son derece önemli sonuçlar içeriyor.

Bu bültene göre, hem aylık (Nisan), hem de yıllık olarak finansal araçlar arasında en yüksek getiriyi sağlayan araç külçe altın olmuş. Zira ÜFE-TÜFE indirgemesiyle aylıkta ortalama yüzde 1,63 ve yıllıkta yüzde 15,5 getiri sağlamış.

Yani külçe altına yatırım yapanlar, bunun ticaretini yapanlar en yüksek getiriyi sağlamışlar (külçe altından her hangi bir KDV ve ÖTV alınmadığını, borsa gelirlerinden de her hangi bir vergi alınmadığını, yani buralardan sağlanan kazancın vergi biçiminde devlet ile paylaşılmadığını hatırlatalım).

Aylık bazda diğer finansal araçların reel getirileri külçe altının çok gerisinde kalıyor. Borsa İstanbul’un (BİST 100) ve Hazine bonosu ve tahvillerinin getirisi (DİBS) sadece binde 5’lerde kalırken; mevduat faizi reel getirisi eksi binde (-) 1-2 olmuş. Dövizde bu kayıp çok daha fazla. DİBS’in altı aylık getirisi ise eksi yüzde (-) 8’in üzerinde gerçekleşmiş.

Kısaca finansal araçlar arasında, külçe altın dışında gerçek anlamda reel getiri sağlayan bir araç olmamış. Bu da siyasal iktidarın özel tasarruf hacmini artırabilmek için bel bağladığı finans sektörünün, bu işlevi ne kadar yerine getirebileceğine ilişkin önemli soru işaretlerinin varlığı anlamına geliyor.

Yatırım- Tasarruf Açığı

Bu verileri daha makro düzeyde, yatırım-tasarruf açığı bağlamında, irdelemek daha doğru olur. Zira kapitalist bir ekonomide ekonomik büyümeyi emek gücü verimliliğini artırarak ve daha fazla yatırım yaparak sürdürülebilir kılmak mümkün olabiliyor.

İlki açısından, Türkiye ekonomisinde durum pek parlak değil. OECD’ye göre (1), verimlilik artışı 2001- 2007 arasında yıllık yüzde 6 olurken, 2009-2014 döneminde yıllık yüzde 1’e geriledi. Yani verimliğin milli hâsıla büyümesine olan katkısı 2002-2007 döneminde yüzde 1,9 puan iken, bu 2010-2011’de yüzde - 0,1 puana ve 2012-2015’te yüzde - 1,0 puana kadar geriledi (2).

İkincisinde, daha fazla yatırım ise daha fazla tasarruf gerektiriyor. Oysa Türkiye’nin iç tasarruf oranı (milli hâsıla içindeki payı cinsinden ) eski hesaplamaya göre yüzde 13, yenisine göre yüzde 23 civarında. Fiilen yapılan yatırım oranı ise bunun yüzde 7-8 puan üzerinde. Bu açık kaçınılmaz olarak yabancı sermaye girişi ile kapatılıyor ama bu durum da kronik bir cari açığa neden oluyor, ülkenin dışa bağımlılığı artarak sürüyor.

Bir alternatif olarak kamusal tasarruflara yönelmek mümkün. Yani hükümet vergi ödeme gücü yüksek kesim ve sektörlerden daha fazla vergi alıp, daha az cari harcama, güvenlik harcaması yapabilir, böylece net bir kamusal tasarruf sağlayabilir ve yatırımları fonlamada bu tasarrufları kullanabilir. Ancak, özellikle son dönemde sermayeye verilen yüksek vergi teşvikleri ve neredeyse üçe katlanan bütçe açıklarına bakıldığında Hükümetin bu yolu iç düşünmediği ortaya çıkıyor.

Özel Tasarrufların Teşviki

Geriye yerli özel tasarruflara yüklenmek kalıyor. Bunun için de BES uygulaması zorunlu hale getiriliyor ama bu da bir çıkış sağlamıyor. Zira hem sistemden çıkışlar arttı, hem de IMF’nin Türkiye raporuna göre (3) bu tür bireysel emeklilik sigortası uygulamaları ile tasarruf hacmi en fazla yüzde 2 puan artırılabiliyor.

Böylece, söylem farklı olsa da, uygulamada finansal piyasaların teşvik edilmesinden başka çare kalmıyor. Bu araçlardan ve yabancıların da yoğun ilgi gösterdikleri DİBS’in yeterli reel getiri sağlamadığı, hatta yüksek enflasyon yüzünden negatif bir getiri ile sonuçlandığını TÜİK bülteninin verilerinden anlıyoruz. Borsanın ise işlem hacmi-kapasitesi düşük, kote olmuş şirket sayısı az ve bir ‘Herif’in operasyonları ile dalgalanabilecek bir manipülatifliğe sahip olduğu dikkate alındığında, uzun vadede özel tasarrufları çekecek ve bunu da beklendiği gibi potansiyel yatırımcı, girişimci ile buluşturabilecek niteliğe sahip olmadığı açık (BİST’in değeri 174 milyar dolar olarak açıklandı . Bu haliyle Apple’nin değerinin sadece dörtte birinden azına sahip).

Banka mevduatları ise hem yetersiz, hem de yüksek enflasyon oranı nedeniyle pozitif bir reel getiri sağlayamıyor. Böylece dövize yönelimin caydırılması çabalarıyla da birlikte, gerçek anlamda ne kadar tasarruf olduğu tartışmalı külçe altın ya da rant getirisi yüksek olan arsa ve arazi yatırımları gibi ‘ölü yatırımlar’a yönelim artıyor.

Yüksek Faiz- Düşük Vergi İkilemi

Finansal araçların getirisi iki yoldan artırılabiliyor. İlk yol devletin vergi biçiminde aldığı payı azaltması. Ancak uygulamaya bakıldığında finansal kazançlardan neredeyse hiç gelir vergisi alınmadığı ortaya çıkıyor. Öyle ki borsa kazançlarının vergisi sıfır, DİBS gelirlerinden sadece yüzde 10 stopaj, mevduat faizi gelirlerinden ise vadeye ve mevduatın lira ve döviz cinsinden olmasına bağlı olarak sadece yüzde 10-15 arasında bir stopaj yapılıyor.

