26 Nisan 2024 Cuma

Bretton Woods İkizleri

 

IMF ve Dünya Bankası küresel kapitalizmin hizmetinde

Mustafa Durmuş

26 Nisan 2024


Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (WB) 2024 Bahar ana toplantıları 17-19 Nisan, yan toplantıları ise 15-20 Nisan günleri arasında Washington’da yapıldı.

Bu yılki toplantılarda, resesyona yol açmaksızın enflasyonu düşürme bağlamında, “yumuşak iniş stratejisinin sonuçlarının değerlendirilmesi”, “artan iklim finansmanı ihtiyaçlarının karşılanması” ve “yüksek küresel borç stokları” gibi konular ele alındı.

İkizlerin Nisan toplantılarının gündemi

Ayrıca her iki kurum, Orta Doğu ve Tayvan Boğazı da dâhil olmak üzere artan küresel gerilimlerin, şu anda beklenenden daha iyi görünen ekonomik gidişatı nasıl kesintiye uğratabileceği konusunu da ele aldılar.

Bu gerilimlerin, temel gıda, enerji-petrol ve yarı iletkenler gibi önemli küresel ürünlere yönelik ciddi küresel tedarik zinciri kesintilerine neden olabileceği ve bunun da arz yönlü olarak enflasyonu tetikleyebileceği hususu üzerinde duruldu.

Ancak uzmanlara göre, her iki kurumun da kredi verme kapasitelerinin arttırılması çabaları da dâhil olmak üzere, bu bahar toplantılarında büyük reformlar konusunda önemli bir gelişme sağlanamadı. (1) Yani bu kurumların reforma tabi tutulması gibi asıl önemli konuları ele almak başka bir bahara kalmış gibi görünüyor.

IMF ve Dünya Bankası raporları ne diyor?

Bu toplantılar sürerken, bir yandan da, iki kurumca hazırlanan düzenli raporlar peş peşe açıklandı. Bunlardan IMF’nin “Dünyanın Ekonomik Görünümü” başlıklı raporunda, dünyaya, çeşitli bölgelere ve ülkelerin ekonomilerine ilişkin gelecekle ilgili olarak, başta ekonomik büyüme ve enflasyon olmak üzere, çeşitli makroekonomik tahminler yapılıyor.

Örneğin IMF, dünya ekonomisinin 2024 ve 2025 yıllarında ortalama yüzde 3,2 büyürken, enflasyon oranlarının aynı yıllar için ortalama yüzde 2,8 ve yüzde 2,4 olacağını, bunda da izlenmekte olan yumuşak iniş politikalarının etkili olacağını öngörüyor. (2)

ABD dünya ekonomisinin lokomotifi, Avrupa durgunlukta

IMF, “ABD ekonomisi pandemi öncesi trendini çoktan aşmış durumda” tespitini yaparak, ABD ekonomisinin dünyanın büyümesinde lokomotif görevi üstleneceğini düşünüyor.

Zira en gelişmiş yedi kapitalist ekonomi (G7) arasında ABD ekonomisinin büyüme hızının 2023’te yüzde 2,5’ten 2024’te yüzde 2,7’ye yükselmesini bekliyor. Bu oran diğer G7 ülkelerinin ekonomik büyüme hızlarının yaklaşık iki katı. “Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Birleşik Krallık ise yüzde 1’in altında bir büyüme ile durgunluk içinde kalmaya devam edecekler”, tespiti yapılıyor.

Bu durum, ABD’de yılsonundaki başkanlık seçimlerinde Trump’ın yeniden başkan seçilmesinin güçlü bir ihtimal olduğu dikkate alındığında, şaşırtıcı olmalı. Zira genelde, pro-faşist liderlerin ve partilerin ekonomide işler iyiye giderken yükselişe geçmediği, aksine ekonomik koşulların kötüleşmesi durumunda popüler hale geldikleri görülüyor.

“Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler” olarak adlandırılan ülkeler arasında ise Hindistan ekonomisinin yılda yüzde 6’nın üzerinde bir hızla büyümesi beklenirken, Çin ekonomisindeki büyümenin yüzde 5’in altına düşmesi öngörülüyor.

Son 30 yılın en zayıf büyümesi önümüzde: Verimlilik artışları yavaş, küresel borçlar dağ gibi!

Ancak Covid-19 pandemisinden önceki beş yılda küresel büyüme ortalama yüzde 3,4 gibi kayda değer bir oranda gerçekleşmişti. Diğer yandan IMF’nin bu raporda, önümüzdeki beş yıldaki ekonomik büyümenin muhtemelen otuz yılı aşkın bir sürenin en zayıfı olacağı konusunda ülkeleri uyardığını da belirtmekte yarar var.

Keza dünya ekonomisine ait göreceli iyimserliğin, zayıf verimlilik artışı, artan ticaret savaşları ve yoksul küresel Güneydeki borç krizini gizlediğinin de altının çizilmesi lazım. Nitekim her iki kuruluşun raporları da bu duruma dikkat çekerek finansal risklerin sürmekte olduğuna vurgu yapıyorlar. Kısaca içinde bulunduğumuz bu 10 yılı, en iyi ihtimalle, “ılımlı yıllar” olarak nitelendiriyorlar.

Savaşlar ve ekonomik milliyetçilik büyümenin önünde engel

Nitekim Bloomberg, dirençli gibi görünen küresel ekonominin artan borç ve küresel eşitsizliği maskelediğini ileri sürüyor. Ona göre dünya ekonomisi bu yıl ancak yüzde 2,9 büyüyebilecek ve dünya bir krizden kurtulmuş gibi görünse de, savaşlar ve ekonomik milliyetçilik pek çok ülkeyi daha kötü durumda bırakacak.

Yani “2024’ün giderek daha umut verici hale gelen iktisadi hikâyesi, yumuşak bir inişe doğru giden ancak aynı zamanda daha tehlikeli, bölünmüş, borçlu ve eşitsiz hale gelen bir dünyadan oluşuyor”. (3)

Dünya ekonomisinin bu hali bize, kâr oranlarındaki bir düşüş ile birlikte ilerde,   tıpkı 1929-33 ve 2008-2009 kapitalist krizleri gibi bir kriz sürecine girilebileceğini ve bu gerçekleştiğinde yeni bölgesel savaşların ya da gerilimlerin hatta dünya çapında bir savaşın da ortaya çıkabileceğini düşündürüyor.

Enflasyon küresel olarak düşüyor ancak

Fiyat istikrarı anlamında IMF büyük gelişmiş ekonomilerin çok uzak olmayan bir gelecekte yumuşak bir iniş yapacağı konusunda iyimserliğini koruyor. IMF, ayrıca G7 ülkelerinde enflasyonun uzun vadeli ortalama ve hedef seviye olan yüzde 2’ye (üstelik 2025 gibi kısa bir sürede) dönmesini ve bu arada nispeten yavaş da olsa ekonomik büyümenin devam etmesini bekliyor.

Ancak bu öngörü çok iyimser zira İsrail ve İran arasında tırmanan gerilimin de ortaya koyduğu gibi, siyasal ve jeopolitik risklerle dolu bir dünyada bu olayların başta enflasyon olmak üzere bazı ekonomik sonuçlarının olması kaçınılmaz. Ukrayna-Rusya savaşı bunun en somut örneği.

Yoksulluk ve eşitsizlikler arttı

Dünya Bankası raporunda ise, 2022 yılında dünyada 712 milyon insanın aşırı yoksulluk içinde yaşarken (günde 2,15 dolardan daha az bir gelirle geçinenler) bu sayının 2019 yılındakinden 23 milyon daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor.

IMF Başkanı Georgieva, düşük gelirli olarak sınıflandırılan 69 ülkenin toplam gayrisafi yurtiçi hasılasının, eğer Covid-19 pandemisi yaşanmasaydı ortaya çıkacak olan büyüklüğünden yüzde 10 daha az olduğunu ve ekonomilerin hükümet bütçelerini tüketen borç ana para ve faizi geri ödeme maliyetleri nedeniyle zorlandığını ileri sürüyor.

Ayrıca “büyümenin bundan böyle yavaş olma ihtimalinin yüksekliği nedeniyle yoksul ülkelerin diğerleriyle arayı kapatma şansının daha da azaldığına, gerçekten ölüm kalım savaşı veren, ekonomik ve sosyal zorluklarla karşı karşıya olan ülkelerin varlığına” dikkat çekiyor.

Faiz indirimi kararlarında frene basıldı, bunun azgelişmiş ülkeler için önemli sonuçları olacak

Hükümetler, işletmeler ve yatırımcılar için bir diğer endişe kaynağı ise bu yılın faiz indirimleri yılı olması gerekirken, bunun tam olarak gerçekleşmemesi. Zira gelişmiş ekonomilerdeki bazı merkez bankaları, fiyat baskılarının devam ettiğini gösteren raporlar ışığında, daha temkinli bir yaklaşım benimsiyorlar. Örneğin ABD’de son dönemde enflasyonda görülen artış, bazı FED yetkililerinin faiz indirimi için gelecek yıla kadar bekleyebileceklerini öne sürmelerine neden oldu.

