8 Aralık 2019 Pazar

2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (2)- Halkın üzerindeki vergi yükü daha da artacak


2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (2)- Halkın üzerindeki vergi yükü daha da artacak

Mustafa Durmuş

6 Aralık 2019

Türkiye, emekçilerin üzerindeki vergi yükünün en fazla olduğu, dolayısıyla da vergi adaletsizliğinin en yoğun yaşandığı ülkelerin arasında ilk sıralarda yer alıyor.
Öyle ki 35 OECD ülkesi içinde vergi kaması (Vergi kaması = Gelir Vergisi + SGK primleri – devlet yardımları / brüt ücret + işveren SGK primi katkısı) en yüksek 18. ülke konumunda.
Örnek olarak, iki çocuklu bir işçi için bu oran yüzde 36,4. OECD ortalaması ise yüzde 26,6. İki çocuklu bir işçinin vergi yükü yüzde 25,3 (OECD’de ikinci en yüksek ülke). OECD ortalaması ise yüzde 14,3. (1)
Kısaca kurumlar vergisinin oranının yüzde 20 olduğu (efektif oranın yüzde 10’u bulmadığı) ülkede emek üzerindeki yük bunun en az iki katı.
Türkiye’de bu yükün OECD ortalamasının en az üçte biri oranında daha fazla olmasının nedeni, bir kısmı sosyal transferler olarak da adlandırılan “devletçe sunulan yardımların” yok denecek kadar az olması.
Ortalama bir Türkiyeli işçi, örneğin Fransa ya da İsveç gibi, bizdeki vergi yükünün en az iki katına sahip bir ülkedeki bir işçiden çok daha fazla net vergisel yük altında kalıyor. Çünkü bu ülkelerde işçilere sunulan ücretsiz ve nitelikli kamusal hizmetler ve devlet yardımları ödedikleri verginin net yükünü büyük ölçüde ortadan kaldırıyor (2).

2020 BÜTÇESİ VERGİ GELİRLERİ YÖNÜNDEN DE ADALETSİZ BİR BÜTÇE
Toplam vergi gelirleri içindeki payları yüzde 66’yı bulan ÖTV, KDV gibi vergiler Gelir Vergisi gibi vergilerle kıyaslandığında göreli olarak çok daha adaletsiz vergiler.
Bu vergiler geniş yığınların kullandığı her türlü mal ve hizmet üzerinden alınıyorlar. Genelde bu vergilerde yoksullar lehine istisna ya da muafiyetlere yer verilmiyor ve artan oranlı olarak düzenlenmiyorlar, bu nedenle de halkın üzerinde kalıyorlar.
Öyle ki Türkiye’de et, süt, eğitim, sağlık gibi halk için zorunlu nitelikteki mal ya da hizmetlerde KDV oranı yüzde 8 iken, pırlanta, elmas, kıymetli ve yarı kıymetli ham taşlardan ne KDV ne de ÖTV, ikisi de alınmıyor.
Üçüncü büyük vergi konumundaki ve toplam vergi gelirlerinin yüzde 22’sini oluşturan Özel Tüketim Vergisi gelirlerinin yüzde 48’i petrol ve doğal gaz ürünlerinden, yüzde 33’ü alkollü içkiler ve tütün mamullerinden ve yüzde 15’i ise motorlu taşıtlardan sağlanıyor. Öyle ki köylünün kullandığı 1 litre mazot ya da otomobillerimizde kullandığımız 1 litre benzin için ödediğimiz vergi bunların fiyatının yüzde 60’ını aşıyor.
Böyle vergiler (petrol, alkol ve sigaradan alınan ÖTV’de olduğu gibi) adaletsizdirler, yani düşük gelirliler bu yükü daha ağır, yüksek gelirliler ise daha hafif hissederler (regresiflik). Kolayca yasal mükellefler tarafından nihai tüketiciye, yani bizlere yansıtılırlar. Yasal olarak başka bir mükellef varken, verginin fiilen ödeyicisi sıradan insanlar olur.
Bu nedenle de bütçenin vergi yükünü ÖTV boyutuyla da emekçi halk çekiyor. Enflasyon arttığında bu vergiler de arttığından, enflasyonun arttığı dönemlerde halkın üzerindeki bu yük daha da artıyor.

DOLAYSIZ VERGİLER DE EMEKÇİNİN SIRTINDA
Vergi gelirlerinin yüzde 20’sinin biraz üzerinde bir paya sahip bulunan ve toplam vergi gelirleri içinde ikinci büyüklükteki Gelir Vergisinin yükü de emekçilerin sırtında. Çünkü bu verginin neredeyse üçte ikisi emekçiler tarafından ödeniyor.
Gelir Vergisinin bileşenlerine bakıldığında; bu verginin yüzde 92’sinin stopaj (kaynakta kesme), yüzde 5’inin beyanname ve binde 3’ünün Basit Usulle toplandığı görülüyor. Stopajın yüzde 65’i ücret stopajlarından geliyor. 2 milyonu aşan ve kâr, faiz ve rant gibi sermaye geliri elde eden beyannameli mükellefin ödedikleri gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı sadece yüzde 1. (3)
Sermaye sahiplerinin üzerindeki vergi yükünün bu denli düşük olmasının nedenlerinin başında ise sadece bu kesimin faydalanabildiği; vergi kaçırma, vergi afları ve vergi uzlaşmaları ve yaygın muafiyetler, istisnalar, vergi indirimleri ve ertelemeleri (vergi harcamaları) geliyor. Öyle ki 2020 yılında vergi harcamaları adı altında çok büyük kısmı sermaye geliri elde edenlerden olmak üzere alınması gereken vergi alınmayacak.

