24 Haziran 2019 Pazartesi

DÖKME SU İLE DEĞİRMEN DÖNMEZ


DÖKME SU İLE DEĞİRMEN DÖNMEZ

Mustafa Durmuş

22 Haziran 2019

Krizdeki bir ekonomi (üstelik kısa vadeli dış borç ödemeleri çok yüksek düzeydeyse), hem bu dövizi fiilen bulabilmesi, hem de bunu düşük kurla ve düşük faizle temin edebilmesi çok zorlaşır.
Bu tespit Türkiye ekonomisinin durumunu tam olarak yansıtıyor. Öyle ki bir yıl içinde ödenmesi gereken 177 milyar dolar dış borç, buna karşılık TL karşısında ciddi oranda değer kazanmış döviz kurları, dünyanın en yüksek faizlerinden borç bulmakta dahi zorlanan ve sıcak para girişleri ciddi ölçüde azalmış bir ekonomi gerçeğimiz var.

En az 1 ya da 2 faiz indirimi bekleniyor
Bu bağlamda bu haftaki FED toplantısının ardından Başkan Powell’in yaptığı açıklama Türkiye için çok önemliydi. Çünkü Powell FED’in bu yıl faizleri indireceğini söyledi. Bu, FED’in birkaç ay önceki faiz indirimi yapılmayacağı (hatta artırıma gidilebileceği) yönündeki açıklamalarından çok farklı bir açıklama.
Yapılan bir ankete göre, uluslararası finansal vadeli işlemler piyasasının aktörleri bu yıl faizlerde, Temmuz’da bir seferlik indirim olmasını yüzde 100 ihtimalle ve Eylül’de ikinci bir indirimi yüzde 50’den yüksek bir ihtimalle bekliyorlar (1).

Kur az da olsa gevşedi
Bu açıklamanın etkisiyle; ABD borsaları yükseldi, doların diğer güçlü paralar karşısında değeri ve 10 yıllık ABD Hazine bonolarının getirisi düştü. Türkiye’de ise TL/dolar kuru bir miktar gevşedi ve açıklama öncesinde 5,84 olan dolar kuru 5,77’ye geriledi (ancak bugün tekrar yükselerek 5,82’i oldu).
Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) faiz oranlarını artırmayarak parasal genişlemeye devam etme kararı ile birlikte bu karar FED ’in Türkiye’nin “imdadına yetişmesi” olarak değerlendiriliyor. Böyle bir indirimin ekonominin krizden çıkışına yardımcı olacağı, çünkü ekonominin ihtiyacı olan yabancı kaynağın (likiditenin) sağlanabileceği, böylece kurun ve ardından enflasyonun düşeceği ileri sürülüyor (2).
Parasal bollaşmayla sonuçlanacak faiz indirimi karar neden alındı, bunun uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki olası etkileri neler ve bu durum krizdeki Türkiye ekonomisi için gerçekten can simidi olabilir mi?

Faiz indirimi kararı neden alındı?
Faiz indirimi kararının nedenini anlayabilmek için öncelikli olarak bu kararı alan ülke olan ABD ekonomisinin ne durumda olduğuna bakmak gerekiyor? Teorik olarak faiz indirimi durgunluk içindeki (ya da girmesi beklenen) bir ekonomide yatırım ve tüketim harcamalarını canlandırmak için yapılır.
Ancak veriler ABD ekonomisinin diğer Merkez Ekonomileri ya da Çin ekonomisi ile kıyaslandığında çok daha iyi durumda olduğunu gösteriyor. Borç stoklarının yüksekliğini bir kenara koyarsak, işsizlik yüzde 3,6’ya düştü (tam istihdam sınırında), enflasyon yüzde 2’nin altında ve kâr oranları 2008 krizi sonrasındaki yükselme eğilimini sürdürüyor. Bütün bunların sonucunda (her ne kadar “yeşil filizlerin sararmakta olduğu” teşhisi yapılsa da) bu yılın ilk çeyreğinde büyüme hızı yüzde 3,2 oldu (3).

FED diğer ekonomileri düşünür mü?
O halde FED (aslında ABD finans sermayesi) bu kararı neden aldı? Yüzeysel, iyimser yorum, ABD’nin kendinden çok, dünyanın geri kalan ekonomilerinin içinde bulunduğu durumdan endişelendiği, özellikle de yükselen ekonomileri düşündüğü yönünde. Buna göre, küreselleşmiş bir dünyada deyim yerindeyse “sadece kendinizin iyi olması yetmiyor. Sürdürülebilir bir iyilik için herkesin iyi olması lazım”.
Ancak Trump’ın uyguladığı hem içerdeki vergi indirimi, hem de ithalatta yüksek tarife politikaları bu iyimser görüşü çürütüyor.

Küresel resesyon olasılığı FED’i endişelendiriyor
Yine ana akım içinden, ancak biraz daha ayakları yere basan bir yaklaşım ise ABD’nin bu kararı almasındaki asıl etkenin Çin’e karşı yürüttüğü ticaret savaşlarının dünya ticaretini yavaşlatması ve dünya ekonomisinin büyümesini frenlemesi, hatta küresel bir resesyona neden olacak bir potansiyele sahip olması.
FED faiz oranlarını düşürerek bu olumsuz gidişatı durdurmaya ve tersine çevirmeye çalışıyor. Yani aslında başkaları için bir şey yapıyor görünürken kendi resesyon olasılığını bertaraf etme hali. Çünkü dünya ekonomisi hiç olmadığı kadar birbirine bağımlı halde. Çin’de ya da Hindistan’da ortaya çıkacak bir olumsuz gelişmenin ABD ekonomisini etkilememesi mümkün değil.
Nitekim dünya ekonomisindeki bu yılki küresel büyümenin yüzde 33’ünü Çin’in, yüzde 30’unu diğer Asya ülkelerinin (Hindistan gibi), yüzde 11’ini, ABD’nin ve yüzde 4’ünü Avro Bölgesi ülkelerinin gerçekleştireceği tahmin ediliyor (4).

Çin ve Hindistan ekonomileri yavaşladı
Bu küresel büyüme motorları arasında yüzde 50’den fazla paya sahip iki ekonomide (Çin ve Hindistan’da) durumlar iyi değil. Çünkü 2008 krizinden sonra dünya ekonomisinden pozitif ayrışarak dünyanın geri kalan ülkelerini resesyondan çıkarma işlevini yüklenmiş olan bu iki ekonominin büyümesi yavaşladı.
Çin’de geçen yılın son çeyrek büyümesi yüzde 6,4 ve Hindistan’da yüzde 6,8 olabildi. “Yeşil filizlerin sararması” tanımı bu iki ülke için daha uygun bir tanım gibi görünüyor.
Özellikle de Çin’den kaynaklanabilecek bir kriz dalgası, başta ABD olmak üzere tüm dünyayı sarsabilecek boyutta olacaktır. Bunun işaretleri de mevcut.

Çin’de patlamaya hazır finansal balonlar
Öncelikle, Çin’de 2018’in son çeyreğinde finans dışı sektör şirketlerinin borcu 19, 8 trilyon dolara erişti. Çin’de şirket borcunun GSYH’ye oranı ABD’dekinin 2 katından fazla oldu (ABD’de bu oran yüzde 74, 5, Çin’de ise yüzde 151,6 oldu) (5).
Kısaca yerel yönetimlerin devasa borçları da dâhil edildiğinde, Çin’de her an patlamaya hazır ciddi bir borç balonu mevcut.

Çin’de cari açık dönemi başlıyor
İkinci olarak, Çin ekonomisinde (hem artan ithalat maliyetlerinden kaynaklı olarak döngüsel faktörler, hem de finans sektöründeki gelişmelerden kaynaklı olarak yapısal faktörlerden dolayı) cari açık dönemi başlıyor.
2018 yılında, son 15 yıldan bu yana Çin ekonomisi ilk kez cari açık verecek (eksi binde 3). 2030 yılına kadar bu açığın eksi yüzde 1,6’ya çıkması bekleniyor. Bu da Çin’i sermaye ihracatçısı olmaktan çıkartıp, net sermaye ithalatçısı haline getirecek. 2019-2030 arasında her yıl ülkeye 200 milyar dolarlık yabancı kaynağın girmesi gerekiyor (6).

