10 Ocak 2024 Çarşamba

Eğitim finansmanı

 

Zenginlerden alınan ek vergi öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek oluyor

Mustafa Durmuş

10 Ocak 2024


ABD’nin Massachusetts Eyaleti’nde geçen yıl bir uygulama başlatıldı. Zenginlerden alınan ek bir gelir vergisi ile temel eğitimdeki öğrencilere ücretsiz okul yemekleri, eskiyen toplu taşıma sisteminde ihtiyaç duyulan iyileştirmeler ve kamu üniversitelerinde okuyan öğrenciler için harçsız eğitim gibi, daha ziyade eğitimdeki sorunları gidermeye yönelik ek bir kamusal finansman sağlandı.

Kısaca,1 milyon doların üzerinde geliri olan kişilerden yıllık yüzde 4 oranında ek vergi alınmasını öngören “Adil Paylaşım Değişikliği” ile bir yılda 1,5 milyar dolar ilave gelir elde edildi. Üstelik iddia edilenin aksine, hiçbir zenginin bu vergi yüzünden eyaletten ayrılmadığı da ortaya çıktı. (1)

“Ayırıcı Vergileme”

Böylece “Ayırıcı Vergileme” tekniği (2) kullanılarak belli bir vergi özgün bir amaç için toplanmış ve kullanılmış oldu.

Bu tür bir vergilemeyi sağlık ve alt yapı alanlarında da uygulamak mümkündür. Keza özü itibarıyla ayırıcı vergiler olan Türkiye’deki sosyal güvenlik amacıyla alınan vergi benzeri gelirleri (SGK primleri) daha etkin, verimli ve yerinde kullanabilecek sistemler geliştirilebilir. Böyle olunca da emekçilerimizi ve emeklilerimizi özel emeklilik sigortaları gibi geleceği belirsiz programlara muhtaç etmeye gerek kalmaz.

Yerelleştirme

İkinci olarak, bu örnek yerelleştirmenin ne denli etkin kullanılabileceğinin iyi bir örneğidir. Zira federalizm altında, merkezi yönetimin böyle bir vergiyi (doğal felaketler ve savaş halleri dışında) hayata geçirme ihtimali, bütçe kısıtları ve diğer öncelikler gibi gerekçelerle, zayıftır. Bu yüzden de yerel yönetimler hızlıca böyle bir vergi kararını bölgesel olarak hayata geçirebilirler.

“Tek Adam” istese!

Türkiye’nin aşırı merkeziyetçi bir yönetime sahip bir ülke haline geldiği biliniyor. Bu yüzden de, örneğin her türlü kararın iki dudağı arasında olduğu Cumhurbaşkanı istese, öğrencilere günde bir öğün ücretsiz yemek sağlamak da dâhil olmak üzere, eğitimle ilgili birçok sorunu vergileme ile çözebilir. Bunun için, vergi ödeme gücü yüksek olan zenginlerden daha fazla vergi almak ve bu geliri bu işlerde kullanmak yeterlidir.

Ancak neo- liberalizme sadık siyasal İslamcı iktidar, pratikte tam tersini yapıyor ve vergilemeyi gerici bir biçimde hayata geçiriyor. Örnek olarak, büyük bir kısmı zenginlerin yararına olan 2,2 trilyon liralık vergi indirimi, istisnası ve muafiyeti yetmiyormuş gibi, ‘Şans Oyunları Vergisi’nin oranlarını da yarıya indirerek kumarhane patronlarının kasalarını dolduruyor.

Halka daha fazla kaynak ayrılmalı

Oysa ortada bir gerçek var.  Zengini, sermayeyi vergilendirmeden ve bu vergilerle finanse edilen kamu harcamalarını insan ve toplum için faydalı ve doğa ile uyumlu hizmetlerle sınırlı tutmadan, bazı temel ekonomik ve sosyal sorunları çözebilmek mümkün değildir. Yani militarizme, savaşlara, faize ve otoriterleşmeye harcanan kaynaklar kesilmelidir. Tüm kaynaklar halkın ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılmalıdır.

Meselenin bir diğer boyutu bölgesel gelişkinlik farklılıklarıyla ilgilidir. Zira Türkiye’de bölgesel gelir farklılıkları çok fazla. Öyle ki Kürtlerin ağırlıklı yaşadığı Güney Doğu ve Doğu Bölgelerindeki hane başına ortalama gelir Türkiye ortalamasının yüzde 49’u kadar. Yani Bölge halkı ülke ortalamasından daha yoksul durumda. Bunun kuşkusuz, ekonomik olduğu kadar, tarihsel ve siyasal nedenleri de var.

Ayrıca, yoksulluk sadece parasal bir gelir yetersizliği olarak da ele alınmamalıdır. Yoksulluk aynı zamanda, eğitim, sağlık, barınma, ulaştırma, iletişim gibi temel hizmetlere erişememekle ilgili de bir durumdur.

Zira bu hizmetlerden farklı nedenlerle de olsa yararlanamayanlar yeterli geliri olmayan yoksullardır ve bu hizmetlerden yararlanamazlarsa ömür boyu yoksul kalacaklardır. Yani çok boyutlu yoksulluk göstergelerine bakılmalı ve ücretsiz, nitelikli kamusal hizmetlerin kapsamı tüm halkı kapsayacak şekilde genişletilmelidir.

Hizmet sunumuna ilişkin kararlar yerelleştirilmeli

Bu yüzden de, merkezi yönetim ayırıcı vergileme uygulaması ile zenginlerden alacağı benzer bir ek vergi ile öğrenci yemeklerini ücretsiz sunabilir ve diğer temel kamusal hizmetlerden halkın, özellikle de yoksulların ücretsiz faydalanmasını sağlayabilir.

Bunun için başvurulabilecek temel kalıcı finansman biçimi ilerici vergilemedir. Ancak her bölgenin vergi kapasitesi farklı ve bazıları da yeterli olmadığından, merkezi yönetim bütçesi vergi gelirlerinin bir kısmı bölge halkları için bölge yerel yönetimlerince kullanılmalıdır. Yani finansman merkezden sağlansa da, yerellik ilkesi gereği bu finansmanın kullanımında yerel yönetimler de eşit biçimde söz sahibi olmalıdır. Bu da merkez-yerel yönetim ilişkisinin masaya yatırılmasını ve yerinden yönetim uygulamalarının güçlendirilerek hayata geçirilmesini gerektirir. Mart ayında yapılacak olan yerel yönetimler seçimlerini bu perspektiften de ele almakta yarar var.

“Hayırseverlik” değil “Yurttaşlık hakkı”

Burjuva iktidarlar genellikle vergilemeyi emekçilerin aleyhine kullandıklarından, yukarıda sayılan hizmetleri eksik ve niteliksiz sunarlar ve aradaki farkın da hayırseverlik mekanizmaları üzerinden kapatılmasını isterler. Bunun dini cemaatler için bir ideolojik ve örgütsel genişleme fırsatı ve imkânı olduğu açıktır.