2020 YILINDA YENİ VERGİLER VE YENİ YÜKLER GELİYOR
2020 yılında siyasal iktidar 785 milyar liralık vergi (yani bu yıldakinden 28 milyar lira daha fazla) toplamayı amaçlıyor. Ayrıca bütçe açığını 139 milyar lirada (bu yıldakinden 58 milyar lira fazla) tutmayı hedefliyor. (4)
Durum böyle olunca neden yeni vergilerin gündeme getirildiği, cezalara yapılan zamların neden resmi enflasyon oranının neredeyse üç katına yakın bir oranda belirlendiği ve elektrik, doğal gaz gibi temel hizmetlere neden sürekli zam yapıldığı ve bundan sonra da yapılacağı da anlaşılıyor.
Yeni vergi kanunları getiren düzenleme aynı zamanda; hem ülke ekonomisinin ve kamu maliyesinin ne kadar sıkıntılı bir durumda olduğunun, hem (düzenlemelerin kendi iç tutarsızlıkları ve iktidarın iç çatışmalı halinin belirginleşmesi nedeniyle) bu durumun mevcut siyasal yapı ile aşılmasının ne denli zor olacağının, hem de yakın gelecekte halkımızın yeni vergilerin ve mali yüklerin altında nasıl daha da yoksullaşacağının ipuçlarını veriyor.
Kısaca üç yeni vergi geliyor: Dijital Hizmet Vergisi (yüzde 7,5), Konaklama Vergisi (yüzde 2,0) ve Değerli Konut Vergisi (binde 3 - yüzde 1). Bu vergilerden yerel yönetimlere her hangi bir pay verilmeyeceği kanunda belirtiliyor. (5)
Bu vergilerin dolaylı vergilerin payını daha da artırarak vergi yükünün halkın üzerinde iyice yığılmasıyla sonuçlanması kaçınılmaz. Çünkü dijital ortamda sunulan ve hayatımızın bir parçası haline gelen tüm hizmetlerden ve örneğin pansiyonlardaki konaklamadan dahi vergi alınacak.
Değerli Konut Vergisi ile 5 milyon liralık konutu olandan artan oranlı gibi görünen bir verginin alınması servet sahibi zenginin vergilendirileceği gibi bir algı yaratsa da gerçek öyle değil. Çünkü örneğin 5 milyon liranın altında değere sahip 500 konutu olan bir zengin müteahhitten bu vergi alınmayacak. Yani bu vergi bir göz boyamadan ibaret.
Ayrıca Gelir Vergisi Kanunu’nda belirtilen ve en üst gelirlilere (500 bin TL üzeri) uygulanan vergi oranı yüzde 35’ten yüzde 40’a çıkartıldı. Ancak ücret gelirleri açısından ücretliler lehine olan indirimin sadece 4,000 lira olması bir yana, yılda 500,000 liranın üzerinden ücret geliri elde edenler asıl olarak az sayıda, şirketlerin üst düzey yöneticileri konumundakiler.
Kaldı ki sermaye geliri elde edenler o kadar çok muafiyet ve indirimden yararlanıyor ki ödedikleri efektif verginin oranı yüzde 20’lere kadar düşüyor.
Yani bu düzenleme hali hazırda ikinci gelir diliminden vergilendirilen asgari ücretliler ve biraz üzerinde ücret geliri elde edenler için bir iyileştirme sağlamıyor.
Kambiyo işlemlerinde Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi (BSMV) binde 1’den binde 2’ye çıkartıldı. Çalışanlarına bir günde bedeli 10 lirayı aşmamak kaydıyla toplu taşım kartı ya da bileti veren işverenlerin bu ödemeleri Gelir Vergisinden istisna tutuluyor.
Vergi zıyaı cezalarında ise (ilk defa işlenip işlenmediğine bakılmaksızın) yüzde 50’ye kadar indirim yapılacak. Yani Değerli Konut Vergisi ile bir rant vergisi alınıyormuş gibi yapılırken, şirketlere ve beyannameli mükelleflere sağlanan kolaylıklara devam edilecek.

HAZİNE’NİN BORÇLANMA LİMİTİ ARTIRILDI
Hazinenin net borçlanma limiti artırıldı ( bu yıl için ilave 70 milyar TL borçlanma imkânı verildi). Yani siyasal iktidar sadece ağır dolaylı vergiler ve temel mal ve hizmetlerin fiyatlarına yapılan zamlarla değil, giderek artan borçlanmayla sürekli olarak artan bütçe açıklarını kapatmak için halktan kaynak transfer etmeye devam edecek.
Yeni vergiler ve vergi düzenlemelerinden siyasal iktidar 6 milyar TL gelir elde etmeyi beklerken, gelecek yıl vergi harcaması adı altında çok büyük kısmı kâr, faiz, kira gibi sermaye geliri elde edenlerden olmak üzere alacağı 195,6 milyar TL’lik vergiyi almaktan vazgeçecek (6).
Emeklilikte Yaşa Takılanların (EYT’liler) haklı taleplerinin yerine getirilebilmesi için sadece 26,1 milyar liralık bir kaynak gerekiyor. Asgari ücretin vergi dışı bırakılması halinde ise yaklaşık 30-40 milyar liralık bir vergi kaybı söz konusu. İktidarın tahsil etmekten vazgeçtiği vergi miktarı ise bunların neredeyse 6-7 katı. Kaldı ki bu kayıp sermayeden, servetten ve rantiyeden daha fazla vergi alınarak rahatlıkla telafi edilebilir.
Buna rağmen bu haklı talepler reddediliyorsa meselenin kaynak sıkıntısı ya da ekonomi ve maliye biliminin gerekliliği gibi kavramlarla açıklanabilmesi mümkün değil.
  