Ticaret savaşları daha çok Çin’i vuruyor
Çin’de ABD ile yaşanan ticaret savaşı ve tarife gerginliği yüzünden ABD’nin Çin’den olan ithalatı (Ekim 2018- Mart 2019 arasında) 52,3 milyar dolardan 38,3 milyar dolara olmak üzere, 14 milyar dolar azaldı. ABD’nin Çin’e olan ihracatı ise (Mart 2018-Mart 2019 arasında) 12,4 milyar dolardan 10,4 milyar dolara olmak üzere 2 milyar dolar azaldı (7).
Yani iki ülke arasındaki ticaret savaşlarından şu ana kadar Çin daha ağır etkilendi. Ayrıca Çin’de, ABD ile yaşanan ticaret savaşı ve tarife gerginliği yüzünden Nisan ayından itibaren göstergeler kötüleşmeye başladı.
Öyle ki Mart 2019’dan itibaren sanayi hasılası artış hızı yüzde 8,5’ten yüzde 5,4’e; perakende satışlar yüzde 8,7’den yüzde 7,2’ye; sabit sermaye yatırımları yüzde 6,3’ten yüzde 6,1’e geriledi. Dahası ABD, 10 Mayıs 2019’da, Çin’den gelen 200 milyar dolar tutarında ithalata uyguladığı tarifeyi yüzde 10’dan yüzde 25’e yükseltti (8).

Çin cari açık verirse bu Türkiye’yi olumsuz etkiler
Çin’in cari açık vererek yabancı kaynak ithalatçısı durumuna gelmesi uluslararası finans kapital açısından yeni bir tahvil ve bono piyasası anlamına gelebilir. Ancak bu durum (aynı zamanda) Türkiye gibi diğer azgelişmiş ülkelerin yabancı kaynak kullanımını zorlaştırıp, bu kaynağı daha maliyetli hale gelmesiyle sonuçlanabilir.

Dünya ticareti daha da daralacak
Kısaca Çin’in dünyanın en büyük ithalat talebine sahip ekonomisi olması nedeniyle, ABD’nin Çin’e uyguladığı yasakların dünya ticaretini etkilemesi kaçınılmaz olacaktır.
Buna bir de moment kaybeden küresel ekonomik büyümenin neden olduğu ithalat talebindeki daralma eklendiğinde dünya ticaretindeki kötüleşme artarak sürecektir. Nitekim bu tespit IMF dâhil uluslararası örgütlerin küresel ekonomik büyümeye ilişkin tahminlerinde de (9) yer alıyor.
Dünya ticaretine ilişkin veriler bu endişeleri doğruluyor. Öyle ki Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) göre, dünya ticaret hacmi 2017 yılında yüzde 4,6 oranında artmıştı. 2018 yılında bu artış sadece yüzde 3 olabildi. Daha kötüsü, geçen yılın 3. Çeyreğinde yüzde 1,1 olan artış, 4. Çeyrekte eksi binde 6 ve 2019’un ilk çeyreğinde eksi binde 3 oldu (10).

Getiri Eğrisi terse döndü
Powell’in açıklamasının ardından (20 Haziran’da), 10 yıllık ABD Hazine bonolarının getirisi (faizi) 2016 Kasım’ından bu yana ilk kez yüzde 2’nin altına düşerek yüzde 1,97 oldu. 2 yıllıkların getirisi yüzde 1,75 olurken, 3 aylıklarınki yüzde 2,13 oldu ve 10 yıllıklarınkinin 11,6 baz puan üzerine çıktı (11).
Daha önce de (Mart 2019’da), 3 aylık Hazine bonosu getirisi yüzde 2,38’lik getiriye sahip 10 yıllıkların üstüne çıkarak yüzde 2,43 olmuştu (bu durum en son 2007 yılında yaşanmıştı). Keza yine Haziran ayında 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisi 3 aylıkların getirisinin 21 baz puan altına düşmüştü (12).

Getiri Eğrisinin terse dönmesi resesyon belirtisi
Getiri eğrisinin terse dönmesi önemli, çünkü bu eğri piyasa iktisatçıları tarafından gelecekteki ekonomik büyümeyi ya da durgunluğu tahmin etmede başvurulan temel bir eğri. Öyle ki resesyonlar öncesinde uzun dönemli devlet tahvillerinin getirilerinin kısa dönemlilerin altına düştüğü gözlemleniyor.
Eğri farklı vadelere sahip devlet tahvillerinin getiri oranlarıyla oluşturuluyor. Piyasa analistleri de büyüme beklentisi ve resesyonu öngörmek için bu eğriyi kullanıyorlar. Eğri normalde yukarı doğru eğimli zira riskleri ortadan kaldırabilmek için uzun vadeli tahvillerin getirisi daha yüksek olmalı. Ancak bu durum ABD’de bir süredir terse döndü, iki vade arasındaki fark azaldı, eğri negatif eğimli hale geldi.
Aslında, sadece ABD’de değil; Avustralya, Britanya, Almanya, Japonya, Kanada, İsviçre, İngiltere, Japonya, Güney Kore ve Hong Kong’ ta da eğrinin negatif eğime döndüğünü ortaya koyan araştırmalar söz konusu. Bu gelişmelerin resesyon olmasa da, ekonomik durgunluğa işaret ettiği ileri sürülüyor. 2017 yılına kadar bu eğri ve iki getiri arasındaki fark (spread) pozitifti (13).

Türkiye’de hem Getiri Eğrisi ters, hem Kırılganlık Endeksi kötüleşti
Türkiye’de getiri eğrisi de benzer bir görünüm sergiliyor. 14 Mayıs 2019 tarihli DİBS ihalesinde 2,5 milyar liralık 1,9 yıl (707 gün) vadeli satış yüzde 24,55 faiz getirisiyle satıldı. Aynı gün yapılan 1,7 milyar liralık 6,2 yıllık (2,275 gün) DİBS satışında faiz getirisi ise yüzde 20,44 oldu. Bundan önce de (12 Şubat 2019 tarihinde) 9 aylık (336 gün) DİBS satışının faiz getirisi yüzde 19.10 olurken, 20 Şubat tarihli 6,5 yıllık (2,359 gün) DİBS satışının faiz getirisi yüzde 18,59 olarak belirlendi (14). Bu durum artan Kırılganlık Endeksi ve 450’yi aşan CDS’lerle de ile de teyit ediliyor.

Faiz indiriminden uluslararası sermaye hareketleri nasıl etkilenir?
FED’in açıklamasının Türkiye’yi en fazla ilgilendiren boyutu kuşkusuz düşürülen faiz oranları sonucunda, tahvil faiz oranları (getirisi) ABD’dekinin birkaç katı yüksek olan Türkiye’ye doğru sermaye akımlarının artıp artmayacağı ya da ülkeden çıkışların durup durmayacağı.
Çünkü Türkiye tahvil faizleri ve risk primi en yüksek ülkelerin başlarında (15) ve OECD içinde 10 yıllık tahvil faizi en hızlı yükselen ülkeler içinde birinci sırada (16) yer alıyor.
Normal koşullarda FED ve ECB’nin faiz düşürümü uluslararası sermaye akımlarının yeniden yükselen ekonomilere yönelmesiyle sonuçlanabilir ve böylece geçen yılın ikinci yarısında yaşanan büyük çaplı sermaye çıkışları tersine dönüp, sermaye girişlerine dönüşebilir.
Ancak meselenin hem sermaye hareketlerinin kaynağı olan ABD gibi Merkez Ekonomilerle, hem de alıcısı olan Çin ve Türkiye gibi ülkelerle ilgili boyutları var.

Faiz indirimi sağlıklı olmayan bir durumun sonucu
Öncelikle ABD’de düşük faiz oranları sistemin sağlıklı olmadığının, hatta tasarruf fazlası, düşük reel yatırım gibi kalıcı bir durgunluğun (secular stagnation) bir göstergesi olabilir. Nitekim ABD ekonomisinin bir-iki yıl içinde resesyona gireceğine inanılıyor. Üstelik yüksek borçluluk nedeniyle bunun derin bir resesyon olması bekleniyor (17). Bu arada 2000’li yılların başlarında ABD’nin faiz oranlarını düşürmeye başlamasının nedeninin yaklaşan resesyonu ötelemek olduğu unutulmamalı.
Çünkü Mart 2001’de ABD ekonomisinin durgunluğa girmeye başlaması ve 11 Eylül 2001 saldırılarının ekonomiye olan tüketici ve yatırımcı güvenini sarsması finansal bir çöküş yaşanabileceği endişesiyle FED’in kısa vadeli faiz oranlarını düşürmesine neden oldu. Faiz oranları yüzde 6,5 düzeylerinden yüzde 1,75’e kadar düşürüldü (18).