Oysa özellikle de kamusal hizmet sunumunda, başvurulacak en sakıncalı yöntemi hayırseverliktir. Zira böyle bir yol öncelikle, öğrencilerin ve ailelerinin cemaatlere ve yerel zenginlere, buradan hareketle de iktidara olan biat ilişkisini güçlendirir. İkinci olarak “eşit etkin yurttaşlık” yerine “kulluk” kavramını koyar.

Hayırseverlik sömürüyü gizliyor

Ayrıca hayırseverlik anlık olarak iyi bir şeymiş gibi görünse de, yoksulluğu meşru kılar çünkü yoksullar bir süre sonra yoksulluklarının gerçek nedenleri hakkında düşünmekten ya da yoksulluğu sorgulamaktan vaz geçerler. Öyle ki hayırseverlik yoksulluğun asıl nedenlerinin üzerini örter, yoksulun mücadele etmekten vazgeçmesini sağlar ve sistemin ömrünü uzatır.

Hayırseverlikle, Şubat depremleri sırasında sergilenen, eşit durumdaki insanların, halkların kendi aralarındaki dayanışması ya da bazı belediyelerin öğrencilere bedava yenmek vermesi aynı şey değildir.

Hayırseverlik yardımlarının asıl amacı kapitalizmin neden olduğu adaletsiz bölüşümün insanlar tarafından fark edilmesini önlemektir ve bu özellikle yapılır. Yardımı servet sahipleri yaptıkları sürece, bu servet sahiplerinin bu serveti nasıl bir yoksullaştırma ve sömürü ile elde ettikleri gerçeğini sorgulamamızı önler. Kısaca, sosyal adaletin olmadığı yerde hayırseverlik pislik örtmeye yarar.

Ayrıca sözde hayırseverlik kisvesi altındaki bazı uygulamalarla,  oy takasının, siyasal rant sağlamanın, emek ve doğa sömürüsünün, kadın ve çocuk tacizlerinin de önü açılabilmektedir.

Bir başka anlatımla, hayırseverlik doğal bir olgu değildir. Bundan fayda sağlayan zengin bireyler, zengin uluslar ya da çok uluslu şirketler tarafından yaratılmış, yani sistemin aktörlerince dikkatlice planlanmış ve tasarlanmış bir olgudur.  Bu durumdan onlar yararlanırlar, geriye kalanlarsa faturayı öderler. Resmi değerlendirmeler bu gerçeği gizleyerek dikkatlerimizi başka yöne çekmeye çalışırlar. Yardım ya da hayırseverlik aracılığıyla, sorunun gerçek nedenlerinin üzerini örterek, apolitik konularla bizi yönetirler.

Sistemin fayda sağlayıcılarını, sistemin fedakârları, kahramanları olarak gösterirler.  Biz de onların sözde cömertliğini alkışlayarak mutlu oluruz ve statükonun değiştirilmesine gerek kalmaksızın yoksulluk sorununun çözümlenebileceğine inanırız.

“Doğrusu hiç yoksulluğun olmayacağı bir toplumsal düzen inşa etmektir”

Oscar Wilde’nin dediği gibi: “ Yoksulluğu yoksullara yardım ederek ortadan kaldırabilmek mümkün değildir. Doğrusu hiç yoksulluğun olmayacağı bir toplumsal düzen inşa etmektir. Tarihte köle sahipleri kölelerine iyi davrandıklarında köleliğin açığa çıkmasını önleyebildiler.  Çok kötü köle sahipleri ise kölelere yaptıkları zulüm ile aslında kölelere iyilik yaptılar. Çünkü hayırseverlik insanın gardını düşürür, etik yargılarını alt üst eder.” (3)

Sonuç: “Adil olmak hayırsever olmaktan çok daha iyidir!”

Bugünden, sistem içi radikal reform önerilerini gündeme getirmemiz ve bunların gerçekleşmesi için mücadele vermemiz gerekiyor. Bu reformlar öncelikle finansman modelleri ile ilgili olmalıdır.

Yani köklü bir biçimde yeni bir kolektif (sosyal/kamusal) finansman perspektifi oluşturmalı,  buna uygun vergi sistemleri tasarlamalı ve servet vergisi gibi vergileri böyle daha büyük bir çerçeve içinde tasarlamalıyız. Bu anlamda, nitelikli, ücretsiz kamusal hizmetlerle desteklenen bir “Temel Gelir Güvencesi” kapitalizm içinde bile yoksullukla mücadelede en adil çözümlerden biridir.

Perspektif olarak, öncelikle, kolektif/kamusal finansman ile insan ve doğa hakları arasında bağ kurmak zorundayız. Hem kamu parası hem kredi/finans hem de vergileri içeren mali sistemleri ve politikaları tasarlarken, uygularken, izlerken ve değerlendirirken bir çatı olarak, emek haklarının yanı sıra, temel insan hakları ilkelerini ve doğanın korunmasını esas almalıyız.

Yani para, mevcut uygulamanın aksine, finans ve vergi sistemleri temel insan haklarının gerekliliklerine göre yeniden tasarlamalı ve uygulanmalıdır. Bu sistemler ve politikalar böyle hakların hayata geçirilebilmesi amacının birer aracı olarak kurgulanmalı, uluslararası insan hakları beyannamesinin ilke ve yükümlülüklerine tabi tutulmalıdır.

Devlet bütçeleri de, sosyal adaletin, temel hak ve özgürlüklerin önlenmesi ya da sınırlandırılması için değil, bunların hayata geçirilmesi ve daha da genişletilmesi ve güçlendirilmesi için kullanılabilecek araçlar olarak hayata geçirilmelidir.

Dip notlar:

(1)    https://www.commondreams.org/news/tax-rich-massachusetts (2 January 2024).

(2)    Stephen J. Bailey, Public Sector Economics, 2rd Edition, Palgrave, 2002, s. 231-238.

(3)    Jason Hickel, The Divide, Penguin Random House, London,  2018,  s. 255.

 

 

7 Ocak 2024 Pazar

Şans oyunları

 

Şans oyunlarında bir tuhaf vergi indirimi

Mustafa Durmuş

7 Ocak 2024



Ülkede çok yoğun bir gündem var ve bunun bir kısmı yapay, bir kısmı da gerçek sorunlarla dolu. Ancak bunlardan birisi var ki bazı futbolcuların dolandırılmasıyla başlayan ve süper kupanın ertelenmesine kadar giden, ardından da iktidar blokunun bir kez daha suçlayıcı, ötekileştirici bir dil kullanmasıyla sonuçlanan futboldaki çürümeye işaret ediyor.

Genel olarak “futbol” olarak adlandırılan bu spor dalı ülkede bir süredir yasa dışı bahislerle, manipülasyonlarla ve kara para aklamalarıyla anılır oldu.

1,7 trilyon dolarlık bir yasa dışı gelir

Ancak bütün dünyada durumun aşağı yukarı böyle olduğunun altının çizelim. Öyle ki, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’'ne (UNODC) göre, yasadışı tüm spor bahislerinden ve maç manipülasyonlarından dünyada yılda elde edilen yasa dışı gelir ve aklanan kara para 1,7 trilyon dolar civarında. (1) Yani çürüme yerel olduğu kadar küresel de.

Türkiye’de bu faaliyetlerden sağlanan gelirin ve aklanan kara paranın ne kadar olduğuna dair bir sağlıklı bir veri yok ama bunun hatırı sayılır bir tutar olduğu tahmin ediliyor.