VERGİLEME AYNI ZAMANDA POLİTİK BİR TERCİH
Konunun özünde vergilemenin, tıpkı kamu harcamaları gibi sınıflar arasındaki kavganın temel alanlarından biri olduğu gerçeği yatıyor. Kısaca, siyasal iktidarlar üzerinde etkili olan egemen sınıf ya da kimlikler vergi politikalarının nasıl olacağı üzerinde de etkili oluyorlar.
Ayrıca vergilemeye ilişkin tartışmaların nesnel olması mümkün değil. Sınıfsal çıkar farklılıkları, ideolojik farklılıklar ve değer yargıları vergi politikaları üzerinde belirleyici öneme sahipler.
Bu bağlamda vergileme meselesi aynı zamanda politik bir tercih meselesidir.
Nitekim politikayı yönetenlerin ve onların temsil ettikleri sosyal sınıf ve kimliklerin tercihleri hem vergileme, hem de kamu harcamalarının belirlenmesinde, kısaca bütçenin belirlenmesinde etkili oluyor. Bu yüzden de çok daha farklı sınıfsal temele oturan bir siyasal iktidar altında çok daha farklı vergi ve bütçe politikalarının uygulanabilmesi mümkün.

DAHA AZ VERGİ YÜKÜ İÇİN SAVAŞ YERİNE BARIŞ GEREKLİ
Verginin zorunlu bir ilişkisinin olduğu bir unsurun da altını çizmek gerekiyor. Tarihe baktığımızda Roma İmparatorluğu döneminden günümüze, yani gönüllü bağışlardan zorunlu vergilemeye geçiş sürecinde kalıcı vergileri ortaya çıkaran en önemli faktörün savaşlar olduğunu görürüz. Örnek olarak modern anlamda Gelir Vergisi ilk kez ABD’de 1913 yılında, Birinci Dünya Savaşının finansmanını sağlamak için gündeme getirildi.
Bu yüzden savaş harcamaları ya da günümüzdeki tanımıyla savunma veya güvenlik harcamaları ne kadar fazla olursa vergi de, verginin getirdiği yük de o kadar fazla oluyor.
Verginin yükünün emeğin üstüne yıkıldığı mevcut vergi sistemleri altında ise böyle harcamaların karşılanabilmesi ancak halkın daha fazla vergilendirilmesiyle mümkün oluyor. Kısaca siyasal iktidarlar bu tür harcamalara ne kadar eğilimli iseler, o kadar fazla kaynak yaratmak zorunda kalıyorlar. Bu da bir yandan halkın üzerindeki vergini yükü de o denli artırırken, diğer yandan yeni borçlanmaların yapılmasına neden oluyor.

MAGNA CARTA: “KRAL DAHA AZ SAVAŞSIN…”
Nitekim Bütçe Hakkının ortaya çıkışı demek olan Magna Carta’ya (1215) bakıldığında, bunun Britanya Kralı Charles’in savaş çıkartma yetkisini kısıtlamak, yani onun daha fazla savaşarak halktan daha fazla vergi toplamasını önlemek için gündeme getirildiği anlaşılıyor. (7)
Bu nedenle de (çıkış kaynağı savaşlar olmasından ötürü) savaşlar ile vergi doğrudan ilişkili ise, tersinin de geçerli olması, yani verginin barışla da doğrudan ilişkisinin olması gerekir. Çünkü her türden barış (toplumsal barış dâhil) vergiye olan ihtiyacı azaltır. Yani halk daha az vergi ödemek istiyorsa barışı daha fazla savunmak zorunda.
Günümüzde çağdaş vergileme ilkeleri arasında; eşitlik, adalet, harcamalarda dürüstlük ve vergiye demokratik gönüllü katılım kadar, işte bu nedenle, barış da zorunlu bir vergi ilkesi olarak savunuluyor artık.
…devam edecek

DİP NOTLAR:

(1) OECD, Taxing Wages, 2017.
(2) 
https://taxfoundation.org/taxing-high-income-2019 (5 Aralık 2019).
(3) Muhasebat Genel Müdürlüğü, www.muhasebat.gov.tr ve Gelir İdaresi Başkanlığı Faaliyet Raporlarından tarafımızca hesaplanmıştır.
(4) 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller.
(5) Dijital Hizmet Vergisi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi (2/2312 - Kasım 2019).
(6) 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller.
(7) Richard Murphy, The Joy of Tax, Corgi Books, 2015, s. 155-157.