Yani paradan para kazananlar, alın teri ile, emeği ile hayatını kazanmaya çalışan işçilerin ödedikleri minimum vergi olan yüzde 15’in dahi altında vergi ödüyorlar. Dolayısıyla da bu finansal araç sahiplerinin vergileri daha ne kadar azaltılabilir? Bu olursa ne kadar adil olur?

Geriye faiz oranlarının yükseltilmesi kalıyor. Hükumet aslında bunu bir süredir ‘geç likidite penceresi faizi uygulaması’ ile yapıyor. Ancak reel faiz getirisinin artması, özel tasarruf hacminin artmasını garantilemiyor. Yani mikro düzeyde, birey düzeyinde faiz getirisinin artması onun daha da zenginleşmesine neden olurken, makro düzeyde bu daha fazla tasarruf ile sonuçlanmıyor. Oysa ülkenin ihtiyacı zenginin daha fazla zengin yapılması değil, tasarruf hacminin artırılması. Bunun için tasarrufların faize olan esnekliğinin / duyarlılığının yüksek olması gerekiyor. Bunun Türkiye’de bir belirtisi yok. Yani yüksek faiz, düşük vergi sadece rantiyenin daha fazla zenginleşmesiyle sonuçlanıyor.

Kaldı ki yüksek faiz- düşük vergi özel tasarrufları artırdığında kaçınılmaz olarak bu kesimlerden daha az vergi alınmasıyla sonuçlandığından, net kamusal tasarruflar, yanı toplam tasarruflar azalıyor. Yani ‘kaş yaparken göz çıkartılıyor’.

Özcesi TÜİK’ in finansal araçlara ilişkin bülteni, ekonomi politikalarının giderek daha da fazla finans sermayesinin hegemonyası altına girerek faiz oranlarının yükseltileceğinin, bu sektörden alınan vergilerin daha da azaltılacağının, sektörün bir önceki yazımızda anlattığımız gibi sınırsız menkul kıymetleştirme ve ucuz kamusal mevduatları kullanma gibi yollarla daha da teşvik edileceğinin işaretlerini veriyor. Bunun sonucu ise bedeli ağır olan yapay ama sürdürülebilir olmayan bir canlanma, ekonomik büyüme buna karşılık artan işsizlik ve yoksulluktur.
………
(1) OECD, “Compendium of Productivity Indicators 2016”, 2017, s. 45.
(2) Morgan Stanley, “A Big Gurantee and a Little Concern, Turkey: Update”, 13 December 2016:

(3) IMF, “Country Report: Turkey: 16/ 105”, 8 March 2016.

7 Mayıs 2017 Pazar

BANKALARA GÜN DOĞARKEN, YENİ BİR KRİZİN TOHUMLARI ATILIYOR!

BANKALARA GÜN DOĞARKEN, YENİ BİR KRİZİN TOHUMLARI  ATILIYOR!

Mustafa Durmuş

7 Mayıs 2017

Hükümetin ekonomiye dönük yol haritası referandum sonrasında iyice netleşmeye başladı. Başbakan Yardımcısı N. Canikli’nin Perşembe günü Bloomberg’de yayımlanan açıklamalarına göre (1), teknik ayrıntıları tamamlanmış ve bir yasa değişikliği ile hayata geçirilmeyi bekleyen yeni bir program çerçevesinde ticari bankalara, verdikleri krediler üzerinden sınırsız bir biçimde menkul kıymetleştirme yapma olanağı verilecek.

Yani ticari bankalar piyasalara, şirketlere, şahıslara verdikleri işletme, yatırım, ihtiyaç ya da uzun vadeli konut (mortgage) kredileri de dâhil olmak üzere tüm kredilerine dayanarak kıymetli kağıtlar çıkartabilecekler, bunları satabilecekler, nakde çevirebilecekler, böylece yeni likidite imkanına kavuşabilecekler.

Bir başka anlatımla piyasalardaki batık kredileri de dâhil olmak üzere (ki turizm ve inşaat başta olmak üzere bazı sektörlerde önemli boyutlarda) dağıttıkları ve toplamda 1,83 trilyon lira (515 milyar dolar) tutarındaki kredilerini varlık olarak gösterip bunlar üzerinden çıkarttıkları kıymetli kâğıtları satabilecekler. Böylece belki de tahsil edemeyecekleri alacaklarını dahi hızlıca tahsil etmiş olurken, bu satışlar üzerinden de ayrıca hem kendilerine hem de finans sektöründeki diğer aracı kurumlara ilave para kazandıracaklar. Bu operasyona finans  piyasası dilinde “menkul kıymetleştirme” (seküritizasyon) deniyor.

T. Varlık Fonu Devrede

Bankalar bu çaptaki menkul kıymet satışını kimlere yapabilirler? Alıcıların bir kısmını yabancı yatırımcılar oluşturabilirse de bu garanti olmayacağından daha sağlam bir alıcı gerekiyor. Bakan’ın açıklamasına göre bu kâğıtları T. Varlık Fonu alabilecek. Zaten Fon’un kuruluş kanununda finans piyasalarından bu tür alımlar yapabileceği yazılı.
Böylece bir kez daha T. Varlık Fonu’nun temel bir işlevi daha netleşmiş oluyor: Sadece büyük çapta dış kredi ile yapılabilen mevcut onlarca milyar dolarlık alt yapı ve KÖO modeli ile yapılan şehir hastanesi yatırımlarını tamamlatmak  ya da Çay Kur örneğinde olduğu gibi hisselerini rehin göstererek dışarıdan borçlanmak değil, bilançoları hızla bozulmakta olduğundan giderek bir krize sürüklenen ticari  bankaları da fonlayarak kurtarmak.

Sektöre ilişkin veriler bu söylediklerimizi doğrular nitelikte. Ticari bankaların faaliyet kârları esasta mevduat toplayıp bunu kredi olarak satmaktan oluşuyor. Yani para ticareti üzerinden sağladıkları faiz kazancı kârlarını yaratıyor. Mevduatlar yetmediğinde bankalar bu kez Merkez Bankası’ndan ve yabancı bankalardan (sendikasyon kredileri) borç alıyorlar, yani yabancı kaynak kullanarak bunu karşılıyorlar. 

