30 Ocak 2018 Salı

‘BÜTÇE HAKKI’NDA SIFIR ÇEKMİŞİZ!

‘BÜTÇE HAKKI’NDA SIFIR ÇEKMİŞİZ!
Mustafa Durmuş
30 Ocak 2018
Malum 2018 yılı bütçesinin ilk ayındayız. Ülkede politik gündem o kadar yoğun ki bütçede ne var ne yok onu ancak (sık olmasa da) düzenlenen panellerde konuşup tartışabiliyoruz. Bunu yaparken de bir süredir bütçeyi rakamlara, oranlara boğmaksızın içerik açısından ve ‘bütçe hakkı’ üzerinden tartışmaya çalışıyoruz.

Bütçe Hakkı: Vergi kimden alınıyor, harcama kim için yapılıyor?
Yani bizlerden alınan vergilerin, neden ve nasıl alındığını, yüklerinin sosyal sınıflara nasıl dağıtıldığını, devlet borçlanmasının belirgin bir biçimde neden arttığını, çift hanelerde giderek de artan enflasyon ile adeta bir gizli vergi mekanizmasının neden devrede olduğunu ve bu gelirlerle hangi harcamaların ve hangi önceliklere göre nasıl yapıldığını, tüm bunlar hazırlanırken ve yapılırken de halka sorulup sorulmadığını, halka bilgi verilip verilmediğini, onun rızasının alınıp alınmadığını sorgulamaya çalışıyoruz. Maalesef, bu açıdan 2018 bütçesinin de (öncekiler gibi) sınıfta kaldığı sonucuna vardık.

Bütçe şeffaflığını ölçen uluslararası çalışmalar
Diğer taraftan bütçe hakkını ölçmeye çalışan uluslararası kuruluşlar ve onların ortaya attığı ölçütler doğrultusunda yapılan anketler var. Bunlardan en çok bilineni bugün yayımlandı.
‘Herkese Açık Bütçe Anketi’ olarak dilimize çevrilebilecek ve IBP (International Budget Partnership) (1) adlı bir sivil toplum kuruluşunca 2006 yılından bu yana yürütülmekte olan çok önemli bir uluslararası anket uygulamasının sonuçlarından söz ediyoruz.
Bu anketlerle, düzenli olarak izlenmekte olan toplamda 115 ülkede bütçe hakkının yerine getirilip getirilmediği sorgulanıyor.
Bu araştırma her iki yılda bir yapılıyor. Sonuncusu geçen yıl yapıldı ve bugün uluslararası kamuoyu ile paylaşıldı (2). Bu çalışma ile devletlerin bütçelerinin ne kadar şeffaf, hesap verilebilir ve katılımcı nitelikte oldukları ya da olmadıkları araştırılıyor, ölçülüyor.
Bu anketler her bir ülkede, devletten bağımsız, sivil toplum kuruluşları ya da uzman kuruluşlarca yapılıyor. Bu nedenle de tarafsız nitelikte olduğuna inanılıyor.
Araştırmaya veri sunan bu 115 ülke inceleniyor ve 8 ana bütçe dokümanına bakılıyor. Ayrıca halkın ‘bütçedeki karar alma süreçlerine ne kadar katıldığı’ da araştırılıyor.
Bu incelemeler 145 gösterge üzerinden yapılıyor ve 3 ana alanda ülkeler sırasıyla; bütçede yer alan bilgilerin halk ile yeterli düzeyde paylaşılması, bütçenin etkin bir biçimde denetlenmesi ve halkın kararlara katılımının sağlanması alanlarında puanlanıyor. Tam puan olarak 100 puan belirlenmiş.
Böylece parlamenter demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için gerekli olan bütçe hakkının yerine getirilip getirilmediği de ortaya çıkartılmaya çalışılıyor.

Hiçbir ülke 3 alanın bütününde tam olarak başarılı değil!
2017 yılı değerlendirmeleri genel olarak üç alanda birden hiçbir ülkenin yeterli, tatmin edici bir uygulama pratiği içinde olmadığını gösteriyor. Özellikle de karar alma süreçlerinde halkın katılımı konusunda ciddi sorunlar var. Bu da aslında parlamenter demokrasinin biçimselliği konusundaki eleştirileri haklı çıkartıyor.
Oysa bütçe kararlarına halkın katılımının sağladığı ciddi ekonomik kazanımlar söz konusu olabiliyor. Örneğin Güney Kore Hükümeti kurduğu İsrafı Rapor Etme Merkezleri aracılığıyla gereksiz kamu harcamalarında son 16 yılda 16 milyar dolarlık bir tasarruf sağlamış (3).
Halkın bütçe hazırlıkları sırasında en iyi biçimde bilgilendirildiği 5 ülke ise şöyle sıralanıyor: Gürcistan, Yeni Zelanda, Norveç, Güney Afrika ve İsveç.

TÜRKİYE’ NİN DURUMU:
Bütçe Şeffaflığı (bilgi paylaşımı): 58 puan; Bütçe Denetimi: 59 puan; Bütçe Kararlarına Halkın Katılımı: 0 puan!
Bütçe şeffaflığı açısından Türkiye 100 üzerinden 58 puan ile Rusya’nın (72) ve Gürcistan’ın (82) gerisinde kalıyor. Türkiye’nin diğer puanları aşağıdaki gibi sıralanıyor.
Bu puanlar içinde Türkiye’nin ‘sıfır’ çektiği bir alan var ki aslında bu sonuç sürpriz değil: Halkın bütçe süreçlerinde karar alma mekanizmasına katılımı.
Yani yönetsel düzeyde, yasa/mevzuat hazırlama düzeyinde ve etkin denetleme düzeyinde halkın doğrudan ya da etkin dolaylı katılımından söz edemiyoruz.
Yukarıdan aşağıya aşırı merkeziyetçi ve bürokratik bir biçimde örgütlenmiş olan bütçe süreci söz konusu olduğundan, halk kararlara ne doğrudan (mahalle meclisleri, diğer yerel meclisler, işçi meclisleri vs) ne de örgütleri (sendikalar, kooperatifler gibi) aracılığıyla katılamıyor.
Bu ölçüt açısından geçer not 100 üzerinden 61 puan. Ama hiçbir ülke halkın katılımını bu düzeyde sağlayamamış. Sadece Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler ve Britanya’nın puanları 41-60 puan arasında yer alıyor.
Türkiye’nin puanı ise sıfır ve daha da önemlisi, Türkiye bu açıdan demokrasileri konusunda hafife alınan bazı Asya ülkelerinin de gerisinde kalıyor. Öyle ki halkın karar alma süreçlerine katılımları açısından bu bölgede ortalama puan 100 üzerinden 12 puan. Bu, Tacikistan ve Moğolistan’da 7 puan. Azerbaycan’da 11 puan, Kazakistan ve Rusya’da 13 puan, Gürcistan’da 22 puan ve Kırgızistan’da 31 puan olarak gerçekleşmiş (bu ülkelerde puanların göreli yüksekliği muhtemelen reel sosyalizmin kalıntıları olarak açıklanabilir).
Raporda, Türkiye’de 2012 yılından bu yana bütçe öncesi hazırlanması/paylaşılması gereken belge ya da dokümanların ya hiç hazırlanmadığı ya da geç hazırlandığı bilgisi de var.
Bu belgeler de kendi içinde puanlamaya tabi tutulmuşlar. Buna göre, sunulan bilginin yeterliliği ve faydalı olup olmadığı açısından resmi denetim raporlarının aldığı puan sadece 29 puan olabilmiş (minimum).
Hatırlatalım bu değerlendirmeler 2017 yılına ait. 2019’dan itibaren yeni rejim altında bütçe artık Meclis’in ve Hükümetin dışında Cumhurbaşkanlığı makamınca hazırlanacak. Bu nedenle de yeni raporlar çok daha sert olacak.
.......
(1) ttps://www.internationalbudget.org
(2) 
https://www.internationalbudget.org/open-budget-survey 2017.
(3) Agr.