Yolsuzluk ve kara para aklama sporu kuşattı

Kısaca, içinde yaşadığımız maksimum kâr elde etmeye odaklanmış kapitalist sistemin pek çok sektörünü olduğu gibi, sektörleşmiş spor alanını da yolsuzluklar ve kara para aklama faaliyetleri kuşatmış durumda.

Bu gerçek ortada iken, ülkede iktidar bloku yaptığı bir düzenleme ile bu yılbaşından geçerli olmak üzere, şans oyunlarından aldığı vergiyi yarıya indirdi.

“Şans Oyunları Vergisi” her türlü şans oyunları faaliyetinden elde edilen hasılat üzerinden alınıyor. Verginin mükellefi, kendisine şans oyunları tertip etme hak ve yetkisi verilmiş kurumlar. Dolayısıyla da yapılan vergi indiriminden doğrudan şans oyunu düzenleyen şirketler yararlanıyor. Şirketlerin bu indirimi kupon fiyatlarını düşürerek, müşterilere uygulayıp uygulamayacağı piyasa koşullarıyla ilgili bir durum. Yani böyle bir vergi indiriminin şans oyunlarını ucuzlatması mümkün olabilir de, olmayabilir de.

Diğer taraftan, bu düzenleme genel olarak sektördeki kârlılığın daha da artarak sektörün daha da büyümesine hizmet edeceğinden,  fiilen kumarı ve kumarhane kapitalizmini teşvik eden bir tutum sergileniyor.

İndirilen vergi ile şans oyunları şirketlerinin kârları artacak

Son düzenlemeye göre, vergi oranları; spor müsabakalarına dayalı müşterek bahislerde yüzde 5 (daha önce yüzde 10 idi),  at yarışlarında yüzde 7 (daha önce yüzde 14 idi) ve diğer şans oyunlarında ise yüzde 10 (daha önce yüzde 20 idi) olarak uygulanacak. (2)

Özetle, halka bu yılın başından itibaren yüzde 58,5 oranında yeni vergi zamları ve akaryakıt ve ulaştırma zamlarıyla yüklenen iktidar bloku, yasa dışı bahislerin en fazla yapıldığı bir sektördeki şans oyunları işletmeciliği yapan şirketlerin vergisini indirerek bu faaliyetleri destekler bir pozisyon aldı.

Aynı zamanda iktidar bloku, emekçileri örgütlü bir biçimde reel ücret artışı için mücadele vermesinler, ekonomik hak arayışı içinde olmasınlar diye giderek şans oyunlarından para kazanmaya yönlendiriyor, böylece umut tacirlerinin de önünü açıyor.

Öyle ki bir yandan bu sektördeki şirketlerin patronlarına sağladığı vergi indirimi ile onlardan artık daha az vergi alarak ilave kazanç sağlarken, diğer yandan giderek yoksullaşan emekçileri bireysel kazanç elde etme çabası içine sokarak örgütlü sınıf mücadelesinin dışında tutmaya çalışıyor. Aynı zamanda Hazine açısından bir vergi geliri kaybına da neden oluyor.

Alın teri ile kazanılan milyon dolarlar (!)

Hatırlayalım ülkenin tekel konumundaki şans oyunları şirketi olan Milli Piyango, önce 2017’de T. Varlık Fonu’na devredildi. Sonra 2020 yılında özelleştirilerek, Ziraat Bankası’ndan aldığı yüzlerce milyon dolarlık krediyi geri ödemeyen Demirören Grubu ve hakkında dünya çapında kara para akladığı iddiaları bulunan İtalyan ortağı Sisal S.p.A’ya (Sisal-Şans Ortak Girişim Grubu) veridi. O günden bu yana da şirketin dış denetimi yapılabilmiş değil. İtalyan grubun hisseleri daha sonra 2022 yılında İrlandalı Flutter PLC şirketine satıldı. (3)  Bu vergi indirimi düzenlemesinde bu yandaş sermaye grubunun payı var mıdır, yanıtlanması gereken bir soru.

Ayrıca, basında “Fatih Terim Fonu” olarak anılan bir dolandırıcılık olayında vergisiz ve tefeci faizi ile servetlerini büyütmek için milyonlarca dolarlarını düşünmeden bir bankacıya teslim eden teknik direktör ve futbolcuların “alın teriyle mi para kazandıklarını sorgulamak lazım. Zira eğer milyonlarca dolar alın teri ile kazanılabiliyorsa, 17 bin TL için bir ay (haftada ortalama en az 45 saat) çalışan işçiler ne tür bir ter döküyorlar?

Dip notlar:

(1)  https://www.occrp.org/en/daily/18321-un-corruption-in-sport-worth-1-7-trillion-annually (20 Aralık 2023).

(2)  28.12.2023 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 8003 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı.

(3)  https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/demirorenin-ortagi-oldugu-milli-piyangoda-vahim-tablo (1 Nisan 2022); https://www.yurtgazetesi.com.tr/guncel/ozellestirilen-milli-piyangonun-yabanci-ortagi-degisti (3 Ağustos 2022).











27 Aralık 2023 Çarşamba

Ulusal Yas

 

“Ulusal yas” tartışması ve asker ölümleri

Mustafa Durmuş

27 Aralık 2023


Bizim de içimiz yansa da, gerçekte ateş düştüğü yeri yakıyor. Kuzey Irak’taki savaşta öldürülen 12 Türk askerinin aileleri ve yakınları için de durum böyle. Şehitlik payesi, resmi taziye ilanları, intikam yeminleri, görkemli askeri törenler ölenleri geri getirmiyor, başkalarının baş sağlığı dilekleri yakınlarının acısını dindirmiyor. Yaşamını yitiren askerlerin profesyonel (sözleşmeli) olması da onların ölümlerini normal bir ölümmüş gibi göstermeye yetmiyor.

Duygulara seslenen bir yaklaşım

Bu ölümlerin ardından bir türlü ilan edilmeyen ulusal yas da gidenleri geri getirmeyecek ama bunun yapılmaması toplumda haklı bir tepkiye neden oldu. Zira yakın geçmişte Suudi Kralı öldüğünde Türkiye’de üç gün ulusal yas ilan edilmişti. Böyle bir yas ilanının 12 askerimizden esirgenmesi ise kaçınılmaz olarak tartışmalara yol açtı.

Savaşların gerçek nedenlerini, gerçekte kazananının olmadığını, savaşlardan insanlar gibi ekonomilerin ve ekolojinin de büyük zarar gördüğünü göz ardı ederek, onun içini boşaltarak tartışmak, duygulara (özellikle de dini ve milliyetçi duygulara) hitap eden egemenlerin çok severek başvurdukları kötü bir yöntem maalesef.

Öte yandan, meseleye yüzeysel değil de, onun derinindeki nedenleri irdeleyerek bakabilenler, bu olayın ardından ulusal yas ilan edilmemesinin olası cevaplarını, Suudi Arabistan Krallığı’nın Türkiye’deki iktidara ve ardındaki sermaye gruplarına sağladığı imkânlar ve askerlerin ölümünün sunduğu siyasal rantta arayabilirler.

