15 Haziran 2017 Perşembe

TETKİKLER KÖTÜ, HASTA KENDİNİ İYİ HİSSETMİYOR, AMA DOKTOR “İYİSİN” DİYOR

TETKİKLER KÖTÜ, HASTA KENDİNİ İYİ HİSSETMİYOR, AMA DOKTOR “İYİSİN” DİYOR

Mustafa Durmuş

14.07. 2017

Bu yılın ilk üç ayına ilişkin ekonomik büyüme oranı açıklandı: Yüzde 5.
Ardından da yorumlar ve değerlendirmeler gelmeye başladı. Bir toplantıda TÜSİAD sözcüsü, diplomatik bir dille, bunun “sürpriz derecede yüksek bir büyüme hızı” olduğunu açıklarken, aynı toplantıda konuşan Dünya Bankası Türkiye Direktörü Zutt “bu büyümenin Kredi Garanti Fonu tarafından tetiklenen yapay bir büyüme” olduğu uyarısında bulundu (1).

2016 yılının son çeyreğinde yüzde 3,5 ve ardından gelen çeyrekte, yani bu yılın ilk üç ayında yüzde 5 büyüme. “Böyle giderse yılın geri kalan kısmında bu yüzde 6, yüzde 7... diye devam eder” diyesi geliyor insanın. Keşke öyle olabilse.
Bunun gerçekleşmesi mümkün mü?

Konu üzerine değerlendirmeler yapan birçok yorumcunun üzerinde anlaştıkları bazı noktaları sıralarsak (2):

-Yüzde 5 büyüme oranı beklenenin çok üstünde.

-TÜİK’in yeni hesaplama yönteminde kullandığı veriler bu sonuca yol açmış olabilir. Dolayısıyla da bir hesaplama hatası olabilir.

-Büyüme, son 6-9 aydır aşırı biçimde sermayeye kullandırılan vergi teşviklerinin, hızla artan kamusal tüketim harcamalarının, bol, düşük faizli ve devlet garantili kredi politikasının bir sonucu. Dolayısıyla da bu teşvikler sürdürülebilir olmadığı gibi, bunların faturası ileriki dönemlerde önümüze gelecek.

- Ekonomik büyüme oranı ile büyümenin bileşenleri olan, sınai yatırımlar başta olmak üzere, diğer verilerin zayıflığı arasında ciddi bir uyumsuzluk var.

- Böyle yüksek oranda büyümüş olan bir ekonomide ortaya çıkması gereken olumlu gelişmeler yok. Tam tersine, geçen yılın ilk çeyreğine göre, işsizlik artmaya devam ediyor, yeni istihdam artışı çok cılız, kamu gelirleri artmıyor, buna karşılık bütçe açığı artıyor, turizm gelirlerinde ciddi düşüş görülüyor, enflasyon bir türlü düşmüyor, yoksul sayısı artıyor, faiz oranları çok yüksek, bu arada hanelerin ve özel sektörün borç stokları giderek büyüyor, kur ise hala 3,50’nin üzerinde seyrediyor.

Yani hasta kendini iyi hissetmiyor, tetkiklerinin, tahlillerinin büyük bir kısmı kötü çıkmış ama doktor ısrarla hastanın iyi durumda olduğunu söylüyor.

Sınai yatırımlarda alarm durumu

Bu değerlendirmelerde gerektiği kadar üzerinde durulmayan bir veri üzerine odaklanmak istiyorum.

Geçen yılın ilk çeyreğinde sabit sermaye yatırım harcamalarındaki büyüme yüzde 6,6 idi ve ekonomi yüzde 4,5 büyümüştü. Oysa bu yılın ilk çeyreğinde yatırım harcamalarında büyüme hızı sadece yüzde 2,2 oldu. Yani yatırım harcamaları üçte bir düzeyine kadar düştü. Buna rağmen büyüme hızı yüzde 5 oldu. Bu nasıl mümkün olabilir ya da bunun ne tür sonuçları olabilir?

Eğer hesaplamalarda bir yöntem hatası ya da kullanılan verilerde bir hata yoksa bunun açıklaması TÜİK’in yaptığı gibi olabilir (3): Harcamalar yönünden büyümeyi sağlayan faktörler; bol, ucuz kredi ve teşvik politikaları sonucunda özel tüketim harcamalarındaki artış (yüzde 5,1), kurdan kaynaklı ihracat artışı (yüzde 10,6) ve kamunun tüketim harcamalarındaki artıştır (yüzde 9,4).

Birkaç banka ve holdingin kârı artınca ekonomi büyüyor

Bu büyümenin bir başka boyutunu gelirler yönünden ele almak mümkün. Daha önceki bir yazımızda da vurguladığımız gibi (4) bu çeyrekte bankaların kârlarını ortalama yüzde 65 oranında artırması, büyük holdinglerin ve inşaat şirketlerinin kârlarını yine milyarlarca lira artırmaları ve borsa kazançlarındaki süper artışlar ekonomiyi büyüttü diyebiliriz.

Böyle bir büyümenin, yeterince ve iyi ücretli ve nitelikli istihdam yaratmadığı, faiz oranlarını, işsizliği, yoksulluğu azaltmadığı, işçilerin, küçük üreticilerin gelirlerini artırmadığı için, emekçiler başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimine somut bir fayda sağlamadığı açık.

Bir diğer önemli husus da böyle bir büyümenin sürdürülebilir olup olamayacağıdır. Zira kapitalizm altında ekonomik büyüme yeni sınai yatırımlarla ve emek gücü verimliliğindeki artışlarla mümkün olabiliyor (diğer yandan böyle bir kâr amaçlı büyüme sonucunda Dünyanın her yerinde görüldüğü gibi emeğin ve doğanın tahribatı da kaçınılmaz oluyor. Bu durum kapitalist üretim tarzının çözemeyeceği çelişkilerden sadece biri).

Yatırım- ekonomik büyüme rabıtası

Yatırımlar ekonomiyi, hem doğrudan (kısa ve orta vadede), hem de emek gücü verimliliklerini artırarak (uzun vadede) büyütüyor. Yani sınai yatırımlar artmıyorsa (tam tersine düşüyorsa) ortaya çıkan büyüme sadece sanal bir büyümedir, kısa vadelidir. Sorunu böyle tanımladığımızda geleceği daha doğru tahmin etmek kolaylaşır.

Kâr ve yatırımın politik iklimi

O halde yatırımcı neden yatırım yapmaktan kaçınır? Bunun kabaca üç nedeni var:
İlk olarak, yatırım yeterince kârlı değildir- yatırım maliyetleri (örneğin kredi faiz oranları) çok yüksektir. İkinci olarak, firmalar çok borçludur, borçlarını çevirmekte zorlanırlar ve üçüncü olarak yatırım için iyi ve güvenilir bir politik ortam yoktur, geleceğe ilişkin ciddi belirsizlikler ve riskler söz konusudur.

İlki konusundaki en büyük sorun son dönemde Türkiye’de bir ayağı hızlı bir finansallaşmaya yaslanan inşaat ve ranta dayalı büyüme modelinin kendidir. Bu sektörde rantlar çok yüksek ve bu rantların yeniden üretim hızı çok yüksek olunca ya da borsa veya devlet tahvili getirileri sanayi kârının üzerine çıkınca, üstelik devlet bu gelirlerden aldığı verginin oranını asgari ücretlinin gelir vergisi oranının dahi altında tutunca (borsa ve tahvilde yüzde 0 - 10) bu sektöre yapılan finansal yatırımlar kuşkusuz daha cazip hale geliyor.

Bir başka deyimle faiz, rant ve bununla bağlantılı sermaye getirileri, sanayi kârının üzerine çıktığında sanayi sektörüne giderek daha az yeni yatırım yapılıyor.

İkinci olarak, ülkede demokrasi, toplumsal barış tesis edilmemişse, hukukun üstünlüğü sağlanamıyorsa, OHAL gibi uygulamalar sürüyorsa, kaldırılması ufukta gözükmüyorsa ve en son olarak Katar’a asker gönderilmesi örneğinde olduğu gibi dış politika alanında alınan bazı alınan kararlar jeopolitik riskleri yükseltmişse, sadece yerli yatırımcı değil, yabancı sınai yatırımcı da yeni yatırım kararı almıyor, hatta bu kesimlerde ülkeden çıkma eğilimi ağır basıyor.