Formun Üstü


24 Ocak 2018 Çarşamba

BÜYÜYEN DÜNYA EKONOMİSİ, DAVOS’TAN DÜŞEN ÇIĞ VE ZÜCCACİYECİ DÜKKÂNINDAKİ FİL…

BÜYÜYEN DÜNYA EKONOMİSİ, DAVOS’TAN DÜŞEN ÇIĞ VE ZÜCCACİYECİ DÜKKÂNINDAKİ FİL…
Mustafa Durmuş
23 Ocak 2018

IMF dün açıkladığı ‘Güncellenmiş Dünyanın Ekonomik Raporu’nda (1), bir önceki küresel büyüme öngörülerini bir kez daha değiştirdi. Buna göre dünya ekonomisi daha önce açıklanan oranlardan binde 2 oranında daha hızlı büyüyecek ve böylece hem bu yıl, hem de gelecek yıl büyüme hızı yüzde 3,9’a ulaşacak.
Rapora göre merkez ekonomileri bu yıl yüzde 2,3; yükselenler ve diğer az gelişmişler yüzde 4,9; Çin yüzde 6,6 ve Hindistan yüzde 7,4 oranında büyüyecekler.
Küresel çapta devlet teşvikli büyüme
Bu göreli olumlu tabloya rağmen (zira IMF artık Büyük Resesyon’un geride kaldığını düşünüyor), IMF bu yüksek büyüme hızlarını asıl olarak devlet desteğiyle, yani para ve özellikle de maliye politikası alanındaki devasa teşviklerle sağlandığının, bu yüzden de bunun geleceğin ‘yeni normal’i olmayacağının altını çizerek, ekonomilerdeki sorunlu, kırılgan alanların üzerine gidilmesi gerektiğini (özellikle de düşük hızda artan emek gücü verimliliğine dikkat çekiyor), aksi takdirde bu büyüme oranlarının tekrar düşeceğini ileri sürüyor.
Yani IMF bir nevi sistemin aktörlerine aba altından sopa gösterirken, diğer yandan da kapitalizmin artık sadece teşviklerle büyüyebildiği gerçeğini itiraf ediyor.
Yavaş artan emek gücü verimliliği
IMF’nin vurgu yaptığı sorunlu alanların başında Neo klasik iktisat öğretisinin temel büyüme modeli olarak savunduğu emek gücü verimliliklerindeki yavaş artış yer alıyor. Bu yüzden de IMF, hem teknolojik gelişmelere hız verilmesini, hem de emeği daha sıkı-verimli çalıştıracak çalışma pratiklerinin (mikro reformlar) gerekli olduğunu savunuyor.
Nitekim IMF Başkanı C. Lagarde geçen ay bir toplantıda, emek gücü verimliliğinin önemini anlatırken, “bu verimlilikler 2008 krizi öncesi düzeylerinde olsalardı, bugün merkez ekonomiler yüzde 5 puan daha fazla büyüyebilirlerdi” demişti (2).
Diğer yandan bu raporun bulguları ve önermeleri bazı açılardan sorunlu. Şöyle ki;
(i) IMF’nin ikiz kardeşi Dünya Bankası’nın 2018 yılı küresel ekonomik büyüme tahmini yüzde 3,1. Banka hem merkez ekonomilerdeki (yüzde 2,2) hem de yükselenlerdeki büyümeyi (yüzde 4,5) daha düşük öngörüyor. Eğer raporunu güncellediğinde o da bu oranları yükseltmezse, iki kuruluşun öngördüğü büyüme hızı arasındaki fark yüzde 30 civarında olacak. Dünyanın en iyi ekonomistlerini istihdam eden bu iki kuruluşun öngörüleri arasındaki bu yüksek fark düşündürücü.
Dünya Bankası bu öngörüsünü şu kabule dayandırıyor: Küresel ekonominin maksimum büyüme kapasitesi yüzde 3’ün biraz üzerindedir. Özellikle de faiz oranlarının yükseltilerek normale döndürüldüğü ve neredeyse tam istihdama yaklaşıldığı bir dönemde bundan daha hızlı büyüyebilmek çok zor. Kaldı ki bu ekonomilerde nüfusun hızla yaşlanması, yaşam süresinin uzaması emek gücünün verimli çalıştırılmasını önlüyor (3).
(ii) IMF tıpkı diğer uluslararası mali örgütler gibi sıklıkla öngörülerini değiştiriyor. Öyle ki bir çalışmaya göre (grafikten de görüleceği üzere), bu durum nedeniyle 2010 yılından bu yana öngörülerle fiilen gerçekleşen büyüme oranları arasındaki sürekli bir makas oluşmuş (4).
Kuşkusuz bu denli karmaşık bir dünyada büyüme hızlarını tam olarak belirleyebilmek mümkün değil. Ama tahminlerin sürekli düzeltilmesinin de bir açıklaması olmalı. Bu, istihdam edilen ekonomistlerin yetersizliklerinden ziyade, arka planda onları eğitimleri sırasında biçimlendiren dünya görüşü ve bunun ekonomik olay ve olguları çözümleme yöntemleriyle ilgili bir durum.
Ekonomik gelişmeleri son derece tartışmalı varsayımlara dayanan soyut ekonometrik modellerle açıklayabilmek mümkün değil. Ancak ekonominin hareket ettirici nesnel yasaları ve bunların birbirleriyle içsel bağları bilindiğinde, (tam olmasa da) daha doğru bir ölçme mümkün olabilir.
(iii)Toplumsal iyiliği, ekonomik ve sosyal refahı GSYH büyümesine indirgemek ve onun büyüme hızı ile açıklamak artık ana akım iktisatçılar tarafından dahi giderek terk edilen bir yöntem.
Örneğin bir çalışmaya göre, toplumun iyilik hali gelirin yüksekliğinin ve adil dağılımının yanı sıra; istihdam kalitesine, evlilik kurumunun işlemesine, kimlik ve inançların niteliğine ve bunların özgürce var olabilmesine ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına bağlı (5).
Günümüzdeki gibi bir dijital çağda ise 20.yüzyılın başlarında ortaya atılmış olan GSYH ölçme yönteminin artık gerçeği tam olarak yansıtmadığı gerçeği, konu ile ilgili olarak IMF İstatistik Forumu’nda konuşan Manchester Üniversitesi öğretim üyesi ekonomist Profesör Diane Coyle tarafından ortaya konuldu (6).
Davos’tan düşen çığ!