Savaşın sağladığı siyasal rant

Savaşlarda ya da terör saldırılarında öldürülen askerler ve diğer kolluk görevlileri, iktidar bloku için yıllardır seçim öncelerinde milliyetçi dalganın yükseltilmesine dönük bir araç, aynı zamanda da başta savaş karşıtları olmak üzere, iktidar muhaliflerine yönelik baskıların ve provokasyonların hayata geçirilmesi için işlevsel bir araç olarak kullanılıyor. 2015 yılından bu yana iktidar bloku bu çatışmalardan hep siyasi rant devşirdi ve iktidarını korudu.

Kuşkusuz böyle bir siyasal rant konusu çok önemli bir etken ama Suudi Krallığı bağlamında, iktidarca ulusal yas ilanını işlevsel kılan önemli bir ticari neden var: İktidarın Suudi Krallığı ile olan ideolojik ve ticari çıkar ilişkileri. Özellikle de son yıllarda öncelik haline getirdiği savunma sanayi ürünleri, İHA ve SİHA üretimi ve ihracatı. Kısaca devasa bir sektörden ve büyük kârlardan söz ediyoruz.

Bu sanayi iktidarın çok yakınındaki bir hısım-akraba sermaye grubunun öncülüğünde yürütülüyor ve devlet tarafından da destekleniyor. Bu destek sadece ar-ge destekleri ya da diğer maddi teşvikler biçiminde değil, devlet ve diplomasi imkânlarıyla bu silahlara dışarıda pazar bulma açısından da aktif olarak veriliyor.

Somali Cumhurbaşkanının kaçak oğlu

Örneğin Afrika’daki bazı ülkelere Türkiye’den yapılan maddi yardımların bir kısmının Türkiye’den İHA ve SİHA satın alınmasında kullanılması şartına bağlı olduğu ileri sürülüyor. (1)  

Bu da aslında yardım alan ülkelerden biri olan Somali’nin cumhurbaşkanının oğlunun Türkiye’de işlediği trafik cinayetinin ardından, bazı polisler eliyle düzenlenen yanlı kaza raporuna dayanılarak serbest bırakılması ve ardından da elini kolunu sallayarak ülke dışına çıkartılması konusunda devletin tepesinden neden bir açıklama yapılmadığını ve meselenin tavsatıldığını da bir ölçüde açıklıyor.

Suudi Krallığı ile yapılan özel ticari anlaşmalar

Suudi Krallığı ile ilişkilerse ise daha kapsamlı yürütüyor. Bugüne kadar Suudi Merkez Bankası swap/takas anlaşmasıyla TCMB’yi fonladığı ve Suudi zenginlerine Kanal İstanbul Projesinin geçtiği yerlerden büyük çapta potansiyel getiriye sahip araziler satıldığı gibi, iki ülke arasında askeri sanayi üretimi bazında işbirliği projeleri de hayata geçiriliyor.

Örneğin, bu yıl Suudi Krallığı ile Erdoğan Ailesine yakın Bayraktar Grubunun firması Baykar Akıncı arasında insansız hava araçlarının (İHA) Suudi Arabistan’da üretilmesine yönelik önemli bir anlaşma yapıldı. Keza, Suudi Arabistan’da tasarlanan bir insansız hava aracı (Suudi Intra Defense Technologies firmasının ASEF-I İHA’sı), Türk ESEN firması ile imzalanan yeni bir lisans anlaşması kapsamında Türkiye’de üretilecek. (2)

Baykar’ın bu yıl 6 Ağustos’ta Suudi Arabistan Askeri Sanayii (SAMI) ve Suudi Ulusal Mekanik Sistemler Şirketi (NCMS) ile imzaladığı yerelleştirme anlaşmalarının bir parçası olarak, Türk firmaları Roketsan ve Aselsan da Akıncı’ya mühimmat ve optik sensor sağlamak için Suudi Arabistan ile bağımsız anlaşmalar imzaladılar. Baykar’ın Suudi Krallığı ile yaptığı anlaşma, şirketin bugüne kadarki en büyük insansız hava aracı ihracat anlaşmasını temsil ediyor. Ancak bu anlaşmanın sonuçları Baykar’ın ötesine geçebilir ve diğer Türk savunma firmalarının da cebi dolu Suudilerle iş yapmasına kapı açabilir. (3)

Sonuç olarak

Kısaca parayı veren düdüğü çalıyor. Hele bu parayı verenler dini/mezhepsel-ideolojik olarak da iktidara yakınlarsa Krallarının ölümünde ulusal yas ilan edilebiliyor, hatta ülkede bir Suudi gazetecinin hunharca öldürülmesi karşısında yasal soruşturmadan vazgeçilebiliyor. Asker ölümlerinden geriye ise sönen ocaklar, babasız kalan yavrular, kocasız kalan eşler, evladını yitiren analar ve babalar kalıyor.

Sorun ulusal yas ilan edilmesi ile ya da rövanşist bir yaklaşımla daha fazla ölümlerin savunulmasıyla çözümlenebilecek kadar basit bir sorun değil. Savaşa neden olan faktörleri ortadan kaldırmadıkça,  militarist bir bakış açısından kurtulup savaşlara kökten karşı çıkmadıkça, ülkede ve dünyada barışı savunmadıkça, yoksul hanelerin yaşadığı ölüm acıları zengin muktedirlerin kârı olmaya devam edecektir.

Dip notlar:

(1)    “Bayraktar SİHA’lar hangi ülkeye nasıl satılıyor?”, https://mezopotamyaajansi35.com (22 Kasım 2021).

(2)    https://breakingdefense.com/2023/12/gaza-war-increased-production-and-unmanned-proliferation-middle-east-2023-in-reviev; https://breakingdefense.com/2023/08/in-a-first-saudi-drone-to-be-produced-in-turkey.

(3)    https://breakingdefense.com/2023/08/baykar-ceo-hopes-massive-saudi-deal-paves-path-for-turkish-defense-firms-in-ksa (10 August 2023).

 

19 Aralık 2023 Salı

Kısa vadeli dış borçlar ve Merkez Bankası

 

Kısa vadeli dış borçlarda Merkez Bankası’nın artan rolü bize ne söylüyor?

Mustafa Durmuş

20 Aralık 2023


Bu yılın ilk 10 aylık Kısa Vadeli Dış Borç Stoku verileri geçen hafta açıklandı.

Kısa vadeli dış borç stoku, “herhangi bir tarih itibarıyla kullanımı gerçekleştirilmiş olan ve bir ekonomide yerleşik kişilerin yerleşik olmayanlara borçlu olduğu; kullanım tarihinden itibaren 1 yıl içinde anapara ve/veya faiz ödemesi/ödemeleri yapılmasını gerektiren cari, şartlı olmayan yükümlülüklerin bakiyesi” (1) olarak tanımlanıyor.