Yatırımların sürdürülebilir, istihdam ve gelir yaratıcı bir büyüme için ne kadar önemli olduğu, aynı zamanda da yüksek borç stoklarının yatırımları nasıl durdurduğu, en son Levy Ekonomik Öngörü Merkezi’nin yapmış olduğu bir araştırma ile ortaya konuldu (5).

Sonuç olarak, Türkiye açısından sadece izlenen büyüme stratejisinin, rantların ve faizlerin, özel sektörün yüksek borç stoklarının ve kısa vadeli dış borç ödemelerinin yüksekliğinin değil, aynı zamanda yatırımın politik ortamının da sorgulanması gerekiyor. Yani ülkenin hızla normalleşmesi, demokratikleştirilmesi, ülkede toplumsal barışın tesis edilmesi soyut bir ekonomik büyüme oranı tartışmasından çok daha önemli.
……….
(1) 
http://www.cumhuriyet.com.tr, 12 Haziran 2017.
(2)
http://www.mahfiegilmez.com/…/buyuduk-ama-sorunlar-da-buyud…;http://www.hurriyet.com.tr/…/ugur-g…/buyume-neden-sasirtiyor;https://www.dunya.com/…/buyumemiz-hizlandi-hizlanmaya-ama-g….
(3)TÜİK, Dönemsel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, I. Çeyrek: Ocak - Mart, 2017,
Sayı: 24567, 
http://www.tuik.gov.tr, 12 Haziran 2017.
(4)
http://www.realitehaber.com/…/buyuk-sermayenin-agzi-kulakl…/ .
(5)
https://thenextrecession.wordpress.com/…/investment-profit-….


14 Haziran 2017 Çarşamba

İNGİLTERE SEÇİMLERİ: “BASKIN HER ZAMAN BASANIN OLMAZ”

İNGİLTERE SEÇİMLERİ: “BASKIN HER ZAMAN BASANIN OLMAZ”
Mustafa Durmuş

10 Haziran 2017

İngiltere Başbakanı ve Muhafazakâr Parti’nin (Tory) lideri T. May baskın bir seçimle hem iktidarını sağlamlaştırmayı, hem de ciddi bir tehdit gördüğü İşçi Partisi’nin (LP) yeni liderliğini (Corbyn) bertaraf etmeyi planlamıştı ama seçim elinde patladı. Üç gün önce yapılan baskın seçim Muhafazakâr Parti açısından bir felaketle sonuçlandı çünkü tek başına iktidar olma imkânını da yitirdi.
Bu seçimlerin kazananı kuşkusuz 2015 genel seçimlerine göre oyunu yüzde 9,5 oranında artırarak yüzde 40 oy alıp 262 milletvekili çıkartan ( 32 mv artış)  İşçi Partisi oldu. Muhafazakâr Parti ise yüzde 42’de kaldı, oy oranını yüzde 5,5 oranında artırdı ve 318 milletvekili çıkarttı ama bir önceki seçime göre milletvekili sayısında 13 düşüş yaşadı. Böylece de tek başına iktidar olma olanağını yitirdi (1). Yani İşçi Partisi yüzde 3 puan daha fazla oy alabilse iktidar olabilecekti.
Irkçılar, göçmen düşmanları kaybettiler
Seçime katılan diğer partilerin tamamına yakını (Sinn  Féin hariç) önemli kayıplar yaşadılar. En büyük kaybı yaşayan ırkçı, göçmen karşıtı UKIP oldu, Yüzde 10,8 oranında oy kaybı yaşayarak sadece yüzde 1,9 oy alabildi. Yeşiller Partisi’nin kaybı yüzde 2,1 oldu.
Oy kaymaları açısından en önemli etkiye sahip olan siyasal parti ise yüzde 1,7 oy kaybeden İskoç milliyetçilerinin partisi olan SNP oldu. Sadece 35 milletvekili çıkartabilen bu parti bu seçimlerde 19 milletvekili kaybı yaşadı. Buna karşılık İrlandalı seçmeni kucaklayan Sinn Féin milletvekili sayısını neredeyse yarı yarıya artırarak toplamda 7’ye çıkarttı.
UKIP’in seçmeninin önemli bir kısmının Muhafazakâr Partiye değil de İşçi Partisi’ne yönelmesi göçmen karşıtlığı politikasının gerçekte tutmadığının bir göstergesi.
Sonucu belirleyen faktör neo liberal kemer sıkma politikaları
Bu seçimlerin sonucunu belirleyen faktör, işçilerin, emekçilerin, işsizlerin ve gençlerin çok ağır kemer sıkma politikalarına, düşük reel ücretlere ve sosyal transferlerin ve kamusal hizmetlerin budanmasına karşı olan tepkileriydi.
Bu durum örneğin gençlerin tercihlerine yansıdı ve seçimlerde genç seçmenler büyük bir çoğunlukla İşçi Partisi’ne yöneldiler. Bu da özellikle de Muhafazakâr iktidarların gençlere gelecekle ilgili olarak (özellikle de istihdam yaratma ve ücretsiz eğitim gibi konularda) hiçbir umut vermemesi, izlediği politikalarla onlardaki yabancılaşma ve dolayısıyla da sisteme karşı çıkma duygularını körüklemesiyle ilişkili.
Nitekim 18-24 yaş arası gençlerin 2/3’ü, 25-34 yaştakilerin ise yarısından fazlası İşçi Partisi’ne oy verdi (benzer bir durum Türkiye’de son referandumda gençler arasındaki ‘Hayır’ oylarının yüzde 60’ı bulmasıyla kendini göstermişti).
Brexit zorda, finans kapitalin kafası karışık
Bu seçimlerin en ağır sonucu iktidar partisi Muhafazakâr Parti için ortaya çıktı. Zira bu partinin bir süredir devam eden yükselişi sona ererken, ezeli rakibi Corbyn’in yeni liderliğindeki İşçi Partisi yükselişe geçmeye başladı.
Bu anlamda Evening Standart’daki yazısında G. Osborne’nin vurguladığı şey çok önemli: “T. May ofiste ama iktidarda değil. Bir iktidar boşluğu var” (2). Bunun açık sonucu yeni bir genel seçimin ufukta olması.
Ayrıca 10 milletvekili çıkartan DUP ile kurulması muhtemel bir koalisyon Hükümeti hem Brexit görüşmelerini daha da zorlaştıracak, hem de bir süredir çözülmüş gibi görünen İrlanda sorununu tekrar hortlatabilecek (3).
Zira böyle bir koalisyon, seçimlerde oylarını yarı yarıya artırmış olan Sinn Fein ile bir süre önce yapılmış olan anlaşmayı zora sokabilir (bu durum AKP’nin MHP ile koalisyonunun Kürt sorunu konusunda AKP’li Kürt seçmen ve milletvekilleri üzerinde yaratabileceği bir etki gibi düşünülebilir).
Bu sonuçlar Muhafazakâr Partiyi zora soktuğu kadar, 19 Haziran’da AB nezdinde başlayacak olan Brexit müzakerelerinde, iktidar çoğunluğunu yitirmiş bir partinin, Avrupa sermayesi karşısında güç yitimine uğramasından dolayı, İngiliz egemen sınıfının müzakerelerde elini zayıflatacak.
Yani AB’de Brexit’i yönlendirecek güçlü bir İngiliz Hükümeti artık mevcut değil. Bu nedenle de seçim sonuçları hem kemer sıkma politikalarının bundan böyle nasıl sürdürülebileceği, hem de Brexit görüşmelerinin İngiliz egemen sınıfı lehine nasıl yürütülebileceği konusunda egemenlerin kafasını karıştırıyor.
Bir başka deyimle, seçim sonuçları İngiliz finans kapitali arasında paniğe neden oldu. Bunu poundun seçimin hemen sonrasında dolar karşısında yüzde 2 değer kaybetmesinden görebiliyoruz.
Ayrıca bu sonuçların İngiltere’nin AB ile olan ticaretinde, ticaret hadleri, Bölge içindeki emek gücü akışı ve Thatcher zamanında uluslararası bir finansal merkez haline getirilen Londra’nın (City of London) finansal sermaye akımlarına ne kadar konu edileceği gibi hususlar üzerinde ciddi etkileri olacaktır.
Yeni bir seçim ufukta
Bütün bunlara bir de hali hazırda süren ekonomik durgunluk (İngiliz ekonomisi bu yılın ilk çeyreğinde G -7’nin en düşük büyüyen ekonomisi durumunda), yüksek işsizlik, artan enflasyon, poundun sürekli değer kaybetmesi gibi diğer ekonomik sorunlar eklendiğinde, siyasal olarak zayıflamış bir Muhafazakâr iktidarın öncülüğündeki bir koalisyon hükumetinin ömrünün uzun sürmesi beklenmemeli. Yani bu yıl yeni bir genel seçim gündeme gelebilir. Böyle olduğunda İşçi Partisi’nin olası bir iktidarından söz edebiliriz.
İngiliz genel seçimlerinin bir kez daha ortaya çıkardığı bir gerçek
Kapitalizm, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun büyük bir kesiminin ekonomik sorunlarına, gelir bölüşümü adaletsizliğine ve genel olarak ekonomik durgunluk ya da kriz gibi sorunlara kalıcı çözümler üretemiyor. Son 30 yıldır uygulanan ve faturayı asıl olarak emekçi sınıflara ödeten, özelleştirmeyi, metalaştırmayı, esnek istihdam ve düşük ücret politikasını, de regülasyonları, kuralsızlaştırmayı esas alan neo liberal politikalar da artık çözüm değil.
Diğer yandan hatırlayalım, 2008 küresel kapitalist krizi sonrasında İspanya ve Portekiz başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde kapitalizmin sorunlarına çözüm üretemeyen Muhafazakar sağcı partiler iktidardan düşürülmüş ve yerine sosyal demokratlar getirilmişti. Ama onların da sonu hüsran oldu.
Çünkü egemen sınıflar, emek karşıtı kemer sıkma politikalarını bu kez bu sosyal demokrat partilere ve hatta Syriza örneğinde olduğu gibi sosyalizme yakın partilere uygulattılar. Bu partiler ‘kestaneleri ateşten alma görevini’ başarıyla uyguladılar, ama bu onların bazılarının sonu olurken, bazılarının da ciddi itibar kaybetmesine neden oldu.
Bu tespitle birlikte, İngiltere’de Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin zaferini küçümsemeden, hatta kendimize olan güvenimizi de tazeleyerek, şu uyarıyı da kendimize yapmalıyız: Kapitalizm altında işçi sınıfı ve toplumun büyük bir kısmının ekonomik ve politik sorunlarından kalıcı bir biçimde kurtulabilmesi mümkün müdür? Yoksa sosyalizm yolunda çok daha köklü, radikal bir değişime mi ihtiyaç var.
Bu bağlamda örneğin İşçi Partisi ve onun lideri Corbyn İngiliz işçi sınıfının gerçek temsilcisi ve lideri midir? Yoksa bu alan hala sosyalistler tarafından doldurulması gereken bir alan mıdır? (4)
…………
(1) The Guardian, “UK election 2017: full results”,
https://www.theguardian.com/…/live-uk-election-results-in-f…, 9 June 2017.
(2) 
http://www.telegraph.co.uk/…/george-osborne-savages-theres…/ .
(3) 
http://www.telegraph.co.uk/…/george-osborne-savages-theres…/. 
(4) Corbynomics konusundaki değerlendirmelerimiz için şu yazılarımıza bakılabilir: “Jeremy Corbyn: Sol için yeni bir umut mu?”, 9 Ekim 2015 tarihinde SYKP’de sunulan konferans metni; İngiliz İşçi Partisi’nin Seçim Bildirgesinden Öğrenmek”, 
siyasihaber.org, 31 Mayıs 2017.