The Guardian Gazetesi yazarı ekonomist Larry Elliot ise Davos zirvesini değerlendirdiği yazısında küresel ekonomik büyümeye ilişkin resmi kurumların olumlu beklentilerine rağmen, gelir ve servet eşitsizliğinin, sosyal adaletsizliğin ve ekolojik tahribatın arttığına ve dünyanın giderek demokrasilerden uzaklaşarak otoriterleştiğine dikkat çekiyor.
Elliot yazısını Davos ile ilişkilendirerek şöyle bir metaforla tamamlıyor: “Bir çığ düşebilir. Bunu bir silah sesi, hatta zamanı belli olmayan bir çığlık tetikleyebilir. İşte o zaman koca dağ bütünüyle yer inebilir”. (7)
UNCTAD’dan kötü haber!
Ekonomik büyümenin sürdürülebilir ve istihdam yaratıcı olabilmesinin asıl olarak yeni yatırımların yapılmasıyla mümkün olabileceği genel kabul gören bir çıkarım.
Bu açıdan küresel ekonomiye ve IMF’ye kötü haber dün UNCTAD’dan geldi. Örgüt’ün son uluslararası yatırım raporuna göre (8), küresel çapta doğrudan yabancı sermaye yatırımları geçen yıl (2016 yılına göre) yüzde 16 oranında azalarak, toplamda 1,8 trilyon dolardan, 1,5 trilyon dolara geriledi. Üstelik bu gerileme ekonomik toparlanmanın merkez üsleri olduğu öne sürülen K. Amerika ve Avrupa’ya gelen doğrudan yabancı yatırımlarının keskin bir biçimde azalmasıyla gerçekleşti (sırasıyla yüzde – 33 ve yüzde – 27).
Bu tür yatırımların emek gücü verimliliği üzerinde önemli bir etkisi var. Gerçekte ekonomik büyümeyi sağlayan da verimlilik; yeni sermaye ve teknoloji yatırımları ve inovasyonlarla (yeniliklerle) üretkenliği artan emek gücünün verimliliği.
Yani tek başına yeni fikirler, internet, IT ve elektronik sektörlerindeki teknolojik yenilikler verimlilik artışını sağlayamıyor. Bunların emek gücü verimliliğini artırması gerekiyor.
Diğer yandan yatırımların arttığı dönemde verimlilikler hızla ararken, yatırımlar azaldığında emek gücü verimliliği de azalıyor.
Sorun emek gücü verimliliği mi, bölüşüm adaletsizliği mi?
(iv) Son olarak sorun tek başına emek gücü verimliliklerinin artışındaki yavaşlamadan mı kaynaklanıyor? Kaldı ki ekonomi literatüründe verimliliğin tanımında bile geniş bir uzlaşma mevcut değil. Ayrıca verimlilikleri ölçme yöntemlerinde de büyük farklılıklar var. Bu da sonuçların farklılaşmasına neden oluyor.
Ancak bilinen bir şey var ki (neredeyse tüm kurumlar bunun kabul ediyor) özellikle de merkez ekonomilerde olmak üzere işçi ücretlerindeki nominal artışlar çok yavaş. Hatta son yıllara kadar azalma eğilimi gösteriyor. Buna karşılık emek gücü verimlilik artışı bunun üzerinde seyrediyor.
Bu konuda Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) son raporunun (9) bulguları kapitalizmin nasıl bir eşitsizlikler ve adaletsizlikler düzeni olduğunun resmi ağızdan bir itirafı niteliğinde.
Reel ücret artışı verimlilik artışının gerisinde kaldı!
Bu rapora göre, küresel düzeyde reel ücret artışları 2008 krizinden bu yana giderek yavaşladı. Özellikle 2013’ten bu yana bu yavaşlama belirginleşti. Artış oranları kriz önceki seviyeleri hala yakalayamadı. Öyle ki 2007 yılında küresel çapta yüzde 3,1 olan reel ücret artışları 2013’te yüzde 1,1’de kaldı.
Oysa emek gücü verimliliği bu dönemde artmaya devam etti. Öyle ki 1999 yılı baz alındığında merkez ekonomilerde 100 olan emek gücü verimliliği endeksi, 2015 yılında 118 olurken, yine 1999’da 100 olan az gelişmiş ülkeler reel ücret endeksi sadece 108’e çıkabildi.
Bunun sonucunda emek gelirlerinin milli gelir içindeki payı hızla azalırken, gelir bölüşümü adaletsizliği de görülmemiş ölçüde arttı.
1990’lardan bu yana ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı yaklaşık 13 puan gerileyerek yüzde 66’lardan yüzde 53’e geriledi (10). Türkiye’de ise durum daha vahim: Ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı 1999’da yüzde 50 civarındayken bugün yüzde 30’un altına düştü (11).
İşte bu da asıl sorunun emek gücü verimlilik artışının zayıflığından ziyade bölüşüm ilişkilerinde olduğunu ortaya koyuyor.
Yani mevcut eşitsiz-adaletsiz bölüşüm ilişkisi (kapitalist sistemin işleyiş mantığı içinde) yeterli bir efektif talebin yaratılmasını, bu da ekonominin yüksek hızda büyümesini önlüyor.
Kısaca eğer yaratılan hâsıla bunu yaratanların ücretlerinden daha hızlı büyüyorsa, bu hasılayı kimler satın alacaktır? Üretilen meta satılmayınca kâr realize edilemeyecek, bu da yeni yatırımların yapılmasını anlamsız kılacak ve büyümeyi yavaşlatarak ekonominin durgunluğa girmesine neden olacaktır.
Neo liberal dönemdeki gibi bol kredilerle ve yaygın finansallaşma ve küreselleşmeyle bu sorunun aşılması çabaları bir süre sonra (2008 krizinde yaşandığı gibi) kapitalizmi bu kez finansal krizlerle baş başa bırakacaktır. Böyle bir durumda kumdan yapılmış kaleler kolayca yerle bir olabilir.
Finansallaşmanın, kredi-borç stoklarının görülmemiş ölçüde arttığı, borsaların yanı sıra kripto paraların da yeni balonlara neden olduğu günümüzde böyle bir eşitsizlik Branko Milanoviç’in küresel eşitsizliğin geldiği noktayı tarif ederken yarattığı fil eğrisindeki fil gibi her şeyi dümdüz edebilir.
……….