Bu stok şu kalemlerden oluşuyor: Merkez Bankası (TCMB) nezdindeki mevduatların kısa vadeli kısmı, bankaların ve diğer sektörlerin kısa vadeli kredileri (yurt dışında ihraç edilmiş tahviller dâhil), diğer sektörlerin kısa vadeli ticari kredileri, yurt dışında yerleşik gerçek ve tüzel kişilerin (bankalar hariç) yurt içinde yerleşik bankalardaki döviz cinsinden mevduatlarını gösteren Döviz Tevdiat Hesabı (DTH), yurt dışında yerleşik bankaların yurt içinde yerleşik bankalardaki döviz cinsinden mevduatları gösteren banka mevduatı ve yurt dışında yerleşik gerçek ve tüzel kişilerin (bankalar dâhil) yurt içinde yerleşik bankalardaki TL cinsinden mevduatları.

220 milyar dolarlık bir kısa vadeli borç stoku

TCMB’nin bültenlerinde iki farklı kısa vadeli dış borç stoku rakamına yer veriliyor. Örneğin son bültende, ilki 2022 yılsonuna göre hesaplanan 170,7 milyar dolar, ikincisi ise orijinal vadesine bakılmaksızın vadesine 1 yıl veya daha az kalmış dış borç verisi kullanılarak hesaplanan kalan vadeye göre kısa vadeli 219,9 milyar dolara yer veriliyor (2). Bu borçların yüzde 50’sinden fazlasının ABD doları cinsinden olduğunun altını çizelim.

Bu rakamlardan hangisi dikkate alınırsa alınsın, ülkenin kısa vadede geri ödenmesi ya da çevrilmesi gereken ciddi bir dış borç stokunun bulunduğu çok açık. Bu da, yıllık 50 milyar doları aşan bir cari açık ile birlikte değerlendirildiğinde, ülke ekonomisinin yabancı kaynağa ne denli bağımlı hale getirildiğinin bir kanıtını oluşturuyor.

TCMB’nin payı yüzde 40’a yükseldi

Ayrıca kısa vadeli dış borç stokunun bileşimindeki değişim devletin Merkez Bankası (TCMB) aracılığıyla ekonomideki rolünün giderek artmakta olduğunu gösteriyor.

Öyle ki geçen yılın son çeyreği ile bu yılın Ekim ayı arasında kısa vadeli borç stoku toplamda yüzde 15 oranında (21,6 milyar dolar), bankaların kısa vadeli kredileri yüzde 5 oranında (3,4 milyar dolar) ve diğer sektörlerin ithalat borçları biçimindeki kısa vadeli borçlanması yüzde 10 oranında (5,2 milyar dolar) arttı. Buna karşılık Merkez Bankası’nın borçlanmasındaki artış yaklaşık yüzde 40 oldu (13 milyar dolar).

Tablo 1: Kısa Vadeli Dış Borç Stokundaki Değişim

 

2022/4Ç

2023 Ekim

Net değişim

(milyar dolar)

Yüzde değişim (%)

Merkez Bankası Borçları (Mevduat*)

32,790

45,796

13,006

40

Bankalar (Kısa vadeli krediler**)

62,296

65,683

3,4

5

Diğer Sektörler (İthalat borçları***)

54,044

59,197

5,2

10

Toplam KVDB

149,103

170,676

21,573

15

(Kaynak: TCMB. * Mevduat: TCMB nezdindeki mevduatlar, yurt dışında yerleşik vatandaşlarımıza ait Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları ve Süper Döviz Hesapları ile diğer merkez bankalarıyla yapılan ikili para takası (swap) anlaşmaları sonucu gerçekleşen mevduat takasları ve yurt dışı bankalarca TCMB nezdinde açılan depo hesaplarını göstermektedir. ** Kısa Vadeli Kredi: Türkiye’de yerleşik bankaların yurt dışında yerleşik banka ve ticari kuruluşlardan sağladıkları kısa vadeli döviz veya Türk Lirası kredileri ile repo yoluyla sağlanan yurt dışı kaynakları ve fonları kapsamaktadır. *** İthalat Borçları: İthalat işlemlerinde ödemenin malın teslimi gerçekleştikten sonraki bir dönemde yapılmasından kaynaklanan kısa vadeli borçları göstermektedir).

TCMB 2016’dan bu yana aktif olarak devrede

Aslında Merkez Bankası’nın dış finansman kaynağı elde etmedeki rolü 2016 yılından bu yana belirgin biçimde arttı.

Bu durum aşağıdaki Tablo 2’den de görülebilir. Öyle ki 2016 yılında TCMB’nin payı binde 4 iken bu pay son 7 yıl içinde sürekli olarak arttı ve 2023 yılında yüzde 40’a yaklaştı.

Tablo 2: TCMB Borçlanmasındaki Değişim (2016/4Ç-2023 Ekim)

 

2016

2107

2018

2019

2020

2021

2022

2023

TCMB Borçlanması

0.399

1,753

5,914

8,452

21,344

26,052

32,790

45,796

KVDB içindeki payı (%)

0.004

0,015

6,4

8,8

19,1

21,9

21,9

39,6

Her iki tablodan da çıkartılacak ilk sonuç, TCMB’nin iktidar bloku tarafından çok yoğun bir biçimde (dışarıdan kaynak temini için) kullanıldığı ve böylece dış finansman riskinin de kamuya yıkıldığıdır.

TCMB’nin faiz ödemeleri yüzde 55 arttı

İzlenen bu stratejinin kaçınılmaz bir sonucu ise dış borç faiz ödemelerindeki artışlar oldu.

Nitekim TCMB politika faizi oranlarının indirilmeye başlandığı 2021 Eylül’ündeki kısa vadeli faiz ödemesi 5,567 milyar dolardı. 2022 yılının Şubat ayına kadar bu 5,652 milyar dolara gerilese de, Mart ayında 5,732 milyar dolara çıktı ve bu yükseliş düşük faiz politikasının sürdüğü 2023 yılının Mayıs ayına kadar devam etti. Bu ay bir yıl içinde ödenecek faiz miktarı 8,231 milyar dolar oldu. Haziran ayında faiz oranlarının tekrar yükseltilmesiyle birlikte ödenecek faiz miktarı giderek büyüdü ve Aralık ayının 8’nci günü itibarıyla 8,615 milyar dolara çıktı. Yani bu süreçte ödenen faiz 3,048 milyar dolar arttı (yüzde 55 artış). (3)

Kuşkusuz bu gelişmede “NAS” adı altında meşrulaştırılan düşük faiz politikasının enflasyonu hızla yükseltmesinin, bu durum karşısında dövize yönelimin artmasının ve bunun da döviz kurlarını fırlatmasının rolü çok büyük.

Swaplar eriyen rezervleri yerine koymanın yapay çözümü oldu

Çünkü kurdaki yükselişi önleyebilmek gerekçesi ile TCMB’nin döviz rezervleri yoğun biçimde kullanıldı. Bu amaçla son 2 yılda TCMB ticari bankalara 250 milyar dolardan fazla döviz sattı (ayda ortalama 12 milyar dolar). Buna rağmen swaplar/takaslar dışarıda tutulduğunda net rezervler hala  – 64 milyar dolar civarında seyrediyor.

Eriyen rezervleri yerine koyabilmek için de, başta diğer merkez bankaları ve içerdeki bankalarla olan TL/dolar takaslarına yüklenildi. Yani Merkez Bankası TL vererek bankalardan kısa vadeli döviz ve altın aldı. Vadenin sonunda TCMB aldığı döviz karşılığında bankalara yüzde 30’a yaklaşan döviz faizi öderken, bankalar aldıkları TL için TCMB’ye politika faizi civarında TL cinsinden faiz ödediler.