Kısa vadede belki rahatlatıcı, orta ve uzun vadede daha fazla zarar verici
Bugün faiz oranlarının yeniden düşürülecek olması aslında Çin ve diğer yükselen ekonomiler için kötü bir haber. Çünkü FED’in hali hazırdaki düşük faiz oranlarını daha da düşürmesi, ABD gibi yüksek bütçe açıkları veren ekonomilerde sadece para politikalarını uygulanamaz duruma getirmekle kalmayacak, aynı zamanda genişletici maliye politikalarının hayata geçirilmesini de zorlaştıracak. Bir resesyon durumunda Trump faturayı başkalarına kesmek için ticaret savaşlarını, tarife ve gümrük engellerini daha da artıracak. Bu da yükselen ekonomiler için yeni bir risk anlamına geliyor (19).
Yani faiz oranlarının indirilmesi yükselen ekonomileri kısa vadede rahatlatsa da, bunun orta ve uzun vadede faturası çok daha ağır olacaktır.

“FED daha ciddi sorunların üzerini örtüyor”
Nitekim Bloomberg, faiz indirim kararının zamanlamasından hareketle, FED’ in aslında çok daha temel ve uzun vadeli sorunlarının üstünü örtmeye çalıştığını ileri sürüyor (20).
Buna göre asıl sorun FED aracılığıyla yürütülen para politikalarının ve tamamlayıcı nitelikteki maliye politikalarını orta ve uzun vadede etkisiz hale gelmesi.

Para ve maliye politikaları sınırlarına erişti
Öncelikle, faiz indirimleri sürüp sıfır faize doğru yaklaştıkça para politikaları da etkisini yitirecektir. Keza maliye politikaları da etkisizleşecektir. Çünkü finans kapital maliye politikalarına geri dönüşü; finans piyasalarının ve finans sermayesinin itibar ve güç kaybetmesi olarak görür. Ayrıca bu denli finansallaşmış bir kapitalizmde ulus devletlerin uluslararası finans kapitali karşısına alacak pro-aktif maliye politikalarına yönelmeleri beklenmemeli.
Çünkü bunun bedeli sermaye çıkışlarının hızlanması ve ulusal paraların değer kaybetmesiyle ödenir. Yani finans kapitalin sınıfsal çıkarları koordineli bir teşvik politikası anlamında maliye politikalarının uygulanmasını önleyebilir.

Ya yeni bir kriz ya da radikal bir çözüm
Kısaca dünya ekonomisi özel bir duruma saplanmış kalmış durumda. Yavaş büyüme büyük ihtimalle resesyonla sonuçlanacak. Para politikası sınırlarına ulaştı. Yeni bir resesyonda para politikası için manevra alanı kalmadı. Finans kapital pro-aktif maliye politikalarına uzak durma konusunda uzlaşma içinde görünüyor.
O halde sistemin kendini restore edebilmesi için bir kriz yeterli olmadığında, bir yenisi kaçınılmaz gibi görünüyor. Yani sistem ya kendini yeni bir kriz ile restore edecek ya da sistem değişikliği gibi radikal bir çözüm gerekecek.

Türkiye ekonomik ve politik açıdan sermaye çekebilecek konumda değil
Asıl ve son soru FED faiz indiriminin (yaratacağı yabancı sermaye girişleri etkisi, kur ve enflasyon düşüşü biçiminde) Türkiye ekonomisini krizden çıkarmaya yardımcı olup olamayacağı.
Öncelikle ülkede derin bir çoklu kriz hali (ekonomik, politik ve sosyal) yaşanıyor. Ekonomik kriz anlamında büyüme hızı 2018 başından bu yana 8 kat azaldı. Ekonomi 2019’ de en iyimser tahminle yüzde 1 küçülecek. Bunun yüzde 3 olacağını ileri süren uluslararası kuruluşlar var.
Çünkü sırasıyla: Yatırımlar durdu. Perakende satışlar ve özel tüketim harcamaları sert düşüş yaşıyor. Yatırımcı ve tüketici güveni azalmaya, sanayi üretimi gerilemeye devam ediyor. Cari açık cari fazlaya döndü (bu durum resesyon göstergesi). Gerçek işsizlik, enflasyon ve yoksulluk yüzde 20 bandının üzerinde seyrediyor. Yüksek kur, yüksek faiz, yüksek özel sektör dış borç stoku, yüksek kısa vadeli dış borç ödemesi, yüksek CDS ve düşük borsa, sıfıra yakın rezervler finansal kriz riskinin sürdüğünü gösteriyor.

Kamu maliyesi krizi: Krizin son aşaması
Kamu maliyesine ilişkin göstergeler ise (bütçe açığı, vergiler, borçlanma, koşullu yükümlülükler, Merkez Bankası kaynaklarına el koyma gibi), ödemeler bilançosu (döviz) krizi biçiminde başlayan, borç ve bankacılık krizi potansiyelini sürdüren, derin bir resesyona dönüşen krizin, son aşama olarak kamu maliyesi krizine dönüşmekte olduğunu ortaya koyuyor.
2018 yılının üçüncü çeyreğinde, 5,1 milyar doları sıcak paradan, 12,6 milyar doları ise diğer sermaye kalemlerinden olmak üzere toplam 17,7 milyar dolarlık çıkış yaşanmış ve sermaye çıkışlarını finanse edebilmek için rezervlerde 9,1 milyar dolarlık azalış olurken, kaynağı belirsiz “net hata/noksan kaleminden” de 7,3 milyar dolarlık giriş olmuştu (21).
Bu yılın ilk 3 ayında durum daha da kötüleşti. Yabancı sermaye girişi (geçen yılın ilk 3 ayına göre) 11,8 milyar dolardan 7,6 milyar dolara düştü. Aynı dönemde Net Hata ve Noksan Kaleminden (kaynağı belirsiz döviz) eksi 5 milyar dolarlık bir çıkış var (22). Yani geçen yılın ilk 3 ayında ülkeye kaynağı belirsiz 3,7 milyar dolar gelmişken, bu yıl tersi olmuş ve 5 milyar doların üzerinde bu tür bir para çıkışı olmuş.
Böyle bir derin ekonomik kriz ve bunun başarısız, güven vermeyen yönetimi söz konusu iken; S-400 krizinin neden olacağı yeni ekonomik ve politik yaptırımları ve bölgede giderek artan jeo-politik riskleri ve ülkede derinleşen politik krizi de dikkate aldığımızda, FED faiz indiriminin yaraya merhem olmayacağı, olsa da bu iyileşmenin uzun sürmeyeceği apaçık ortada değil mi?

Dip Notlar
(1) https://www.cnbc.com/…/us-treasury-yelds-lower-after-federa…?
(2) Mahfi Eğilmez, “Fed İmdada Yetişti”,
http://www.mahfiegilmez.com/2019/06/fed-imdada-yetisti.html (20 Haziran 2019).
(3) C.P. Chandrasekhar and Jayati Ghosh, “Vanishing green shoots”,
https://rwer.wordpress.com/2019/04/10.
(4) Jeff Desjardins, 
https://www.visualcapitalist.com/economies-global-growth-20… (15 March 2019).
(5) 
https://wolfstreet.com/…/the-countries-with-the-biggest-cor…).
(6) “Facing current account deficit, China looks abroad for capital”,
https://www.morganstanley.com/ideas/china-foreign-capital? (13 April 2019).
(7) C. P. Chandrasekhar and Jayati Ghosh, “Disruption in the World of Trade”, 
https://mronline.org/…/…/15/disruption-in-the-world-of-trade (11 June 2019).
(8) Agm.
(9) Gita Gopinath, “The Global Economy: A Delicate Moment”,
https://blogs.imf.org/2019/04/09.
(10) Chandrasekhar and Ghosh, Disruption, agm.
(11) 
https://www.cnbc.com/…/us-treasury-yelds-lower-after-federa…?
(12) Inês Gonçalves Raposo, “The Inverted Yield Curve”, 
www.bruegel.blog(9 June 2019).
(13) Agm.
(14) T.C.M.B. Verileri.
(15) IMF, Fiscal Monitor, Curbing Corruption, April 2019, s. 13.
(16) OECD, Economic Outlook, Trade uncertainty dragging down global growth (21 May 2019).
(17) 
http://www.cadtm.org/The-mountain-of-corporate-debt-will-be… (13 April 2019).
(18) Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, (Ekim 2013), s. 134.
(19) Barry Eichengreen, “Emerging Risks for Emerging Economies”,
https://www.project-syndicate.org (10 April 2019).
(20) 
https://www.bloomberg.com/…/fed-leaves-rates-unchanged-as-l…?
(21) Zafer Yükseler, “Türkiye’de cari işlemler dengesi fazlası ve olası etkiler (Kriz dönemleri ile karşılaştırma)”, (Aralık 2018), s. 2.
(22) T.C. Merkez Bankası, Ödemeler Dengesi İstatistikleri, Mart 2019, Tablo 1. Ödemeler Dengesi Altıncı El Kitabı - Analitik Sunum, s.2.