5 Aralık 2019 Perşembe

2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (1)- Güvenlik Harcamaları, Askeri Sanayi Karması Sektör ve Devlet Mali Krizi


2020 BÜTÇESİ ÜZERİNE BAZI NOTLAR (1)-
Güvenlik Harcamaları, Askeri Sanayi Karması Sektör ve Devlet Mali Krizi

Mustafa Durmuş

5 Aralık 2019



2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi bugünlerde T.B.M.M Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Çok büyük bir ihtimalle kabul edilecek ve 1 Ocak’tan itibaren yürürlüğe girecek.

DÜNYADA NEO-LİBERAL HEGEMONYA SARSILIYOR, KİTLESEL TEPKİLER ARTIYOR

Bu bütçe, dünyada neo-liberal hegemonyanın inişe geçtiği ve kapitalizme yönelik eleştirilerin ve Arjantin’den, Peru’ya, Kolombiya’ya, Şili’ye, Ekvator’a, Lübnan’a ve İran’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada protesto eylemleri ve halk isyanları biçiminde kendini gösterdiği, kapitalist sistemin meşruiyetini yitirmeye başladığı bir süreçte görüşülüyor.

Türkiye’de ise, bir yandan artan intihar eylemleri gibi eylemler işsizliğin artık sosyal bir kriz haline dönüştüğünü gösterirken, yapılan anketler ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, gelir bölüşümü adaletsizliği gibi ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm üretemeyen ve giderek otoriterleşen rejimin toplumsal tabanını hızla yitirdiğine işaret ediyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KRİZİ BİÇİM DEĞİŞTİREREK SÜRÜYOR

Her ne kadar TÜİK bu yılın üçüncü çeyreğinde ekonominin binde 9 oranında büyüdüğünü açıklasa da (1), bu büyümenin ağırlıklı olarak devletin nihai tüketim harcamalarındaki artıştan (yüzde 7,0) kaynaklandığı, sabit sermaye yatırımlarındaki düşüşün ise (yüzde - 12’6 oranında) devam ettiği, dolayısıyla da büyümenin sürdürülebilir olmadığı anlaşılıyor.  

Bu niteliğiyle ekonomik büyüme 2020’de hedeflendiği gibi yüzde 5 dahi olsa emekçi halkların işsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk gibi sorunlarına çözüm getirmekten çok uzak. Çünkü böyle bir büyüme toplumsal sorunları gizlemeye yarayan bir araç olmaktan öte bir işleve sahip değil.

Yani Türkiye ekonomisi 2015 yılından bu yana sürdürdüğü yavaşlamasını 2018 yılının başlarından itibaren ekonomik kriz ile devam ettiriyor. Ekonominin bir yıl boyunca küçülmesine, yüksek enflasyona ve tarihsel zirve yapan işsiz sayısına ilave olarak, “ödemeler dengesi-döviz krizi” olarak başlayan kriz, özel sektörün dış borç krizi ve bankacılık krizi şeklindeki “finansal kriz” riskini artırırken, kriz yeni bir aşama olarak “devletin mali krizine” dönüşüyor.

Ekonomiyi üçüncü çeyrekte pozitif büyüten devlete ait tüketim harcamaları ise bütçe açığını daha da artırarak bu krizi derinleştirmeye hizmet ediyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KRİZİNİN 3 DİNAMİĞİ

Bu süreçte Türkiye ekonomisini krize sokan üç dinamik sırasıyla şunlar oldu:
(i) Türkiye ekonomisinin emperyalist-kapitalist dünya sistemine eklemlenme biçimi. Kısaca Türkiye küresel sermaye hareketlerindeki büyük çaptaki dalgalanmaların, gidiş gelişlerin sonucunda belirli aralıklarla krize giriyor.

(ii) Kürt sorununda müzakereye dayalı çözüm sürecinin sona erdirilmesi ve tekrar askeri çözümlere dönülmesi ve Suriye’deki savaşın parçası haline gelme durumu (bütçe ve genel ekonomi üzerindeki etkileri aracılığıyla) krizi tetikledi.

Öyle ki iç ve dış güvenlik harcamalarına Merkezi Yönetim Bütçesinden ayrılan pay: 2017’de 64 milyar TL civarında iken,  2018’de bu tutar 84,5 milyar TL’yi aştı (2).
(iii) FETÖ-AKP ittifakının dağılmasının yol açtığı ve 15 Temmuz Darbesi ile sonuçlanan politik kriz ve ardından gelen OHAL uygulamaları sermaye çıkışlarına, ekonomiye olan güven yitimine ve yatırımların durmasına yol açtı.

Nitekim bu gelişmelerin bütçe üzerindeki etkilerini doğrularcasına Koç-Eaf-Tüsiad Raporu (3), 2017 sonu itibariyle iç ve dış güvenlik kurumlarının toplam olarak merkezi yönetim bütçesinin yaklaşık yüzde 11’i civarında kaynak kullandığını açıkladı (adalet hizmetlerine ayrılan pay da dâhil edildiğinde bu yüzde 12’yi aşıyor).

DEVLETİN MALİ KRİZİNİN 3 GÖSTERGESİ: BÜTÇE AÇIĞI, HAZİNE NAKİT AÇIĞI VE DEVLET BORÇLANMASI

Son üç yıldır (özellikle de son bir yıldır) bu göstergeler çok kötüleşti. Bütçe açığı sadece bu yılın ilk 6 ayında (-) 78,6 milyar TL’yi buldu ve daha yılın yarısında), geçen yılkı toplam açığın yaklaşık yüzde 108’ine, bu yılki hedef olan 80,6 milyar TL’lik açığın yüzde 97,5’ine erişti.