KATAR’DA MADALYONUN DİĞER YÜZÜ

KATAR’DA MADALYONUN DİĞER YÜZÜ: DEV İNŞAAT PROJELERİ VE “MODERN İŞÇİ KÖLELER”
Mustafa Durmuş

12 Haziran 2017

Katar krizi patladığından bu yana sorulan şu soruyu sorarak başlayalım:
Demokrasiden nasibini almamış, 2,2 milyonluk nüfusunun yüzde 86’sının diğer az gelişmiş Müslüman ülke işçilerinden ve Hindistan, Nepal, Filipinler ve Sri Lanka gibi az gelişmiş Uzak Doğu ülkelerinin işçilerinden (toplamda 80’i aşkın ülkeden) oluştuğu, uluslararası raporlara göre bu işçilerin çok ağır koşullarda, çok ucuza, buna karşılık en az günde 12 saat ve haftanın her günü çalıştırıldıkları bir ülkenin devletine destek verilmesi hangi gerekçelerle açıklanabilir?
Meseleyi tam olarak kavrayabilmek için biraz ayrıntıya girelim. 2016 yılı itibariyle 8,000 Türkiyeli işçinin de çalıştığı bu ülkede on binlerce göçmen işçi “modern köleler” olarak çalıştırılıyor. Böyle çalıştırılan işçilere ‘zora dayalı çalıştırılan işçi’ de (forced labour) deniliyor ve bir rapora göre bu ülkede her 100 işçiden 32’si bu koşullarda, istihdam ediliyor (1).
Bu işçiler ev hizmetlerinin yanı sıra (domestic), ama daha ağırlıklı olarak 2022 yılında bu ülkede yapılacak olan olimpiyatlar için inşa edilmekte olan dev stadyumların inşaatlarında ve diğer oto yol gibi alt yapı inşaatlarında çalıştırılıyorlar.
İşçilere borç tuzağı, tefeci faizi
Katar’da çalışan işçilerin başını Hintli, Nepalli, Bangladeşli, Sri Lankalı ve Sudanlı işçiler çekiyor. Bu işçiler bu ülkeye işçi simsarları tarafından adeta bir borç tuzağına düşürülerek getiriliyorlar. Zira kendi ülkelerinde iş bulamayan yoksul işçiler bu ülkeye gelebilmek ve çalışma izni alabilmek için kendi ülkelerinin simsarlarına ağır komisyonlar ödemek ve bunu da yine bu simsarlardan borçlanarak yapmak zorundalar.
Ödenen komisyonlar işçilerin ortalama aylık ücretlerinin (ülkelerine göre değişmek üzere) 4-5 katını bulabiliyor (örneğin aracı komisyonu olarak Hintliler 1,300 dolar, Nepalliler 1,400 dolar, Filipinliler 1,130 dolar, Sri Lankalılar 900 dolar ve Bangladeşliler 925 dolar ödüyorlar). Komisyona ilave olarak simsardan aldıkları bu borçlar için ortalama yüzde 30- 60 oranında da faiz ödüyorlar (2).
Resmi olarak kabul edilmese de bazı kadın işçiler daha çok geç yaşlarda (15-19 yaş aralığında) erken ya da zorla evliliğe sürükleniyor; yüzde 17 oranında ) ve hatta bunların bir kısmı seks ticaretinin de konusu ediliyorlar.
Gerçeği yansıtmayan destek gerekçeleri
Bu gerçeklere rağmen bu ülkeye verilen destek hangi gerekçelerle meşru gösterilebilir ya da halk bu desteği kendince nasıl benimseyebilir?
Bu gerekçelerden biri (en zayıf olanı) “Müslüman ve mazlum bir ülkenin yanında olma” gerekçesi. Ancak bu gerçeği yansıtmıyor zira Katar Emirliğinin mazlum olmakla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, kapıştığı diğer ülkeler de Müslümanlığı kimselere bırakmayan ülkeler.
İkinci gerekçe, Katar’ın Türkiye’deki yatırımları (dolayısıyla da Katar’ın Türkiye ekonomisi için önemi) olabilir ki bu en çok gündemde tutulan gerekçe. Diğer yandan bu ülkeye süratle ve kayıtsız şartsız destek açıklarken, ekonomimiz içindeki önemi bu ülkenin 10 katı kadar olan Almanya ve Hollanda’ya rest çekilmesi bu gerekçeyi de geçersiz kılıyor.
Bu desteği Türkiye’yi yöneten bazı seçkinlerin Katar Emirliği ile olan özel ticari ilişkileri ile ilişkilendiren görüşler de mevcut. Bu konudaki en son örnek CHP İstanbul Milletvekili ve Dışişleri Komisyonu üyesi Eren Erdem’in konuyu Meclis’te gündeme getirmesi oldu. Erdem Türkiye’nin Katar’a vermekte olduğu destekte, “Türkiye’ye AKP iktidarları döneminde Katar’dan gelen 45 milyar dolarlık dövizin ve “damatların, havuz medyasının ve bazı AKP yöneticilerinin bu ülke ile olan ticari ilişkilerinin etkili olup olmadığını sordu” (3).
Katar’ın Türkiye’de özelleştirmeler aracılığıyla sahip olduğu dev yerli kuruluşlar (1,5 milyar dolarlık bir doğrudan yatırım) , devraldığı özel bankalar (örneğin Finansbank) ve T. Varlık Fonu’nun para kaynaklarından biri olduğu bir gerçek.
Ayrıca Katar’ın, her yıl cari açığın kapatılmasında çok önemli bir paya sahip bulunan (geçen yıl tam tamına yüzde 33 idi) ve kaynağı açıklanamayan döviz ya da ‘net ve hata ve noksan kalemi’nde yer alan kayıt dışı paranın bir kısmının kaynağı olduğu ya da çok önemli sıvılaştırılmış gaz rezervine sahip bulunduğu, bunun da enerji açısından dışa bağımlı bir ülke olarak Türkiye açısından çok önemli olduğu dikkate alındığında, bu görüşlerin ya da iddiaların bütünüyle geçersiz olduğunu ileri sürmek son derece zor.
Madalyonun diğer yüzü: Katar’daki dev inşaat projeleri
Ancak bu yaklaşımlar Katar’ı Türkiye’deki yatırımları açısından değerlendirmekle sınırlı yaklaşımlar. Madalyonun bir de diğer bir yüzüne bakmak gerekiyor. Yani Türkiye’nin Katar ile olan dış ticaret hacmi, Katar’daki yatırımları (yürütmekte olduğu büyük projeler vs) bu konuda yol gösterici olabilir.
Öncelikle Katar ile olan ticaretimiz, örneğin rest çekilen Avrupa ülkeleriyle olan ile kıyaslanamayacak kadar, düşük: Sadece 1,3 milyar dolar. O da son 5 yılda çok hızla artarak bu düzeye gelmiş.
Diğer yandan çok dikkat çeken bir başka sektör var: Türkiye’de özellikle de 2007’den sonra izlenen büyüme stratejisinin temelini oluşturan inşaat sektörü. Yani Türk inşaat firmalarının Katar’da son yıllarda aldıkları büyük inşaat ihaleleri. Asıl paranın kazanıldığı yer de burası. Bizce verilen desteğin nedenini araştırırken, bunu ülkede son 10 yıldır izlenen inşaata dayalı büyüme stratejisinden ayrı düşünmemek gerekiyor. Öyle ki hatırlayalım, bu strateji sayesinde Türkiye’nin küresel çapta faaliyet gösteren 42 büyük inşaat firması oldu.
Katar’da iş yapan Türk inşaat firmalarına ve alınan projelere ilişkin veriler bu savımızı doğruluyor. Bu verilere göre (4), Türk inşaat firmalarının Katar’da hali hazırda bitirdikleri ya da sürdürdükleri 119 büyük inşaat, alt yapı projesi var. Bunların değeri 15 milyar doları aşıyor. Yani bu ülkenin yaptığı doğrudan yatırımların ya da bu ülke ile olan dış ticaret hacminin 10 katı büyüklüğünde bir inşaat projesi yürütüyor Türkiyeli büyük inşaat firmaları Katar’da.
Tekfen, Doğuş ve diğerleri
Bunlar içinde özellikle de bir firma, Tekfen Holding’e bağlı Tekfen İnşaat bu projelerden aslan payını almış gibi gözüküyor. Öyle ki örneğin 2022 yılındaki Dünya Kupası için Doha’da yapılmakta olan sayısız stadyumun içinde en büyüğünü Katarlı bir firma ile birlikte Tekfen yapıyor.
Keza bu firma geçen yıl Ağustos ayında Katar Hükümeti ile Al Khor’dan geçen 34 km’lik, 10 şeritlik, 12 viyadüklü ve 8 kavşaklı bir dev otoban projesi için anlaşmaya vardı. Sadece bu projenin tahmini bedeli 1, 2 milyar dolar. Bu projenin 2019 yılına kadar tamamlanması bekleniyor. Tekfen ayrıca geçen yıl 980 milyon dolarlık Al Shamal Otoyolu Projesi’ni tamamladı.
Bunun dışında Doğuş İnşaat başta olmak üzere diğer Türk inşaat firmalarının da bu ülkede büyük oto yol yapım projeleri devam ediyor.
Geçen yıl bu aylarda Katar Emiri Al Tahani Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile stratejik işbirliği anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşma, aralarında havacılık, savunma, enerji, eğitim gibi değişik alanların da olduğu bir düzineden fazla projeyi içeriyor.
Katar’daki inşaat pastası iştah kabartıyor
2022 Dünya Kupası için yapılacak olan stadyumlar da dâhil, alt yapı ve üst yapı inşaat projelerinin tutarının 137 milyar doları bulacağı göz önüne alındığında, özellikle de içerde şu ana kadar yürütülen büyüme stratejisinin sınırlarına gelinmesi yüzünden sıkıntı çeken büyük inşaat firmaları açısından Katar ile olan ilişkilerin sürmesinin ve bu ülkeye verilen askeri ve siyasi desteğin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.
Biraz  teori
20’yyın başında “Emperyalizm” adlı eserini yazan Lenin’in ünlü bir sözü var: “Siyaset ekonominin yoğunlaşmış halidir”.
Biraz açarsak, tıpkı 20yy’ın başlarından itibaren batılı uluslararası çapta faaliyet gösteren büyük sermaye grupları gibi, bugün uluslararası düzeyde iş yapan Türkiyeli inşaat firmaları, iş yaptığı ülkelerdeki kazanımlarını koruyabilmek ve daha da artırabilmek anlamında devlete giderek daha bağımlı hale geldiler.
Keza devlet de hem rakiplerine karşı kendini koruyabilmek, hem bölgesel olarak güç kaynağı olabilmek, hem de vergi gibi gelirleri sağlayabilmek için bu büyük sermaye gruplarına destek vermek durumunda.
Özetle (genelleştirerek söylersek), yoğun küresel rekabet altında ve küresel ekonomik krizler çağında, ulus devletlerin ve büyük sermaye gruplarının birbirine olan ihtiyacı, giderek artan karşılıklı bağımlılıkları, ulus devletlerin, kendi ulus ötesi şirketlerinin çıkarlarını korumak için, onların arkalarında bir askeri güçle durma ihtiyacını hissetmelerine neden oluyor. Bu da jeopolitik gerilimlerin ve çatışmaların da yoğunlaşmasına yol açıyor.
…………

9 Haziran 2017 Cuma

HER ŞEY KAR İÇİNSE ‘BIRAKINIZ YAKSINLAR, BIRAKINIZ YIKSINLAR…’

HER ŞEY KAR İÇİNSE ‘BIRAKINIZ YAKSINLAR, BIRAKINIZ YIKSINLAR…’