Küresel merkez bankalarının faiz indirimi konusundaki suskunluğunun borç batağına saplanmış bir dünya için çok önemli sonuçlar doğuracağı çok açık. Öyle ki IMF’ye göre bazı düşük gelirli ülkeler GSYH’lerinin yüzde 13’ünü borç servisi için harcıyor. Birleşmiş Milletler (UN) ise, 3,3 milyar insanın, hükümetlerin eğitim ya da sağlıktan çok faize harcama yaptığı ülkelerde yaşadığını tahmin ediyor.

Trump, Modi: Kaotik bir dünya!

Ancak iktidarlar ekonomik milliyetçiliği pompalamaya devam ettikçe durum daha da kötüleşebilir. D.Trump’ın ABD’deki başkanlık seçimlerine gidilirken yapılan anketlerde önde gitmesi, diğer pro- faşist ya da aşırı sağcı popülist liderlerin Avrupa’da zemin kazanması ve Hindistan’da N. Modi gibi bir pro-faşist liderin başkanlık seçimlerini üçüncü kez kazanacağına kesin gözüyle bakılması, barış isteyen herkes için umutlu olmaktan ziyade belirsiz ve potansiyel olarak kaotik görünüyor.

Türkiye ekonomisi yüksek büyümeyi sürdüremeyecek

Raporların Türkiye ekonomisi ile ilgili olarak söyledikleri en önemli şey,  önümüzdeki yıllarda Türkiye ekonomisinin eskiden olduğu kadar yüksek büyüme hızları ile büyüyemeyecek olması.

Örneğin IMF raporuna göre, Yükselen Ekonomiler ve Gelişmekte Olan Ekonomiler sırasıyla; 2024’te yüzde 4,2 ve 2025’te yüzde 4,2 büyüyecekler. Türkiye ekonomisi ise bu ortalamanın altında olmak üzere; 2024 yılında yüzde 3,1 ve 2025 yılında yüzde 3,2 büyüyecek ve büyüme hızı ancak 2029 yılında yüzde 3,5’e çıkabilecek.

Dünya Bankası da benzer biçimde, Hazine ve Merkez Bankası tarafından hayata geçirilen makroekonomik konsolidasyon çabalarının iç talebi baskılamasına atıfta bulunarak, Türkiye ekonomisindeki büyümenin bu yıl yüzde 3’e gerileyeceğini öngörüyor.

2009’dan bu yana en düşük büyüme serisi önümüzde

Bu, Covid-19 pandemisinden etkilenen yıllar hariç olmak üzere, 2009’dan bu yana ekonomik büyümede en düşük seviye demek oluyor (o yıl ekonomi 2008 krizinin etkisiyle yüzde 4,7 oranında küçülmüştü). Bir başka anlatımla, ekonomik büyüme 2025 yılında yüzde 3,6’ya ve 2026’da yüzde 4,3’e çıksa da, ekonomi eskisi canlı olmayacak.

Kuşkusuz ekonomik büyümedeki bu yavaşlamanın gelir dağılımı, işsizlik ve yoksulluk başta olmak üzere önemli sosyal olumsuz etkileri olacak, bu da son yılların en büyük ekonomik hak ve refah kayıplarına uğramış olan başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin nesnel olarak mücadelelerinin artmasına, sınıf mücadelesinin keskinleşmesine neden olacaktır.

Ayrıca bu gelişmenin bazı önemli siyasal sonuçlarının olması da beklenebilir. Öyle ki, kimlik meselelerini ön plana çıkaran siyaset ekonomi iyi giderken işe yarıyor, buna karşılık kalıcı yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı sırasında pek işe yaramıyor. Büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan’ın popülaritesinin en büyük parçasıydı, kimlikler üzerinden yürütülen kutuplaştırıcı siyaset de bu popülerliğin devamını sağlıyordu. Ancak son 22 yıldır Erdoğan’ın en büyük gücü olan canlı ve büyüyen ekonomi şimdi onun zayıf karnı haline geldi (İsrail ile olan ticaretin sürmesinin neden olduğu taban kaybına ilave olarak). 31 Mart yerel seçimlerinde iktidar blokunun aldığı yenilgi bunun somut bir kanıtı.

Dünya Bankası kredileri borç stoklarının artmasıyla ve daha fazla sömürü ile sonuçlanıyor

IMF ve Dünya Bankası'nın Bahar Toplantılarında, sayıları milyarları bulan insanın hayatını değiştirecek (genelde kötü yönde) önemli küresel ekonomik kararlar alınıyor. İşin ironik yanı bu kurumların, dünyada aşırı yoksulluğu gidermek için çaba gösterdiklerini ilan etmeleri. Öyle ki örneğin Dünya Bankası'nın resmi web sitesinde böyle yazıyor:

“Dünya Bankası'nın rolü, yoksul üyelerinin hükümetlerine ekonomilerini iyileştirmeleri ve halklarının yaşam standartlarını yükseltmeleri için borç para vererek yoksulluğu azaltmaktır.”

Bu sözler kulağa hoş gelse de, bir ülkeyi daha da borç batağına iterek ülke insanı ve ekonomisi yoksulluktan kurtarılamaz.  Tam tersine daha fazla dış borç demek alan ülkelerin bağımsızlığının yitirilmesi, bu da merkez ülkelerdeki sermaye birikiminin önünün açılması demektir. Kısaca Dünya Bankası azgelişmiş ülkelere yardım amacıyla bu programları hayata geçirmiyor, merkez ülkelerdeki sermaye ve servet birikiminin hızlanması için bir yol olarak bunlara aracılık ediyor.

Bu konuda sadece aşağıdaki örnek bile bu kuruluşun gerçekte neye hizmet ettiğini ortaya koymaya yeterlidir. (4)

Kalkınma adına Bugala Adası yağmalandı

“Uganda'nın Kalangala bölgesindeki Bugala Adası adlı uzak bir bölgede yaşayan topluluklar, bölgelerinin Uganda Hükümeti tarafından büyük bir fabrikanın kurulacağı yer olarak seçildiği haberini aldıklarında, elektrik, daha iyi yollar ve su taşımacılığı altyapısı, hastane, daha iyi okullar ve hatta gençler için iş vaatleri nedeniyle bunu büyük bir heyecan ve coşkuyla karşıladılar. Ancak bunun hiç bitmeyecek bir kâbusun başlangıcı olacağını, çocuklarının topraklarını ve miraslarını kaybedeceklerini, evlerinin ve bahçelerinin köşelerinde ustalaşmış görme engelli çocuklarının ve yetişkinlerinin yeni sınırları yeniden öğrenmek zorunda kalacaklarını bilmiyorlardı.

Kalangala Oil Palm Uganda Limited (OPUL) Projesi adı verilen bu proje 1998 yılında Dünya Bankası ve Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu'nun (IFAD) teknik ve mali desteğiyle Uganda Hükümeti tarafından bir Kamu Özel Ortaklığı (PPP) olarak başlatıldı. Projenin amacı Uganda'nın en ücra ve en yoksul bölgelerinden birinde kalkınmayı teşvik etmekti. Dünya Bankası Uluslararası Finans Kurumu (IFC) sponsorluğundaki proje, BIDCO Africa Limited ve BIDCO Uganda Limited ile OPUL arasında doğrudan bir bağlantı var. Çünkü IDCO Africa Limited, Oil Palm Uganda Limited'in (OPUL) yüzde 90’ına sahip olan BIDCO Uganda’nın önemli bir hissedarı.

Bu şirket, 10.000 hektarı Victoria Gölü'ndeki Kalangala Adaları'nda olmak üzere 40.000 hektardan fazla doğal orman arazisini palm yağı plantasyonları kurmak üzere satın aldı. Ancak halk bundan mutlu değil, pek çok topluluk, ellerinden alınan araziler için hala tazminat talep ediyor. Dahası, bu topluluklar, özellikle de kadınlar ve gençler, herhangi bir araziye sahip olmadıkları veya herhangi bir araziyi kontrol etmedikleri için küçük arazi tazminatından yararlanamadılar. Söz verilen işler bir türlü gelmediği için işsizlikle, toprak kaybı nedeniyle gıda üretiminin etkilenmesi sonucu gıda güvensizliğiyle, işsiz ve yoksul insan sayısındaki artış nedeniyle güvensizlikle, özellikle şirketin plantasyonlarda ve endüstride çalışmak üzere bölge dışından ve ülke genelinden insanları getirmesiyle nüfus arttığı için HIV/AIDS yaygınlığındaki artışla boğuşmaya devam ediyorlar”. (5)

Özetle, Dünya Bankası, Uganda’nın en yoksul bölgelerinden birinde bir palmiye yağı plantasyonunu projesine finansman sağladı, bunu yaparken de yerli halka altyapı, iş ve refah vaat etti. Halkın elde ettiği şeyler ise emek sömürüsü, toprak gaspı ve kalıcı sağlık sorunları oldu.

Sonuç olarak

Bu örnek Dünya Bankası'nın gerçek işlevinin ne olduğunu göstermeye yetiyor: Zenginler için servetlerini büyütmek, mevcut yeni sömürgeci statükoyu sürdürmek ve ekonomik krizin faturasını emekçi halklara ödetmek. Temsil ettikleri emperyalist çıkarları karşılandığı sürece hem Dünya Bankası hem de IMF küresel ekonomide asla radikal değişiklikler yapmazlar ki her iki kurumda da etki anlamında, başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin belirleyiciliği çok açıktır.