Tarihsel olarak en yüksek Faiz Dışı Açık (FDA) gerçekleşti. Geçen yılın ilk 6 ayında  (-) 12,3 milyar TL faiz dışı açık verilmiş iken, bu yılın ilk 6 ayında bu 2,3 kat (yüzde 230 oranında) artarak (-) 27,8 milyar TL’ye çıktı.(4) Bu açığın hızla büyümesi devletin yapısal bir mali kriz riski (dolayısıyla borçlanma yönündeki baskı) içinde olduğuna işaret ediyor.

Artık sorun sadece yüksek faiz ödemeleri değil çünkü faiz ödemeleri düşüldükten sonra dahi bütçe çok ciddi açık veriyor. Bu da devlet maliyesinin dengesizliğine neden olan bazı yapısal faktörlerin devrede olduğunu gösteriyor. Devlet harcamalardaki artışın bütçe gelirlerindeki artışın bir buçuk katı, vergi gelirlerindeki artışın ise dört katından fazla olması bu gelişmede etkili oldu.

Bir yandan faiz ödemeleri (ilk 6 aylık dönemde faiz ödemelerinin artış hızı yüzde 50,1 oldu), diğer yandan sermaye destekleri şeklindeki harcamalar ve özellikle inşaat ve enerji sektöründe faaliyette bulunan bazı şirketlerin kurtarılması için yapılan harcamalar hızla arttı.

GÜVENLİK HARCAMALARINA AYRILAN DEVASA KAYNAK VE YILDIZI PARLAYAN ASKERİ SANAYİ KARMASI SEKTÖRÜ

Kimilerine göre  “güvenlik harcaması” (savunma ve iç güvenlik gibi), kimilerine göre “askeri ve otoriterleşmeye dönük harcamalar” kimilerine göre ise “savaş harcamaları”nda daha önce görülmemiş ölçüde bir artış gözlemleniyor.

Tabloda (5) 2020 yılına ilişkin Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneklerinin dağılımı gösteriliyor. Bu dağılıma bakıldığında ülkedeki hem kamusal kaynakların, hem de ekonomide yaratılan değerin önemli bir kısmının nasıl iç ve dış güvenlik için kullanıldığı anlaşılıyor.

Öyle ki sermayelerinin tamamına yakını devlete ait olan Aselsan, Roketsan, Savunma ve Hava Sanayi, TAİ, STM gibi Askeri-Sanayi Karmasının yerel örneklerini oluşturan şirketlerin güvenlik hizmetine dönük üretimleri için kullandıkları kaynak olan 98,5 milyar TL de dâhil edildiğinde ekonomiden ayrılan toplam kaynak miktarı 249 milyar TL’ye yükseliyor (bütçenin yaklaşık yüzde 23’ü). Bu rakama Savunma Sanayi Destekleme Fonu, TSKGV gibi fon ve vakıfların harcamalarının dâhil edilmediğini hatırlatalım.

HAZİNE NAKİT AÇIĞI 2 KATINA ÇIKTI

Bu yılın ilk 10 ayında Hazine nakit açığı geçen yılın aynı dönemine göre iki katına çıkarak (-) 101,7 milyar TL’ye fırladı. (6) Merkez Bankasının el konulan kaynakları olmasaydı açık (-) 148 milyar TL’ye çıkacaktı. Böylece artık siyasal iktidar açısından geriye sadece yeni borçlanma yapmak ve yeni vergiler koymak yolu kaldı. Torba Yasa ile borçlanma limiti yükseltilirken üç yeni vergi getirildi.

DEVLET BORÇLANMASI HIZLA ARTIYOR 

Bütçe ve Hazine nakit açığındaki hızlı artış devletin hızlı borçlanmasına neden oluyor. Öyle ki 2001 yılının ikinci çeyreği itibariyle brüt kamu borç stoku 147,1 milyar TL iken, politik krizin olgunlaştığı 2016 yılının ikinci çeyreğinde bu rakam 690,9 milyar TL’ye ve 2019 yılının ikinci çeyreğinde 1,3 trilyon TL’ye yükseldi. (7)  Yani brüt kamu borç stoku son 18 yılda tam 9 kat; 2016 yılından bu yana ise 2 kata yakın arttı.
Bu yılın ilk 6 ayında ise, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 100 artışla,  yoğun bir borçlanma yaşandı ve toplamda 78,2 milyar liraya yakın yeni nakit borç alındı. Bu yıl için limit 70 milyar lira artırıldı.

Kısaca, içine düştüğü mali krizi aşabilmek için iktidar bloku; sadece yeni vergiler koymakla ve temel mal ve hizmetlerin fiyatlarına sürekli zam yapmakla kalmıyor, ayrıca giderek artan borçlanmayla halktan kaynak transfer etmeye devam ediyor.

Bu gidişatın sonu (borçların reddedilmesi olmayacağına göre) monetizasyon, yani karşılıksız para basma ve devamında enflasyon, devalüasyon ve döviz krizine geri dönmek olursa bu sürpriz olmayacaktır.