Mustafa Durmuş
9 Haziran 2017
Habere göre, “Üretim Reformu” olarak tanıtılan ‘Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nın zeytinliklerin imara açılmasını öngören 2. maddesi tepkiler üzerine komisyona geri çekildi.
Daha önce de üç işçi sendikası başkanının ortak olarak düzenlediği basın toplantısı sonrasında kıdem tazminatı fonunun kurulması ile ilgili çalışma durdurulmuştu.
Bu haberler başta emek örgütleri olmak üzere aslında toplumun büyük bir kesimi tarafından memnuniyetle karşılandı ve hatta bazı yazarlar bunu emek ve ekoloji konusundaki duyarlılığın artması sonucunda Hükumete attırılan bir geri adım olarak nitelediler.
Geri adım mı, daha uygun bir zaman mı bekleniyor?
Zeytinlikler konusunda daha önce defalarca aynı düzenlemenin gündeme getirilmiş olması ikinci olasılığın daha güçlü olduğunu gösteriyor. Kaldı ki aynı yasa tasarısında diğer bazı düzenlemelerin değiştirilmeden kalması bu kuşkuyu güçlendiriyor.
Örneğin, üniversitelerde görev yapan araştırma görevlilerinin istihdamının tamamen geçici statüde olması öngörülüyor. Keza tasarıya son anda eklenen özel bir madde ile Trabzon’da kurulması planlanan şehir hastanesi için Kıyı Kanunu’nda değişikliğe gidiliyor. Ayrıca Sanayi Bakanlığı’nın talebi üzerine endüstri bölgeleri, teknoloji geliştirme bölgeleri, organize sanayi bölgeleri, serbest bölgeler ve taşınacak sanayi siteleri için meralar ot bedeli ödenmeden yapılaşmaya açılabilecek. Kısaca biz zeytinlikleri kurtardığımızı düşünürken diğerleri sırada bekliyor.
Emeğe ve doğaya karşı bu kadar hoyratça davranış niye?
Bunun yanıtı belli: İçinde yaşadığımız sistem olan kapitalizmin sürükleyici gücü kâr, en fazla kâr elde etmek. Yani bu sistemde üretim insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil, kâr için yapılıyor. Bunu da sistem enerji kaynaklarının, hammaddenin kaynağı olan doğayı ve bunu işleyen emeği sonuna kadar sömürerek yapıyor. Doğal kaynakların, ya da doğanın kullanım değerini değil onun değişim değerini, piyasa değerini ön planda tutuyor. Böyle bir kârı sağlayabilmek için de olabildiğince fazla üretim ve bir o kadar da tüketimi zorluyor. Bu da kabaca emeği ve doğayı tahrip ediyor, yok ediyor. İş kazaları giderek artarken, küresel ısınma başta olmak üzere çok sayıda doğal felaketin de önü açılıyor.
Yani emeğin ve doğanın tahribatı kapitalizmin kâr mantığında vücut buluyor. Böyle bir tahribat tesadüfi ya da istisnai değil, sisteme içkin, kaçınılmaz bir olgu.
Bu nedenle de ünlü tarihçi Howard Zinn, 2002’de “kâr güdüsünün insanlık için ne denli tahrip edici olduğu yönündeki Marks’ın öngörüsünün bugün çok daha önemli bir hale geldiğinin, para kazanma ve kâr güdüsünün bugün şirketlerin havayı, suyu kirletmesine ve küresel silah firmalarının kimlere karşı kullanılacağı dahi bilinmeyen devasa silah üretimine neden olduğunun, bu bağlamda da toplumların gerçek anlamda demokratikleşmesinin ancak kâr motifinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceğinin” altını çizmişti.
Sermaye ve onun güdümündeki politikacılar bu tahribatı nasıl meşrulaştırıyorlar?
Böyle bir tahribatı savunanların sarıldıkları en önemli tez bu yolun en maliyet - etkin yol” olduğu tezi. Yani “ancak bu yolla ülkede sanayileşmeyi sağlayabiliyorlar, kalkınma hedeflerini tutturabiliyorlar, istihdam yaratıyorlar, şirketleri piyasada ayakta kalabiliyor”. Eğer örneğin “şirketler sınai atıklarını arıtmaya kalksalarmış, iflas ederlermiş, bunun sonucunda da işçiler işsiz kalırlarmış”, vs, vs…
“Zeytinlik mi önemli, yoksa sanayi mi?” demekle “şirketin başka çaresi yok, fabrika çevreyi koruma için değil, kâr yapmak içindir” demek arasında öz itibariyle herhangi bir fark yok.
Bencillik erdeme dönüştürüldü !
Bu nedenle de 18. ve 19.yüzyıl kapitalizminin 'bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler' biçimindeki temel sloganı, günümüzde 'bırakınız yaksınlar, bırakınız yıksınlar'a dönüşmüş durumda. Nitekim içinde yaşadığımız coğrafyada süren savaş doğayı yakıp yıkıyor, genç, yaşlı, çoluk, çocuk, kadın, erkek demeden binlerce insanın ölümüne neden oluyor, son olarak Sürmene’de olduğu gibi ormanlık alanlar bir anda yanıveriyor ve ardından villalar yükselmeye başlıyor.
Serbest piyasacılar “bırakınız yapsınlar” inancına tapınırlar, çünkü bu inanç onların işine yarar. Bu görüşün babası A. Smith’e göre, “her birey kendi çıkarını (kârını, faydasını) maksimize ederse, toplumun refahı maksimize olur”. Buna inanıldığında artık emek ve doğa tahrip eden her türlü faaliyet “bilimsel olarak ! ” meşrulaştırılmış oluyor.
Yani bu kesimler için serbest piyasa ve kâr maksimizasyonu toplumun, doğanın kısaca her şeyin üstündedir. Emekçi söz konusu olduğunda kaynakların kıt olduğundan dem vururlar ama doğadaki kaynakları hiç tükenmeyecek gibi görürler. İstedikleri zaman tüketir ya da zehirlerler.
Şirketler şımarık çocuklar gibi sorumsuz riskler almaya, denizleri kirletmeye, toplumu hasta etmeye, atıklarını tüm bölgeye yaymaya devam ederler ve kâr edebilmeleri için hükümetler tarafından sık sık kurtarılırlar.
Serbest girişim ve piyasacı özgürlükler onlar için her türlü değerin üzerindedir. Ama gerçekte bu özgürlüklere sığınarak gezegeni bir çöplüğe çevirirler. Bu özgürlük aslında güçlünün zayıfı, zenginin yoksulu sömürme, ezme özgürlüğüdür. Onlar için özgürlük kavramı aç gözlülüğün haklı gösterilmesinden başka bir şey değildir.
Aynı gemide miyiz?
Sermayenin, zenginlerin sosyal konut sunumu, kamusal eğitim, sosyal güvenlik ve kamusal sağlık hakkı gibi kazanımlarımızı yok etmeye çalışması bir noktaya kadar anlaşılabilir bir şey. Çünkü bu alanlardaki kesintiler, kemer sıkma politikaları bu süper zenginlere ve ailelerine zarar vermiyor. Onlara lazım olan her türlü hizmeti ve korumayı satın alabilecekleri kadar, hatta fazla servetleri var. 
Diğer yandan onlar da aynı Dünyada yaşıyorlar. Bu yüzde neden oldukları ekolojik felaketler onlar için de bir tehdit değil midir?
Aslında ekoloji konusunda da durumları bizimkinden farklı. Zira bizler gibi yaşamıyorlar. Farklı sınıf gerçeklikleri var, havanın daha temiz olduğu, sadece zenginlerin yaşadığı bölgelerde yaşıyorlar. Özel olarak üretilmiş organik ürünler tüketiyorlar. Toksik atıklar onların yaşadığı yerlerden çok uzaklara gömülüyor. Bu kesimler ormanlık, yüksek bölgelerde, akarsu kenarlarında, çimen kaplı arazilerde ve çok iyi gizlenen yollarla erişilebilen bölgelerde yaşıyorlar.
Uzun vadede onların sonu da bizimkinden farklı olmayacak. Fakat bizim gibi onlar da burada ve şimdi yaşıyorlar, uzun vadede yaşamıyorlar. Bu nedenle de onların bugünkü temel meselesi ekolojik tahribattan, zeytinliklerden, kıyılardan ya da iş kazalarından oldukça farklı: Devasa boyutlarda kâr elde edebilmek.
Dünyanın ya da gezegenin geleceği, bugünkü büyük çaptaki yatırımlarıyla kıyaslandığında onlar için çok uzak bir endişe kaynağı. Bu kesimler açısından çevre için harcadıkları her lira ya da dolar, kârdan zarardır.
Yani bu çevrelerin bugünkü kazançları, toplumun gelecekteki kaybından çok daha önemli. Bunlar için, bir ormanı çöle çevirmenin toplumsal maliyeti, kesilen ağaçlardan elde edilen kerestenin yarattığı kârın çok gerisinde kalan bir durum. Ve her zaman mantıklı bir açıklamaları vardır: “İnsanların ziyaret edebileceği başka birçok orman var. Ama ekonominin keresteye, kereste işçilerininse işe ihtiyacı var !”. Bir başka deyimle "zeytinlik mi önemli, onun arazisine kurulacak olan fabrika mı ya da bu arazide yatan madenler mi?, Bu ülkenin yeni yatırımlara ihtiyacı var!"
Oysa doğa kendini savunamıyor, onu savunmak bize düşüyor, ancak bu süper zenginler doğadaki her şeyi metaya, metayı da ölü sermayeye dönüştürmek istiyorlar. Ekolojik felaket onlar için önem arz etmiyor.
Monomani
Kâr ve servet biriktirme tutkusu bunların gözünü öyle kör etmiş, öyle bir patolojik bir durum yaratmış ki, içinde yaşadıkları dünyanın ne durumda olduğunu göremezler. Oldukça, daha fazla olsun isterler. Para, servet bağımlıları kendileri için hep daha fazla isterler, hatta yaşamları boyunca tüketemeyecekleri kadar çok servetleri olsun isterler. Bu da aslında insanlığı yok eden bir saplantılı patoloji, bir monomani durumudur.
Durumumuzu şöyle bir metaforla açıklamak mümkün: Freni patlamış bir otobüsün içindeyiz ve otobüs derin ve tehlikeli bir geçide son sürat girdiğinde bizim para, kâr, servet bağımlıları ne yapar sizce? Her halde bu durumu fırsata çevirip fahiş fiyatlarla bizlere kemer ve yastık vs pazarlamaya çalışırlar. İşte geleceğimizi de böyle fırsatları tasarlayarak planlıyorlar.