Diğer yandan bankaların her hangi bir temerrüde düşmemeleri için kredi / mevduat oranının belli bir düzeyi geçmemesi gerekiyor. Oysa şu anda ülkedeki bankacılık sektöründe bu oran yüzde 125’i geçmiş durumda.  Bu oldukça yüksek bir oran olarak değerlendiriliyor.

Yani bankalar mevduat toplamakta zorlanıyorlar ve verdikleri kredilerde de iyice açılmış durumdalar. İşte bu noktada verdikleri kredilerin üzerinden menkul kıymetleştirme (yani likide çevirme) işlemi yaptıklarında hem bu riski ortadan kaldırıyor, hem de ilave kârlar elde ediyorlar.

Mevduata Müdahale: İki Taraflı Destek

Bitmedi zira Canikli’nin açıklamalarından işin mevduat boyutuna da müdahale edileceği anlaşılıyor. Zira işçiler ve memurlardan kesilen yaklaşık 100 milyar lira dolayındaki sosyal güvenlik katkı paylarının tamamının (SGK primleri) bu plan çerçevesinde ticari bankalarda mevduat olarak kullanılmasına izin verilecekmiş.
Yani bankalar sadece kredi boyutuyla değil, bol ve (dolayısıyla da daha düşük faiz ile) ciddi bir miktardaki hazır kamu mevduatından faydalanma anlamında da desteklenecekler (yakın zamanda bankalardaki kamu mevduatına verilen mevduat faizine yüzde 7,5 oranında bir üst sınır getirilerek sektör desteklenmişti).

Bu plan aslında işçilerden doğrudan ya da dolaylı biçimde kesilen paralarla kurulan İşsizlik Sigortası Fonu’nun işverenlere “Milli İstihdam Seferberliği” adı altında (işe alınan işçi başına 673 lira nakit desteği ) kullandırılması biçimindeki sermaye desteğinin tamamlayıcısı bir uygulama olacak. Böylece bir kez daha emekçinin yarattığı artı değer sermayenin (bu kez finans sermayeye)  hizmetinde olacak.

Hedef (hormonlu da olsa) Büyümeyi Sürdürmek

Siyasal iktidarın bu ve benzeri plan ya da programları krizdeki ekonomide bir canlanma yaratmak, büyümeyi belli bir noktanın üzerine çıkartmak için yaptığı açık. Nitekim daha önce, Kredi Garanti Fonu (KGF) ve bir çok vergi teşviği ile ekonomide geçen yılın son çeyreğinde yüzde 3,5’lik bir büyüme sağlanmıştı (bu arada bu Fon’dan kullandırılan miktar 140 milyar lirayı buldu ve bu paranın bir kısmının emlak – ofis alımı ya da yüksek mevduatla ticari bankalarda yatırıma dönüştürülmesi gibi spekülatif amaçlı olarak kullanıldığı iddiaları piyasada çok konuşuluyor).

Hükümet doğal olarak (hormonlu da olsa) ekonomik büyümeyi sürdürmek istiyor.  Yerli ve yabancı sermaye örgütlerinden de bu politikalara tam destek verilmiş gibi görünüyor.  Bu onların raporlarına da yansımış durumda.  Örneğin iki gün önce açıklanan raporunda IIF bu yıla ait büyüme için daha önce yüzde 3 olarak açıkladığı tahminini yüzde 4,2 olarak revize etti (2). Ancak bu kuruluşlar böyle bir büyümenin büyük bedellerle sağlanabileceğinin ve sürdürülemezliğinin farkında oldukları için olsa gerek 2018 yılına ait daha düşük bir büyüme öngörüsünde bulunuyorlar (yüzde 3,5).
Tercihini “demokrasidense istikrardan yana” yapmış olan tekelci burjuvazinin şu ana kadar ekonomiye dönük maliye ve para politikalarından ve  uygulamalarından ve  bu son  plan ve programdan  mutlu olduğunu (en azından rahatsızlık duymadığını)  belirtmeye gerek yok.

Bu gelişmeler genel seçimlerin erken bir tarihe alınma olasılığının da mevcut olduğuna işaret ediyor. Zira bıçak sırtı ve tartışmalı bir referandum sonucunda durumu siyasal iktidar için lehe çevirebilecek az sayıda faktörden  (milliyetçiliğin yükseltilmesi, tabanın konsolidasyonu vb) biri  ekonomideki  yapay da olsa bir canlanmadır.
Diğer yandan yukarıda anlattığımız bu operasyonun maliyeti daha önceki bir yazımızda da paylaştığımız gibi finansal bir kriz olabilir. Zira 2008 yılında ABD’de finansal krizi tetikleyen şey tam da böyle bir menkul kıymetleştirme olmuş ve şişirilen finansal balonlar patlamıştı.

Yerli Malı Bir  Finansal Kriz

Bu durumda ekonomimiz sadece yabancı sermaye akımlarına olan bağımlılık biçimindeki dışsal bir dinamikten değil, artık yerli malı olarak üretilmiş bir finansal krizden, menkul kıymetleştirme balonlarının patlamasından  dolayı krize girebilir. Planın hayata geçirilme yoğunluğuna bağlı olarak birkaç yıl içinde tamamen yerli malı bir finansal krizimiz olursa buna şaşırmamak gerekir.

Ayrıca bu gelişmeler yıllık yüzde 11’in üzerinde olduğu yakında açıklanan enflasyonun daha da artmasına, bunun da yoksulluk ve ithalat eğiliminde artışla beraber cari açık artışına neden olması kaçınılmaz olur.

“Enflasyon artarsa istihdam da artar” şeklinde anlatılan Keynesyen “Phillips Eğrisi” ise 1970’lerin sonlarında Londra’daki Keynesyen mezarlığına gömüldü. Yani Türkiye’de artık işsizlik, enflasyon ve durgunluk, biçiminde üç istikrarsızlık biçimi (stagflasyon) var. Bu nedenle de enflasyondaki artış beklendiği gibi istihdamı artırmaz,  ama işsizlik artmaya devam eder. Böylece gelir bölüşümü iyice adaletsiz hale gelirken, yüksek  enflasyon ve işsizlik nedeniyle yoksulluk da artar.