…devam edecek


DİP NOTLAR:

(1)  TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hâsıla, III. Çeyrek: Temmuz - Eylül, 2019, http://tuik.gov.tr (2 Aralık 2019).
(2)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Yıllık Bütçe Gerçekleşme Raporları 2018 ve 2019.
(3)  KOÇ, EAF, TÜSİAD, Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu III- 2018/I Bütçe Uygulama Sonuçları, s. 62-64.
(4)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Aylık Bütçe Gerçekleşmeleri Raporu (Haziran 2019), s. 1-4.
(5)  2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller, 2020’ye ait öngörüler ve ilgili şirketlerin bilançolarından hesaplanmıştır.
(6)  T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, 2019 Yılı Hazine Nakit Gerçekleşmeleri, https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri (7Kasım 2019).
(7)   T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kamu Brüt Toplam Borç Stoku (2000-2019), https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri (30 Eylül 2019).




2 Aralık 2019 Pazartesi

YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (4)- İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur!


YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (4)- İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur!

Mustafa Durmuş

1 Aralık 2019

Yurttaşlık Temel Geliri önerisinin (YTG) toplumsal fayda ve maliyetlerini ülkelerdeki hali hazırdaki sosyal refah devleti uygulamalarının, sosyal transferlerin niteliğine, yaygınlığına ve büyüklüğüne göre değerlendirmek gerekiyor.
Çünkü bu destekleri dikkate aldığımızda gelişkin Avrupa ülkeleri ile azgelişmiş ülkelerde programın fayda ve maliyetleri farklılaşabilir.

YTG’NİN YAPILABİLİRLİĞİ NEDİR?
Şu ana kadar çok kısıtlı bir uygulamasının olması ve bu konudaki teorik çalışmaların daha ziyade Kuzey Amerika ve Avrupa ülkeleri gibi ülkelerle sınırlı kalması nedeniyle yapılabilirlik tartışmaları da bu ülkelere dönük olarak yapılıyor. 

Bu çerçevede genel olarak gelişkin Avrupa ülkelerinde programın toplumsal fayda ve maliyetleri bir arada değerlendirildiğinde, YTG programlarının yapılabilirliği zorlaşıyor.
İngiltere’deki düşünce kuruluşu Compass’ın yapmış olduğu bir çalışmanın bulgularına göre (1), finansal olarak karşılanabilir bir YTG’nin sağladığı toplumsal fayda yetersiz kalırken, yeterli fayda sağlayan bir YTG karşılanabilir düzeyde olmuyor.

ASTARI YÜZÜNDEN PAHALI BİR PROGRAM MI?
Çünkü eğer örneğin İngiltere’de mevcut yoksulluk yardımları kaldırılıp yerine aylık 292 poundluk bir YTG verilirse; çocuk yoksulluğu yüzde 10, emeklilerin yoksulluğu yüzde 4 ve çalışanların yoksulluğu yüzde 3 artıyor. Mevcut sosyal yardımları koruyup, ilave destek olarak çalışanlara 284 pound aylık YTG (diğerlerine daha düşük miktarlarda) verildiğinde ise bu GSYH’nin yüzde 6,5’i büyüklüğünde (170 milyar pound) bir ilave vergi alınmasını gerektiriyor.
Bu programın önde gelen teorisyenlerinden P. Van Parijs’in önerisi olan yılda 600 avroluk bir gelirin Belçika ekonomisinin kabaca yüzde 6’sına ve en cömert haliyle aylık 1,100 avroluk bir gelirin Fransız ekonomisinin yüzde 35’ine (871 milyar avroya) denk düşen bir mali yük getireceğini öngörmek gerekiyor. (2)
Bunca maliyete rağmen sonuçlar da iç açıcı değil: Çocuk yoksulluğu ancak yüzde 16’dan yüzde 9’a; çalışan yoksulluğu yüzde 13,9’dan yüzde 12’ye ve emeklilerin yoksulluğu yüzde 14,9’dan yüzde 14,1’e düşürülebiliyor. Böylece, bu büyüklükteki bir kaynağın olumlu etkisi çok sınırlı kalıyor ve özellikle de çok ihtiyacı olanlar bundan yeterince faydalanamıyorlar. Yani YTG aslında yeni bir vergi gibi işlev görüyor. (3)
Ayrıca hali hazırdaki kamu harcamalarının ülke ekonomisinin yüzde 50’si civarında olduğu kapitalist bir ekonomide (bu oranı yüzde 70’lerin üzerine çıkartacağı için), ekonomiyi tamamıyla sosyalleştirmeden bunu yapabilmek mümkün değil. Kuşkusuz siyasal iktidarda köklü bir değişim gerçekleşmeden de bu politik olarak yapılabilir değil.