DİNİME LAF EDEN MÜSLÜMAN OLSA BARİ

"DİNİME LAF EDEN MÜSLÜMAN OLSA BARİ"
Mustafa Durmuş
7 Haziran 2017
Orta Doğu’daki başını S. Arabistan’ın çektiği blok ile Katar arasında ortaya çıkan gerilimin bize anımsatabileceği yaygın bir deyiş mevcut: “Dinime laf eden Müslüman olsa bari !”.
S. Arabistan, Katar’ı Suriye’de IŞİD ile birlikte hareket etmekle (böylece de teröre destek veren bir devlet olmakla) suçluyor.
Doğru, ama eksik. Çünkü taraflar bu konuda başından bu yana birlikte hareket ettiler. IŞİD, başta ABD olmak üzere bazı batılı ülkelerin kurdurup, finanse ettirdikleri ve bugün kavga eden bu ülkelerin doğrudan ya da dolaylı olarak destekledikleri El Nusra gibi Cihatçı örgütlerin geldikleri son nokta değil mi? Bu ülkeler, bu örgütlere her türlü finansal, askeri, örgütsel ve lojistik desteği verirken birlikte değiller miydi?
Bir başka deyişle, “ tahinle pekmez gibi birbirine karışmış” olan bu devletler şimdi birbirine düştüler. S. Arabistan bu kirli işbirliğini, ellerini yıkayıp, bütün faturayı Katar’a keserek unutturmak mı istiyor da Katar’a yükleniyor? Ya da mesele gerçekten terörü destekleyen bir devleti yalnız bırakarak cezalandırmakla sınırlı bir mesele mi? Yoksa derinde başka şeyler mi var?
Eğer mesele gerçekten teröre karşı çıkmak olsaydı, bu denli büyük bir ekonomik ambargo ile Katar ekonomisi boğulmak istenir miydi?
Bizce meselenin çok daha farklı boyutları var. Yani yüzeydeki kavgayı biraz geçip derinde olanlara bakmak lazım. Bunun için de aslında kavgada gözükmeyen iki ülkenin bu konudaki stratejik konumlarını ya da rollerini irdelemek gerekiyor. Bunlar İran (dolayısıyla da Çin, belki biraz Rusya) ve S. Arabistan (dolayısıyla da ABD).
S. Arabistan’ın Bölge’deki etkinliği açısından en büyük rakibinin İran olduğu kuşku götürmez. Ayrıca bu iki devletin Sünni-Şii çatışmasının asıl tarafları olması da işin bir diğer boyutu.
İran, Katar ile özellikle de son yıllarda çok önemli projelerde ortaklık yapmaya başladı. Bunların başında Bölge’deki alan olarak ortak kullandıkları büyük doğal gaz rezervleri geliyor. Yani iki ülke son yıllarda hiç olmadığı kadar ekonomik çıkarlarını ortaklaştırmaya başladı.
Bu durumun S. Arabistan’ı rahatsız ettiği açık. Bu nedenle de “terörist devlet” suçlamasına sığınarak uyguladığı büyük çaplı ekonomik ambargo ile bu zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip küçük ülkeyi İran’ın nüfuzundan kopartmak ve yanında tutmak istiyor (bu arada belki bazı yorumcuların ileri sürdüğü gibi, “gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla” kabilinden bize de mesaj vermek istiyor).
İşin içinde İran, S. Arabistan olunca kaçınılmaz olarak kare tamamlanıyor ve sahneye arka planda Çin ve ABD çıkıyor. Zira Çin, bir süredir ABD ile Orta Doğu’da ve Güney Çin Denizi’nde gerilim yaşıyor. Bu durum bu emperyal güçlerin hegemonya savaşlarında gelinen son safhayı yansıtıyor.
Bu savaşta Çin’in ayrı bir rolü daha var. Çin, İran pazarını ve imtiyazlı petrol yataklarını AB devletlerine ve sermaye gruplarına açarak, onları ABD ve ABD’li sermaye grupları karşısında avantajlı hale getirebilecek olan Avrasya Koridoru’nu kurabilecek konumdaki tek ülke.
Yani sonuçta, Katar üzerinden yaratılan gerilim, emperyalist devletler ve bu devletlerin destekledikleri sermaye gruplarının yürüttükleri vekâlet savaşlarının son biçimini sergiliyor.


2 Haziran 2017 Cuma

ZEYTİN AĞACINDAN, VERGİ AFFINA BÜTÜN YOLLAR SERMAYEYE ÇIKIYOR


ZEYTİN AĞACINDAN, VERGİ AFFINA BÜTÜN YOLLAR SERMAYEYE ÇIKIYOR

Mustafa Durmuş

01.06.2017

Zeytin ağacı ve zeytinlikler Akdeniz’in ortak zenginliğidir. Beyaz güvercinin ağzındaki zeytin dalı barışın simgesi, zeytinyağı insan sağlığı için en sağlıklı yağdır. Aynı zamanda zeytin bir zamanlar yoksulun kahvaltı sofrasının vazgeçilmezi ve ekmek, peynir ve domatesle birlikte inşaat işçilerinin en çok tükettikleri besindi.

Bir süredir izlenen tarım politikaları nedeniyle giderek neredeyse lüks gıda maddesi olarak marketlerde satılan zeytin ve verimi düşen zeytinliklerle ilgili bir kötü haber yeni bir yasa tasarısı ile gündeme geldi.

Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı’nın açıklamasına göre, Meclis’te bir torba yasa ile düzenlenecek olan  ‘Üretim Reform Paketi’yle sanayide atılım yaşanacak. Bu yıl sanayi üretim endeksinin yüzde 1’e yakın bir oranda gerilediği göz önüne alındığında bu açıklama olumlu bir haber gibi algılanabilir. Ama ayrıntıya bakıldığında bunun  zeytinliklerin tahrip edilmesiyle sonuçlanabileceği  anlaşılıyor. Öyle ki bu tasarı ile 120 milyonu aşkın zeytin ağacı risk altında olacak. Zira bu zeytinlik arazileri sanayi,  inşaat ve ranta açılırken, artık zeytini ve zeytinyağını çok daha yüksek fiyatlarla tüketmek durumunda kalacağız ve ithalata yükleneceğiz.

Kıdem tazminatında geri adım mı?

Yapılması planlanan düzenlemeler sadece ekolojik etkilerle ya da tüketiciler üzerindeki etkileriyle sınırlı değil. Bir başka yasa tasarısı ile (İş Mahkemesi Kanunu Yasa Tasarısı),  başta kıdem tazminatları, haksız fesih tazminatı ve kötü niyet tazminatı olmak üzere birçok işçi alacağı ile ilgili olarak işçilerin dava açma zaman aşımı süresi 10 yıldan 5 yıla indiriliyor.