(1) https://blogs.imf.org/…/the-current-economic-sweet-spot-i…/…, 22 January 2017.
(2) Gerald Holtham, “Instability, Not Productivity, Is The Economic Problem”,https://www.socialeurope.eu, 16 January 2018.
(3) http://www.mauldineconomics.com/…/a-fly-in-the-economic-oin…, 20 January 2018.
(4) Ryan Chadha, Please, “Stop Freaking Out About a Crypto Crash”,https://hackernoon.com, 15 December 2017.
(5) Wellbeing and the Role of Government (Edt. Philip Booth), and the Pursuit of Happiness, The Institute of Economic Affairs (IEA), 2012.
(6) Diane Coyle, GDP :A Brief but Affectionate History, 2014;https://blogs.imf.org/2017/12/22/gdp-falling-short.
(7) https://www.theguardian.com/…/davos-avalanche-country-conce….
(8) UNCTAD, Investment Trend Monitor, Global FDI Flow Slipped Further 2017, 22 Ocak 2018.
(9) ILO, Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace,www.ilo.org, 2016, şekil 11.
(10) Agr.
(11) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz - Eylül, 2017 (11 Aralık 2017).
(12) https://urpe.wordpress.com/…/01/14/the-elephant-in-the-world, 14 January 2018.


Formun Üstü


21 Ocak 2018 Pazar

ÜLKER, KOÇ DIŞARI, EBRD İÇERİ…

ÜLKER, KOÇ DIŞARI, EBRD İÇERİ…
Mustafa Durmuş
19 Ocak 2018

Ülker Grubunun bir süredir yatırımlarını başta İngiltere olmak üzere dışarı kaydırdığı bilinirken, KOÇ Grubu da onursal başkanlarının ağzından artık Türkiye’den ziyade yurt dışında yatırım yapacaklarını (1) açıkladı.
Bu gelişmeleri OHAL koşullarında yatırımcının ekonomiye olan “güven duygusunu yitirmesiyle” ya da “bir gün el konulma biçimindeki gelecek kaygısıyla” açıklayabilirsiniz.
Diğer yandan Dünya Bankası kadar popülerliği olmasa da, EBRD adlı bir kuruluşun Türkiye’ye dönük ilgisinin de arttığı görülüyor.

EBRD: Geçen yıl yerli sermayenin en büyük yabancı yatırımcı ortağı
EBRD, Türkiye’deki yatırımların en büyük yabancı ortağı konumundaki bir Avrupa kalkınma bankası. Açılımı: Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası. Bu bankanın Yönetim Kurulu Başkanı Sir Suma Chakrabarti ve Murahhas Azası Arvird Tuerkner eşliğinde bir heyet dün, ülkedeki yatırımlarla ilgili olarak hem Hazine Müsteşarlığı ile hem de aralarında TÜSİAD, Koç, Sabancı ve T. İş Bankası yetkililerinin de bulunduğu bir grup özel sektör temsilcisi ile görüşmek üzere Türkiye’ye geldi (2).
Bankanın Türkiye’ye olan (özellikle de son dönemdeki) ilgisi oldukça yüksek. Öyle ki 2009 yılından bu yana ülkede 10 milyar avroluk yatırım yapmış. Bu yatırımların yüzde 97’si özel sektör firmalarıyla ortaklık biçiminde yapılmış (3).
Yatırım yapılan projelerin çok büyük bir kısmının enerji ve ulaştırma (örneğin İstanbul Metrosu Projesi) gibi alt yapı projeleri olması dikkat çekici. Ayrıca Bankanın şehir hastaneleri, medikal sektör ve sermaye piyasasına da yatırımları var.
Türkiye’nin geçen yılın durgun geçen yatırım iklimindeki en büyük yatırım ortağı da bu banka olmuş. Çünkü 51 projeye yatırım yaparak 1,6 milyar avro sağlamış (4).
İlginçtir ki Ülker ve Koç gibi ülkenin en büyük grupları yeni yatırımlarını ülke dışına kaydırırken, bu banka hem ülkenin son derece kârlı ve gelecek vadeden enerji ve alt yapı hem de sermaye yoğun ve kârlılık oranı çok yüksek olan sağlık hizmetine yatırım yapıyor. Bunu yaparken de OHAL, demokrasi gibi konulara takılmıyor.

Yabancı yatırımcı yüksek ve sürdürülebilir kâr varsa geliyor
Bu yatırımlar yabancı yatırımcılar açısından son derece akılcı yatırımlar. Zira ülkede yüksek büyüme hedeflerini önüne koymuş bir siyasal ve ekonomik irade mevcut ve bu konuda her türlü sosyal maliyete (iş kazaları ve ekolojik tahribat gibi) rağmen ısrar ediyor.
Diğer taraftan böyle bir yüksek büyümenin ancak yeterli miktarda ve kesintiye uğramaması gereken bir enerji ile gerçekleştirilebileceği de çok açık. İşte sorun tam da burada kendini gösteriyor. Çünkü böyle bir büyüme için gerekli olan enerjinin şu anda sadece yüzde 26’sı yerli olarak sağlanabiliyor (5).
Ülkenin kullandığı temel enerji biçimi olan petrol ve doğal gazın yüzde 90’ını dışarıdan ithalat yoluyla sağlanıyor ki bu durum kronik cari açık sorununu daha da kötüleştirirken, zaman zaman tıkanmalara ve sermaye birikimi kesintisine de neden oluyor. Bu yüzden sistem bu sorunu aşmak için her yolu deniyor.

Yayılmacı politikalar “yapılabilir” değil
Yeni petrol kaynaklarına ulaşmak Orta Doğu’nun sert jeopolitik ikliminde mümkün görünmüyor. Bu yöndeki askeri dâhil tüm girişimler bölgedeki ulusal hareketlerin direnci ve yine bölgedeki faal küresel güçlerin tepkisi nedeniyle son derece riskli bir hale gelince geriye asıl olarak içerde yenilenebilir ve sürdürülebilir enerji kaynaklarını (HES’ler, RES’ler ve jeo termal enerji kaynakları gibi) geliştirmek kalıyor.
Bu nedenle de ülkedeki hâkim iktidar bloku bir süredir enerji ve alt yapı politikalarını bu ihtiyaca bağlı olarak yürütüyor. Bu modelde aktör olarak yer alan şirketler ise daha çok siyasal iktidara yakın şirketler arasından seçilince, bu pastadan Koç gibi şirketlere pek pay kalmadığından bu şirketler yeni kârlarını dışarıda yatırım yaparak yaratma yolunu seçiyorlar.

Cazip “Kamu-Özel Ortaklığı Projeleri / KÖO'ler”:
Sözü edilen bu milyarlarca dolarlık yatırım için eldeki yerli tasarruflar yeterli olmadığından, yabancı kaynağa ihtiyaç duyuluyor, bu noktada da EBRD gibi yatırım ortağı finansörler, fonlayıcılar ya da yatırımcılar devreye giriveriyor. Ayrıca bu projeler son derece cazip zira “Kamu - Özel Ortaklığı ya da İşbirliği Modeliyle” yapılıyorlar. Bu model altında yüksek kârlar elde ederken, Hazine garantileriyle ve doğrudan ve koşullu yükümlülüklerle korunuyorlar.
Diğer taraftan bu projelerle ilgili olarak; ölçeklerinin optimal büyüklüğün çok üzerinde olması, maliyetlerinin normal kamusal finansman maliyetinden çok yüksek olması, dışarıya olan borçlanmayı artırması, yüksek faiz oranlarından borçlanılması, “kazan-kazan” biçiminde sunulsalar da, kazananın sadece yerli/yabancı sermaye kuruluşları olduğu, “doğrudan ve koşullu yükümlülükler” adı verilen ve bütçelerde gösterilmeyerek gizlenen riskler nedeniyle ortaya çıkan zararın ilerde kamuya yıkılması gibi nedenlerle, kaybedenin halk olduğu bu köşede yeterince yazıldı.
Bir kez daha hatırlatalım. Bu model ile yapılmakta olan sadece 4 büyük alt yapı projesi ve 20 şehir hastanesi için bu doğrudan ve koşullu yükümlülükler gereği önümüzdeki 25 yıl boyunca bunu yapan şirketlere, kamu bütçesinden toplamda 79,5 milyar avro ödenecek (6). Bu ödemeler bizden alınacak vergilerle yapılacak.