PETROL, ARAZİ YA DA DİĞER MÜŞTEREKLERİN GELİRLERİNDEN FONLAMA
Böyle bir programın finansmanı ya Alaska’da ve Norveç’te önerildiği gibi petrol (veya arazi) gelirleri gibi gelirlerle ya da vergilerle karşılanacaktır. Aksi taktirde faydası çok tartışmalı minimalist versiyon seçilecek ve birçok sosyal harcamadan vazgeçilecektir.
Nitekim Hickel fonlamanın petrol, arazi, orman ve balıkçılık gibi doğal müştereklerin gelirlerinden karşılanmasını öneriyor. Ona göre, Alaska’da olduğu gibi petrol gelirlerinin bir kısmı doğrudan dağıtılabileceği gibi, bu finansman Toprak Değerlenme Vergisi, Entelektüel Mülkiyet Gelirleri Vergisi, Finansal Spekülasyon Vergisi ve Karbon Vergisinden sağlanabilir. Hickel bu kaynaklardan yılda ortalama 3 trilyon dolarlık (dünyada herkese günde 1 dolarlık ek gelir) gelir elde edilebileceğini, bunun bir hayırseverlik olmadığını, gezegende herkese ait olan müştereklerden herkesin yararlanması gerektiğini ileri sürüyor. (4)
Diğer yandan yukarıda sözü edilen müşterekler küreseldir, sınırları çizilemez. Bu nedenle de böyle bir fonlamanın küresel düzeyde planlanması ve hayata geçirilmesi gerekir. Mevcut kapitalist küreselleşmenin buna izin vermeyeceği ise açık.

FİNANSAL İŞLEM VERGİSİ GİBİ VERGİLERLE FONLAMA
Compass araştırmacıları ise yüzde 5’lik bir Finansal İşlem Vergisi (Tobin Vergisi benzeri) konulmasını öneriyorlar. Diğer yandan finansallaşmanın bu denli büyük boyutlarda olduğu bir dünyada bu çapta bir vergi gelirinin kendi üzerinden alınmasına uluslararası finans kapital izin vermeyecektir.
Devlet Varlık Fonu üzerinden yatırım fonu, borsa, tahvil-bono, emlak gibi finansal piyasalarında sağlanacak getirinin YTG aracılığıyla yoksulluğun azaltılmasında kullanılması önerisi ise etik bir öneri değil.
Çünkü bu piyasaların kendileri spekülatiftir, asalaktır, bunların aktörleri ise yoksulları ya da toplumları değil, kârlarını maksimize eden aktörler olarak insanların hayatlarını karartırlar. Bu yüzden de böyle bir finansallaşmaya güvenmek, yaslanmak yerine mega şirketlere ve fon yöneticilerine olan bağımlılığı azaltmak gerekir.

FONLAMANIN EKOLOJİK ETKİLERİ NE OLACAK?
Ayrıca petrole dayalı Devlet Servet Fonları servetlerini fosil petrol kaynaklarının çıkarımı gibi iklim değişikliğinin temel nedeni olan bir faaliyetten sağlıyorlar.
Kısaca doğayı ya da finansal spekülasyonlarla ekonomileri tahrip eden, yoksulları daha da yoksullaştıran faaliyetlerden sağlanacak gelirlerin bir kısmının YTG geliri biçiminde yeniden dağıtılması ekolojik ve toplumsal maliyetleri çok yüksek olan bir finansman şeklidir. Bu tür fonların gelirleri ile finanse edilen bir YTG kapitalist üretim tarzına meydan okuyamaz ya da onun neden olduğu sorunlara çözüm oluşturamaz.

VERGİLEME YOLUYLA FİNANSMAN
Geriye vergileme yoluyla finansman kalıyor. Mevcut, verginin yükünü asıl olarak emekçinin omuzlarına yükleyen vergi sistemlerini aynen koruyarak, YTG’yi buradan elde edilecek vergilerle finanse etmek emekçinin bir cebinden alıp diğerine koymaktan farklı bir sonuç doğurmayacaktır.
Bu nedenle bu finansmanın; dik artan oranlı, verginin yükünü en üst gelirlilere doğru yıkan, düşük gelirlileri vergilendirmeyen ve sistemin ağırlıklı olarak gelir ve servet vergilerinden oluştuğu bir vergi sistemine dayalı bir finansman hem etkinlik, hem de bölüşümde adalet açısından ideal olan finansman biçimidir. Ancak böyle bir vergi sisteminin kurulması radikal politik değişiklikleri gerektirir.

ÖNCE GÜVENCELİ BİR İŞ…
Bu nedenle de böyle bir programı toplumu radikal bir biçimde dönüştürecek esas program olarak görmemek gerekiyor. Bu program yoksulluğu azaltmak için bir seçenek olarak düşünülürken, asıl olarak mali olarak karşılanabilir sosyal konut sahibi olmayı, nitelikli ve ücretsiz kamusal sağlığa ve eğitime erişimi, kamusal ulaştırmayı, aile ve engelli destekleri gibi kamusal hizmetlerin daha da genişletilmesini savunmak ve bunlar için mücadele etmek gerekiyor.
İlave olarak YTG gibi programlar, yerel demokrasiyi de güçlendirebilmesi için, daha ziyade yerel yönetimler tarafından kontrol edilen ve yürütülen, finansmanı kamuca sağlanan Kamu Garantili İstihdam Yaratma Programlarının bir tamamlayıcısı olarak hayata geçirilmelidir.

DİP NOTLAR:

(1) Howard Reed and Stewart Lansley, Universal Basic Income: An idea whose time has come?, A publication by Compass, 2016, s. 27-30.
(2) Daniel Zamora, “The Case Against a Basic Income”, 
https://www.jacobinmag.com/…/universal-basic-income-inequal… (28 December 2017).
(3) Reed and Lansley, agm.
(4) Jason Hickel, The Divide –A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 269-270.