Özetle ekonomi politikalarına yön verenlerin bugün itibariyle sadece iki hareket alanı var: Kamu maliyesi ve finansal alan.  İlki bir süredir sermayenin  gözünü diktiği bir alan. Kamu maliyesi değişkenlerinin durumu da buna müsait. Zira bütçe açığı ve kamu borç stoku hala diğer azgelişmiş ülkelere göre makul düzeylerde. Bu nedenle de özellikle de son dokuz aydır sermayeye dönük kamu harcamalarında patlama yaşanırken, bu kesimlerden alınan vergiler affediliyor, erteleniyor, indiriliyor ve KGF gibi fonlardan kredi desteği sağlanıyor, kamu garantileri veriliyor.

Diğeri ise finansal alan. Diğer ülkelerdeki kadar bir finansal derinliğin olmaması bir avantaj olarak değerlendiriliyor ve bankalar ve diğer finansal aktörlere (örneğin zorunlu BES üzerinden sigortacılık sektörüne ve şimdi de menkul kıymetleştirme üzerinden türev piyasalara) sınırsız destek sağlanıyor.

Her iki alandaki bu gelişmeler bir yandan bir kamu maliyesi ve menkul kıymetleştirme krizinin yeşermekte olduğunu, bu anlamda sistemin nasıl bir tıkanma noktasına doğru ilerlediğini gösteriyor, diğer yandan da siyasal iktidar ile büyük sermaye arasındaki simbiyotik ilişkinin giderek sağlamlaştırılmakta olduğunu ortaya koyuyor.

………………..

(2) IIF, Turkey Research Note, Credit Impulse Propels Growth, 4 May 2017.

17 Nisan 2017 Pazartesi

YABANCI SERMAYE: “YETMEZ AMA EVET!”

YABANCI SERMAYE: “YETMEZ AMA EVET!”

Mustafa Durmuş

15 Nisan 2017

Başlığın 2010 referandumunda ‘evet’ oyu kullanan bazı liberal solcuları eleştirmek için atıldığı düşünülmesin. Zira onların büyük bir kısmı ülkenin Pazar günü yapılacak olan referanduma getirilme nedenlerinden birinin, aslında 2010 yılındaki referandum olduğunun farkındalar ve bu nedenle de bu kez “hayır” diyeceklerini açıkladılar.
Başlık ülkemize gelen, özellikle de kısa vadeli, spekülatif yabancı sermayeye yön veren bazı uluslararası yatırım fonlarının tavrı ile ilgili.
Çünkü aralarında UBS, Morgan Stanley, Goldman Sachs, Deutche Bank gibi büyük finansal kuruluşların, özellikle de Nisan ayı başından bu yana yayımladıkları Türkiye raporlarında “evet” çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğu, bu nedenle de piyasaların hali hazırda ‘evet’i fiyatladıkları açıklanıyor ve yatırımcılar açık ya da örtülü bir biçimde ‘evet’e çağrılıyor.
Örnek olarak Morgan Stanley (1) bu konuda kendilerinin, piyasaların temsilcileri, bankalar, bürokrasi, sivil toplum örgütleri ve büyükelçiliklerle yapmış oldukları toplantıları ve yine şu ana kadar yapılmış ve sayıları 12’yi bulan referandum anketlerinin sonuçlarını dayanak olarak gösteriyor.
Böylece bu örgütler, sözüm ona her hangi bir değer yargısı katmaksızın gerçek durumu tespit etmeye çalıştıkları izlenimini vermeye çalışıyorlar. Gerçekte ise, birazdan ele alacağımız nedenlerden dolayı, manipülatif davranıyorlar, kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar.

Sınıfsal çıkarlar yön veriyor !
Sermayenin sadece yabancı sermaye kanadı değil, aslına bakılırsa yerli sermaye kanadı da son bir haftadır açıktan ‘evet’ kampanyası yürütüyor ve bu yönde oy kullanacaklarını açıklıyor.
Örnek olarak, Türkiye’nin dolar milyarderleri sıralamasında 3,7 milyar dolarlık serveti ile en zengin sermayedarı olduğu tescillenen Murat Ülker dün ‘evet’ diyeceklerini açıkladı. Benzer bir biçimde, TOBB ‘evet’ için gazetelere ilan verdi.
Sermayenin bu tavrı birkaç nedenden dolayı anlaşılabilir bir tavır. İlk olarak, hiç biri özellikle de 15 Temmuz sonrasında bazı büyük şirketlerin el konularak TMSF’ye devredilmesinden sonra siyasal iktidar ile sorun yaşamak istemiyor.
İkincisi ve daha da önemlisi, bu örgütler 2016’yılının son çeyreğinden bu yana ekonomiye destek gerekçesiyle uygulanmakta olan sermaye yanlısı para ve maliye politikaları ile ekonominin, tartışmalı da olsa, son çeyrekte yüzde 3,5 büyütüldüğünü biliyorlar.
Bu yıl, varlık affına ilaveten, sermayeden vergi ve prim afları, indirim ve muafiyetler gibi düzenlemelerle 102 milyar liralık vergi alınmayacağını, beyaz eşya ve elektronikte ve konuttaki düşürülmüş olan ÖTV ve KDV oranlarının yıl sonuna kadar uzatılacağını, istihdam desteği adı altında kendilerine aylık 773 liralık bir nakit desteği verildiğini, kurumlar vergisi oranlarının düşürüldüğünü, 250 milyar liralık bir plasman imkanıyla Kredi Garanti Fonu’nun imkanlarının kendilerine ucuz ve bol kredi olarak sunulduğunu (ki şu ana kadar bankalar bu fonun garantisi ile 100 milyar lirayı aşkın kredi kullandırttılar) biliyorlar.
Ayrıca en yetkili ağızdan 657 sayılı. DMK’nın değiştirilerek, artık kamuda, özellikle de üst düzey yöneticilerin, her hangi bir liyakate bağlı kalınmaksızın, kendi istedikleri kimselerden atamasının yapılabileceğini, bunların da devletin imkânlarını kendileri için daha hızlı ve daha fazla kullandırabileceklerini, daha da önemlisi kıdem tazminatlarının artık kendileri için bir maliyet, dolayısıyla da sorun olmaktan çıkartılacağını öğrenmiş bulunuyorlar.
Bu nedenlerle de, devleti ve bürokrasiyi istedikleri yönde etkilemenin göreli olarak daha çok zaman aldığı ve daha zor olduğu, buna karşılık hesap sormanın daha mümkün olduğu bir kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sistemdense, gücün tekelde toplandığı ve büyük sermayeye son derece sıcak bakan bir başkanlık sistemi kendilerine daha cazip geliyor. Yani tercihleri bütünüyle kendi sınıfsal çıkarlarını yansıtıyor.