Ayrıca, borçlu ülkelerin Dünya Bankası gibi kuruluşlara olan borçlarını geri ödeyebilmeleri için (sadece reel ücretleri baskılamak değil), halka dönük kamusal hizmetleri ve kamu harcamalarını da kısmaları gerekiyor.

Nitekim yüksek bir enflasyon ve yoksulluk olmasına rağmen asgari ücretin bu yıl ikinci kez artırılmayacağının açıklandığı Türkiye’de imzalanan 18 milyar dolarlık ek Dünya Bankası kredisinin ardından Bakan Şimşek kamu harcamalarında kısıntı yapılacağını açıkladı. (6)

Bu da işçiye-memura-emekliye daha da düşük ücret artışı, işsizlere daha az işsizlik yardımı, öğrencilere daha kötü eğitim ve hastalara daha yetersiz sağlık hizmetleri ve ekonomi için daha zayıf bir altyapı anlamına geliyor.

Sağcı neo-liberal düşüncenin özellikle de 12 Eylül askeri darbesi sonrasındaki süreçte hâkim ideoloji haline gelmesi yüzünden, bugün başta liberaller olmak üzere (hatta bir kısım solcu) IMF ve Dünya Bankası’nı kurtarıcı olarak görüyor.

Oysa bu iki kurumun kuruldukları yıl olan 1944’ten bu yana işlevlerinde özde bir değişiklik yok: O yıllarda kurulan yeni dünya düzeninin yeni efendisi olan ABD ve onun müttefiki Avrupa emperyalizmine hizmet etmek görevleri bugün de aynen sürüyor. Bugün NATO nasıl askeri olarak emperyalist-kapitalist sistemin aracı ise, IMF, Dünya Bankası (ve Dünya Ticaret Örgütü/WTO) aynı sistemin iktisadi ve mali araçlarıdır.

Ezcümle, emperyalizme (Japon, Rus ve Çin emperyalizmi de dâhil olmak üzere), NATO, IMF, WB ve WTO gibi örgütlere ve bunların ülke içindeki yerli işbirlikçilerine ve kuşkusuz kapitalist sisteme karşı uluslararası işçi sınıfının ve dünyanın tüm ezilen halklarının birlikte mücadelesini örmekten başka kalıcı bir kurtuluş yolu görünmüyor.

Dip notlar:

(1)  https://www.cfr.org/in-brief/imf-and-world-bank-spring-meetings-what-know (12 April 2024).

(2)  International Monetary Fund, World Economic Outlook, Steady but Slow: Resilience amid Divergence, April 2024, s.10, 138, 142.

(3)  https://www.bloomberg.com/news/articles/global-economy-soft-landing-masks-growing-debt-inequality (15 April 2024).

(4)  The view from Uganda - Faith Lumonya, https://www.fightinequality.org/blog/view-uganda-faith-lumonya (20 Nisan 2024).

(5)  Agh.

(6)  https://www.bloomberght.com/bakan-simsek-harcamalarda-mumkun-oldugu-olcude-kesintiye-gidecegiz (19 Nisan 2024).

 

21 Nisan 2024 Pazar

Enflasyon beklentisi

 

Halkın enflasyonun düşeceğine inandırılması çabası iktidar blokunun çaresizliğinin göstergesi

Mustafa Durmuş

22 Nisan 2024


Geçen haftalarda yayımlanan IMF ve Dünya Bankası raporları enflasyonun küresel olarak düşmeye devam edeceğini ileri sürerken, Türkiye tam bir negatif ayrışma yaşayarak, hem bu yılı hem de önümüzdeki iki yılı çift haneli enflasyon rakamları altında geçirecek gibi görünüyor.

Enflasyonda dünya beşincisi ve OECD birincisi ülkeyiz

Dünya Bankası’nın raporunda Türkiye’de önümüzdeki üç yıllık süre için enflasyon oranları şöyle tahmin ediliyor: 2024’te yüzde 57,8; 2025’te yüzde 28,9 ve 2026’da yüzde 16,4. (1) IMF ise Türkiye’de bu yıl enflasyonun yüzde 64,8; seneye yüzde 45,0 ve 2026’da yüzde 28,3 olacağını öngörüyor. (2)

Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, Türkiye’deki enflasyon dünyanın geri kalanı ile kıyaslanamayacak kadar yüksek. Ülke enflasyonda dünya beşincisi ve OECD birincisi konumunda.


Gıda enflasyonu Avrupa’da düşerken Türkiye’de artıyor!

Enflasyon içinde kuşkusuz gıda enflasyonu geniş kitleleri en fazla etkilen bir enflasyon. İstatistikler Avrupa’da gıda enflasyonunun en son Ukrayna savaşından önce görülen seviyelere gerilediğini gösteriyor. Bu durum hammadde fiyatları için de geçerli.

Başka bir deyişle, büyük ölçüde savaşın başlamasıyla, ancak aynı zamanda Covid-19 pandemisi sonrası yeniden açılmaya tepki olarak uluslararası fiyatları yükselten gereksiz bir piyasa tepkisine neden olan fiyat şoklarının hemen hepsi şimdi ortadan kalktı veya çok yakında çok fazla etkisi kalmayacak.


 Türkiye’de ise gıda enflasyonu ENAG’ a göre Mart ayında aylık yüzde 10,06 ve TÜİK’ e göre yüzde 3,40 oldu. TÜİK’ e göre genel olarak TÜFE’deki aylık artış ise yüzde 3,16 olarak gerçekleşti. (3)

Yani Türkiye’de emekçilerin bütçesi içinde en az yüzde 25 oranında bir yer kaplayan gıda ve alkolsüz içecekler hem genel enflasyondan hem de Avrupa ülkelerindeki gıda enflasyonundan yüksek seyrediyor. Üstelik Avrupa’da gıda enflasyonu düşerken Türkiye’de artmaya devam ediyor.

Bu arada, TÜİK’ in açıkladığı enflasyonun bağımsız iktisatçılar grubu ENAG’ ın hesapladığı enflasyonun ancak yarısı kadar olduğunun altını bir kez daha çizelim.

Resmi TÜİK enflasyonunun bile yüzde 65’e yaklaşması, her türden parasal sıkılaştırma ve politika faizi oranlarının yüzde 50’ye kadar yükseltilmesine rağmen enflasyonda bir iniş gerçekleşmediğini gösteriyor. Kısaca, iktidar blokunun ekonomi yönetimi açısından da son derece başarısız olduğu gün gibi ortada.

“İniş yok” senaryosu gerçekleşir mi?

Böyle olunca, Türkiye’de olduğu gibi, ekonomi büyümeyi sürdürürken, alınan her türlü tedbire rağmen enflasyonu düşürme konusunda başarısız kalınma haline  “iniş yok” senaryosu (no landing) adı veriliyor.

Yani ‘yumuşak iniş’ ve ekonomik faaliyette keskin bir düşüş ve işsizlikte önemli bir artış pahasına enflasyonu düşürmeyi tanımlayan ‘sert iniş’ in aksine, ‘iniş yok’ senaryosu, ekonomik büyümenin, merkez bankasının enflasyonu düşürme çabalarına rağmen enflasyonu düşürmede başarısızlığıyla çakıştığı bir sonucu tanımlıyor. (4) Türkiye ekonomisi şu anda bu senaryoyu yaşıyor. Yavaşlayan hızda da olsa büyüme devam ediyor ama enflasyon düşmüyor.

Şimşek: “Enflasyonun tek haneye indirilmesi en önemli önceliğimiz”

Maliye Bakanı Şimşek, IMF ve Dünya Bankası Bahar Toplantıları için bulunduğu ABD’de IMF’nin Avrupa departmanından sorumlu direktörü A. Kammer ile yaptığı basına açık görüşmede, “Türkiye'nin en acil ekonomik önceliğinin fiyat istikrarını yeniden sağlamak olduğunu, ancak ülkenin deprem harcamalarının neden olduğu bütçe açığından ve bölgedeki çatışmalardan kaynaklanan zorluklarla da karşı karşıya olduğunu” söyledi.

Şimşek ülkedeki reformların uluslararası yatırımcıların güvenini yeniden kazandığını ve bunun da tahvil spreadlerinin daralmasıyla kanıtlandığını, ancak şu anda yüzde 60’ın üzerinde seyreden enflasyonun kontrol altına alınmasında Merkez Bankası’na daha fazla destek sağlamak için hükümetin mali duruşunu da sıkılaştırması gerektiğini de sözlerine ekledi. (5)

 “Halk inanırsa enflasyon düşecekmiş!”

Bu konuşmada daha çok jeopolitik olumsuzlukların enflasyonun aşağıya çekilmesinde engel oluşturduğunu söyleyen Şimşek konuşmasında, sorunun halkta olduğunu belirtti ve yüksek enflasyondan halkı sorumlu tuttu. Kendi sözleriyle “halkın enflasyonun ineceğine inanması gerektiğini” söyledi. Yani toplam talebin aşağıya çekilerek enflasyonun düşürülebilmesi için halkın sabretmesi, iktidara olan inancını yitirmemesi ve daha az harcaması gerektiğini söyledi.

Oysa IMF ve Dünya Bankası’nın yukarıda verdiğimiz enflasyon tahminleri daha bu iki kuruluşun bile Türkiye’de yürütülen politikalarla enflasyonun düşürüleceğine pek inanmadıklarını gösteriyor.  Bu durumda yüksek enflasyon artık hayatının önemli bir parçası haline gelmiş olan halkı enflasyonun düşeceğine nasıl inandırılacaktır?