Yani bundan böyle işçiler haklarını almak için açacakları davalarda ellerini daha çabuk tutmak zorunda kalacaklar. Bu haber de kıdem tazminatının fona devredilmesi ile ilgili çalışmaların rafa kaldırıldığını müjdeleyen TÜRK-İŞ’ in başkanının kulağına küpe olmalı.

İnşaata destek sürecek

Hatırlayalım, birkaç ay önce 684 Sayılı KHK ile konut satışların ile ilgili olarak yeni bir düzenleme yapıldı. Bu düzenleme ile 2014 yılında yürürlüğe giren “Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun” ile konut alanlara ilişkin yasada değişikliğe gidildi.
Böylece daha önce, tüketicilere alım tarihinden itibaren 14 gün içinde sebepsiz ve her hangi bir tazminat ödemek zorunda kalmaksızın alımdan cayma ve projenin teslimine kadar olan yaklaşık 3 sene içinde yüzde 2 gibi bir tazminatla satıştan dönebilme hakkı tanınmışken, bu KHK ile tazminat oranı da yüzde 8’e kadar yükseltildi. Konutu iade eden tüketici parasını eski düzenlemede 90 günde geri alırken, artık bu süre 180 güne çıkartıldı. Yani sektörde işler yüklenici firmalar için kolaylaştırılırken tüketiciler için zorlaştırıldı.

Sermaye için vergi ve prim afları serisi sürüyor

Son olarak,  irili, ufaklı sermaye kesimlerinin esas olarak vergi ve SGK primlerinden oluşan ödenmemiş borçlarıyla ilgili olarak borçların yeniden yapılandırılması adı verilen vergi ve SGK prim affının 2011 yılından bu yana dördüncüsü birkaç gün önce çıkartıldı.

Böylece 2017 yılı Nisan ayı itibariyle yapılandırılan vergi alacağı 80 milyar olarak belirlendi.  Aynı ay itibariyle bu alacaklardan tahsil edilen miktar ise sadece 15 milyar lira olabildi (bu tür aflar ekonomik kriz gibi ortamlarda nadiren ve genelde kamu alacaklarının tahsilatlarını hızlandırmak için yapılırlar).

Yılın geri kalanında tahsilat rakamının çok artmasını beklememek gerekiyor. Zira artık vergi mükellefi bu tür afları siyasal iktidarlarla bir karşılıklı alış veriş olarak görüyor ve bu nedenle de bizlerden tahsil ettiği KDV’yi dahi götürüp yatırmıyor. Bu aflarda vergi aslına bağlı cezaların tamamı, bağlı olmayanların yarısı siliniyor ve daha düşük oranlı gecikme faizi uygulanıyor.

Bu afların kaçınılmaz sonucu, bu yılın ilk dört ayında olduğu gibi, KDV’de tahsilat oranının yüzde 24, gelir vergisinde yüzde 60’ı dahi bulmaması.

Özcesi inşaat- finans ve rant üzerine kurulu bir birikim stratejisi hem doğa, hem emek tahribatıyla sonuçlanırken, hem de başta vergi gelirleri olmak üzere kamu gelirlerinin azalmasıyla sonuçlanıyor.

Bu bütçe açıklarının daha da artmasına yol açıyor. Bu açığı artıran bir faktör işverenlerden toplanmayan primler oluyor. Bu da Bütçeden SGK’ ya kaynak aktarımına neden oluyor. Son afların konularından birini oluşturan SGK açıklarının kapatılması için Bütçeden bu kuruma aktarılan payın 2003 yılından bu yana reel değerlerle 3 kat artmış olması bu sorunun büyüklüğünü ortaya koyuyor. Yani deyim yerindeyse SGK da iflasa doğru gidiyor. Böyle olunca zorunlu BES gibi uygulamalarla devlet bu yükü üstünden atmaya çalışıyor. Bu patronların işine geliyor, zira onlar da böyle bir sorumlulukta kurtulmak istiyorlar.