“Yetmez ama evet”
Yabancı sermayeye gelince. Bu yıl cari açığımızın 36 - 40 milyar dolar arasında olması bekleniyor. Bu aşağı yukarı milli gelirin yüzde 5- 6’sına denk düşecek. Böyle önemli boyuttaki bir açığın fonlayıcılarından söz ediyoruz. Ve Türkiye hala benzer ülkeler arasında yabancı sermayeye en yüksek faiz ve getiriyi sunan ülkelerin arasında yer alıyor. Dışarıdaki fon fazlalığı nedeniyle de, Türkiye özellikle de kısa vadeli spekülatif kârlar için hareket eden yabancı sermayenin, fonların vazgeçemeyecekleri pazarların başında geliyor.
Bu nedenle de, sınıfsal çıkarları gereği bu yabancı fonlar, Türkiye’den sağlayacakları getirilerinin hem istikrarlı olmasını, hem de güvence altında olmasını istiyorlar.
Hazırladıkları raporlara bakılırsa kabaca iki senaryodan söz ediyorlar. “Evet” çıkması durumunda (ki daha yüksek ihtimal olarak sunuyorlar) ülkede şu ana kadar uygulanmakta olan genişletici para ve maliye politikalarının süreceğini, böylece ülkenin örneğin 2017 yılında en az yüzde 2,5 ila yüzde 3,4 oranında büyüyeceğini ileri sürüyorlar. Karar alma süreçlerinin hızlanacağını, bunun da ekonomiye (daha doğrusu sermayenin siyasal iktidara) olan güveni artıracağını öngörüyorlar. Böylece “istikrar” altında büyüyen bir ekonomide kendi faiz getirileri, kârları ve rantları da güvenceli bir biçimde artmış olacak.
“Hayır” çıkması halinde ise (ki bazıları ‘evet’ - ‘hayır’ın bıçak sırtı olduğunu kabul ediyor) sonucun tam bir siyasal ve iktisadi belirsizlik olacağını, bunun bir erken seçimle sonuçlanacağını, Hükümetin devrilebileceğini ve tüm bunların da istikrarsızlığı daha da artıracağını, politik risk algısını yükselteceğini, yabancı sermayenin ekonomiye olan güvenini sarsacağını, ülkeden çıkışların artacağını, kısaca mevcut ekonomik ve politik sorunları daha da derinleştireceğini ileri sürüyorlar.
Diğer taraftan bu kuruluşlar geçen yıl, Bölgedeki jeopolitik riskler, ülkedeki politik riskler ve ekonomik risklerden hareket ederek, bu işlerden de siyasal iktidarı açık ya gizli olarak sorumlu gösterip, deyim yerindeyse, zehir zemberek raporlar yazan kuruluşlardı.
Bu kuruluşların yapılan anketlerden hareketle, yüzde 5-30 arasında olduğunu bildikleri kararsızların tavrının ‘evet’ e döndüğünü ileri sürecek kadar net bir biçimde ‘evet’çi olmaları ise muhtemelen şöyle açıklanabilir: Nasıl ki yerli sermaye “istikrar” adı altında sermayeye verilen desteklerin sürmesini sınıfsal olarak talep ediyorsa, yabancı sermaye de aynı sınıfsal çıkarlarla hareket ediyor ve “istikrarı” savunuyor. İstikrarın ise, onların gözünde, mutlaka demokrasi altında olması gerekmiyor. Yeter ki yüksek, hızlı finansal kârlarını sürekli olarak elde edebilsinler, faiz getirilerini sağlayabilsinler.
Ancak bu kuruluşların hala endişeleri ve bu paralelde talepleri de var. Örneğin yıllardır dillerine doladıkları emek gücü verimliliğini artıran, devlet kontrollerini ve düzenlemelerini bütünüyle ortadan kaldıran ya da etkisiz kılacak olan “yapısal reformların” ve “emek gücü piyasası reformlarının” yapılamamasından ve ülkenin politik ve ekonomik koşulları nedeniyle kısa vadede de yapılamayacağından endişe duyuyorlar. Bu da onları ‘yetmez ama evet’çi yapıyor.

 Koyun can, kasap et derdinde
Başlığı “koyun can, kasap et derdinde” diye de atabilirdik. Çünkü yerli ve yabancı sermaye bu Pazar oylanacak olan anayasa değişikliği ile devletten daha hangi ekonomik ve siyasal imkânları da alırım derdinde.
Buna karşılık toplumun büyük bir kısmı, bir yandan işsizlikle, yoksullukla, enflasyon ve hayat pahalılığıyla mücadele ederken, diğer yandan çok yıpranmış da olsa, Cumhuriyetin, alanı çok daraltılmış da olsa mevcut parlamenter demokrasinin, hak ve özgürlüklerinin, inancına, kimliğine uygun yaşam biçiminin, insan hakları, kadın hakları, ekolojinin ve emeğin haklarının ve kazanımlarının bütünüyle ortadan kaldırılabileceğinin kaygısını yaşıyor.
Özcesi, toplumun azınlığını oluşturan yerli ve yabancı sermaye örgütlerinin ve servet zenginliklerinin siyasal ve ekonomik istikrardan anladığı şey ile toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin anladıkları şey aynı olmamalı…
………….
(1) Morgan Stanley, “Looking Past the Referendum”, April 5, 2017.


YENİ ANAYASA İLE BÜTÇEYİ KİM YAPACAK, KİM UYGULAYACAK, KİM DENETLEYECEK?