İnanç Odaları mı?

Bu noktada her halde, önce TÜİK resmi enflasyon verilerini düşük göstermeye devam edecek ve hala enflasyonun düşeceğine inanmayan varsa onlar için ülkenin her yerinde, bir zamanlar kurulan ikna odaları benzeri inanç odaları oluşturulacak, camilerde imamlar da “ey iman edenler inanınki enflasyon düşecektir” mealinde vaazlar verecek.

İşin şakası bir yana, toplumun inandırılmasını esas alan ancak kendi zaten son derece tartışmalı olan ‘Enflasyon Beklentileri Yaklaşım’ ülkede çok yanlış anlaşılıyor ve anlatılıyor.  Öz itibarıyla da “iyi düşünelim iyi olsun” gibi metafizik bir yaklaşıma indirgeniyor. Ancak enflasyon artışına neden olan bunca maddi sorun ortada iken ve bunlara değinilmezken enflasyonun düşeceğine inanmak saflık, inandırılmak ise bir tür aptallık olabilir.

Bu yüzden de siyasal İslamcı iktidarın son yıllarda her sıkıştığında ya da seçim dönemlerinde, hem camiye hem de kışlaya başvurduğu gibi, nesnel olarak bu iktidarın uluslararası finans kapitalin sözcülüğünü yapan bir bakanının da modaya uymaması için bir neden yok.

Bu arada eğer olur da halkımız inandırılarak enflasyon düşürülürse (!), bu durum iktisat literatürüne, Türkiye’deki neo liberal siyasal İslamcı iktidarın bilimsel katkısı olarak geçer ve ders kitaplarında yerini alır. Üniversitelerde makro iktisat derslerine de artık dönüşümlü olarak psikologlar ve imamlar girerler. Giderek dini bir ideolojiye dönüşmekte olan burjuva iktisadı da böylece evrimini tamamlamış olur.

Sonuç olarak

Önce NAS denilerek çok yanlış bir zamanda ısrarla politika faizleri düşürüldü. Böylece bizlere dünyanın en pahalı iktisadi deneyimlerinden biri yaşatıldı. Böylece kucağımıza bir enflasyon bombası bırakıldı. Yaklaşık iki yıl sonra mecburen Ortodoks para politikalarına geri dönüldü ve faizler artırılmaya başladı. Buna rağmen enflasyon düşmedi ama örneğin Merkez Bankası başkanlarından H. Gaye Erkan iktidardan düştü.

Şimdi Bakan Şimşek “ halkı enflasyonun düşeceğine ikna etmemiz gerektiğini” söylüyor. Oysa ikna edilmesi gerekenler halk değil. Halk her gün artan fiyatlar karşısında kendini korumaya, yaşamını sürdürmeye çalışıyor. İktidarın asıl ikna etmesi gerektiği kesim aşırı fiyatlamalarla yüksek kârlar elde ederek enflasyonu da fırlatan sermaye kesimi, enflasyon fırsatçıları, halk yoksulluk ve açlıkla boğuşurken, Monaco’da yediği karidesi paylaşanlar, kolunda yarım milyon liralık Rolex saati ile millet edebiyatı yapanlar ve devletin uçağı ile ailesi ile birlikte özel tatile gidenler olmalı.

Aslında Bakan Şimşek’in bu sözleri, bir yandan enflasyonun sorumlusu olarak dolaylı bir biçimde halkı gösterirken, diğer yandan da iktidar blokunun enflasyon konusunda ne yapacağını bilmediğinin ve tam bir çaresizlik içinde olduğunun bir göstergesi.

Özetle, bu ülkede sadece enflasyonun, değil, hayat pahalılığının, yoksulluğun ve işsizliğin de indirilebilmesi ve ülkede halk demokrasisinin inşa edilebilmesi için, emek, demokrasi ve barış güçleri tarafından önce öncelikle iktidar blokunun demokratik yollardan iktidardan indirilmesi ve bu hedeflere uygun yeni bir ekonomik ve politik paradigmanın hayata geçirilmesi gerekiyor.

Dip notlar:

(1)    World Bank, Unleashing the power of the private sector, Europe and Central Asia Economic Update, Spring 2024, s. 108.

(2)    IMF, World Economic Outlook, Steady but Slow: Resilience amid Divergence, April 2024, s.10, 138, 142.

(3)    ENAG Aylık Enflasyon Haber Bülteni (3 Nisan 2024); TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Mart 2024 (3 Nisan 2024).

(4)    https://www.statista.com/chart/32121/likely-outcome-in-global-inflation-crisis (18 April 2024).

(5)    Türkiye: Moving Forward in a Volatile Global Economy, https://www.youtube.com (18 Thursday 2024).

 

17 Nisan 2024 Çarşamba

Plastik atık

 

Türkiye Avrupa’nın atık çöplüğü oldu

Mustafa Durmuş

18 Nisan 2024


Ankara’da bu ayın başlarında Hurdacılar Sitesi'nde bir geri dönüşüm tesisine ait arazide atık kâğıtların ve eski lastiklerin tutuşmasıyla başlayan yangına ait görüntüler uzun süre hafızalardan silinmeyecek kadar ürkütücüydü.

Öyle ki, gökyüzünü kaplayan kesif duman kentin büyük bölümünden görüldü. Yangın dakikalar içinde çevredeki iş yerlerine sıçradı, iş yerlerindeki işçiler, önce kendi imkânlarıyla alevlere müdahale etmeye çalıştılar, ardından itfaiye ekipleri devreye girdi. Çevrede de büyük panik yaşandı. Alevler arasında kalan birçok hayvan öldü, bazı hayvanlarsa yangına gönüllü olarak katılan yardımseverler tarafından kurtarıldı. Yangın ancak yaklaşık 16 saat süren yoğun çalışmaların ardından kontrol altına alınabildi. (1)

Denetlenmeyen bir geri dönüşüm sektörü

İnsan sağlığı, iklim değişikliği, doğa ve ekonomi üzerinde ciddi olumsuz etkilere neden olan bu ve benzeri olayların çıkış nedenleri araştırıldığında, aslında sayıları on binleri bulan ve yeterince denetlenemeyen sözde tesislerden oluşan bir geri dönüşüm sektörünün ve buralarda depolanan her türden atığın bulunduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Türkiye bu kadar atığı nereden buluyor?

Bu sorunun cevabı Eurostat verilerinde mevcut. Zira Eurostat’a göre, Avrupa Birliği 2022 yılında AB dışındaki ülkelere 32,1 milyon ton atık ihraç etti. Türkiye ise bu atığın yaklaşık 12,4 milyon tonunu alarak (yüzde 39) AB atıklarının birincil varış ülkesi oldu. (2)

Aşağıdaki grafik Türkiye’nin açık ara nasıl Avrupa’nın atık çöplüğü haline getirildiğini gözler önüne seriyor.


“Hani verdiğin sözler” şarkı sözü misali…

Oysa daha geçtiğimiz yılın Eylül ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu'nda, “gelecek nesiller için daha temiz, daha yeşil ve daha yaşanabilir bir dünya” hedefiyle Küresel Sıfır Atık İyi Niyet Bildirgesini imzalamıştı. (3)

Keza 2021 yılında yapılan Orta Vadeli Program’da (OVP)  (2022-2024) “Yeşil Dönüşüm” başlığı altında şu ifade yer alıyordu (benzer ifadeler daha sonra hem 12. Beş yıllık Kalkınma Planında hem de diğer OVP’lerde yer aldı): 

“Sıfır atık uygulamaları hane halkını da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılacak ve üretimin kritik alanlarındaki ihtiyacın dışında kalan atık ithalatının azaltılmasına yönelik tedbirler alınacaktır”. (4)

Bu sözlerin hiç biri yerine getirilmediği gibi, ufukta atık ithalatının ya da üretiminin azaltılacağına dair ne bir niyet ne de somut adım mevcut.

Atığın yüzde 4’ü plastik ancak…

Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerinden aldığı atıkların yaklaşık yüzde 93’ünü hurda metal, yüzde 3’ünü kâğıt ve kalan yüzde 4’ünü plastik oluşturuyor. Türkiye 2022 yılında ayrıca, AB üyesi olmayan Birleşik Krallık’tan 122,898 ton plastik atık aldı (bu da BK’nin plastik ihracatının yüzde 27’sini oluşturuyor). (5)

Her ne kadar toplam atık içinde plastik atığın payı sadece yüzde 4 ise de, bu çevre ve sağlık açısından büyük tehlike oluşturmaya yetiyor zira bu atığın sadece maksimum yüzde 9’u geri dönüştürülebiliyor. Geriye kalan yüzde 90’ı aşan kısım ise sahillerde, nehirlerde, tarlalarda ve dolayısıyla sebze ve deniz ürünlerinde yasadışı depolama alanlarında son buluyor.

Almanya’dan sonra plastik üretiminde ikinciyiz

Üstelik Türkiye plastik atık ithalatçısı olmanın ötesinde, bizzat kendisi bölgenin önde gelen plastik üreticisi bir ülke konumunda. Öyle ki Almanya’dan sonra yılda 10 milyon ton ile Avrupa’nın en büyük ikinci plastik üreticisi. (6) Yani Türkiye kendi üretimiyle de bolca, geri dönüşümü çok sınırlı ve atığın doğada yok olması yüzlerce yılı bulan plastikleri üretiyor.