1 Aralık 2019 Pazar

YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (3)- İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur Mustafa Durmuş


YURTTAŞLIK TEMEL GELİRİ (3)-
İşsizlik ve yoksulluk sadece ekonomik değil, sosyal ve siyasal bir sorundur
Mustafa Durmuş

25 Kasım 2019

Program emek hakları ve örgütlenmesi üzerindeki olumsuz etkileri yüzünden bazı Marksistlerce eleştiriliyor.

PROGRAMA BİR KISIM MARKSİST SOL’DAN GELEN ELEŞTİRİLER
Öncelikle bu programın siyasetin iyice sağcılaşmasının bir sonucu olduğu ileri sürülüyor. Buna göre, siyaset Sağ’a kaydıkça, toplumsal hareketler savunma hattını iyice geriden kurmaya başladıkça YTG fikri gibi fikirler yaygınlaşmaya başlıyor. Toplumsal kazanımları elde etmek ve korumak zorlaştıkça bu fikirler güçleniyor. Neo-liberal reformlar insanları vurdukça aynı insanlar giderek YTG’ne sığınıyorlar.
Bu anlamda program, neo-liberalizme bir alternatif değil, ona ideolojik bir teslimiyettir, kapitülasyondur ve güvencesiz istihdamı yaygınlaştırırken, kapitalist piyasaları daha da büyütür. Oysa kapitalizmin küçültülmesi hedeflenmelidir. (1)

KUZU POSTUNA BÜRÜNMÜŞ KURT
Yani politik sonuçları açısından programın masum olmadığı, refah devletinden geri kalanların da emekçilerin ellerinden alınmasını amaçlayan bir tür “kuzu postuna bürünmüş kurt” niteliğinde olduğu, eksik tüketim sorununa karşı bir çözüm olarak gündeme getirildiği, yani temel kaygının sistemi krizden çıkartmak ve bunu yaparken de emekçilerin ellerinde kalan hakları da yok etmek olduğu ileri sürülüyor.
Örneğin Roberts’e göre (2), bu program sermayedarlar açısından bir tür ücret sübvansiyonu işlevi görebilir zira onlar tarafından ödenen ücretlerin düşük tutulmasını mümkün kılar.
Ayrıca gelir çalışmadan (kısmen dahi) ayrı tutulduğunda işçilerin ücret kesintilerine karşı mücadele azmi azalır, bu da işgücü piyasasını daha esnekleştirir ve böylece ücret ve işgücü maliyetlerinin değişen ekonomik koşullara uyarlanmasını kolaylaştırır.
Bu program kamu harcamalarının finansmanında kullanılan Helikopter Para uygulaması gibi, yapılması gereken temel reformların ötelenmesiyle ve ekonomiyi canlandıracak nakit dağıtımı ile sorunun geçici olarak da olsa çözümlenmesine yönelmeyle sonuçlanır.
YTG’nin kapitalizmde sosyal sınıflar arasında uzlaşmaz çelişkilerin mevcut olduğu ve bu sınıflar arasında ciddi bir güç dengesizliği olduğu gerçeğinin unutturulmasına yardımcı olacağını ileri süren Sodha’ya göre, program işçi hakları gibi konuların gündemden düşürülmesine hizmet ediyor (3):
“Bu program karşılığında işçi haklarından vazgeçmek işçiler için intihar anlamına gelir. Sol biraz gelir desteği sağlamak için değil, iktidar olmak için mücadele etmelidir. Bu yüzden de emek örgütleri bu tür programları desteklememelidir”.
Böyle bir perspektiften YTG bir sosyal dönüşüm aracı olamaz, daha ziyade statükoyu korumaya hizmet eder. Eğer hayata geçirilirse mevcut güç ilişkileri altında bundan yararlanacaklar ekonomik ve politik güce sahip olan sermayedarlar olacaktır. Çünkü YTG altında mevcut sosyal koruma sistemi de, emek piyasası kontrolleri de zayıflatılacaktır.

SOSYALİZM VE TEMEL YURTTAŞLIK GELİRİ
Buradan hareketle YTG’nin, yaşanabilir bir ücret düzeyinde ihtiyacı olan herkese kamu garantili istihdam sağlanması talebi kadar güçlü ve iyi bir talep olmadığı ya da ücretleri düşürmeden çalışma saatlerini düşürmek talebi ve yaşanabilir ücretli bir emeklilik sistemi kadar adil bir talep olmadığı ileri sürülebilir.
Böylece bu öneriyi her şeyin merkezine koymadan (sosyalist bir toplumda Yurttaşlık Temel Geliri gibi programlara ihtiyaç olmayacağının bilincinde olarak), emek hareketi onu taleplerinin ve mücadelesinin bir parçası olarak görmelidir. Çünkü gelecek kendiliğinden gelmeyecektir. Geleceği kurmak için bugünden bilinçli ve örgütlü bir biçimde mücadele edilmelidir.
…devam edecek


DİP NOTLAR:
(1) Daniel Zamora, “The Case Against a Basic Income”, https://www.jacobinmag.com/…/universal-basic-income-inequal… (28 December 2017).
(2) M. Roberts, “Basic income – too basic, not radical enough”, 
https://thenextrecession.wordpress.com/…/basic-income-too-b…).
(3) Sonia Sodha, “Universal basic income is no panacea for us – and Labour shouldn’t back it”, 
https://www.theguardian.com (18 December 2017).