YENİ ANAYASA İLE BÜTÇEYİ KİM YAPACAK, KİM UYGULAYACAK, KİM DENETLEYECEK?
Mustafa Durmuş
13 Nisan 2017
Eski Gelirler Genel Müdürü ve eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez bugün bloğunda bir yazı paylaştı (mahfiegilmez.com /2017/04/anayasa-degisikligiyle-mali-ve-ekonomik.html).
Bu yazısında Eğilmez, anayasa değişikliği referandumundan “evet” sonucu çıkması halinde bu kararın; kamu bütçesinin yapılması, denetlenmesi, alınacak vergiler ve yapılacak harcamalar ve halkın bütçe yapma hakkı üzerindeki olumsuz etkilerini ele alıyor.
Böyle bir değişikliğin kabul edilmesi durumunda, Cumhurbaşkanının; bütçeyi hazırlamak, vergi oranlarını ve muafiyet ve istisna konularını ve miktarlarını, vergi indirimlerini belirlemek, yeni vergi benzeri fonlar koymak, istenildiği biçimde ve yere harcama yapmak ve bunun hesabını da parlamento dâhil hiçbir seçilmiş organa vermemek biçiminde şu anki sistemde olmayan bir güce sahip olacağını ve bu gücün sadece başkan değil, herhangi bir atanmış yardımcısı tarafından da kullanılabileceğinin altını çiziyor.
Devlet bütçesi, maliye, hazine, borç yönetimi vb konularda hem teorik bilgiye, hem de yıllarca yürüttüğü üst düzey bürokratik görevler nedeniyle derin bir uygulama bilgisine ve deneyimine sahip bulunan Eğilmez’in bu uyarılarını dikkate almak gerekiyor.
Bizim ekleyebileceğim şeyler ise şunlar olabilir:
Devlet bütçeleri çok önemli siyasal, ekonomik ve yönetsel belgeler. Zira hükümetlerin faaliyetlerine meşruiyet kazandırıyorlar, onları yasal kılıyorlar. Bütçeler aynı zamanda bir ülkedeki mevcut sosyal sınıflar arasındaki ekonomik ve demokratik kavganın en önemli alanlarından birini oluşturuyorlar. Egemen - yöneten sınıfların en önemli ekonomi ve maliye politikası araçları durumundalar. Ayrıca bir iktidarın bütçesine bakılarak onun emek, demokrasi, sosyal haklar ve özgürlükler, insan hakları, farklı etnik kimlikler ve inanç grupları ve farklı cinsiyetlere nasıl yaklaştığını anlayabilmek mümkün.
Halktan toplanan vergilerin ve diğer kamu gelirlerinin ve bunlara dayalı olarak yapılan harcamaların miktarının ne olacağı, bunların kimlerden alınıp, kimlere, nerelere yapılacağı, ne kadarlık bir borçlanma yapılacağı gibi toplumun tümünü ekonomik ve sosyal olduğu kadar, politik olarak da etkileyen tüm bu işlemler bütçeler aracılığıyla gerçekleştiriliyor.
Katılımcı değil, tek kişinin belirleyiciliği esas!
Bu nedenle de bütçelerin demokratik bir biçimde, halkın ve onun demokratik bir biçimde seçilmiş örgütlerince, aşağıdan yukarıya doğru, katılımcı bir biçimde yapılması, demokratik süreçlerde görüşülüp kabul edilmesi ve şeffaf ve hesap sorulabilir bir biçimde uygulanması ve denetlenmesi ve tüm bu işlemlerin bir tek kişiye ya da onun tarafından temsil edilen bir küçük azınlığa bırakılmaması son derece önemli. Oysa Pazar günü oylanacak olan anayasa değişikliği ile getirilmek istenen bütçe yapma sistemi en geniş katılımı değil, tek kişinin belirleyiciliğini hedefliyor.
Milli gelirin neredeyse üçte biri
Bütçenin hayatımız açısından önemini anlayabilmek için somut olarak 2017 Bütçesinin büyüklüğüne bakmak yeterli. Bu yıla ait Merkezi Yönetim Bütçesi harcamalarının 645,1 milyar lirayı, gelirlerinin ise 598,3 milyar lirayı bulması hedeflendi. Buna göre de 50 milyar liralık bir açık söz konusu ve bunun da borçlanma ile karşılanması amaçlanıyor.
Bu rakamlar kanunlaşan tasarıdaki öngörüler. Ama yılbaşından bu yana ekonominin desteklenmesi adı altında sermaye kesimlerine dönük olarak yapılan harcamalar, buna karşılık onlardan alınmayan, ertelenen vergiler ve referandum için devletin kesenin ağzını açması sonucunda bu rakamların fazlasıyla aşılacağı ve bütçe açığının da, borçlanma gereğinin de beklenenin çok üstüne çıkacağı anlaşılıyor. (Bu konuda şu iki önemli yazıyı okumanızı öneririz:hakanozyildiz.com/…/hazine-son-alt-ayda-borc-alms-buyume-ve…; http://www.hurriyet.com.tr/…/hazine-nakit-aciginda-rekor-ar…).
Kısaca, bu ülkede bir yılda işçilerin, emekçilerin yaratmış, üretmiş oldukları toplam değerin yaklaşık üçte biri bütçe adı altında devlete aktarılıyor. İşte, yaratacağı ekonomik ve sosyal etkilerin büyüklüğü dikkate alındığında, bu kadar büyük bir miktarda bir mali gücün, bunu kullanma yetkisinin kim ya da kimlerce kullanılacağı kadar, giderek tekelde toplanması son derece kaygı verici olmalı. Bunu bir de hiç denetlenemez konumundaki 200 milyar dolarlık bir varlığa sahip olması hedeflenen T. Varlık Fonu ile birlikte düşündüğümüzde ekonomik ve politik gücün nasıl konsolide edilmek istendiğini görebiliriz. Bunun telafi edilmesi mümkün olmayan sosyal, ekonomik ve politik sonuçlarının olduğunu tarih bize defalarca gösterdi.
Bütçe Hakkı ?
Eğilmez’in de altını çizdiği gibi, bu durum bir yanıyla bir hak kaybı ile de ilgili. Yani “Bütçe Hakkı” adı verilen ve Dünyada 1215 yılından bu yana halkın, egemenlerin vergi toplama ve harcama yetkilerine sınır getirdiği, onu denetlediği bir temel demokratik hak ile ilgili bir durum söz konusu.
Eğilmez, çok doğru bir tespitle yeni anayasa değişikliği ile bu hakkın bütünüyle ortada kaldırılacağını söylüyor. Şöyle ki 161. Madde ile artık Bütçe kanun teklifi Hükümet tarafından değil, Saray’da hazırlanacak ve bu teklifi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Hükümet değil, Cumhurbaşkanı sunacak. Meclis’in bu teklifi reddetmesi (kanunun çıkarılamaması) durumunda, bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanacak. Böylece fiilen bütçe yapma yetkisi Meclis’in elinden alınmış olacak.
Keza bütçe denetiminin son aşaması olan Kesin Hesap Kanunu Tasarısı da Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulacak. Böylece bitmiş bir yıla ait bütçe sürecinin resmi olarak sonlandırılmasında da son sözü Cumhurbaşkanı söylemiş olacak.
73. Madde ise vergi, resim, harç gibi kamu gelirlerinin kimlerden alınmayacağı, kimlere indirim verileceği, bunların oranlarının ne olacağı konularını Cumhurbaşkanının yetkisine bırakıyor. 2017 yılında bu çerçevede başta sermaye çevrelerinden olmak üzere 102 milyar liralık bir verginin alınmayacağı göz önünde tutulduğunda böyle bir yetkinin, kullanan kişiye ne kadar büyük bir güç sağlayacağı kolayca anlaşılabilir.
Son olarak 167 / 2. Madde ile ithalat, ihracat ve diğer dış ticaret işlemleri üzerine vergi ve benzeri yükümlülükler dışında ek mali yükümlülükler koymaya ve bunları kaldırmaya Cumhurbaşkanı yetkili kılınıyor.
Eğilmez yazısını şöyle bitiriyor:
“Cumhurbaşkanına verilen yetkiler çok daha geniştir. Burada Cumhurbaşkanı vergi oranlarını değiştirmekten öteye geçmekte ve vergi ve benzeri yükümlülükler dışında ek yükümlülükler (ki bunlar da fon gibi adlar taşısa da vergi etkisi yapan yükümlülüklerdir) koyma ve kaldırma yetkisine sahip kılınmaktadır. Aslında bu yetkinin bakanlar kuruluna bile verilmesi tartışmalıyken tek kişiye verilmesi üstelik Cumhurbaşkanın seçimle değil, atamayla gelecek yardımcılarının da bu yetkiyi belirli hallerde kullanabilmeleri konuyu iyiden iyiye tartışmalı hale getirmektedir”.