31 Mayıs 2017 Çarşamba

İNGİLİZ İŞÇİ PARTİSİ’NİN ‘SEÇİM BİLDİRGESİ’NDEN ÖĞRENMEK

İNGİLİZ İŞÇİ PARTİSİ’NİN ‘SEÇİM BİLDİRGESİ’NDEN ÖĞRENMEK
Mustafa Durmuş
31 Mayıs 2017
8 Haziran’da İngiltere’de genel seçimler yapılacak. Geçen yıl çok küçük bir farkla kabul edilen Brexit’in ardından bu seçimlerin sonuçları hem ülke, hem Avrupa Birliği, hem de Dünya siyaseti açısından önemli olacak. Zira Brexit ile birlikte iktidardaki Muhafazakâr Parti kan kaybetmiş, hatta bölünmenin eşiğine gelmişti. Bu seçimlerde üçüncü parti konumundaki Liberal Demokratlar’ın etkisiz kalması bekleniyor.
Buna karşılık Jeremy Corbyn’in liderliği altında ciddi bir biçimde atağa geçen İşçi Partisi’nin yıldızının parladığı görülüyor. Bu biraz da Parti’nin yeni vizyonu ile ilgili bir durum zira kitlelere giderek daha çok umut veriyor.
Seçim Bildirgesi
Corbyn, Partisi’nin iktidar vizyonunu, 16 Mayıs’ta düzenlediği bir basın toplantısı sırasında, 128 sayfalık, oldukça kapsamlı olarak hazırlanmış bir seçim bildirgesi aracılığıyla sundu (1).
Bu bildirgede, özellikle de vergileme ile ilgili yer alan öneriler ve bunun beraberindeki kamusal hizmet taahhütleri oldukça cesur, bir o kadar da bazı kesimler için rahatsızlık verici nitelikte.
Bu bağlamda, bu bildirgenin analizi, sadece metropol ülkelerde sağda ve solda yer alan siyasal partilerin programları arasındaki farkı görmek açısından değil, aynı zamanda, örneğin bizdeki iktidar partisinin ya da kendini “sosyal demokrat” olarak nitelendiren ana muhalefet partisinin bu konudaki yetersizliklerini anlayabilmek açısından da son derece önemli.
Vergiler temel araç
Vergileme ile başlayalım. İşçi Partisi gelirler ve kurum kârları üzerinden alınan vergileri artırarak ve yeni bir finansal işlem vergisi konularak yaklaşık 62 milyar dolarlık (49 milyar pound) bir ek vergi geliri sağlamayı hedefliyor.
Bu gelirlerle de kabaca eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlere daha fazla kaynak ayırmak istiyor. Örneğin, son dönemlerde özelleştirmelerle tahribata uğratılan 'Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) tekrar etkin bir kamusal sağlık sistemi haline dönüştürülmesi için 37 milyar pound ayrılacak, üniversite harçları bütünüyle kaldırılacak ve yeni yatırımların fonlanmasına aracılık yapacak 250 milyar poundluk bir kaynağa sahip olacak bir Ulusal Yatırım Bankası kurulacak.
Sermayenin vergileri artırılıyor
Yıllık 80,000 poundun üzerinde gelir elde edenlerin vergi oranı yüzde 40’tan yüzde 45’e ve 123,000 poundun üzerinde olanların vergisi yüzde 50’ye çıkartılırken, şirket yöneticilerine yılda 330,000 pounddan fazla ücret ödeyen kurumlardan ilave yüzde 2,5 oranında vergi alınacak. Ayrıca kurumlar vergisi oranı (büyük şirketlerde halen yüzde 26) üçte bir oranında artırılacak.
En az bunlar kadar önemli bir yeni vergi, “Robin Hood Vergisi” olarak da tanımlanan finansal işlemler vergisi hayata geçirilecek. Türev araçlar ve tahvillerin her alım satımında binde 2 oranında tahsil edilecek olan bu vergiden tek başına 4,7 milyar poundluk bir vergi alınması hedefleniyor (bu arada bizde borsa kazançlarının yüzde 0, hazine bonosu ve tahvillerinin yüzde 0 - yüzde 10, mevduat faizlerinin yüzde 10-15 oranında ve bir asgari ücretliden daha düşük oranda vergilendirildiğini hatırlayalım).
Kamulaştırmaya geri dönüş
Seçim bildirgesinde yer alanlar vergilerle sınırlı değil. Kendinden önceki iki neo liberal lider olan Blair ve Cameron’un özelleştirmeci, ticarileştirmeci görüşlerinin tersine, Corbyn bildirgede demiryolları, içme suyu ve atık su, enerji gibi bir süre önce özelleştirilmiş bulunan kamu hizmetlerinin tekrar kamulaştırılacağı sözünü veriyor.
Ayrıca emekli maaşlarının her yıl düzenli olarak (en az enflasyon oranında ya da yüzde 2,5) artırılması ve emekçilerin ödeyebileceği fiyatlardan yılda en az 100,000 yeni konut yapılması sözü de veriliyor.
Savaş karşıtlığı ve "İki Devletli Çözüm"
Bildirge Orta Doğu için de son derece cesur taahhütlerde bulunuyor. Daha önceki İşçi Partisi liderleri ABD emperyalizmi ve İngiliz devleti ile birlikte hareket ederek Irak, Libya ve Afganistan’a askeri müdahaleyi, S. Arabistan’ın Yemen’ e saldırısını yani savaşları desteklemişken, Corbyn altındaki İşçi Partisi bu müdahaleleri reddediyor, NATO ile ilişkileri sorguluyor.
Dahası Filistin için iki devletli bir çözümü öneriyor. İsrail’in Filistin topraklarını işgaline, sürdürdüğü blokaja, hukuksuz yerleşimlere ve İsrail devlet terörüne karşı çıkıyor. Bir Filistin devletinin kurulması halinde onu hemen kabul edeceğini açıklıyor.
İktisadi etkinlik ve bölüşümsel adalet için sermaye vergilemesi
Tekrar vergilere dönersek. Corbyn’in önerilerinin hem iktisadi olarak, hem de bölüşümsel adalet açısından haklı bir zemini var, ancak özellikle de Trump ile birlikte ABD başta olmak üzere tüm metropol ülkelerde zenginlerin gelir vergisi ve kurumlar vergisi oranlarının indirilmesinin bir trende dönüştüğü (Türkiye’de de koşullar uygun hale geldiğinde bu indirimler sürdürülecektir) bu öneri nasıl savunulabilir, nasıl hayata geçirilebilir?