Formun Üstü
Formun Altı


14 Haziran 2019 Cuma

CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (IV) (Sömürüyü ve yoksullaştırmayı haklı gösteren bir teori)


CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (IV)
(Sömürüyü ve yoksullaştırmayı haklı gösteren bir teori)

Mustafa Durmuş

14 Haziran 2019

Karşılaştırmalı üstünlüklere dayalı serbest ticaret teorisi gerçekte hem kapitalist- emperyalist sömürü ilişkilerini, hem de mevcut ulusal- küresel gelir ve servet bölüşümü eşitsizliklerini haklı gösteriyor.
“Zahireyi kendimiz üretmek yerine, kumaşımızı ya da emekçinin ihtiyaç duyduğu diğer maddeleri kendimiz imal etmek yerine, bu malları bize daha ucuza sağlayacak bir pazar keşfedersek ücretler düşecek, kârlar yükselecektir…”
Ricardo yukarıdaki sözünün yer aldığı ünlü eserinde (1), ısrarla, kâr oranlarındaki azalmanın kapitalist büyümeyi durma noktasına getirebileceğinin, bu yüzden kâr oranlarının yükseltilmesinin gerekliliğinin altını çiziyor. Kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğunun bilincinde olarak, kâr oranlarındaki düşüşü önlemenin yolunun ücretleri düşürmekten geçtiğini biliyor.
Asgari düzeyde belirlenen işçi ücretlerinin düşürülebilmesinin tek yolunun ise ücret malları olarak tabir edilen işçi sınıfının tükettiği malların fiyatlarının indirilmesiyle sağlanabileceğinin bilincinde olarak karşılaştırmalı üstünlüklere dayalı serbest ticaret fikrini ortaya atıyor. Çünkü (O’na göre) böyle bir ticaret ile işçilerin tükettikleri malları daha ucuza ithal etmek (böylece de ücretleri düşük tutmak) mümkün olabilir.
Kısaca kendisi İngiliz kapitalist sınıfının bir mensubu olan Sir David Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlüklere dayalı dış ticaret teorisi ücretli emek sömürüsünü artırmaya, kâr oranlarını yükseltmeye, böylece sermaye birikimini hızlandırmaya odaklı, kapitalist sınıfın çıkarlarını savunan bir teoridir.

EMPERYALİST SÖMÜRÜYÜ MEŞRULAŞTIRMAYA VE SÜRDÜRMEYE HİZMET EDEN BİR TEORİ
Teorinin diğer boyutunu emperyalist sömürü oluşturuyor. Çünkü varsayımı her ülkenin farklı doğal üretim faktörü donanımına sahip olduğu. Yani bizleri (doğal bir sonuçmuş gibi), zengin Merkez Ekonomilerde sermaye fazlası olduğuna; buna karşılık yoksul Çevre Ekonomilerde emek fazlası olduğuna, üstelik bunun da kapitalizmin tarihi boyunca hep böyle olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Bu inandırma işi bugün asıl olarak akademi tarafından yapılıyor. Öyle ki üniversitelerdeki uluslararası iktisat derslerinde zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gelir farklılığının nedeninin karşılaştırmalı üstünlükler ve arz-talep kanunları olduğu anlatılıyor.
Şöyle ki (ana akım iktisat teorisine göre) fiyatlar ve ücretler ülkelerin üretim faktörü bileşimlerine dayalı olarak otomatik bir biçimde serbest piyasalar tarafından belirlenir. Yoksul ülkelerde emek doğal olarak bol, dolayısıyla da ücretler düşüktür. Bu nedenle de bu ülkelerin karşılaştırmalı üstünlükleri emek-yoğun üretimdedir (önce tarım ve madencilik, sonra da hafif imalat sanayi). Zengin ülkelerde ise doğal olarak sermaye bol, teknoloji gelişkin, emek kıt, bu nedenle ücretler daha yüksektir. Bu yüzden de bu ülkeler sermaye-teknoloji yoğun üretimde uzmanlaşırlar.
Bu bir doğal düzen yasası gibi sunuluyor. Tarihte 18.Yüzyıla kadar, egemenlerin yoksulluğun Tanrı iradesi olduğuna insanları inandırmaya çalıştıkları dönemlerin olduğu unutulmamalı. 18.Yüzyılda yaşanan aydınlanma döneminden sonra yoksulluğun bir kader ya da Tanrı isteği olmadığı; sosyal, ekonomik ve politik nedenlerinin olduğu ortaya konulmuştu.

ASIL SORU: FAKTÖR DONANIMI FARKLILIĞI KADER Mİ?
Ülkelerin faktör donanımları farklılığı da böyle bir çarpıtma aslında. Burada sorulması gereken soru; yoksul Çevre Ekonomilerinde emeğin daha bol ve ucuz (dolayısıyla da emek-yoğun üretimde karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları); buna karşılık gelişkin Merkez Ekonomilerde sermayenin daha bol olduğunun (dolayısıyla sermaye yoğun üretimde uzmanlaşmaları gerektiği) hurafeler dışında, gerçek tarihsel nedenlerinin neler olduğudur.
Bundan 200-300 yıl önce, örneğin doğanın kapitalist ticaret ilişkileriyle henüz tam olarak karşılaşmadığı Anadolu’da, Hindistan’da veya Çin’de emek ve toprak bol, buna karşılık sermaye kıtken; Britanya’da, İspanya’da veya Hollanda’da emek ve toprak kıt ve sermaye bol muydu? Araştırmalar ülkeler arasındaki böyle bir farklılaşmanın her zaman var olmadığını, tarihin belli bir döneminden itibaren ortaya çıktığını gösteriyor.

DOĞAL DÜZEN DEĞİL, SÖMÜRGECİLİK
Yukarıdaki soruya verilecek ilk yanıt “doğal düzen değil, sömürgeciliktir” olmalı. Çünkü sömürgecilik yüzünden milyonlarca köylü topraklarından sürüldü ve düşük ücretli emekçilere dönüştürüldü. Bu da işsizliği artırıp ücret düzeylerini aşağıya çekti. Ayrıca bu dönemdeki yaygın, bedavaya yakın köle emeği ücretlerin düşürülmesinde önemli bir rol oynadı.
Kavramların nasıl çarpıtıldığını Eduardo Galeano şu örneklerle çok güzel anlatır:
“Kapitalizm sahne ismi olarak pazar ekonomisini kullanır. Emperyalizme küreselleşme, emperyalizmin kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler (cücelere çocuk demek gibi bir şey bu); oportunizme pragmatizm; patronun, işçinin tazminatsız ve açıklamasız işine son verme hakkına emek piyasası esnekliği ve hırsızlar iyi bir aileden olunca, kleptoman denir. (2)
Aynı şekilde yoksul ülkelerin daha az sermayeye sahip olmalarının nedeni sırasıyla; madenlerinin, altın, gümüş gibi kıymetli metallerinin sömürgeciler tarafından çalınması, topraklarının gasp edilmesi ve yerli sanayilerinin sömürgeciler tarafından tahrip edilmesi. Bu yüzden de bu ülkeler Batı ülkelerin ihraç ettikleri malları satın almak zorunda kaldılar (3).