Kısaca, iklim değişikliği ile mücadelenin önündeki en büyük engellerden biri olarak kabul edilen plastik atıklar yüzünden denizlerimiz, nehirlerimiz, göllerimiz kirleniyor. Öyle ki Türkiye, Doğu Akdeniz’deki plastik kirliliğinin yüzde 16’sına neden oluyor. Bu atıklardan kaynaklanan zehirli maddelerse hem Türkiye içinde hem de Türkiye dışında tüketilen gıdalara karışıyor.

Bu gıda ürünlerindeki zehirli maddelerin, içerde zaten ucuz gıda bulamayan yoksul halkın farkında olması, olsa bile onları tüketmeyi reddetmesi zor. Yurt dışına ihraç edilen sebze ve meyvelerin zehir içerdiği için geri gönderildiğine ise sıklıkla tanık oluyoruz.

“Atık sömürgesi” ülke Türkiye

Türkiye’nin Avrupa’ya coğrafi yakınlığı ve OECD ortak üyeliği, Çin’in 2018 yılında plastik ithalatını yasaklaması ve bunlardan çok daha önemlisi ülkedeki rant ve kârı her şeyin önünde tutan, bu nedenle de insan ve diğer canlıların sağlığını önemsemeyen, doğayı tahrip etmekten sakınmayan neo liberal otoriter iktidar bloku, ülkenin zehirli bir atık deposu haline gelmesine yol açtı. Öyle ki ülke artık “atık sömürgeciliği” kavramıyla birlikte anılır hale geldi.

AKP iktidarları eseriyle övünsün

Yani sadece topraklarımızın, doğal kaynaklarımızın, denizlerimizin, ormanlarımızın, ucuz emeğimizin yerli ve yabancı sermaye tarafından sömürülmesi ve yağmalanması, ülkenin her tarafının betona dönüştürülmesi ya da 500 milyar doları bulan dış borçlarla ekonominin ve siyasetin emperyalist güçler ve onunla işbirliği içindeki oligarşi tarafından ele geçirilmesi biçimindeki bir iktisadi-siyasi sömürge değil, aynı zamanda Avrupa’nın atıklarının da gönderildiği, depolandığı bir “atık sömürgesi” haline geldik. AKP iktidarları eserleriyle ne kadar övünse o kadar yeridir.

Lisanslı geri dönüşüm tesislerinin onda biri Adana’da

Avrupa’dan gelen atık konteynerleri İstanbul ve Mersin limanlarına ulaştıktan sonra Türkiye genelindeki geri dönüşüm tesislerine dağıtılıyor. Bunlardan 2 bin kadarı, yani ülkedeki lisanslı geri dönüşüm tesislerinin onda biri, Adana’da yoğunlaşmış durumda.

Buralarda yapılan geri dönüşüm sırasında çoğunlukla dioksinler, ağır metaller ve polimerler kaynaklı toksinler oluşuyor ve bu zehir dünyanın en verimli vadilerinden biri olan Çukurova vadisinde üretilen ve daha sonra iç tüketim ve ihracat için dağıtılan meyve ve sebzelere karışıyor.

Sığınmacı emeği sömürüsü

Buralarda, sokak atığı toplayıcısı 500 bini bulan emekçi de dâhil olmak üzere, büyük çoğunluğu kayıt dışı, dolayısıyla da ve sosyal güvenceden ve sağlık standartlarından yoksun ve düşük ücretlerle işçiler (önceleri Kürtler, daha sonra başta Afgan ve Suriyeli mülteciler olmak üzere tüm sığınmacılar), her türlü hastalık ve kaza riski altında çalıştırılıyorlar.   

Geri dönüşüm tesislerinde gün doğumundan gün batımına kadar çalışan ve topladıklarını atığı geri dönüşüm tesislerine kilo başına 3,5 ila 7,0 TL arasında değişen bir fiyata satan bu insanlar ülkenin en yoksulları konumunda iken, kârın çok büyük kısmı aracıların ve atık işleyicilerinin cebine giriyor. (7)

Avrupa Birliği’nin geçtiğimiz Kasım ayında, 2026 ortasından itibaren OECD üyesi olmayan ülkelere plastik atık göndermeyi durduracağına dair bir anlaşmaya varması ise OECD üyesi olan Türkiye’ye gönderilecek olan atık miktarının daha da artmasıyla sonuçlanabilir.

Çok büyük mali sıkıntı içinde olan siyasal iktidarın, ülkenin daha da kirletilmesi pahasına, bu ülkelerden daha fazla atığın Türkiye’ye gönderilmesine ses çıkarması ise beklenmemeli.

Sonuç olarak

Ülkede ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlaki olarak bu denli büyük bir çürüme ve çöküş yaşanırken, fiziki olarak ülkenin temiz kalabilmesi pek mümkün değil. Kâr ve rant için her şeyi mubah gören kapitalizme ve onun yürütücüsü siyasal iktidarlara karşı çıkmadan bu sorunları çözebilmek ise tam bir hayal.

22 yıldır neo liberalizmi esas alarak ülkeyi kâr ve rant için beton yığınına çeviren siyasal iktidar, etrafındaki büyük sermaye grupları ve bu iktidarın ayakta kalması için bilerek ya da bilmeden ona destek verenler ülkenin bir atık çöplüğüne dönüşmesinin ilk elden sorumlusudur.

Özcesi, yerel seçimlerde elde edilen başarının ardından iyi bir rüzgâr yakalayan muhalefet (başta CHP ve DEM olmak üzere) kapitalizmle, hiç olmazsa onun en vahşi versiyonu olan neo liberalizmle açıktan hesaplaşmalı, emek, demokrasi ve barış mücadelesi kadar ekoloji mücadelesini de merkezine almalıdır.

Dip notlar:

(1)  https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-ankarada-geri-donusum-tesisinde-yangin (4 Nisan 2024).

(2)  https://www.statista.com/chart/24716/main-destinations-for-eu-waste (25 March 2024).

(3)  https://sifiratik.gov.tr/kutuphane/haberler/cumhurbaskani-erdogan-birlesmis-milletler-78-genel-kurulu-nda-tum-dunyayi-sifir-atik-hareketi-ne-destek-vermeye-davet-etti (16 Nisan 2024).

(4)  Orta Vadeli Program (2022-2024), s. 15, tedbir 7 (Eylül 2021), file:///C:/Users/PC/Desktop/Orta-Vadeli-Program-2022-2024.pdf.

(5)  https://www.equaltimes.org/turkey-europe-s-rubbish-dump (20 November 2023).

(6)  Agm.

(7)  Agm.

14 Nisan 2024 Pazar

Dünya Bankası

 

Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşmasının ekonomi politiği ve jeopolitiği

Mustafa Durmuş

15 Nisan 2024


Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dünya Bankası (WB) ile Türkiye arasında 2024-2028 yılları arasını kapsayan bir dönem için geçerli olmak üzere, 18 milyar dolarlık ek finansman anlaşması imzalandığını duyurdu. Bu anlaşma ile birlikte Dünya Bankası’nın Türkiye’ye sağlayacağı toplam kredi miktarı 35 milyar dolara yükselmiş oldu. (1) Bakan ayrıca bu hafta içinde ABD’de Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkililerine Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları ile ilgili bir de sunum yapacak.

Yeniden Bretton Woods İkizlerinin kapısına mı gidiyoruz?

Bu noktada, öncelikle, sözde “IMF’ye borç veren ülke” konumundan, nasıl oldu da hem Uluslararası Para Fonu’ndan hem de Dünya Bankası’ndan (Bretton Woods İkizleri) yeni kredi alabilmek için çabalayan bir ülke olduk” sorusunun yanıtlanması gerekiyor.

Ayrıca, ana akım iktisat ideolojisinden kopamayan bazı yerli ekonomistler, yeterli olmasa da uzun vadeli kaynak girişi anlamında, Dünya Bankası kredilerindeki bu son gelişmeyi olumlu buluyor.

Biraz daha eleştirel bakan iktisatçılarsa, “Dünya Bankası kredilerinin hangi projelere yöneleceği”, “bu kredilerin ülkenin içinde bulunduğu ödemeler dengesi krizini aşmaya yardımcı olup olmayacağı” soruları üzerinde yoğunlaşıyorlar. Ana akım medya ve sosyal medyada ise konu sadece bu sınırlar içinde ele alınıyor.

Ödemeler dengesi krizi ve dış borç krizi bir arada

Kuşkusuz ki bu sorular çok önemli. Zira ülke ekonomisi ciddi bir ödemeler dengesi (ve dış borç) krizi riski ile karşı karşıya. 2023 yılı sonu itibarıyla 500 milyar doları olan dış borç stoku, döviz cinsinden iç borçlar ve KKM dâhil dövizli borçlarla birlikte toplamı 633 milyar doları buluyor. Vadesine 1 yıl kalmış özel sektör kısa vadeli dış borçları ve Hazine ve Merkez Bankası’nın kısa vadeli dış borçlarıyla birlikte bir yıl içinde ülkenin çevirmesi gereken borç miktarı 226 milyar doları buluyor. Merkez Bankası’nın net döviz rezervlerinin eksi 65 milyar dolar civarında olması durumu daha da kötüleştiriyor. (2) Yani mesele sadece bir döviz krizi ile sınırlı değil, dış borç geri ödeme krizi de (temerrüt) gündeme gelebilir. Yakın tarihte Yunanistan, Sri Lanka ve Arjantin bu tür bir borç temerrüdüne düştüğünden bu durum Türkiye için de geçerli olabilir.