Şehir Hastanelerinin yatırım ortağı
EBRD sadece enerji, ulaştırma alt yapı projelerine değil, sağlık sektörüne, şehir hastanelerine de yatırım yapıyor. Örneğin 2015 yılından beri 9 büyük şehir hastanesine (14,000 yatak) finansman sağladığı gibi, Bilkent Şehir Hastanesi için tasarım, inşaat, ekipman ve bakım adı altında 494,5 milyar avroluk bir de kredi vermiş (7).

Model İngiltere’de iflas etti!
Buna karşılık kamu-özel ortaklığı ya da işbirliği modelinin Avrupa’da çöktüğü ileri sürülüyor. İngilizlerin yıllar önce bu modelin yürütülmesi için oluşturdukları Carillion adlı şirket (bu bizde sağlık alanında oluşturulan ve son derece tartışmalara konu olan Kamu Hastane Birlikleri’ne benziyor) bu Pazartesi günü iflas etti.
Dün İngilizlerin The Guardian Gazetesi’nde yer alan bir habere göre (8), İngiliz Ulusal Denetim Bürosu bu projelerle ilgili bir rapor yayımladı. Bu raporda 716 KÖO Projesinin kamu açısından finansal bir fayda sağlamadığı, tersine bu yöntemle sağlanan proje finansmanının normal kamusal finansmandan yüzde 40 daha maliyetli olduğu ileri sürüldü. Dahası rapora göre, tıpkı bizde olduğu gibi, İngiliz vergi mükellefleri önümüzdeki 25 yıl boyunca bu projeler için özel sektöre toplamda 200 milyar pound ödeyecekler.
Bu nedenle de bu projelerin durdurulması ve Carillon firması üst yöneticilerine ödenen milyonlarca poundluk primlerin geri alınması gündemde. Diğer yandan sadece birkaç en büyük KÖO projesinin kamulaştırması bile en az 2 milyar pounda mal olacak.
İşte bu nedenle de KÖO projeleri sonucunda doğan borçların meşru olmadığı ve bunların reddedilmesi gerektiğini ileri sürülüyor (9). Ve böyle bir reddiye halk nezdinde karşılık bularak mevcut iktidarı daha da zayıflatırken, muhalefetin daha da güçlenmesini sağlıyor.
……………..
(1) 
http://www.haberturk.com/…/1801158-rahmi-koc-turkiyede-kafi….
(2) 
http://www.ebrd.com/…/2…/ebrd-pres_dent-to-v_s_t-turkey.html.
(3) 
http://www.ebrd.com/news/2018/ebrd-pres
(4) 
http://www.ebrd.com/news/2018/ebrd-
(5) 
http://www.ebrd.com/news/2018/ebrd-welcomes-turkeys-nat
(6) 
http://uemek.blogspot.com.tr/…/kamu-ozel-isbirligi-koi.html .
(7) 
http://www.ebrd.com/news/2017/ebrd-f
(8) 
https://www.theguardian.com/…/taxpayers-to-foot-200bn-bill-…
(9) George Monbiot, “The bill for PFI contracts is an outrage. Let us refuse to pay this odious debt”, 
https://www.theguardian.com/…/pfi-private-finance-refuse-de…, 22 Kasım 2010.




14 Ocak 2018 Pazar

NEREDEN BAKSAN TUTARSIZLIK!


NEREDEN BAKSAN TUTARSIZLIK!
Mustafa Durmuş
13 Ocak 2018
Bir hafta sonra “dünyanın efendileri” İsviçre Davos’ta yıllık olağan bir araya gelişlerinden birini daha gerçekleştirecekler.
Dünyanın başta ekonomik ve siyasal meselelerinin ve jeopolitik risklerin olduğu kadar, büyük ihalelerinin de (örneğin onlarca milyar dolarlık yeni alt yapı projelerinin kime ya da kimlere verileceğinin) ele alınacağı bu zirveye (Dünya Ekonomik Forumu) seçkin (!) bazı ekonomistlerin dışında, asıl olarak küresel sermayenin önde gelen temsilcileri ve değişik ülkelerden devlet başkanları, başbakanlar ve maliye bakanları gibi önemli görevlerdeki politikacılar katılacak.
Az gelişmiş dünyaya daha dün “bok çukuru” (shithole) diye hitap eden (1) ABD devlet başkanı Trump da bu toplantıya katılacakmış.
Wallmart asgari ücreti artırıyor
Trump bu yılın başında sermaye örgütlerinin ve zenginlerin vergilerini indirdi (kurumlar vergisini yüzde 35’ten yüzde 21’e düşürdü). Bunun üzerine ülkenin ve dünyanın önde gelen perakende devi, toplam olarak 2,2 milyon işçi çalıştıran, 4,700 mağazası ve yüzlerce deposu olan, geçen yılki geliri 500 milyar doları bulan Wallmart, saatlik asgari ücretin miktarını 9 dolardan 11 dolara çıkartacaklarını açıkladı (2).
Bunu da yapılan vergi indirimleri sayesinde yapabildiklerini söyleyerek, indirilen vergilerin aslında işçilere yaradığı gibi bir yanılsama yarattı.
Gerçekte ise durum bu değildi. Zira ülkede işsizlik sadece yüzde 4,1. Yani bir çok ekonomiste göre ülkede ekonomi tam istihdamda. Wallmart, bu koşullarda yeni işçi bulmak giderek zor olduğu için, zaten düşük ücretle çalışan ve devletten aldıkları gıda karneleri ile yaşamlarını sürdürebilen işçilerin asgari ücretini yükseltmek zorundaydı.
İşçi çıkartmanın bahanesi
Ama asıl niyet aynı açıklamada ortaya çıktı. Wallmart ülke çapında 63 adet deposuna kilit vuracağını da açıkladı. Bu yaklaşık 7,500 depo işçisinin işsiz kalması anlamına geliyor.
70 bin dolarlık yoksulluk konuşması
Aslında bu gönderinin asıl konusu Davos. Çünkü Davos’ta bu yıl ele alınacak konuların arasında küresel eşitsizlik ve yoksulluk gibi önemli konular da var.
Ama şimdi sıkı durun ve aşağıda yer verdiğim New York Times’ta çıkan bir habere (3) kulak verin.
Bu toplantılara katılabilmek ve örneğin yoksulluğu tartışabilmek için üye olmak ve bilet almak gerekiyor. Bunun bedeli ise sadece 70 bin dolarcık ! Bu sadece katılım ücreti ve üyelik için. Çünkü Zürih Hava Limanı'ndan bu kayak cenneti küçük kasabaya, ne denli rahat ve güvenli olursa olsun, devletin treni ile gelecek kadar düşmediğinize göre, ya lüks bir otomobil ya da helikopter kiralayacaksınız. Yani en az 100 bin doları gözden çıkartmalısınız.
Buralarda harcanacak milyonlarca dolar ile kaç bin yoksul doyurulur, kaç tanesi için istihdam yaratılırdı bunu tartışmayacağım. Ama doğrusu kapitalist sisteme şapka çıkartmak lazım.
Çünkü öyle bir düzen ki asgari ücreti artırmanın karşılığında sermaye rüşvet olarak ödediği verginin düşürülmesini istiyor, ayrıca işçi çıkartıyor. Ve işçiler olarak tam bir "aşağı tükürsek bıyık" halindeler: Ücretiniz artmazsa sürüneceksiniz, artarsa bazılarınız işsiz kalacak !.
Üstelik böyle bir sömürü, eşitsizlik ve adaletsizlik nedeniyle yoksullaştığınızda sizim sorunlarınızı da sizi bu duruma düşürenler, sizin adınıza, dünyanın en lüks mekânlarında, şampanyaları yudumlarken, havyarlarını kaşıklarken tartışıyorlar ve sözüm ona çözüm arıyorlar.
Sizce böyle bir yaman çelişkinin çözülmesi daha ne kadar sürer?
………….
(1) 
https://www.washingtonpost.com/…/trump-attacks-protections-…, 12 Ocak 2018.
(2) 
https://www.reuters.com/…/walmart-hikes-minimum-wage-announ…, 11 Ocak 2018.
(3) 
https://mobile.nytimes.com, 12 Ocak 2018.