MARX’IN SERBEST TİCARET ÜZERİNE ÜNLÜ KONUŞMASI
Marx 1848 yılında serbest ticaret üzerine yaptığı ünlü konuşmasında bu teoriyi; kapitalizm altında serbest ticaretin sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlamına geldiğini, ücretli emek sistemine dayalı kapitalist sömürü devam ettiği sürece, malların avantaj yaratacak biçimde mübadele edilmesinin sonucu değiştirmeyeceğini, her zaman sömürülen bir sınıf ve onu sömüren bir sınıfın olacağını ve burjuva iktisatçılarca önerilen her ülkenin kendi doğal yapısına uygun bir üretimde uzmanlaşması yaklaşımının doğal değil, tarihsel ve politik sürecin bir ürünü olduğunu, kahve ve şeker üretiminin Batı Hint adalarının kaderi olmadığı (4) örneğini vererek eleştirdi.

KARŞILAŞTIRMALI ÜSTÜNLÜKLER VERİLİ DEĞİL, OLUŞTURULMUŞ BİR DURUM
Merkez Ekonomilerde emek, işçi sınıfının örgütlü mücadele geleneği ve emek koruyucu yasaların varlığının bir sonucu olarak, göreli olarak daha pahalı iken; sermaye bu ülkelerin sömürgeciliklerinin, uzun yıllar uyguladıkları gümrük tarifeleri ve diğer korumacılık politikalarıyla kendi sanayilerini ve sermaye birikimlerini büyütüp geliştirmelerinin sonucunda boldur.
Yoksul Çevre Ekonomilerinin bol ve ucuz emeğe, buna karşılık yetersiz sermaye birikimine sahip olmalarının nedeni; başından bu yana onların böyle doğal bir donanımları olduğundan değil, bugünün Merkez Ekonomilerinin gerçekleştirdiği 19.Yüzyıldaki sömürgecilik, mülksüzleştirme, adil olmayan ticaret anlaşmaları ve 20. Yüzyıldaki IMF, Dünya Bankası ve DTÖ aracılığıyla yürütülen Yapısal Uyarlama Politikalarıdır.

KAYNAKLAR SÖMÜRGECİLERE AKTI
Örneğin, İngilizler sömürgeleştirdikleri İrlanda’da köylülerin topraklarına el koydular ve kendi toprak işleme yöntemlerini onlara dayattılar. Bu köylülerin yoksullaşarak İskoçya ve İngiltere’ye göç etmeleriyle sonuçlandı. Öyle ki İrlandalı köylüler sadece patates ekebildiler. 1845 yılında patates krizi patladığında 7 yıl içinde 1 milyon İrlandalı (nüfusun yüzde 10’u) açlıktan öldü. İrlanda halkı açlıktan kırılırken İngiltere’ye ve İskoçya’ya her gün 30-50 gemi yükü gıda maddesi gönderiliyordu (5).
Dolayısıyla da bugün aynı coğrafi sınırlar içinde yer almasına rağmen farklı ulusal kimliklerin yaşadığı bazı ülkelerdeki bölgesel kalkınma farklılığı olarak adlandırılan olgunun gerçek nedenlerinin başında sömürgeciliğin geldiği unutulmamalı.

HİNDİSTAN VE ÇİN AVRUPA’DAN DAHA GELİŞKİNDİ
Hindistan ve Çin 1800’lere kadar her ikisi de Avrupa ülkelerinden her yönden daha gelişkinlerdi ve çok daha büyük ekonomilere sahiplerdi. Örneğin Hindistan Britanya’nın işgaline uğramadan önce dünya ekonomisinin yüzde 27’sini, Çin ise yüzde 35’ini kontrol ediyordu. İngiliz sömürgeciliği bittiğinde bu iki ülkenin payı sırasıyla yüzde 3’e ve yüzde 7’ye düşmüş, Avrupalıların payı ise yüzde 20’den yüzde 60’a yükselmişti. İngiltere her iki ülkenin İngiliz mallarına olan tarifelerini sıfırlarken, bu ülkelerden gelen mallara yüksek tarifeler koydu. Çin’i ülkede yasa dışı olarak yürüttüğü afyon (uyuşturucu) satışları ve savaşlarıyla teslim aldı. Kısaca bir tür kalkınmayı, sanayileşmeyi tersine çevirme (de-development) operasyonu gerçekleştirildi ve iki ülke dönemin baş sömürgeci ülkesi İngiltere tarafından çökertildiler (6).
Böylece sömürgecilik dönemi sona erdiğinde, azgelişmiş ülkeler aleyhine dönen dış ticaret hadleri ve kasıtlı olarak düşük tutulan işçi ücretleri nedeniyle ortaya çıkan eşitsiz değişim (mübadele) yüzünden Çevre ülkelerin karşı karşıya kaldıkları yıllık kayıpları 22 milyar doları (2015 fiyatlarıyla 161 milyar doları) buluyordu. Bu gelişim aynı zamanda küresel eşitsizliklerin de temel nedeniydi. Öyle ki ikinci emperyalist dalganın şafağında (1820) Merkez Ekonomiler ile Çevre Ekonomiler arasındaki gelir açığı 3 kat iken, sömürgecilik sona erdiğinde bu fark 35 kata yükseldi (7).
Bu veriler dönemin en temel dış ticaret teorisi olan Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisinin ideolojik boyutunu (ve yanlışlığını) ortaya koyuyor. Çünkü azgelişmiş ülkelerin bol/ucuz emeğe, diğer taraftan kıt sermayeye sahip olmalarının nedeni doğal ya da verili bir durum değil, oluşturulmuş bir durum.

IRKÇI, CİNSİYETÇİ AYRIMCI BİR TEORİ
Azgelişmiş Çevre Ekonomilerine hammadde, ucuz tarımsal ürünlerde ve emek yoğun hafif sanayi ürünlerinde uzmanlaşma, buna karşılık Merkez Ekonomilerde teknoloji, beceri ve sermaye yoğun gelişkin (dolayısıyla da çok daha pahalı) üretimde uzmanlaşmayı önermek; erkeklere evin dışınca çalışmayı, kadınlara ise en iyi bildikleri bir iş olacağından evde kalarak ev işleri yapmayı, çocuk yetiştirmeyi ya da ülkedeki farklı etnisitelere sahip insanlara sadece inşaat işlerinde çalışmayı ya da 5 yıldızlı otellerde bulaşıkçılık yapmayı önermekle aynı şeydir. Dolayısıyla da hem sömürgeci bir zihniyeti yansıtır, hem de cinsiyetçi ve ırkçıdır.
Serbest ticaretin ekonomik kalkınmayı hızlandıracağı tezi ise çürütülmüş bir tezdir. Zira serbest ticaret ile kapitalist yoldan kalkınabilmiş bir azgelişmiş örneği dahi yoktur.

SÖMÜRGECİ TEORİNİN VAİZLERİ
Azgelişmiş ülkelerde kendilerini “iktisatçı” olarak nitelendirenlerin hala serbest ticareti ve sömürgecilik dönemi teorisi olan Karşılaştırmalı Üstünlükleri savunması ise en hafifinden tarih ve iktisat bilmediklerindendir.
Ya da tarih nosyonundan yoksun ana akım burjuva iktisat teorisinin gönüllü ya da ücretli vaizliğine soyunmalarındandır.
Devam edecek (Çözüm: Korumacılık mı, enternasyonalist adil değişim mi?)

DİP NOTLAR:
(1) David Ricardo, Siyasal İktisadın ve Vergilendirmenin İlkeleri (Çeviren: Barış Zeren), T. İş Bankası Kültür Yayınları,1.Baskı, 2008, s. 105.
(2) Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu (Çeviri: Bülent Kale), Çitlembik Yayınları, 2004, s. 44.
(3) Jason Hickel, Divide- A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 102.
(4) Karl Marx, “On the Question of Free Trade”, 9 Ocak 1848, https://www.panarchy.org/engels/freetrade.htm (28 Mayıs 2019).
(5) Hickel, agk., s. 83.
(6) Agk., s. 90-93.
(7) Agk., s. 102.