İşte bu yüzden de özel finans piyasalarından yeni borç temin etmekte zorlanan, sıcak para girişleri de yeterli olmayan Türkiye’deki ekonomi yönetimi, denize düşenin yılana sarılması gibi, Dünya Bankası ve IMF kredilerine sarılmaya başladı.

Dünya Bankası kredileri projelere yönelik

Ancak 18 milyar dolarlık yeni Dünya Bankası kredi anlaşması ödemeler dengesi sorunlarını çözmeye yönelik bir anlaşma değil zira bu krediler, işin kuralı gereği, sadece adı önceden konulmuş olan özel ve kamusal projeler için kullanılabiliyor. Bu yüzden de Hazine ya da Merkez Bankası, bu kredileri kısa vadeli ödemeler dengesi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanamaz. Diğer tür kredileri IMF veriyor ki bu konuda bir süredir IMF ile görüşmelerin yapıldığı tahmin ediliyor.

Kısaca, bu süreç böyle giderse bu yıl içinde IMF ile de büyük çapta bir kredi anlaşması (stand by) yapılması kaçınılmaz olabilir zira artan turizm gelirleri dışında ülkeye dönük ciddi bir döviz girişi yok. Yıllık 50 milyar dolar civarındaki turizm döviz geliri ise ancak cari açığın kapatılmasına yardımcı olabilir.

Diğer yandan bu iki kuruluştan sağlanacak krediler, verilecek siyasal tavizlerin dışında, ülkenin borç stokunu ve borç yükünü daha da artıracağı için hem kalkınma çabalarını geriletecek hem de ülke halklarının daha fazla yoksullaşmasıyla, temel bazı kamusal hizmetlerin budanmasıyla (kemer sıkma) ve halkın üzerindeki vergi yükünün artmasıyla sonuçlanacaktır.

Bu yüzden de, Dünya Bankası’nın (ve IMF’nin) kredilerinin ekonomi politik ve jeopolitik açılardan ele alınması ve Dünya Bankası ile yapılan son kredi anlaşmasının bu açılardan da analiz edilmesi gerekiyor.

Kredilerin ekonomi politik ve jeopolitik analizi

Dünya Bankası’nın genel merkezinde şu slogan yazılıdır: “Yoksulluğun olmadığı bir dünya düşümüz var.” IMF’nin misyonu ise “kısa vadeli ekonomik istikrarsızlığı gidermek” olarak tanımlanır. Yani ilki kalkınma sorununu (yanlış bir biçimde) yoksulluk sorununa indirgeyerek yoksullukla mücadeleyi, diğeri ise üye ülkelerin kısa vadeli ekonomik ve finansal istikrarsızlıklarla mücadelesine destek olmayı üstlenmiş durumdalar.

Misyonları yukarıdaki gibi açıklansa da, gerçekte bu iki örgüt, kuruluş yılı olan 1944 yılından bu yana, Güneyin azgelişmiş ekonomilerini emperyalist kapitalist sisteme bağlı tutmak ve Kuzeyin merkez ekonomilerinin sıklıkla içine düştüğü aşırı birikim (ve kâr oranlarının düşmesi biçimindeki) krizlerinin aşılması için çalıştı.

Bu nedenle de bu iki kuruluşun ortaya çıkışlarını, buna neden olan somut maddi ihtiyaçlar üzerinden (yani tarihsel maddeci bir bakış açısı ile) ele almak ve bu kuruluşlarla olan ilişkiyi teknik bir kredi alış verişi ilişkisinin ötesinde değerlendirmek gerekiyor.

Aşırı birikim ve kârlılık krizi

Kapitalizmin, özellikle de 1970’lerin ortalarından itibaren içine girdiği stagnasyon (uzun süreli durgunluk) nedeniyle, yeni değer yaratmakta ve kârlar üretmekte zorlandığı biliniyor.

Öyle ki, ulusal pazarlar doyduğunda, ekolojik tahribat sınırlarına ulaştığında ve böylece kaynaklar azaldığında ve sınıf karşıtlıkları büyük sınıf çatışmalarına dönüşmeye başladığında (reel ücret artışı talepleri, grevler gibi) sermayenin büyük kârlar elde etmesi zorlaşmaya başladı.

Bu durum bazı Marksist yazarlarca “aşırı birikim krizi” olarak adlandırlıyor. Böyle bir kriz ortaya çıktığında sermaye değer yitirmeye başlıyor, kârlı sermaye birikim süreci tıkanıyor. Bu da aşırı sermayenin bir şekilde azaltılmasını ve daha kârlı yatırımlara yönlendirilmesini gerekli kılıyor ki buna iktisat literatüründe “Sermayenin Demir Yasası” da deniliyor.

Aşırı birikim ve düşük kârlılık sorunu nasıl çözülüyor?

Kapitalizmin tarihi bize aşırı birikimin neden olduğu sorunların kabaca şu yollarla çözüldüğünü gösteriyor:

(i) Devletin geçici düzenlemeleri:  Yatırımlar, alt yapı, eğitim, ar-ge gibi sermayenin gelecekteki verimliliğini yükseltecek alanlara yönlendirilir (örneğin New Deal). Bu yol geçmişte iyi işledi ama servetin yeniden bölüşümünü gerektirdiğinden ve sermayenin getirisi gecikmeyle sağlandığından (daha uzun vadeli) günümüzde sermayedarlar arasında pek popüler değil. Günümüzde sermayedarlar sadece çok değil, aynı zamanda en hızlı biçimde kâr elde etme, buna karşılık maliyetleri kamuya yıkma peşindeler.

(ii) Petrol fiyatları küresel olarak düşürülür ya da göçmen emeğinin kullanılmasına izin verilerek üretim maliyetleri azaltılır. Keza kadınlar işgücüne daha fazla dâhil edilir.

(iii)  Emek ve meslek örgütleri ve işçi sendikaları zayıflatılır. Özelleştirmelerle yeni kârlı faaliyet alanları açılır (eğitim ve sağlıkta olduğu gibi).

(iv) Finansallaşma: Tüketici ya da uzun vadeli konut kredileri gibi sermayenin yöneleceği yeni kârlı alanlar açılır ya da kitleler kredi kartlarıyla borçlandırılmaya ve daha fazla tüketmeye teşvik edilirler.

(v) Mekânsal düzeltmeler: Daha sağlam bir yol ise (içerdeki emek örgütlerinin gücünü azaltacak bir biçimde) yurt dışında yeni yatırım ve üretim mekânları oluşturmak, yeni tüketim pazarları, yeni kredi pazarları ve ucuz ve örgütsüz işgücü bulmak gibi mekânsal düzeltme yoludur. (3)

Uluslararası kredilerin geriye dönüşlerinin garantörleri

İşte bu yolların (asıl olarak da bu mekânsal düzeltmenin) temel araçları tarihsel olarak, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası örgütler oldu. Böylece merkez ekonomiler 1970’lerin uzun süreli durgunluğundan biraz da bu örgütlerin faaliyetleriyle çıkabildiler. Çünkü özellikle de ilk iki örgüt, bol kredilerin garantili geri ödemeler ve yüksek faiz oranlarından çevre ülkelere satılmasına (bir kısmı da iyi koşullu kredi ya da uluslararası yardım yardım adı altında) yardımcı oldu.

Keza Dünya Bankası ve IMF, azgelişmiş ülkelerdeki ucuz ve örgütsüz emeği sömürebilmek için küresel çapta sanayi kaydırmalarını ve buna izin veren serbestleştirme ve Yapısal Uyarlama Politikalarını hayata geçirdi. Bunun sonucunda örneğin ABD dış yatırımları 10 trilyon dolardan fazla arttı ve 1990 yılında bu yatırımlardan sağlanan kâr içerde elde edilen kârın yüzde 80’ine ulaştı. Kısaca 1975-1990 döneminde ABD’li şirketlerin kârlılığı iki kattan fazla arttı (yüzde 5’ten yüzde 11’e çıktı). Keza Dünya Bankası ve IMF’nin desteklediği özelleştirmeler de kârlılığı artırdı. Öyle ki 1984-2012 döneminde sadece Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerde 2 trilyon dolardan fazla özelleştirilme yapılmasını sağladı. (4)

Soğuk Savaş dönemi yeni dünya düzeninin iki önemli örgütü

Bir başka anlatımla, emperyalist kapitalist sistemin ABD hegemonyası altında yeniden şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev; yollar, enerji santralleri, hava limanları gibi alt yapı projeleri için kredi sağlamaktı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük ölçüde tahrip edilen Avrupa’nın yeniden inşası kâr oranlarındaki azalmanın da restore edilmesine yardımcı oldu ve 1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’ adı verilen döneminin yaşanmasını sağladı.

Uluslararası Para Fonu ise, proje kredileri dışında kalan ve uluslararası finansal piyasalardan, kreditör ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere ulus ötesi şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük politikaları uygulatmakla görevlendirildi. Son dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan uluslararası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out) vermeye başladı. (5)

ABD asıl patron!