Öncelikle, zenginlerin vergilerini düşük tutmanın ekonomiyi büyüttüğünün ya da yüksek tutmanın ekonomik büyümeyi yavaşlattığının bilimsel kanıtları yok. Bunlar sadece ana akım iktisat-maliye anlayışının soyut modellerden yola çıkarak kabul etmemizi istedikleri çıkarımlar.
Bunun nedeni kuşkusuz modellerin defolu olması kadar, ekonomik büyümeyi etkileyen vergileme dışında çok sayıda başka faktörün söz konusu olması. Yani vergi indirimleri, deyim yerindeyse, “gümüş mermi” değiller (örnek olarak ABD’de Clinton döneminde sermaye vergileri daha yüksek, buna karşılık Bush döneminde daha düşüktü, ama ilkinde ekonomik büyüme hızı diğerinden yüzde 1,1 puan daha yüksek gerçekleşti).
Yani “mucizevi” Laffer Eğrisi, iddia edilenin aksine, ampirik çalışmalarla doğrulanmıyor. Çünkü örneğin yüksek gelirliler emek arz ederken vergi oranlarına kayıtsız kalıyor, buna karşılık düşük gelirliler iş bulma kaygısı yaşadıklarından bütünüyle duyarsın hale geliyorlar.
Kârı ve diğer sermaye kazançlarını daha düşük oranda vergilendirmek reel tasarruf ve yatırımlardan ziyade spekülatif yatırım biçimlerini özendiriyor. Ayrıca zenginlere sağlanan vergi indirimleri girişimciliği teşvik etmiyor, zira bu kesimler devletin bu güvencesi altında kendilerini daha az risk altında hissediyorlar. Teşvikle büyümek onlar için bir büyüme kültürü halini alıyor.
Daha az vergi daha çok dış kredi, daha çok kamu zararı
Vergi indirimleri aynı zamanda bütçe açığını artırıyor, bu faiz oranlarını yükseltiyor, kamusal tasarrufları azaltıyor ve bunun sonucunda da yeni kamusal yatırımlar yapılamaz oluyor.
Bunun kaçınılmaz sonucu eğitim, sağlık ve zorunlu alt yapı gibi verimli kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi oluyor. Ya da bu yatırımlar asıl olarak büyük sermaye gruplarına, inşaat şirketlerine ve bankalara yarayan kamu-özel ortaklığı modeliyle yapılıyor. Bu model ise Hazine garantileri ve koşullu yükümlülükler biçiminde özel sektörün risklerini ve zararını kamunun sırtına yüklüyor.
Düşük kurumlar vergisinden asıl bankalar yararlanıyor
Böylece ekonomik büyüme açısından kurumlar vergisi ya da zenginlerin gelir vergisini düşürmek değil, yükseltmek gerekiyor. Ayrıca düşük kurumlar vergisi oranları verimliliğe ters, zira bundan gerçekte üretimde bulunan firmalardan ziyade bankalar yararlanıyor. Yani işleyiş biçimi olarak reel sektör için gerçek anlamda bir teşvik değil.
Oysa kurumlar vergisi oranı artırılırken reel üretimde yatırım indirimi yüzde 100’e çıkartıldığında bankalar gereksiz yere teşvik edilmezken, reel üretim kat be kat teşvik edilmiş olacaktır. Ayrıca gelir adaletsizliğinin giderek arttığı bir ekonomide kurumlar vergisi oranının yükseltilmesi kadar gerekli bir şey olamaz (bu konuda iki farklı oran uygulamasına gidilerek küçük işletmeler korunabilir). Bu düzenleme istihdamı, ekonomik büyümeyi, verimliliği ve ücretleri artırır. Tüm bunlar da vergi gelirlerini artırır.
Böylece Corbyn’in sunduğu seçim bildirgesi, vergilemeyi sihirli bir araç olarak sunma hatasına düşmeksizin, sırasıyla vergiden kaçınmayı, vergi gelirlerini artırmayı, gelir bölüşümü adaletsizliğini azaltmayı, yatırımları teşvik etmeyi ve ekonomik büyümeyi sağlamayı hedefleyen bir bütüncül vergi reformu önerisi içeriyor.
Bu anlamda vergi gelirlerimizin giderek düştüğü, 2011’den bu yana dördüncü kez çıkardığımız vergi afları ile sermayeden vergi toplamaktan neredeyse vazgeçtiğimiz, artan özellikle de güvenlik ve seçim vb harcamalarıyla bütçe açığının son bir yılda iki katından fazla arttığı, finansman modeli olarak ağırlıklı olarak iç ve dış borçlanmaya yüklendiğimiz ve bunun yüksek faiz, Hazine garantileri nedeniyle kamuya risk oluşturduğu bir dönemde bu önerilerden öğreneceğimiz çok şey var.
Çıkartılan vergi afları vb düzenlemelerle bir yere varamayacağımızı, bunların sorunu sadece ertelemek olduğunu, bunların vergi bilincini zayıflattığını ve vergi gelirlerini daha da düşüreceğini kabul ederek işe başlayabiliriz.
Yukarıdaki bildirgede sunulan perspektiften hareketle ilave olarak şunları talep etmeliyiz:
Özellikle de kentsel dönüşüm, arsa rantı biçimindeki ekonomik rantı vergilendiren bir rant vergisi hayata geçirilmeli, üst gelir gruplarının vergi oranları dik artan oranlı bir biçimde yükseltilmeli, servet vergisi konulmalı, kurumlar vergisi oranı küçük firmaları koruyacak bir biçimde ikili düzenlenmeli ve büyük şirketlerin oranı yükseltilmeli, üretici kuruluş- finansçı ayırımı yapılmalı, sermayeye sunulan muafiyet, istisna ve vergi matrahından indirilebilecek giderler ciddi olarak azaltılmalı, vergi idaresinin ve mükelleflerinin vergi gayreti arttırılmalı, asgari ücretten gelir vergisi alınmamalı, halkın üzerindeki KDV, ÖTV gibi adaletsiz vergiler ciddi olarak düşürülmeli ve son olarak toplanan bu vergilerle yapılan tüm kamu harcamaları etkin bir biçimde denetlenmeli, hesap verilebilir hale getirilmelidir.



Formun Üstü