BİTCOİN (4): BITCOİN KREDİ YERİNE GEÇEBİLİR Mİ,

BİTCOİN (4):
BITCOİN KREDİ YERİNE GEÇEBİLİR Mİ, VERGİ ÖDERKEN KULLANILABİLİR Mİ?
Mustafa Durmuş
13 Ocak 2018
Bir önceki yazımızda paranın ortaya çıkışından bu yana bir “değişim ve standart ödeme aracı”, sermayenin veya servetin bir kısmının saklanması olarak “değer saklama ya da biriktirme aracı” ve istikrarlı bir “hesap birimi aracı” olarak kullanıldığını belirtmiş ve ilk işlevinden hareketle bitcoinin sınırlı bir arza sahip olmasının, önemli bir teknolojik yeniliğe dayanmasının (blockchain) ona özsel bir değer sağladığını vurgulamıştık.
Ayrıca üretilme, yaratılma sırasında harcanan emek de onun özsel değerini oluşturur. Yani nasıl altını değerli yapan (ziynet eşyası olarak kullanılmasının yanı sıra), çıkartılmasının çok zahmetli olması, çok miktarda emek ve makine, ekipman gerektirmesi ise, bitcoinin yaratılması da (mining) ciddi miktarda bilgisayar gücü (donanımı), elektrik üretimi ve tüketimi gerektiriyor.

9 evin günlük elektrik tüketimine eşit bir elektrik tüketimi
Diğer taraftan böyle bir emek onu değerli kılarken, onun “geleceğin parası olmasını” da önlüyor. Zira elektrik üretimi kömürden, petrole her türlü fosil yakıtların kullanımını, nükleer santralleri, su ve rüzgâr kaynaklarının kullanımını gerekli kılıyor ki bu sürdürülebilir bir şey değil.
Ayrıca bu üretimin beraberinde gelen CO2 emisyonları gibi sosyal maliyetleri de dikkate alındığında böyle bir üretimin sonucunda ortaya çıkan bir paranın gelecekte değişim aracı olarak (eşdeğer) kullanılması sistemin sürdürülebilirliği bağlamında iyice zorlaşıyor.
Bu bağlamda bitcoinin fosil yakıtlardan uzaklaşmayı amaçlayan girişimleri de yavaşlattığı, iklim değişikliği üzerindeki etkileri dikkate alındığında bitcoin ve diğer kripto para teknolojilerinin ekoloji için büyük bir tehdit oluşturduğu, bugün bir bitcoin işlemi yapılırken harcanan elektrik miktarının ABD’de 9 evin günlük elektrik tüketimine eşit olduğu, bitcoin ağının bilgisayar gücünün dünyanın en büyük 500 süper hızlı bilgisayarının kombine gücünden 100 bin kere daha fazla olduğu, bu ağda yılda 31 terawatt-saatlik enerjinin kullanıldığı, bunun yılda 150 ülkenin her birinin tüketiminden daha fazla tüketim anlamına geldiği ve ağın her gün enerji kullanımını 450 cigabit-saat artırdığı, bunun da örneğin Haiti’nin yılda tükettiği elektrik kadar olduğu ileri sürülüyor (1).
  
İnanç kaybolduğunda…
Bitcoinin geleceğin parası olarak düşünülmesinin nedenlerinden bir diğeri de, fiyatının sürekli yükseleceğine, dolayısıyla da değerinin sürekli artacağına olan inanç (bu durum bir kısım yatırımcı tarafından adeta yeni bir dini inanç gibi kabul görüyor (2).
Oysa özellikle de son haftalarda görüldüğü gibi bitcoin dahil tüm kripto paralar (özellikle de Çin ve G. Kore gibi bazı devletlerin yasaklamaları nedeniyle) sadece bir günde yüzde 30 civarında değer kaybettiler. Yani bir süre sonra insanlar artık onun bir ödeme aracı olarak geleceğin parası olduğuna olan inancını yitirdiklerinde (fiyatların çakılma anı) bitcoin yukarıda sözü edilen bu özsel değerini tamamen kaybedebilir.

Bitcoin kredi boyutuyla çok sorunlu
Paranın çok önemli bir kısmının “banka kredisi” biçiminde yaratıldığını bir önceki yazımızda açıklamıştık (Bitcoin:3). Bu anlamda paranın kredi boyutuyla ilgili olarak bitcoin tarafında ciddi belirsizlikler var.
Ulusal paralar özellikle de dolar ve avro cinsinden olanlar, hem ulusal, hem de küresel düzeyde milyarlarca dolarlık kredilendirme işleminde sorunsuz bir biçimde kullanılabiliyorlar. Çünkü örneğin doların kullanana verdiği mesaj şudur: “Bu kâğıt tüm kamu ve özel borçların ödeme aracıdır. Bunu herkes böyle kabul etmek zorundadır”. Dünyada hala merkez bankalarının dolar rezervlerini artırma gayreti içinde olması, sadece bilgisayar ekranlarında mevcut olan bitcoin gibi kripto paraların böyle bir statüye erişebilmesini (en azından orta vadede) imkansız kılıyor.