1 Nisan 2017 Cumartesi

ÜÇ AYDA KÜÇÜLMEDEN MUCİZEVİ BİR BÜYÜMEYE

ÜÇ AYDA KÜÇÜLMEDEN MUCİZEVİ BİR BÜYÜMEYE
Mustafa Durmuş

31 Mart 2017
TÜİK, 2016 yılının bütününe ait büyüme verilerini açıkladı. Bu verilere göre Türkiye ekonomisi (Ekim-Kasım-Aralık) aylarını kapsayan 4.çeyrekte beklenenin üzerinde, yüzde 3,5 ve böylece de 2016 yılının bütününde de yüzde 2,9 oranında büyümüş.
Ana akım medyada bu durum “Türkiye ekonomisi büyümeye devam ediyor” sözcükleriyle müjdelendi ama hatırlatalım, ekonomi bu yeni hesaplama yöntemine göre 2015 yılında yüzde 6,1 büyütülmüştü. Yani son bir yılda ekonomik büyüme hızı yarı yarıya düşmüş. Kuşkusuz bu düşüşte ekonomik kriz kadar politik krizin de etkisi büyük.
Ekonomideki işsizlik, cari açık, borç stokları, bütçe açığı, gelir bölüşümü gibi bir çok gösterge aleyhte iken ve üstelik de 15 Temmuz sonrasındaki OHAL uygulamaları ve dışarısı ile yaşanan bunca gerilime rağmen ekonominin yüzde 3’ e yakın büyümüş olması nasıl açıklanabilir ?

Yeni hesaplama yöntemi : Sihirli bir dokunuş!
Birkaç ay geriye gitmek gerekiyor. Bilindiği gibi 2016 yılı sonlarından itibaren TÜİK büyüme verilerini yeni bir yöntem ile belirliyor. Bunu yaparken de son derece tartışmalı bir yılı, 2009 yılını baz yılı olarak seçti. Tartışmalıydı, zira bu yılda ekonomi son yılların en kötü performansını sergilemiş ve yüzde - 4,7 oranında küçülmüştü. Böylece bundan sonraki her yıldaki büyüme bu yıldan çok daha yüksek çıkıyor.
Ayrıca TÜİK daha önce inşaat-emlak harcamalarını yatırımlar içinde ve mortgage ödemelerini tasarruflar içinde saymazken, bu yeni hesaplama yöntemiyle bunlar da işin içine dahil edilince, yani bir sihirli dokunuş ile, bir anda ekonomik göstergeler iyileşti. Örneğin tasarruf ve yatırımlar yüzde 10’ar puan artırıldı, dış açık, bütçe açığı, borç rasyoları düşürüldü ve beraberinde ekonomik büyüme hızı, özellikle de 2011 yılından itibaren yüzde 30 ila yüzde 50 arasında yükseldi ve kişi başına düş(mey)en milli gelir de 9,000 dolardan 11,000 dolara çıktı (bu konuyu daha önce de yazmıştım. Ayrıca M. Eğilmez de bir yazısında eski ve yeni seriye göre büyüme verilerini hem tablolaştırmış, hem de grafikle sunmuştu (bak: http://www.mahfiegilmez.com/…/…/kedi-buysa-ciger-nerede.html).