Formun Üstü

7 Haziran 2019 Cuma

CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (III) (Dev tekellerin kontrolünde bir küresel ticaret)


CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (III)
(Dev tekellerin kontrolünde bir küresel ticaret)

Mustafa Durmuş

7 Haziran 2019

Tekelci kapitalizm ve tekelci sermaye kavramı yeni bir kavram değil, 20.Yüzyılın başından itibaren Marksistler tarafından kapitalizmi tanımlarken kullanılan bir kavram.
1970’lerin sonlarından itibaren ise tekelci finans sermayenin neredeyse tüm ekonomik faaliyetleri kontrol eder bir konuma yükseldiğine tanık olduk. Öyle ki bugün artık tekelci finans sermayeden özerk ya da ondan bağımsız hiçbir ekonomik faaliyetten söz edilemiyor.
Bir başka anlatımla, tekelci finans sermaye her kapitalist faaliyeti denetliyor, hatta özerk bir görünüme sahip olduğu düşünülen ekonomik faaliyetleri dahi kontrol edebiliyor. Bu konuda tarımsal faaliyetler özellikle çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Çünkü bu faaliyetler; ona girdi temin eden, tohum, tarım ilacı veren, kredi sağlayan ve pazarlama ağı sunan tekellerce kontrol ediliyor. Bu, niteliksel ve kalıcı bir değişiklik. Tüm alanlara yayılmış olan bir tekel durumu söz konusu (1).

43 BİN TEKELDEN OLUŞAN KÜRESEL SERMAYE AĞI
Küresel düzeyde sermaye ağına ilişkin bazı veriler tekelci finans sermayenin kontrol gücünü sergiler nitelikte: Dünyada 2007 yılı itibariyle 43,060 çok uluslu şirketten oluşan bir sermaye ağı var. Bu ağ küresel kapitalist ekonomik gücün kaynağını oluşturuyor. Bu ağın yüzde 40’ı tek başına 147 şirketin elinde. En tepedeki 50 şirketten 1’i hariç kalan tamamının finans şirketlerinden oluşması finans kapitalin gücünü ortaya koyuyor (2).
Küresel üretimde de benzer bir tekelleşme eğilimi söz konusu. Yani dünya üretimi ve ticareti az sayıda çok uluslu şirket tarafından doğrudan ve dolaylı yollarla kontrol ediliyor.

TRIAD’DA YERLEŞİK 100 DEV ŞİRKET
Öyle ki dünyanın en büyük 100 çok uluslu şirketi ABD, AB ve Japonya’da (TRIAD) yerleşik durumda. Bu şirketlerin aralarındaki ilişki klasik anlamdaki rekabetten farklı. İlişki daha ziyade bir rakiplik ve işbirliği diyalektiği biçiminde yürüyor.
Özellikle de fiyat rekabeti çok tehlikeli bir şey olarak düşünüldüğünden genelde bundan sakınılıyor. Bunun yerine firmalar büyük ölçüde düşük emek gücü maliyetli durumlara, hammadde ve girdi rekabetine ve ürün farklılaşmasına yöneliyorlar (3).
Uluslararası tekelci sermayenin iktisadi gücünün yoğunlaşması ve kontrol gücünün artması (dolaylı bir biçimde), taşeronluk ve yönetim sözleşmeleri, anahtar teslimi anlaşmalar, franchising, lisanslama ve ürün paylaşımı gibi uluslararası stratejik ittifaklarla da sağlanıyor (örneğin Star Alliance gibi mega işbirlikleri THY dahil otuza yakın ülke hava yollarını bünyesinde topladı).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Nestlé, PepsiCo, Coca-Cola, Unilever, Danone, General Mills, Kellogg's, Mars, Associated British Foods ve Mondelez’den oluşan 10 şirket dünyadaki büyük yiyecek ve içecek piyasasını kontrol ediyor ve bunların her biri her yıl milyarlarca dolar kazanıyor (4).
Keza küresel silah ticaretini 10 şirket kontrol ediyor. Bunun 7’ si ABD’li. Yılda savunma harcamalarına küresel olarak 1,7 trilyon dolar harcanıyor ve bunun 375 milyar doları silah alımında kullanılıyor (5).
Aralarında Wolkswagen, Toyota, Renault-Nissan-Mitsubishi, General Motors, Ford Motor Co ve ve Fiat-Chrysler’in bulunduğu toplam 15 küresel otomotiv şirketi ise dünya otomotiv piyasasını elinde tutuyor (6).

UNCTAD RAPORLARINDA YER ALAN GERÇEK
Küresel ticaretin serbest olmadığı gibi, az sayıda büyük çok uluslu tekelin kontrolü altında olduğu gerçeği Birleşmiş Milletler Örgütü’ne bağlı UNCTAD’ın son raporlarından birinde de teyit ediliyor.
“Güç ve Serbest Ticaret Kandırmacası” (7) başlıklı raporun sunuş yazısında Örgütün Genel Sekreteri M. Kituyi şöyle söylüyor:
“Sadece finans değil, küresel ticaret de büyük oyuncuların kontrolü altında. Her ne kadar azgelişmiş ülkeler küresel ticarete daha fazla dâhil olsalar da, küresel üretim ağındaki gücünü ve payını artıran çok uluslu şirketler küresel ticari ilişkileri daha da eşitsiz bir hale getiriyorlar”.

10 FİRMANIN PAYI YÜZDE 42
Raporun bulgularına göre, petrol dışı ihracatta 2014 yılında, dünyada en büyük yüzde 1 çok uluslu şirketin payı yüzde 57 oldu. Sayı olarak, en büyük 5 firmanın payı yüzde 30 ve en büyük 10 firmanın payı yüzde 42 oldu (Amazon ve Ali Baba gibi devlerin ciroları dikkate alındığında tekelleşmenin dijital ticarette daha yüksek olduğu ileri sürülebilir).
Nitekim 2,000 en büyük çok uluslu şirketin küresel ticaret ile paralel olarak artan kârlarına bakıldığında tekelleşmenin serbest ticaret iddiasını nasıl çürüttüğü açıkça görülebiliyor.

MERKEZDE TOPLANAN EKONOMİK GÜÇ
Çünkü en büyük 2,000 küresel çok uluslu şirketin yıllık kârları 1990’ların sonlarında 0,7 trilyon dolar iken, 2014 yılında neredeyse 4 kat artarak 2,6 trilyon dolara yükseldi (8). Yani uluslararası ticarette çok büyük bir güç asimetrisi mevcut.
Kısaca bugün sermaye temerküzü kendini uluslararası tekelci sermayenin hızlı büyümesinde sergiliyor. Teknolojinin yanı sıra küresel sermaye her zamankinden daha fazla akışkan hale geliyor.
Böylece, serbest ticareti esas alan Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi söylemde mantıklı gibi görünse de, gerçek dünyada uluslararası ticaret onun ileri sürdüğü gibi işlemiyor. Çünkü bu teori dünyadaki asimetrik güç ilişkilerinin varlığını ve gücün küresel olarak bir merkezde toplandığı gerçeğini görmezden geliyor.

ZENGİNLER KENDİ ARALARINDA TİCARET YAPIYOR
Ayrıca uluslararası ticaretin ağırlıklı kısmı sanıldığı gibi gelişkin-sanayileşmiş ülkelerle, azgelişmiş ülkeler arasında yapılmıyor (tıpkı doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının üçte ikisinin gelişkin ekonomilere yapılması gibi). Tersine bu sanayileşmiş ülkeler daha ziyade kendi aralarında ticaret yapıyorlar. (9).
Paul Krugman, “Uluslararası Ticaret ve Ekonomik Coğrafya” adlı ve 2008 yılında kendisine Nobel ödülü getiren çalışmasında; gelişkin ekonomilerin neden daha çok kendi aralarında ticaret yaptıklarının yanıtını verirken Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisinin geçersizliğini de ortaya koydu.
Ana akım iktisatçılar arasında da kafa karışıklığına neden olan bu durumu Thomas Pugel ise talep ve arz yönünden şöyle açıklıyor:
Talep yönünden, sanayileşmiş ülkelerdeki tüketiciler satın alacakları ürünlerde çeşitlilik ararlar. Bunu da en iyi sanayi alt yapısı çok çeşitli ve gelişkin olan sanayileşmiş ülkeler sağlarlar. Arz yönündense böyle çeşitliliğe sahip üretimin maliyetlerini düşüren bazı olgular devreye girer. Örneğin üretim / çıktı arttıkça birim (ortalama) maliyetleri düşürme, dolayısıyla da daha ucuza üretme imkânı veren ölçek ekonomileri sanayilerde gerçekleşir. Keza sanayileşmiş ekonomilerde tarihsel olarak deneyimlenen ve bir işi yapma konusundaki deneyim arttıkça o işin çok daha iyi yapılmasını sağlayan “yaparak öğrenme” devreye girer. Bu da sanayileşmiş ülkelere kalıcı bir avantaj sağlar. Buna karşılık Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisinde tarihin hiçbir önemi olmadığından teori bu olguları dikkate almaz (10).
Bu teori aynı zamanda ülke içinde sektörler ve sektörde üretimde bulunan sermaye grupları arasındaki çıkar farklılıklarını ve çelişkileri de ihmal eden bir teoridir.
Öyle ki tarımsal üretimin ve ihracatının ağırlıkta olduğu bir sektör açısından girdi fiyatlarını düşürecek bir serbest ticaret politikası (düşük tarifeler) kabul edilebilir. Ancak bu durum yerli imalat sanayi sektörünü yabancı sermaye ile rekabete sokacağından ve bu rekabetten yerli sanayi zararlı çıkacağından bu kesimler açısından kabul edilmez bir durumdur (11).
Devam edecek…