Alternatif bir kredi sistemi: Pangea!
Bu sorunu aşmak için muhtelif çalışmaların yapıldığını da inkâr etmemek gerekiyor. Örneğin Pangea adlı bir proje ile Amerika’da emlak-konut sektöründe hem konut alıcıları, hem de yatırımcıları için emlake /konuta ve konut kredisine erişimi kolaylaştıran, aracı (işlem) maliyetlerini asgariye indiren ve kolayca konutları likide çevirmeyi sağlayabilen bir platform geliştirildi.
Bu projede Ethereum blockchain teknolojisi kullanılıyor. Bu projenin özellikle de kredili emlak alabilmek için emlakin bedelinin en az yüzde 20’sinin ön ödeme olarak kabul edildiği, kalan kısım için banka kredisine erişimin özellikle de 2008 krizinden sonra çok zorlaştırıldığı (iyi, düzenli ve iyi güvenli bir işin ve gelir akımının olduğunun ispatlanması gibi) mortgage sisteminde krediye erişimin kolaylaştırılması için ne kadar önemli olduğunun alt çiziliyor.
Keza duruma göre emlak bedelinin yüzde 5’ine kadar ulaşan ve sayıları 8’e kadar çıkabilen aracının kullanılmasını gerektirebilen aracılık sistemini ortadan kaldırarak işlem maliyetlerini, dolayısıyla da emlakin verimliliğini yükselten ve son olarak emlakin kolayca likide çevrilmesini sağlayarak küresel çapta 217 trilyon dolarlık bir hacmi olan konut-emlak sektöründe çok önemli bir yatırım fırsatı sunulduğu (hali hazırda bunun 3,5-4 trilyon dolarlık kısmı kullanılabiliyor) ileri sürülüyor (3). Ancak bunun henüz yaygın olmayan bir proje, bir deneme olduğunun da altını çizmek gerekiyor.
Pratikte para sistemlerinin nasıl çalıştığına, yani ödeme sistemleri ve piyasaların nasıl işlediğine bakıldığında, kredinin hem ödemede hem de piyasaların işleyişinde işin merkezinde yer aldığı görülür. Kredilendirmenin kalıtsal olarak istikrarsız, krize eğilimli olması ise “kullanılacak para birimlerinin bunu ne ölçüde göğüsleyebileceği” sorusunu sürekli olarak gündemde tutar.
Yani kapitalizmde kredilendirme bir istisna değil, esas olduğundan ortadan kaldırılması mümkün değil. Bu da sadece bilgisayar kaydı olarak hali hazırda mevcut olan bu paraların yüzlerce milyar dolarlık kredi piyasasında kullanılma şansını ciddi ölçüde azaltıyor.
Bu konuyu kredi-finans krizleri ile ilişkilendirerek biraz daha açtığımızda bitcoin ile ilgili sorunların daha da netleştiği görülecektir.

Finansal kriz-merkez bankaları ve bitcoin:
Bitcoinin küresel çapta yaygınlaşması durumunda bankalar hem bireylere, hem de firmalara kredilerini bitcoin ile vermek zorunda kalacaktır. Diğer yandan bankacılık işin doğası gereği çok riskli bir iştir. Bitcoinin arzı sınırlı olduğundan bir bankacılık krizi patlak verdiğinde sistemde bugünkü gibi “son başvurucu” bir makam, yani “merkez bankası” olmayacaktır. Oysa bankaların garantörü işlevi gören merkez bankaları, gerektiğinde neredeyse hiçbir şeyden para (nakit) yaratarak bankaları kurtarırlar. Buna en son 2008 krizi sırasında merkez ekonomilerde tanık olmuştuk.
Diğer taraftan bitcoinin para olarak kullanıldığı bir durumda, böyle bir kurtarıcı yoktur. Çünkü bitcoin gibi kriptolar, hem anonimdir, hem desantralizedir ,hem de arzları şimdiden sınırlandırılmıştır. Bu da kapitalizmin doğası gereği sıklıkla girdiği bankacılık krizlerini ve beraberindeki derin resesyonları düzenli ve kalıcı bir hale getirir (4). Bu anlamda aslında bitcoinin tıpkı altın standardına öykünme gibi bir “geçmişe dönük romantizm” olduğu ileri sürülebilir.
Finansal bir kriz patladığında ortaya çıkan nakit kuruması sistemin merkez bankası tarafından yağlanmasıyla önlenmeye çalışılır. Bunun için de merkez bankalarına ihtiyaç duyulur. Çünkü merkez bankaları devreye girmezse firmalar nakde olan ihtiyaçlarını eldeki varlıkları süratle elden çıkartarak yapmaya çalışırlar ki, bu da “Minsky Anı” adı da verilen bir varlık deflasyonu ve nihayetinde iflaslarla sonuçlanabilir.
Yani merkez bankalarının “kurtarıcı rolü” olmaksızın ticari bankaların çalışabilmeleri mümkün değildir. Oysa kripto paraların egemen olduğu bir sistemde böyle bir merkezi rol üstlenen garantör (kriptoların tanımı gereği) mevcut olmayacaktır.
Bu bağlamda da finansal krizlere eğilimli olan ve sıklıkla finansal krizlere giren kapitalizm altında bitcoinin bu tür bir esnekliğinin olmaması, onun uzun vadeli bir para birimi olmasını önleyen bir durumdur.

Bitcoinin ortak muhasebe birimi olarak kullanılabilmesi de zor!

Kapitalizmde şirketlerin muhasebe kayıtları devletlerin zorunlu kıldığı para birimi cinsinden yapılmak zorundadır. Zorunlu ortak bir ödeme ve muhasebe kayıt birimi devletlerin (ulusal paranın sahibi sahip olmaları nedeniyle) gücünün bir göstergesidir. Bu açıdan da bitcoin gibi dijital paraların ortak muhasebe kayıt birimi olarak kabul görmesi ve uygulanması beklenemez.

Bitcoin vergi ödeme aracı olarak kullanılabilir mi?
Bununla bağlantılı bir diğer açmaz vergi ödemeleriyle ilgilidir. Bitcoin metaların ya da hizmetlerin değiştirilmesi sırasında kullanılabilirse de, bu işlemler üzerinden doğan vergilerin ya da doğrudan gelirler üzerinde alınan vergilerin ödenmesi sırasında ciddi sorun doğar. Çünkü tarihte de hep görüldüğü gibi, para her zaman vergi ile birlikte düşünülmüştür.
Yani devletler açısından ulusal paralar aynı zamanda vergi ödeme aracıdırlar. Zira günümüzde devletler vergiyi keçi-koyun, altın ya da yabancı para (örneğin dolar) olarak tahsil etmezler. Diğer yandan vatandaşlar vergileri ödeyebilecek kadar para sahibi olmak durumundadırlar. Yani bitcoin ancak onunla vergi ödenebildiğinde para gerçek anlamda para olabilir. O zamana kadar en fazla, altın, hisse senedi gibi riskli bir varlıktan ibaret olarak varlığını sürdürebilir.