Sonuç: Merkez Bankası siyasal iktidarın ekonomi politik aracı

Kısaca son birkaç yıldır neo-liberal otoriter/faşizan bir rejimin inşasında Merkez Bankasının da önemli bir rol oynadığına tanık oluyoruz. Bu durum, muhtemelen ülke tarihinde bir ilk.

Öyle ki siyasal iktidarın tam kontrolündeki Merkez Bankası aracılığıyla, ekonomik kriz nedeniyle tehdit altında olan kredi bağımlısı kapitalizme yönelik kredi tahsis mekanizmaları ele geçirildi. Önce 2021 Eylül-2023 Mayıs arasında olduğu gibi düşük faizlerle bankacılık sistemine sağladığı ucuz para ile banka, “son borç verici makam” olarak giderek kredinin toplumsal tabanı haline geldi. Banka, devletin kontrolünde olmak üzere, kredinin biçimlerini ve koşullarını belirleyen, onu kontrol eden en önemli organa dönüştü.

Ardından kriz derinleştikçe büyük sermaye, Merkez Bankası ve Hazine başta olmak üzere devletin kalan bölümü arasındaki organik bağ daha da güçlendi. Bu üçlü adım adım kendi aralarındaki temel bağlardan birinin finans/krediler/borç olduğunu kavramaya başladı.

Bu nedenle de, Merkez Bankası Başkanı Erkan’ın son açıklamalarından (4), onun bile yüksek kiralardan şikâyet ettiğini, Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek ile birlikte Saray’a rağmen rasyonel iktisat politikalarını hayata geçirmeye çalıştığını ileri sürmek, devleti yönetenler arasında boş yere çelişki aramaktan öte bir anlama gelmiyor.

Yüzünü daime piyasalara, yabancı sermayeye, finans kapitale dönmüş olan bir Maliye Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı bu kesimlerin çıkarlarının en temel güvencesini oluşturan tekçi otoriter rejim ile neden kavga etsinler ki?

Dip Notlar: 

(1) TCMB, KVDB Metaveri, pdf.s. 5,8.

(2) https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/odemeler+dengesi+ve+ilgili+istatistikler/kisa+vadeli+dis+borc+istatistikleri (16 Aralık 2023).

(3) TCMB, Uluslararası Rezervler ve Döviz Likiditesi, Aralık 2023, https:// tcmb.gov.tr; https://evds2.tcmb.gov.tr/index.php?/evds/serieMarket/collapse_42/5092/DataGroup/turkish/bie_ulusdovlk (15 Aralık 2023).

(4) https://hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/vatandasin-kemeri-zaten-sıkı (16 Aralık 2023).

 

 

 

 

13 Aralık 2023 Çarşamba

Ödemeler Dengesi

 

Ödemeler Dengesinde işler yoluna girdi mi?

Mustafa Durmuş

13 Aralık 2023


 

Her ne kadar Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, “büyümede dengelenmeye yönelik politikalarımızla cari denge Ekim ayında da fazla verdi, yıllık açık Mayıs’a göre 9,6 milyar dolar azaldı. Cari dengedeki düşüş ve ülkemize yönelik artan uluslararası yatırımcı ilgisi sayesinde rezervlerimiz 140 milyar dolar ile tarihi yüksek seviyesine ulaştı” (1) dese de, Ekim ayı ödemeler dengesi verileri Türkiye ekonomisinin yüksek cari açık sorunu biçiminde kendini gösteren yapısal sorunlarının devam ettiğini gösteriyor.

Ayrıca bu açığın finansman biçimi ve yabancı kaynak temin etme konusundaki sıkıntılar önümüzdeki yıl ekonominin daralacağına işaret ediyor.

Cari açık ülke ekonomisinin büyüme motoru

Cari açık denildiğinde, kabaca, bir ülkenin ithalatının ihracatından çok daha fazla olması, buna karşılık turizm gelirleri gibi gelirlerinin de bu açığı kapatmaya yetmemesi yüzünden ortaya çıkan bir dış açık kast edilir.

Bu yıl Ocak-Ekim dönemini kapsayan 10 ayda, geçen yılın aynı dönemine göre, cari açık sadece 1,7 milyar dolarlık bir artış gösterdi (yüzde 4’lük artış). Keza bu 10 ayın 3 ayında cari denge fazla verildi. (2)

Cari açığın büyümesindeki bu yavaşlama ve Eylül ve Ekim aylarında üst üste bu açığın fazlaya dönüşmesi iyi bir şey gibi görünse de, peşin konuşmamakta fayda var. Zira bu açığın finansman biçimi derinde yatan bazı sorunları yansıttığı gibi,  önümüzdeki bir-iki yıl ekonomik büyüme açısından pek iyimser ip uçları da vermiyor.

Yabancı kaynak girişi azaldı

Öncelikle, aşağıda tarafımızca hazırlanan özet tablodan da görülebileceği gibi, doğrudan yabancı sermaye girişleri yüzde 31 oranında azaldı. Dahası ekonomiyi döndüren ve “sıcak para” olarak da anılan portföy yatırımları yüzde 68 azaldı. Hisse senedi piyasasından (BİST) net çıkışlar (azalarak da olsa) devam etti. Yani yabancıların borsadan çıkışı sürdü.

Faiz artırımının etkileri

Buna karşılık bu süreçte yabancılar, yüzde 8,5’ten bugün itibarıyla yüzde 40’a kadar çıkan MB politika faizinden faydalanmak için borç senedi/DİBS  (faiz) piyasasına yöneldiler.

Öyle ki Haziran ayına kadar net çıkışların olduğu bu piyasaya Haziran’dan itibaren, giderek artan biçimde, girişler oldu. Yani bu piyasadan geçen yıl ve bu yılın Mayıs ayı dâhil çıkışlar söz konusu iken, bu yıl 4 milyar doların üzerinde bir giriş var.

En büyük fonlayıcı devlet

Cari açığı fonlayan en büyük iki kalemden biri, yaklaşık 15 milyar dolar ile kamu bankaları dâhil, bankaların aldığı dış krediler (bu yıl yüzde 2’lik küçük bir artış olsa da).

Ancak buradaki asıl husus fonlamayı asıl olarak devletin üstlenmesi. Öyle ki TCMB’nin swap/takas yoluyla diğer merkez bankalarından borçlanması 13,6 milyar doları buldu. Yani geçen yıla göre TCMB borçlanması yüzde 84 arttı. Geçen yıla damgasını vuran Net Hata ve Noksan Kalemi ise tersine döndü ve bu kalemden 8 milyar doların üzerinde çıkış oldu.

İşte Bakan Şimşek’in, brüt rezervlerin 140 milyar doları bulduğuna yönelik yaptığı vurgusunun ardındaki asıl gerçek tam da bu. Özetle, döviz rezervleri ihracat artışları gibi döviz kazandırıcı doğal yollarla değil, bankaların yurt dışından sağladığı kredilerle ve yine TCMB’nin dışarıdan döviz borçlanmasıyla arttı. Bu, kendimize ait olmayan (borç para niteliğinde) döviz rezervlerimizin olduğu anlamına geliyor.