DİP NOTLAR:
(1) Irene León, “The World Seen from the South: Interview with Samir Amin”,http://mrzine.monthlyreview.org (20 June 2012).
(2) Richard B. Du Boff, “Who Controls Capital? What Does Capital Control?”,
http://mrzine.monthlyreview.org, 2011.
(3) John Bellamy Foster, Robert W.McChesney, R.Jamil Jonna, “The Internationalization of Monopoly Capital”, Monthly Review, Vol 63. No 2 (June 2011), s. 2, 7.
(4) 
http://www.independent.co.uk, (6 November 2016).
(5) 
http://www.visualcapitalist.com/companies-dominating-global…(12January 2018).
(6) Jeff Desdardines, “The 15 Corporations That Make the Most Cars”,
http://www.visualcapitalist.com (11 October 2018).
(7) UNCTAD, , Trade and Development Report 2018: Power, Platforms and the Free Trade Delusion, 2018.
(8) Agr. s. 56.
(9) Greg Wright, “The US is a whole lot richer because of trade with Europe, regardless of whether EU is friend or ‘foe’” 
https://theconversation.com (18 July 2018).
(10) Thomas Pugel, International Economics,NewYork: McGraw-Hill Irwin, 2007’de aktaran, Rod Hill ve Tony Myatt, İktisat: Eleştirel Ders Kitabı-Eleştirel Düşünürün Mikroiktisat Kılavuzu (Çeviren: Hüsnü Bilir), Heretik Yayınları, 2017, s. 82.
(11) Johnny Fulfer, “Free-Trade or Protectionism? Moving Beyond a World of Binaries”, 
https://economic-historian.com (24 May 2019).




3 Haziran 2019 Pazartesi

CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (II) (Serbest Ticaret Yalanı)


CEMAZ-ÜL EVVELİNİ İYİ BİLDİĞİMİZ BİR TEORİ (II)
(Serbest Ticaret Yalanı)
Mustafa Durmuş

3 Haziran 2019

Ricardo, dünya ekonomisinin her ülkenin karşılaştırmalı üstünlük avantajına sahip olduğu malların üretiminde uzmanlaşmasıyla en etkin ve en adil biçimde işleyebileceğini ileri süren bir teori ortaya atmıştı.
Bu teoriye göre, her ulus, mutlak değil, karşılaştırmalı üstünlüğe, dolayısıyla da rekabet gücüne sahip bulunduğu malları ürettiği serbest bir ticaret dünyasında refahını (adaletli bir biçimde) maksimize edebilecektir.
Yani Ricardocu ticaret modeline göre, ülkeler karşılaştırmalı üstünlüğe sahip oldukları belli mal ve hizmetlere göre dış ticaret yapmalıdır.
Ülkeye karşılaştırmalı üstünlük avantajını sağlayan şey ise bu ülkenin sahip olduğu teknolojik donanımdır.

Heckscher-Ohlin Modeli: Faktör donanımı belirleyici
Bu modelin çağdaş versiyonu ise E. Heckscher – B. Ohlin Ticaret Modeli olarak biliniyor. Bu teori karşılaştırmalı üstünlük avantajının teknoloji düzeyindeki farklılıklardan ziyade, ülkelerin sahip oldukları üretim faktörü donanımları farklılıklarından kaynaklandığını ileri sürer (1).
Teori 1980’li yıllarda, Dünya Bankası Başkanlığı da yapmış olan Prof. Bela Balassa tarafından ithal ikameci stratejiye bir alternatif olarak, ihracata yönelik sanayileşme stratejisinin önemli bir dayanağı olarak da gündeme getirildi.
Balassa’ya göre, gelişme çabası içinde olan bir ülke, uluslararası ticarette geçerli olduğu varsayılan karşılaştırmalı üstünlüklere göre sahip bulunduğu bol üretim faktörünü yoğun olarak kullanarak dünya pazarlarına yönelik olarak üretimde bulunmalı, sanayilerini buna göre belirlemelidir. Bu avantajlı öncü ihracat sanayilerinin kurulması ve gelişimiyle ülke kalkınmasını ve sanayileşmesini sağlayabilir (2).
Kuşkusuz teoriye göre, azgelişmiş ülkeler için bu sanayiler emek-yoğun sanayilerdir. Çünkü bu ülkelerin karşılaştırmalı üstünlükleri (tarım, turizm ve tekstil, hazır giyim sanayileri gibi) bu sanayilerdedir.
Yani dünya çapında etkin-verimli bir üretim için (uluslararası işbölümüne uygun olarak); emek fazlası olan ülkeler emek-yoğun sektörlerdeki üretim ve burada ürettikleri malları; buna karşılık sermaye fazlası olan ülkeler ise sermaye yoğun sektörlerde üretime ve bu şekilde ürettikleri sermaye malları ihraç etmeye odaklanmalıdır. Uluslararası düzeyde meta değişimi bu temelde yapılmalıdır.
Böylece gemilerini “dalgalı bir denizde yüzdürmek zorunda kalan” azgelişmiş ülkelerin gemileri ya batacak ya da en büyük karşılaştırmalı üstünlük avantajına sahip oldukları sektörlerde gemilerini yüzdürmeyi başaracaklar ve ihtiyaç duydukları dövizi de güvenli olarak sağlayabileceklerdir (3).

Merkez Ekonomilerin önce manavı, sonra pazarı olmak
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan IMF, Dünya Bankası ve GATT (DTÖ) gibi kuruluşlarca da benimsenip servis edilen bu teorinin çağdaş versiyonu altında Türkiye 1950’lerden itibaren önce küresel kapitalizmin manavı, pazar yeri ve mandırası oldu.
Son 15 yıldır ülke bu özelliğini de kaybetti ve başta buğday, un, patates, soğan, bakliyat, mısır, kırmızı et ve gübre, tarımsal ilaç, tohum, saman gibi tarımsal ürün ve girdileri yoğun bir biçimde (üstelik çoğu kez sıfırlanmış gümrük vergileriyle) ithal eder bir duruma geldi.
Bu Türkiye’nin ihracat yapısının beceri, teknoloji ve sermaye yoğun mallara kaymasından, böylece karşılaştırmalı üstünlüklerinin değişmesinden kaynaklanmadı. Aksine izlenen neo-liberal tarım politikalarının sonucunda tarım ve hayvancılık sektörünün bitme noktasına gelmesiyle oldu. 