Para sermayeye ve servete dönüşür. Bunu dijital paralar sağlayabilirler mi?
Marx Kapital’de, burjuva ekonomi politiğini; paranın gerçek toplumsal niteliğini, sermayenin dolaşım sürecindeki rolünü ve ekonomik kriz yaratma kabiliyeti bulunduğu gerçeğini kavrayamadığı için eleştirir (örneğin A. Smith’e göre, para, meta değişimindeki basit bir aracıydı).
Meta üretiminin belirli bir gelişim aşamasında para, ‘sermaye ’ye dönüşür. ‘Metanın dolaşım formülü’ şöyledir: C – M – C. Yani (Meta- Para - Meta). Bu zincir başka metayı satın almak için bir metayı satmak şeklinde oluşur. ‘Sermaye formülü’ ise şöyledir: M – C – Mꞌ. Yani (Para- Meta – Paraꞌ). Bu zincir ise başka bir metayı satmak için satın almak şeklinde oluşur. Böylece (Marx tarafından), dolaşıma sokulan ilk paranın değerindeki artış ‘artık değer’ olarak tanımlanır.
Kapitalist dolaşımda paranın bu büyümesi bilinen bir şeydir. İşte tarihsel olarak üretimin sosyal ilişkilerince özgün bir biçimde belirlenen bu büyüme parayı sermayeye dönüştürür. Bu dönüşümü bitcoin ve diğer kripto paraların sağlaması beklenebilir mi?

Bitcoin değer/servet biriktirme aracı olarak kullanılabilir mi?
Paranın değer / servet biriktirme aracı olarak işlev görmesi dendiğinde bugünkü satın alma gücünün geleceğe güvenli bir biçimde aktarılması anlaşılır. Gelecekte bozulmayan dolayısıyla da değeri düşmeyen araçlar ancak bu işlevi görebilirler.
Bu bağlamda meyve (örneğin elma) bugün için ödeme aracı olarak kabul edilebilirse de, gelecekte çürümek durumunda kalacağından servet biriktirme aracı olarak işlev göremez.
Bunun için son derece likit olan ve hemen metalarla değiştirilebilir, dünya çapında kabul görmüş dolar ve avro ya da diğer ulusal paralar gibi bir para ya da dayanıklılığı olan ama sınai amaçla kullanımı kadar aynı zamanda da süs –ziynet eşyası olarak kullanılabilen, fiyatı spekülatif dalgalanmalar nedeniyle düşebilse de asla sıfıra düşmeyen altın veya sağlam bir faiz getirini garantileyen elektronik tahvil sertifikaları gibi bankalar batmadığı sürece dayanıklı olan ve çok daha kolay depolanabilen menkul değerlerin, hisse senetlerinin kullanılması gereklidir ki bugün servet büyük ölçüde böyle biriktirilmekte ve saklanmaktadır.
Buna yanıt olarak, örneğin Amerikalı yatırımcı ikiz kardeşler Winklevoss’ların 2012 yılından bu yana yaptıkları bitcoin yatırımlarının değerinin 1,65 milyar dolara eriştiği ileri sürülebilirse de (5) bunların, kripto balonunun patlaması anında satışa çıkartıldığında bu değerden alıcı bulabileceği son derece kuşkulu.
Bu açıdan bitcoin ve diğer kripto paralar oldukça zayıf konumdalar. Paralarını gizlemek isteyenler, vergi ödemek istemeyenler için finansal gizlilik sağlayabilirler (tıpkı offshore hesaplar gibi). Diğer yandan insanlar geleceği kuşkulu kendi ulusal para birimlerine dahi kolay kolay yönelmezler (Türkiye’de son dönem liradan kaçılması gibi).
Mesele yine bitcoinin bir değeri olup olmadığına göre şekilleniyor. Faiz getirisi olmayan, altın gibi ziynet eşyası olarak da kullanılamayan, dünya çapında kabul görmeyen bir para biriminin servet /değer biriktirme aracı olabilmesi için değerli olması gerekiyor.
Bitcoinin bir değişim değeri olduğunu daha önce açıklamıştık. Bir kriz anında değerinin sıfıra düşmesini önleyecek her hangi bir temel değerinin olduğunu ileri sürmek çok zor. Çok ciddi bir kriz sonrasında bu paraların değeri sıfıra kadar düşebilir. Diğer yandan altının ya da petrolün değeri, çalkantı yaşasa da asla sıfıra kadar düşmedi, düşmez.
Kısaca gerçek anlamda değeri olan bir şeyin değer biriktirme aracı olabilmesi mümkün. Tıpkı 1990’lardaki ‘Beanie Bebekler Balonu’nda görüldüğü gibi elektronik ortamda bu az sayıdaki oyuncakların değeri binlerce dolara yükselmiş ve ilgili alış veriş sitesinin ticaret hacminin yüzde 6,6’sına kadar yükselmişti. Bazıları yaşamları boyunca yaptıkları tasarrufları bu bebeklere yatırmışlar ama balon patladığında iş işten geçmişti. Bu bebekler oyuncak olarak değerliydiler ama asla binlerce dolar etmezlerdi. Bitcoinin değer biriktirme aracı olabilmesi için önce bir para birimi olarak kabul görmesi kaçınılmazdır (6).

Kripto paralar yeraltı dünyasında yaygınlaşıyor!
Yer altı dünyasının giderek dijital paraları tercih etmeye başlaması, bu paranın geleceğin parası olarak kullanımını zorlaştıran bir diğer engel. Zira blockchain teknolojinin izin verdiği şifreleme/kodlama, oluşturulan cüzdanlar vergi kaçırmak için olduğu kadar, gizli saklı ödemeler için de kullanılabiliyor.
Özellikle de monero, ethereum ve zsachs gibi kripto paralar sahte kayıt kullanılmasına izin veriyor. Bu nedenle de örneğin fidye işlerinde kullanılan moneroya olan talep ciddi olarak arttı (bundan 3 ay önce AB’nin ilgili organı Europol yayımladığı bir rapor ile bu üç dijital paranın popülaritesindeki belirgin artışın risklerine dikkat çekmişti (7)).
Devam edecek…
………………
(1) “Bitcoin Could Cost Us Our Clean-Energy Future”,
https://www.nakedcapitalism.com/…/bitcoin-cost-us-clean-ene…, 7 Aralık 2017.
(2) Patrick Watson, “How Bitcoin Could Crash the Markets”, Mauldin Economics <subscribers@mauldineconomics.com, 19 Aralık 2017.
(3) “Using Blockchain to Expand Access to Real Estate”,
https://media.consensys.net, 11 Ocak 2018.
(4) Paul De Grauwe , “The bitcoin is not the currency of the future”,
http://escoriallaan.blogspot.com.tr/, 8 Aralık 2017.
(5) Nathaniel Popper, “How the Winklevoss Twins Found Vindication in a Bitcoin Fortune”, 
https://medium.com, 20 Aralık 2017.
(6) Vili Lehdonvirta “Bitcoin isn’t a currency – and unless it becomes one it could be worthless”, 
https://theconversation.com/uk, 6 Aralık 2017.
(7) Olga Kharif, “The Criminal Underworld Is Dropping Bitcoin for Another Currency”, 
https://www.bloomberg.com, 2 Ocak 2018.