Nitekim bu durum TCMB’nin Uluslararası Rezervler ve Döviz Likiditesi Gelişmeleri (Aralık) raporunda da belirtiliyor. Buna göre 1 Aralık itibarıyla,  toplam resmi rezervler 140,1 milyar dolara yükseldi. Ancak bunun 85,6 milyar dolarlık kısmı döviz varlıklarından oluşurken, bunun da 70,3 milyar dolarlık kısmı merkezi yurt dışında bulunan yabancı bankalar, BIS, IMF ve 11,9 milyar dolarlık kısmı ise merkezi Türkiye’de bulunan bankalarla yapılan swaplardan/takaslardan oluşuyor. (3)

                                     Ödemeler Dengesi (2022-2023 Ocak-Ekim)

 

2022 Ocak-Ekim

Ocak

Şubat

Mart

Nisan

Mayıs

Haz

Tem

Ağu

Eylül

Ekim

2023 Ocak-Ekim

Açıklama

Cari Denge

- 39.027

-10.495

-9.118

-4.720

-5.363

-7.774

717

-5.702

-325

1.910

186

-40.684

(-) Açık; (+) Fazla

Finans Hesabı

-22.528

-794

-3.154

- 7.234

- 2.556

-797

-3.401

-6.798

-2.551

- 8.208

-2.758

-38.251

(-): Para Girişi

Doğrudan Yabancı Sermaye

11.284

733

848

980

1.217

608

408

840

644

358

1.188

7.824

(+): Para Girişi

Portföy  Yatırımları.

-10.633

1.127

978

-1.030

-869

-764

1.217

1.102

399

1.657

-87

3.370

(+): Para Girişi

Hisse Senedi

 

-3.758

-486

-185

-256

-37

-630

1.089

734

-131

-263

-423

-588

(+): Para Girişi

Borç Senedi/DİBS

-6.875

1.613

1.163

-774

-832

-134

128

368

530

1.920

336

4.318

(+): Para Girişi

TCMB

7.362

561

528

5.296

2.236

5.093

-51

46

-115

-44

25

13.575

(+): Para Girişi

Banka kredileri

14.706

1.896

1.578

1.184

62

332

2.180

1.305

1.827

2.019

2.615

14.998

(+): Para Girişi

Net Hata Noksan

22.790

374

1.311

-2.768

-4.058

-9.585

7.095

1.707

2.942

-2.432

-2.681

-8.095

(+): Para Girişi

 (Kaynak: TCMB)

Bu veriler, politika faizindeki artışların sermaye girişlerini artırsa da yeterince yabancı kaynak girişi sağlayamadığını gösteriyor. Bunda enflasyonun hala çok yüksek olması yüzünden cari reel faizlerin negatif olmasının etkisi var kuşkusuz. Nitekim bu yüzden, politika faizinin bu ay da 250-500 puan arasında artırılarak yeni yılda da faiz artışlarının sürdürülmesi bekleniyor.

Gri Liste önemli mi?

Ayrıca ülkede anayasanın fiilen rafa kaldırılması, hukukun üstünlüğünden söz edilememesi, özel mülkiyet haklarının ihlaline yönelik düzenlemeler gibi piyasa ekonomisinin kuralları ile ters düşen uygulamaların yanı sıra, ülkenin kara para ile mücadele açısından hala Gri Listede yer alıyor olması yabancı sermaye girişlerini caydırıyor. Bu faktörler özellikle de doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki sert düşüşte ve borsadan çıkışta kendini gösteriyor. 

Gri Liste konusunu biraz açmakta yarar var. 1989’da G-7 ülkeleri tarafından kurulan Mali Eylem Görev Gücü (FATF), küresel mali sistemi kara para aklama ve terörizmin finansmanına karşı korumak için politikalar geliştiren ve teşvik eden hükümetler arası bir organ olarak işlemeye başladı.

Bu çerçevede devletlerin kara para aklama ve terörizmin finansmanı sorunlarıyla yasal ve düzenleyici eylemler yoluyla nasıl mücadele etmesi gerektiğine dair 40 tavsiye kararı yayınlandı. 2000 yılından bu yana da kurum, periyodik olarak, stratejik AML/CFT eksiklikleri olduğuna karar verdiği ülke ve yetki alanlarının listesini yayınlıyor.

Bir başka anlatımla, FATF’nin Gri Listesi, kara para aklama ve terörizmin finansmanını önleme politikalarında stratejik eksiklikleri olan ülkeleri kamuya açık bir şekilde tanımlıyor, listeliyor. Bu tür eksikliklere sahip ülkelerin listesi Gri Liste olarak anılıyor.

Gri Liste yabancı sermaye girişlerini olumsuz etkiliyor

Gri Listeye alınmanın bir ülkeye olan sermaye akışını ne kadar etkilediği hususu ise politika yapıcıların, yatırımcıların ve ayrıca (ülke gözetimi, kapasite geliştirme çabalarının önceliklendirilmesi ve Fon destekli programlara yönelik talep tahminleri ve geri ödeme kapasitesi tahminleri ile ilgili olarak), IMF’nin de ilgi alanına giriyor.

Bu çerçevede bir IMF araştırmasının bulgularından söz etmek gerekiyor. Bu çalışma (4), çıkarımsal bir makine öğrenimi tekniği kullanarak sermaye girişi etkisinin büyüklüğünü tahmin ediyor ve sonuçta Gri Listenin sermaye girişlerinde büyük ve istatistiksel olarak anlamlı bir azalmaya yol açtığını ortaya koyuyor.

Buna göre, bir ülke Gri Listeye alındığında, ülkeye olan sermaye girişleri GSYH’nin ortalama yüzde 7,6’sı oranında azalıyor. Bu etki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında ortalama olarak GSYH’nin yüzde -3,0’ü ve portföy yatırımlarında ortalama olarak GSYH’nin yüzde -2,9’u oranında ve diğer yatırım girişleri üzerinde ortalama olarak GSYH’nin yüzde -3,6’sı oranında azaltma biçiminde görülüyor. Keza Gri Listedeki bir ülkeye fon akışlarda ani bir sermaye kaybı dış rezerv kaybına yol açabiliyor ve bu durum kırılgan ülkeler için ödemeler dengesi krizi ve bir IMF programı talebi anlamına gelebiliyor. (5)

Bakan Şimşek’in Türkiye’nin Gri Liste’den çıkartılması yönündeki temennisi ise, kara paranın yaygınlığı ve ülke ekonomisinin ve siyasetinin işleyişi üzerindeki etkisi ve bununla mücadele etmeyi benimsemeyen bir siyasal kültürün varlığı dikkate alındığında, yerine kolayca getirilemeyecek bir temenni gibi görünüyor.

Bu da ülkenin uluslararası finans piyasalarından sağlayamadığı finansmanı, ciddi tavizler karşılığında yasal ya da etik olmayan başka yollardan ya da Körfez ülkeleri gibi ülkelerden sağlamaya yönelmesine neden oluyor. Bu durum, ülkede yolsuzluk, kara para aklama, rüşvet, siyasetin etik olmayan yollardan finansmanı ve burjuva hukukunun dahi çiğnenmesi başta olmak üzere ciddi sosyal sorunlara yol açıyor.