Tam bir küresel ticaret serbestliği gerekiyor ancak…
Üretim ve ihracat yapısının karşılaştırmalı üstünlüklere göre oluşturulabilmesi için küresel ticaretin tam anlamıyla serbest olması gerekiyor. Yani böyle bir sistemin işleyebilmesi için uluslararası ticaretin önünde, onu önleyecek ya da daraltacak gümrük vergileri, tarifeler, sübvansiyonlar gibi önleyiciler ya da saptırıcılar olmamalı. Peki, fiili durum böyle midir?
Trump’ın ABD’nin ithalatına koyduğu tarifeler, ABD-Çin ticaret savaşlarının yoğunlaşması, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Merkez Ekonomiler lehine aldığı kararlar, TRIPS gibi yasaklayıcı entelektüel mülkiyet hakları, küresel ticaretin serbest olmadığı gibi, karşılaştırmalı üstünlüklere göre de işlemediğini gösteriyor.
Bu gerçeğe rağmen bu teoride ısrarcı olmak ne anlama gelebilir?
Bilindiği gibi, 2018 başından beri ABD, yaklaşan resesyonu ötelemek için korumacılığa yöneldi. Çin başta olmak üzere, Kanada ve AB ülkelerinden gelen ithalatlara kota ve tarife uygulamasına başladı ve bunu giderek genişletti. Ancak Çin başta olmak üzere diğer ülkeler de buna karşılık verdiler. Böylece ticaret savaşları yoğunlaştı.
Bu durumun serbest ticaret fikrine aykırı olduğu kadar, moment kaybeden dünya ticaretini (2014’te 19 trilyon dolarken 2017’de 17 trilyon dolara geriledi (4) ve küresel ekonomik büyümeyi olumsuz etkilediği açık.
Nitekim bir araştırmaya göre, ticaret savaşlarının olmadığı bir durumla kıyaslandığında ABD ve Çin, karşılıklı olarak bazı mallardaki ticaretlerine uyguladıkları tarifeyi yüzde 25’e çıkarttıklarında, Çin’in GSYH’si binde 8, ABD’ninki binde 5 ve dünyanınki binde 5 küçülecek. Eğer tarifeler tüm ABD-Çin ticaretini kapsayacak şekilde genişletilirse 2021 yılında küresel GSYH 600 milyar dolar küçülecek (5).

DTÖ: Merkez Ekonomilerin dış ticarette kullandığı sopa
Gerçekte demokratik bir işleyişe sahip bulunmayan ve G-7 Ülkelerinin yönlendirmeleriyle kararlar alan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), azgelişmiş Çevre Ekonomilere, dış ticarette saptırıcı olarak nitelediği tarifeler ve sübvansiyonlar gibi yerli tarımı koruyan uygulamaları yasaklıyor. Diğer taraftan ABD’nin ya da AB’nin kendi çiftçisine verdiği ve yıllık 374 milyar doları bulan sübvansiyonlar konusunda sesini çıkartmıyor (6).
Sübvansiyon politikaları sadece zengin ülkelerin üreticilerine yarıyor. Yani DTÖ aslında zengin ülkeler için teşvik, yoksullar için ise serbest ticareti savunan bir örgüt.
Merkez Ekonomiler güçlü olduğundan DTÖ kurallarını es geçebiliyorlar. Buna karşılık diğerlerinin bu sistem içinde bu kuralları uygulamama gibi bir lüksleri yok. Yani dış ticarette karşılaştırmalı üstünlükler değil, mutlak güç üstünlüğü hâkim.
Böylece, DTÖ’nün eşitlikten uzak, ayırımcı dış ticaret kuralları yüzünden, serbest ticaret teorisinin öngördüğü gibi azgelişmiş ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüklere sahip sektörlerini geliştirerek, buradan hareketle ihracata yönelerek kalkınmaları mümkün değil.
Yani hem tarım, hem de imalat sanayinde DTÖ kuralları bu ülkelerinin kalkınmalarının, gelişmelerinin önünde engel oluşturuyor.
Keza, entelektüel mülkiyet haklarını düzenleyen ve böylece her yıl azgelişmişlerden çok uluslu şirketlere 60 milyar dolarlık bir kaynak aktarılmasına neden olan ve arkasında DTÖ’nün bulunduğu TRIPS uygulaması, sadece yoksullaştırıcı değil, aynı zamanda küresel serbest ticaretin önündeki önemli engellerden birini oluşturuyor (7).

IDSD: Uluslararası tahkim mahkemeleri
Uluslararası tahkim uygulaması ile dünya üretimi ve ticaretinin devleri olan çok uluslu şirketler (ÇUŞ), ulus devletleri bekledikleri kârları elde edemediklerinde dahi mahkemeye verebiliyorlar, onları tazminat ödemeye mahkûm ettirebiliyorlar (8).
Bu düzenleme (özellikle de 1990’lardan itibaren) birçok iki taraflı ticaret anlaşmasının içerisinde yer alan bir düzenleme. Son 15-20 yıldır gündeme getirilen ve henüz tam olarak gerçekleşmemiş olan TPP, TTIP, TISA gibi çok taraflı uluslararası anlaşmalar ise 50’den fazla ülkeyi içine alacak şekilde bu IDSD adı verilen ulus üstü mahkemeleri daha mutlak ve kalıcı hale getiriyor ve uluslararası sermaye-ulus devlet ilişkilerini kökten değiştiriyorlar.
ISDS mekanizması ile çokuluslu şirketler bir devleti, yaptığı ya da yapmayı planladığı yasal düzenlemelerle, zarar edecekleri hatta gelecekteki kârlarını önleyeceği iddiasıyla mahkemeye verebiliyorlar. Çok uluslu şirketlerin kontrolü altındaki böyle bir mahkeme bu konularda karar verebiliyor, hükümetlerden söz konusu zararı tazmin etmelerini ya da düzenlemelerden vazgeçmelerini isteyebiliyor. Tek başına böyle bir davanın açılmasının dahi emek ve çevre koruyucu yasal düzenlemelerini henüz oluşturma yolundaki hükümetler açısından nasıl caydırıcı bir etki yaratacağı açıktır (9).

Neo-liberalizm daha güçlü bir devlete ihtiyaç duyar
Tüm bunların günümüz kapitalizmine hâkim olan neo-liberal ideolojiyle uyumlu olmadığı düşünülebilir. Çünkü (yanlış bir biçimde) neo-liberalizmin, serbest piyasaları ve serbest ticareti savunurken, devlet müdahalecine ve korumacılığa karşı olduğuna inanılıyor.
Oysa neo-liberal ekonomi politikaları yeni ve çok daha güçlü devlet müdahaleleri olmaksızın uygulanamaz. Örneğin azgelişmiş ülke piyasalarının serbestleştirilerek küresel piyasalara entegrasyonunu gerçekleştirmek için (1980’de Türkiye’de olduğu gibi) birçok Latin Amerika ülkesinde ABD destekli askeri darbeler yapıldı.

Küresel bürokrasi uluslararası sermayenin iktidarına hizmet ediyor
Bugün uluslararası sermayenin iktidarı; arkasında Pentagon ve NATO’nun silahlı gücünün bulunduğu IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve ikili serbest ticaret anlaşmalarının oluşturduğu total bir küresel bürokrasi tarafından sürdürülüyor.
Bir başka anlatımla, tarihsel olarak işgaller, askeri darbeler, yapısal uyarlama politikaları, serbest ticaret yalanı ve uluslararası tahkim mekanizması, Merkez Ekonomilerde yerleşik ÇUŞ’lar ve onların yeri işbirlikçilerinin çıkarlarını tüm dünyaya dayatmasının araçları oldular.
İngiliz savaş gemilerinin, 1842 yılında, Çin tarafından uygulanan gümrük tarifelerini ortadan kaldırmak için Çin’i işgal ettikleri tarihten bu yana serbest ticaret asla serbest ticaret olmadı. Gerçekte “serbest ticaret” ulusal bağımsızlıkları ve demokrasiyi zayıflatan ve giderek ortadan kaldıran bir mekanizmaya dönüştü (10).

Devam edecek…

Dip notlar:

(1) Debraj Ray, Development Economics, Princeton University Press, 1998, s. 631- 636.
(2) Bela Balassa, The process of industrial development and alternative development strategies, World Bank Staff Working Paper, No. 438, 1980.
(3) Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and its Solutioans, Windmill Books, 2017, s. 189.
(4) UNCTAD, Trade and Development Report 2018: Power, Platforms and the Free Trade Delusion, 2018, s. 9.
(5) Ben Holland and Cedric Sam, “A $600 Billion Bill: Counting the Global
Cost of the U.S.-China Trade War”, https://www.bloomberg.com (28 May 2019).
(6) Hickel, agk. s. 193-195.
(7) Agk., s. 200.
(8) Agk., s. 207.
(9) AB ülkeleri şu ana kadar 1400 iki taraflı uluslararası yatırım anlaşması (BIT) imzaladılar ve ISDS mekanizmasını yatırımcılar bolca kullandılar. (Bkz: Everything a Trade Union Should Know About TTIP: Stop the TTIP, People’s Movement, www.people.ie (3 January 2018).
(10) Jason Hickel, agk., s. 218.


Formun Üstü