Kısaca Dünya Bankası ve IMF merkez ekonomilerin iktisadi güçlüklerinin ve iç çatışmalarının aşılarak azgelişmiş ülkelerin onlar için yeni emek ve doğa sömürüsü alanları ve sermaye birikimi kaynağı olmalarını sağlayan politikalarla, ulus ötesi şirketlere ve emperyalizme hizmet etti.

Bu yapılmasaydı iç pazar doygunluğu yüzünden ABD ve AB çok daha önceden ve çok daha sık krizlere girecekti. Bu nedenle her iki kurum da ABD devleti ve finans kapitali için son derece önemli. Her iki kurumda asıl söz sahibi olan da ABD’dir. Bu bağlamda ABD’nin onayı olmadan bu iki kuruluşun kredi vermesi genel olarak mümkün değil.

“Söz konusu olan emperyalist sermayenin çıkarlarıysa gerisi teferruattır”

Meselenin bir diğer boyutu da hem Dünya Bankası hem de IMF’nin kredi verirken, kredi verdiği ülkelerdeki hukukun üstünlüğü, insan hakları ya da demokrasiden uzaklaşma ve diktatörlüklere yönelme biçimindeki yönelimlere kulak asmaması, hatta böyle otoriter rejimleri destekliyor olmalarıdır.

Örneğin Dünya Bankası, son raporunda, hukukun üstünlüğünün yabancı yatırımcılar açısından çok önemli olduğunu kabul ederken, Türkiye’de hukukun üstünlüğünün olmadığı gerçeğini inkâr ediyor. (6)


Tüzüğe aykırılık

Tüzüğünün 4’ncü maddesinin 10’ncu fıkrasına aykırı olarak, Dünya Bankası (ve IMF), iç siyaseti etkilemek amacıyla ulus devletlere sistematik olarak borç verdiler.

Nitekim bu gerçeği ele alan bir bilimsel çalışmada sunulan örnekler (7), kredilerin elde edilmesinde büyük kapitalist güçlerin siyasi ve stratejik çıkarlarının belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Böyle güçlerin desteğine sahip rejimler, ekonomi politikaları resmi Uluslararası Finans Kurumu’nun kriterlerine uymasa ya da insan haklarına saygıda başarısız olsalar bile, mali yardım alabildiler. Öte yandan, emperyalist güçlere karşı duran halktan yana rejimlerse, bu kurumlar tarafından belirlenen ekonomik kriterlere uymadıkları bahanesiyle, bu kredilerden mahrum bırakıldılar.

İşin daha da kötüsü, bu iki örgütün bu politikaları, ‘Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte terk edilmek şöyle dursun, günümüze kadar devam etti. Bu kurumlar Muhammed Suharto'nun Endonezya’sını 1998’de iktidardan düşene kadar, Idriss Deby'nin Çad’ını günümüze kadar, Bin Ali'nin Tunus’unu 2011’de devrilene kadar, Mübarek'in Mısır’ını 2011’de devrilene kadar desteklediler ve şimdi de General El Sissi’yi destekliyorlar.

12 Eylül askeri diktatörlüğünün destekçisi Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu

Aslında örnekler açısından, çok uzağa gitmeye gerek yok. Dünya Bankası ve IMF’nin nasıl bir işleve sahip olduklarını anlayabilmek için Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi sonrasında bu iki kuruluşun ülkeye verdiği kredilerine bakmak yeterli.

Dünya Bankası'nın Türkiye’ye dönük stratejisi, 1972’de Filipinler'de F. Marcos ve 1973’te Şili'de A. Pinochet diktatörlüklerine karşı izlediği stratejiye benziyor. Bu noktada özellikle de jeopolitik nedenler belirleyici bir faktör zira Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumundaki Türkiye, Orta Doğu satranç tahtasında önemli bir piyon konumunda. Dolayısıyla otoriter bir rejime tam destek vererek bu ülkeyi Washington’un çıkarlarına tabi kılmak gerekiyordu. Dünya Bankası, askeri liderlerle tam bir mutabakat içinde, ulus ötesi şirketlerin yatırımlarına kapıları sonuna kadar açan ve hem sendikaları hem de sol-sosyalist partileri ve örgütleri bastıran neo liberal ekonomi politikaları geliştirdi. Böyle politikalar Türkiye’nin ABD açısından önemini pekiştirdi.

Dünya Bankası tarihçileri bile bu gerçeği açıkça kabul ediyor: “Dönemin Dünya Bankası Başkanı ve küresel bir devlet adamı olan McNamara, Türkiye’nin jeopolitik önemini göremeyecek kadar kör değildi”. İran’da Şah’ın devrilmesinin ardından ABD düşmanı Molla Humeyni rejiminin kurulması karşısında Türkiye bir alternatif olarak desteklenmeliydi. Bunun için de ülke ekonomisi ve siyaseti istikrara kavuşturulmalıydı. Türkiye'deki 12 Eylül askeri darbesinin ABD’nin ve CIA’nın yardımlarıyla hazırlanmasının ardında yatan faktörlerden biri de işte bu İran faktörüdür. (8)

Türkiye prototip olarak kabul edildi

Dünya Bankası yöneticileri 12 Eylül askeri darbecilerini asla karşısına almadıkları gibi, darbecileri incitmeyen son derece nazik bir dil de kullandılar:

“Banka, Türk ordusuna iyi niyet atfetmek ve müdahalelerinden duyduğu hoşnutsuzluğu göstermekten kaçınmak için özel bir çaba sarf etti. Kurumun, 1980’de ordunun yönetime el koymasının Bankanın kredi verme niyetini ortadan kaldırmayacağı yönündeki resmi yorumları açık ve netti. Ayrıca Türkiye’ye uygulanan program kurumun yapısal uyum kredileri serisi için bir prototip de oluşturdu.” (9)

Bugün çok kutupluluğa doğru bir gidişatın söz konusu olduğu dünya konjonktüründe, Türkiye, özellikle de Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali sonrasında, NATO ve ABD için Orta Doğu’ya ek olarak, Avrupa bölgesi için de son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip bir ülke.

Bu bağlamda, Dünya Bankası’nın Türkiye ile yeni bir kredi anlaşması yaptığı bir sırada İran ve İsrail arasında sıcak çatışmaların başlaması, tarihsel olarak Türkiye’nin bir kez daha batılı güç odakları nezdinde Orta Doğu’da önem kazanmasına neden olacak gibi görünüyor.

Bu durum IMF ile yapılacak olası bir standby anlaşmasının hızlandırılmasıyla sonuçlanacaktır. Bu da kuşkusuz ciddi dış kaynağa sıkışmış olan ve giderek güç kaybeden AKP-MHP iktidar bloku için “Allah’ın lütfu” olarak görülebilecek bir gelişme olabilir.

Beş yılda beş yapısal uyum kredisi

1980’li yıllara tekrar dönersek, askeri cunta 1983 yılında siyasal iktidarı sivillere (sözde) devretti. Anavatan Partisi ilk seçimde iktidar oldu ve büyük sermayenin olduğu kadar Dünya Bankası’nın da makbul adamı olan Turgut Özal başbakan oldu. Ardından 1985 yılına kadar ülkeye Dünya Bankası beş yapısal uyum kredisi verdi. Dünya Bankası bu durumu 1989 yılında şöyle anlatıyordu: “Türkiye, Banka'nın müşterileri arasında en çarpıcı başarı öykülerinden birini temsil ediyor”.(10)

12 Eylül askeri darbesinin ardından aslında, OECD ülkeleri başta olmak üzere, emperyalist kapitalist sistemin tüm tarafları, iki taraflı kreditörler ülkede başlatılan neo liberal politikalara ciddi boyutlarda destek verdiler. Öyle ki bu destek dış borçlar konusunda iktidarı rahatlatırken, ödemeler bilançosu sorunlarını da hafifletti. OECD Yardım Konsorsiyumu aracılığıyla sağlanan dış borç desteği 1980–1985 döneminde 4,6 milyar dolara ulaştı. Bu, hem büyüklük hem de zamanlama açısından ekonomiyi çok rahatlatan bir durumdu. IMF-Dünya Bankası destekli imtiyazlı kredi sözleşmeleri ve benzeri uygulamalarla, en sıkıntılı 1980–1983 döneminde net dış tasarruf girişi 2 milyar dolar civarında oldu. (11)

Bu krediler karşılığında IMF, standart performans kriterlerini uygulatırken (faiz oranlarını serbest bırakılması, KİT‘lere verilen kredilere tavan konulması, yeni dış borç alım sözleşmelerine sınır konulması, özelleştirmeler, devalüasyon gibi döviz kuru düzenlemeleri). Dünya Bankası ise kamusal yatırımların rasyonalize edilmesi ve neo liberal dış ticaret politikaları konusunda çok ısrarcıydı.