2024 yılı ekonomik yavaşlama yılı olacak

Türkiye ekonomisinin AKP iktidarları döneminin büyük bir bölümünde cari açık ile göreli olarak yüksek bir oranda büyüyen bir ekonomi olduğu biliniyor. Böyle bir ekonomik büyüme stratejisi, kâr ve rantı her şeyin üstünde tutan AKP iktidarlarının bilinçli tercihi oldu. Ancak özellikle de 2018 yılından bu yana bu strateji zora girdi. Nitekim bu tespiti IMF de, 2021 yılındaki Türkiye raporunda şu ifadelerle yapıyor:

“Covid-19 salgınına kadar geçen yıllarda, Türkiye’deki ekonomik büyüme dış kaynaklı talep teşvikleriyle yönlendirildi. 2000’li yılların başında, geniş tabanlı makroekonomik ve yapısal reformlar, ülkenin gelişmiş ekonomilerle gelir yakınsamasını destekledi. Ancak reformlar azaldıkça verimlilik yavaşladı ve büyüme giderek dış kaynaklı kredi ve talep teşviklerine bağımlı hale geldi. Bu büyüme modeli dış ve iç dengesizlikleri artırarak ekonomiyi salgına karşı savunmasız bıraktı. Ağırlıklı olarak borçla finanse edilen büyük cari işlemler açıkları, net uluslararası yatırım pozisyonunun zayıflamasına, kur uyumsuzluklarına ve dış finansman ihtiyacının artmasına yol açtı. Düşük ve genellikle negatif reel politika faizleri, hızlı kredi büyümesi ve sürekli yüksek enflasyon, para politikasının kredibilitesini zayıflattı ve liraya olan güveni aşındırarak mevduat dolarizasyonu körükledi. Lira üzerindeki baskıyı durdurmak amacıyla yapılan yoğun döviz satışları yüksek düzeyde rezerv kayıplarına yol açtı. Bu gelişmelerin banka ve finansal olmayan şirket bilançoları üzerinde olumsuz etkileri oldu. Buna bağlı olarak, kamu sektörü hariç tüm sektörler için kırılganlık göstergeleri küresel finansal krizin zirvelerine yaklaştı ve diğer gelişmekte olan piyasalara kıyasla kötüleşti”. (6)

Sonuç olarak

Cari açık formülünü hatırlatarak bitirelim: (X-M) ≡ (FDI + PF + BL) ≡ (S-I) – (G-T).

Yani sırasıyla; Cari açık ≡ (Doğrudan yabancı sermaye yatırımları + Portföy yatırımları + Banka kredileri ) ≡ (Özel sektör yatırım-tasarruf açığı /borçları - Kamu sektörü açığı/borçları).

Özetle, bu denklem cari açığın temelde, ülke ekonomisindeki tasarruf açığının (S-I) bir sonucu olduğunu ve ekonominin, bu açığın finansmanı anlamında, üç tür yabancı sermaye akımına bağımlı olduğunu gösteriyor.

Yani ülke ekonomisinin cari açıkla büyüyebilmesi için sırasıyla; büyük çapta doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına, portföy yatırımlarına ve yabancı bankalardan sağlanacak kredilere (dış kredi) ihtiyaç var. Ülke, yatırımlarını gerçekleştirebilmek için dışarıdan kaynak bulmak zorunda. Ülkenin bu talebi uluslararası sermaye hareketlerinin (kâr oranlarını yükseltmek gibi) hedefleriyle uyumlu olsa da, öznel koşulları yeterince yabancı kaynak sağlamasını zorlaştırıyor.

Ayrıca yabancı kaynak temini sadece cari açığı fonlamak için değil, aynı zamanda 211 milyar doları bulan kısa vadeli borç ve faiz geri ödemelerini yapabilmek için de gerekiyor. (7)

Yeterince yabancı kaynak temin edilemediğinde (kısa vadede yerli tasarrufları artırmak mümkün olmadığından), ithalatı ve yatırımları azaltmak, ayrıca ihracatı teşvik etmek için iç talebi de düşürmek lazım.

Bugün aslında iktidar bloku, her ne kadar yabancı kaynak arayışını her yerde sürdürse de, bunun önünde ekonomik olduğu kadar, politik engellerin de olduğunu bildiğinden, asıl olarak B planını hayata geçiriyor.

Yani “enflasyonla mücadele” adı altında iktidarın uygulamakta olduğu sıkı para ve maliye politikalarının, emek karşıtı ücret ve gelir politikalarının ve işçi haklarına karşı sert tutumunun asıl nedeni; önümüzdeki yıl (özellikle de yerel yönetim seçimlerinden sonra) ortaya çıkacak ekonomik yavaşlama, bunun beraberinde getireceği iflaslar, işsizlik artışı ve yoksullaşmanın daha da derinleşmesi ile halkın satın alma gücünü iyice düşürüp, yani iç pazarı baskılayarak, ihracata yönelmek biçimindeki stratejisidir.

Kısaca, iktidar bloku ekonomik krizden çıkışı ucuz emek sömürüsüne dayalı ihracatta arıyor. Bu yüzden de iç talebi bastırmak için reel ücretleri ve diğer emek gelirlerini düşük tutuyor.  Bu denli yüksek enflasyona rağmen asgari ücretin yılda sadece bir kez artırılacağı konusundaki kararlılığı bu stratejinin bir sonucudur.

Ancak bu bir çözüm olmadığı gibi, yeni bir strateji de değil. 1980’li yıllarda ülkede krize giren ithal ikameci (iç talebe dayalı) büyüme stratejisi 12 Eylül askeri darbesi ile desteklenen Özalcı neo-liberal ihracata dönük büyüme stratejisine geçiş ile aşılabilmişti. Ama bundan 40 yıl sonra bugün ekonominin geldiği durum ortada. Ekonomi en az o yıllar kadar ciddi bir kriz içinde.

Özetle, ülkenin en temel ihracat pazarı olan Avrupa pazarının daralma içinde olduğu, Orta Doğudaki jeopolitik risklerin arttığı bir dönemde dış pazarı, hele de rekabet gücü yüksek olmayan ürünlerle, zorlamak ekonomiyi krizden çıkartmaya yetmeyecektir.

Dip notlar;

(1)    https://twitter.com/memetsimsek (11 Aralık 2023).

(2)    https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/odemeler+dengesi+ve+ilgili+istatistikler(13 Aralık 2023).

(3)    https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/odemeler+dengesi+ve+ilgili+istatistikler/uluslararasi+rezervler+ve+doviz+likiditesi (1 Aralık 2023).

(4)    Mizuho Kida and Simon Paetzold, The Impact of Gray-Listing on Capital Flows: An Analysis Using Machine Learning, IMF Working Paper WP/21/153 (May2021).

(5)    Agç, s. 18-19.

(6)    IMF Republic of Türkiye 2021 Article IV Consultation- press release and staff report, June 2021.

(7)    https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Kisa+Vadeli+Dis+Borc+Istatistikleri ( 12 Aralık 2023).