İşte bugün açıklanan büyüme verileri 2016 yılındaki yeni hesaplama yöntemi ile oluşturulmuş büyüme verileri. Bu nedenle de öncelikle bu verileri Türkiye’nin en derin politik krizlerinden birinin yaşandığı geçen yıl sonlarında uygulamaya sokulan bu yöntemin sağlıklılığına ilişkin kısıtlar çerçevesinde ele almak gerekiyor.
Diğer taraftan kullanılan bu yöntem nesnel bir yöntem olarak kabul edilse dahi, TÜİK’in son verilerinde hala bir çok önemli nokta var. Örneğin bu yeni yönteme göre daha önce sunulan veride 3. çeyrek (Temmuz-Ağustos-Eylül) büyümesi yüzde -2,9 olarak açıklanmıştı. Bugünkü açıklamada bu veri revize edilmiş ve yüzde -1,3’e düşürülmüş. Böylece 4. çeyrek de yüzde 3,5 olarak hesaplanınca yılın bütününde ekonomi yüzde 2,9 büyümüş.
Bültene göre (Ekim –Kasım-Aralık) aylarını kapsayan 4.çeyrekte neredeyse tüm büyüme göstergelerinde belirgin bir iyileşme var. Öyle ki özel tüketim harcamaları yüzde 5,7, kamu tüketim harcamaları yüzde 0,8, özel yatırım harcamaları yüzde 2, ihracat yüzde 2,3 ve ithalat yüzde 3,3 artmış.
Yani bu verilere göre ülke ekonomisi darbe girişiminin ardından geçen 3 ay içerisinde kendini toparlamaya başlamış, haneler ekonomiye artan güvenlerinden dolayı tüketim harcamalarını artırmış (oysa parasal genişlemenin etkileri ancak 2017’den itibaren görülebilecektir), devlet harcamalarını ciddi olarak azaltmış (!), çok daha önemlisi, iyileşen yatırım ortamından ötürü olsa gerek, özel yatırımlar ve ihracat belirgin olarak artmış.
Bu gelişmelerin yaşanan bu kadar önemli bir krize ve ardından yaşananlara rağmen sadece 3-5 ay içinde olumluya çevrilmesi normal koşullarda mümkün mü, bilinmez. Hele üç büyük derecelendirme kuruluşunun ard arda ülke notunu yatırım yapılamaz düzeye indirdiği, turizm sektörünün deyim yerindeyse dibe vurduğu, liranın dolar ve avro karşısında çok ciddi değer kaybettiği bir dönemde bunlar gerçekleştiyse bunun bilim dışı bir açıklaması olmalı.
Bülteni incelemeye devam edelim. Yıllık bazda ele alındığında, ekonomideki yüzde 2,9 büyümeye en fazla katkıyı yüzde 7,3 ile devlet (yaptığı harcamalar ile) vermiş (2015 yılında bu yüzde 4,1 idi). İkinci sıradaki katkı özel yatırımcılardan geliyor: Yüzde 3. Ama hatırlatalım, yeni hesaplamada inşaat ve konut harcamaları yatırım sayılıyor. Hanelerin katkısı ise sadece yüzde 2,3 olmuş (2015’te yüzde 5,5 idi). Yani sokaktaki insanın satın alma gücü ve dolayısıyla da tüketimi yarı yarıya azalmış. Diğer taraftan ihracatın katkısı negatif olmuş: Yüzde -2 (2015’te yüzde 4,2). İthalatın katkısı ise artmış : Yüzde 3,9 (2015’te yüzde 1,7 idi).
Asıl sürükleyici kamu sektörü!
Yani yeni hesaplama yöntemine göre bile büyümenin ardındaki asıl sürükleyici güç devlet olmuş. Bunun daha ne kadar sürdürülebilir olduğu konusu bir yana, bütçe açıklarını ve dolayısıyla da borçlanma ihtiyacını artıracağı kesin. İhracatın azalırken, ithalatın artması ise cari açığın artmasının, dolayısıyla da dış finansman ihtiyacının artacağının ve artık dış finansmanın daha zor, daha kısa vadeli ve bir o kadar da, artan ülke riskleri nedeniyle, daha pahalı bir hale geleceğinin habercisi.
TÜİK’in büyüme verilerini başka reel göstergelerle çapraz sorgulatarak değerlendirmek daha doğru olur. Yani diğer reel göstergelerin böyle bir büyümeyi destekliyor olması gerekiyor. İşsizliği ya da gelir bölüşümünü kastetmiyorum. Zira son dönem kapitalist büyüme bunlarda bir iyileşme yapmadan da sağlanabiliyor.
Kastım, sanayi üretimi verileri, elektrik üretimi, birincil enerji tüketimi, karbon dioksit emisyonu, taşınan yolcu ve yük , kargo miktarı, enflasyondan arındırılmış toplam kredi miktarı ve yapı ruhsat ve kullanma izinleri (daha önceki bir yazımızda inşaat yapı ruhsatı ve kullanma izinlerindeki 2016 yılındaki ciddi düşüşü anlatmıştık).
E. Meyerson adlı İsveçli bir bilim insanı, akademisyenin, Türkiye’deki eski ve yeni büyüme hesaplama yöntemlerini ele alarak büyüme analizi yaptığı iki çalışması var. Bunlardan ilkinde yazar yeni seriye göre hesaplamanın nasıl 2010 yılından itibaren büyüme hızını belirgin bir biçimde artırdığını ortaya koyuyor. Yazar bunun kurgusal-sanal bir büyüme olduğunu, gerçek olmadığını, makyajlamadan kaynaklandığını ileri sürüyor (https://erikmeyersson.com/…/constructing-growth-in-new-turk…).

 Meyerson’un ikinci çalışmasında vardığı sonuçlar ise daha çarpıcı (https://erikmeyersson.com/…/will-the-real-real-gdp-in-turk…/):
“Resmi büyüme oranları ile benim hesaplamalarım sonucunda çıkan büyüme oranları arasında ciddi fark var. Öyle ki 3 farklı model altında incelediğimde büyüme oranları resmi büyüme oranlarının yüzde 4.1 puan ile yüzde 7.5 puan altında çıkıyor. Özellikle de üçüncü modele göre, 2010 – 2015 arasında Türkiye ekonomisi durağan kalmış, ortalama sıfır büyümüş".

Son olarak, yeni milli gelir hesaplama yönteminin manipülatif boyutları ve bunun bugün açıklanan büyüme oranları üzerindeki etkileri konusunda Korkut Boratav Hoca’nın bugünkü yazısının okunmasında büyük yarar var. Bu çalışmasında da Korkut Hoca, yeni hesaplama yöntemiyle 2008- 2015 dönemindeki ortalama yıllık büyüme oranının nasıl yüzde 1,77 puan yükseltilerek yüzde 3,83’ten yüzde 5,60’a çıkartıldığını ortaya koyuyor(http://ilerihaber.org/yazar/milli-gelir-revizyonu-arizalidir).