Yılda 1 milyar dolara yakın kredi

Kısaca, Dünya Bankası askeri rejimi ve ardından gelen sözde demokratik rejimi yılda bir milyar dolara yakın kredilerle istikrarlı bir şekilde destekledi. IMF ise,darbenin birkaç ay öncesinde (Haziran 1980 tarihinde), Türkiye ile yeni bir standby anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşma çok önemliydi çünkü üç yıllık ve 1,25 milyar SDR‘lik bir kredi sunumunu içeren bu anlaşma Türkiye‘nin kotasının yüzde 625 aşılması anlamına geliyordu. Aslında eski kullanımlarla beraber bu kota fiilen yüzde 870 aşılmıştı. Bu durum IMF tarihinde o ana kadar verilmiş en uygun taahhüttü ve daha önce benzeri görülmemişti. Öyle ki o dönemde benzer ekonomik sıkıntılar yaşayan diğer ülkelere bu kolaylıklar sağlanmadı. Nisan 1984‘te ise bu kez bir yıllık bir anlaşma daha yapıldı.

Kayırılan yarı askeri yönetim

Böylece, 1980–1985 döneminde askeri diktatörlük vesayetinde Türkiye‘de hayata geçirilen neo liberal politikalar, ödemeler bilançosu dengesizliklerini giderecek yönde Dünya Bankası ve IMF başta olmak üzere uluslararası kuruluşlardan ve kreditörlerden büyük desteklerin gelmesini sağladı.

Örneğin, Kazgan‘a göre, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasıyla Türkiye‘ye 5 milyar dolar borç ertelemesi ve 9 milyar dolar taze kredi amaçlı olmak üzere büyük miktarda kaynak aktarıldı. Haggard ve Kaufman’a göre, 1978‘den sonra Türkiye‘nin yaklaşık 10 milyar dolarlık dış borcu yeniden yapılandırıldı ve 5,5 milyar dolarlık yeni borç OECD hükümetlerince müzakere edildi (1982’ye kadar ilave 3 milyar dolarlık yardım yapıldı). Bir diğer kaynağa göre, aslında finansal destek adı altında ülkeye olan net sermaye girişleri 1978 yılından itibaren başladı ve 1980’li yıllarda hızlanarak devam etti. 1978–1981 arasında bu tür desteklerin toplamı 12 milyar doları buldu. Bu desteklerde OECD konsorsiyumunun payı yüzde 29, iki taraflı devlet yardımlarının payı yüzde 26 ve başta Dünya Bankası ve IMF olmak üzere çok taraflı kuruluşların payı yüzde 22 oldu. Bunun dışında gizli para girişleri de söz konusuydu. (12)

Sonuç: Dış borç sadece borç değildir!

Dış borçları sadece borç ya da zamanı geldiğinde faizleriyle birlikte ödenecek bir teknik finansman anlaşması olarak görmek bizi yanıltır. Maalesef bugünlerde Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşması genelde bu şekilde ele alınıyor ve kendilerini “muhalif” olarak tanımlayan bazı ekonomistler bile ekonominin ihtiyaçları çerçevesinde bunu destekliyorlar.

Oysa dış borçların (kredilerin), ister özel banker kuruluşlar, isterse Dünya Bankası ve IMF tarafından verilsinler, bir tür yeni sömürgecilik biçimidir. Tarihte Osmanlı’nın son dönemlerindeki Duyun-u Umumiye İdaresi bunun en somut örneğidir. Yine dış borçlar hem küresel hem de ülkedeki yoksulluğun nedenlerinden biridir.

Ayrıca az gelişmiş ülkelerin dış borçlarının büyük bir kısmı diktatörler döneminde ya da Türkiye’de olduğu gibi neo liberal siyasal İslamcı AKP iktidarları tarafından alınmış borçlardır. Nitekim 2003 yılında dış borç stokunun 130 milyar dolardan bugün 500 milyar dolara çıkmış olması bunun bir kanıtıdır. Üstelik bu süreçte onlarca milyar dolar tutarında faiz ödenmiştir.

Kaldı ki ne 1980’li yıllarda bu borçlar karşılığında ülkeye dayatılan ekonomi politikaları ülkeyi ekonomik istikrara kavuşturup, kalkınmasını sağlamış ne de toplumsal refahı yükseltmiştir. Bu nedenle de bugün Dünya Bankası ve IMF’den sağlanacak kredilerin de ülkedeki oligarşiyi ayakta tutmak, AKP-MHP iktidar blokuna can suyu olmak ve alacaklı kreditör kuruluşların alacaklarını garantilemek dışında Türkiye ekonomisine ve toplumuna her hangi bir faydası olmayacaktır.

Çünkü borçlu azgelişmiş ülkelerin otokratları ülke halklarını yoksullaştıran dış borçlar kendilerini zenginleştirdiği için, borçların geri ödenmesine karşı çıkmazlar, hatta bu borçların ortağı gibi işlev görürler.

Daha bağımsız davranabilen halktan yana hükümetlerse İran, Guatemala, Kongo ve Şili’de olduğu gibi borçlar inkâr edildiğinde devreye askeri darbeler girdiğinden,  bu borçları geri ödemeyi reddedemezler.  Ayrıca dış borçların reddedilmesi doğrudan yabancı yatırımlarının ülkeden çıkışı ve ekonominin krize girmesiyle de sonuçlanabilir.

Keza Dünya Bankası ve IMF ile ilişkileri emperyalist-kapitalist sistemle olan ilişkilerden bağımsız ilişkilermiş gibi, yani sadece finansman ihtiyacının karşılanması olarak görmek de çok büyük bir yanılgıdır.

Zira günümüzdeki emperyalist hegemonya özünde iktisadidir ve bu dünya piyasalarının ulus ötesi şirketler tarafından ele geçirilmesiyle, uluslararası finansal kuruluşlarla ve yoğun bir askeri güçle muhafaza ediliyor. Gerektiğinde emperyalizm, kapitalist piyasaları koruyabilmek için, askeri olarak da müdahale ediyor. Hızla gelişen teknoloji, büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü barındıran ulus ötesi şirketler ve büyük kapitalist ulus devletler dünyanın kaderini belirliyor. Kapitalizmin krizlerinden çıkabilmek ve iktidarlarını ve kârlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde görüyor.

Emperyalist sermaye bu bağlamda Dünya Bankası, IMF (ve DTÖ’yü), kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için kullanıyor.

Hem Dünya Bankası hem de IMF sapkın ya da şeytani kurumlar olmasalar da izledikleri politikalar özerk politikalar değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere finans kapitalin araçları konumunda. Politikaları neo liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist ulus devletleri, Dünya Bankası ve IMF’yi neo liberal programları izlemeye zorlayan şey ise emperyalist kapitalist sistem. Bu iki kuruluş emperyalist kapitalist sistemin bürokratik metaforları konumundalar.

Yani, Dünya Bankası ve IMF’nin, emperyalizmin güçlü birer enstrümanı olarak yarı ya da yeni sömürge dünyanın ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde kullanıldığını görmek gerekiyor. Bu bağlamda, örneğin krediler karşılığında Türkiye’ye dayatılacak olan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ emperyalist kapitalist sistemin ülkeyi yönetmede kullandığı politik bir şantajdır.

Ayrıca bir bütün olarak, bu yapısal uyarlama politikaları azgelişmiş ülkeleri borç ödeme makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan kârlar yaratıyor.

Temmuz 2024’te Dünya Bankası ve IMF 80 yaşında olacak. Bu kuruluşlar, esasta, bunca yıldır azgelişmiş ülkelere finansal yeni sömürgecilik ve borç geri ödemesi adına kemer sıkma politikalarının dayatıyorlar.

Son olarak, dış borçlar asla etik bir konu değildir. Borç verenlerin dayattığı ekonomi politikalarının da borç alan ekonomileri ve ülkeleri kurtardığına tanık olunmamıştır. Aksine Dünya Bankası ve IMF tarafından sağlanan krediler sadece alıcı ülkelerin borcunu artırıyor. Bu yüzden de ülke halklarını yoksullaştıran, özellikle de otokratik rejimleri korumaya ve savaşları desteklemeye dönük olarak alınan dış borçların geri ödemesi (en azından faizleri) reddedilmelidir.

Dip notlar:

(1)    https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/kredi-anlasmasi-mujde-diye-sunuldu-bu-para-nereye-harcanacak (11 Nisan 2024).

(2)    Hazine ve Maliye Bakanlığı ve TCMB  verileri.

(3)    Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions,Windmill Books, 2017, s. 167-172.

(4)    Agk.

(5)    Mustafa Durmuş,  IMF Üzerine Söyleşi – Gelenek, sayı 110 (Mart 2010), s. 63-89.

(6)    World Bank ECA Economic Update Spring 2024, Unleashing the Power of the Private Sector, ww.worldbank.org (April 2024).

(7)    Eric Toussaint, “World Bank and IMF support to dictatorships”, https://www.cadtm.org/World-Bank-and-IMF-support-to-dictatorships (6 March 2024) .

(8)    Kapur, Devesh, Lewis, John P., Webb, Richard, The World Bank, Its First Half Century, Volume 1: History, Brookings Institution Press, 1997.Washington, D.C., not 62, s. 549.

(9)     Agk., s. 547.

(10)  Agk., s. 550.

(11) Merih Celasun and Dani Rodrik,Turkey, Developing Country Debt and Economic Performance, Volume 3: Country Studies - Indonesia, Korea, Philippines, Turkey, Jeffrey D. Sachsand Susan M. Collins, (der.), University of Chicago Press, Chicago and London. http://www.nber.org, 1989.

(12) Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, Cilt 6 Sayı 15, 2011/15, s. 128-129.