22 Ekim 2022 Cumartesi

2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi üzerine bazı notlar

 

2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi üzerine bazı notlar

Mustafa Durmuş

22 Ekim 2022


4,5 trilyon TL’lik yani milli gelirimizin yaklaşık dörtte birine denk düşen bir devlet bütçesi elbette çok daha ayrıntılı bir analiz ve değerlendirmeyi hak ediyor. Bu yüzden, önceki yıllarda yaptığımız gibi, 2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifini önümüzdeki haftalarda ayrıntılı bir biçimde ele alacak ve okuyucularımızı bilgilendirmeye çalışacağız.

Ancak Meclis Bütçe Plan Komisyonu’nun ilk toplantılarını yaptığı bugünlerde Komisyon’a gönderilen bu Teklifi (1) kısa da olsa değerlendirmekte yarar var.

Ödenekler reel olarak artmıyor

Öncelikle 2023 Bütçesinde, 2022 yılı Bütçesine (GT) göre, bir bütün olarak harcamalarda yüzde 43 oranında bir artış öngörülüyor. Bu çerçevede yeni bütçe anlayışına uygun olarak hazırlanan Programlara ayrılan ödeneklerde, resmi enflasyonun yüzde 83,5 olduğu ve gelecek yıl da yüksek enflasyonun devam edeceği dikkate alındığında,  reel artış (enflasyondan arındırılmış) olmadığını söyleyebiliriz (bunun tek istisnası yüzde 155’lik Enerji ‘Arz Güvenliği Programı’na ayrılan ödeneklerdeki artış). (2)

Bu çerçevede sağlık harcamaları ödenekleri çok yüksek gibi görünse de (697 milyar TL) bunun ne kadarının Şehir Hastanelerinden hizmet alımı ve kira bedeli için ayrıldığına bakılması gerekiyor.

Bütçeden eğitim harcamaları için ayrılan ödenek 650 milyar TL. Geçen yıla göre yüzde 67’lik bir artış söz konusu olsa da,  yüzde 80’i aşan bir enflasyon ortamında eğitime ayrılan ödeneklerde reel bir artıştan bahsedebilmek zor.

Bu bütçe bir faiz bütçesi

Diğer taraftan, iktidar, faize ayırdığının sadece yüzde 15 fazlasını eğitime ayırmış görünüyor. Yani milyonlarca öğrenciye, öğretmene, eğitim alanındaki diğer emekçilere ve veliye kamu kaynaklarından ayrılan pay, ülkenin kaymak tabakasını oluşturan bir avuç para sahibine faiz olarak aktarılandan sadece yüzde 15 daha fazla.

Bu haliyle faiz ödemeleri tüm sosyal yardımlara ayrılan miktarın (259 milyar TL) neredeyse iki katı, reel sektöre verilen desteklerin (145 milyar TL) neredeyse dört katı büyüklüğüne erişmiş durumda.

Keza, faiz harcamaları için ayrılan ödeneğin bütçedeki üçüncü büyük ödenek miktarı olması (566 milyar TL) iktidarın faiz ile olan imtihanı konusunda ne noktada olduğunu ve faiz karşıtı söylemlerine rağmen faize en fazla kaynak ayıran bir iktidar olduğunu gösteriyor.

Tarıma kaşığın ucu ile…

Böyle büyük bir bütçeden tarıma ayrılan kaynaksa sadece 143 milyar TL. Üstelik bunun yalnızca 54 milyar TL’si destek programı biçiminde küçük köylü ve üreticiyi (o da kısmen) ilgilendiriyor. Tarımsal ödeneklerin kalan kısmı genel olarak tarım sektörünü, ihracatçıyı, büyük çiftçiyi ve çok uluslu tarım şirketlerini desteklemeye dönük.

Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) için ayrılan 76 milyar TL ile birlikte ‘Savunma ve Güvenlik Bütçesi’ ödeneklerinin toplamının 469 milyar TL’yi bulması ise otoriterleşme  ve militerleşme konusunda yeterince fikir veriyor.

Bütçe açığı artık enflasyon nedeni

Bütçe Teklifinde 4,5 trilyon TL’lik gider; 3,8 trilyon TL’lik gelir, yani 659 milyar TL’lik bir bütçe açığı öngörülüyor. Bu yılki açıksa 461 milyar TL olarak tahmin ediliyor. (3)

Bu yılın Ocak - Eylül dönemi bütçe açığının 45,5 milyar TL (4) olduğu dikkate alındığında, iktidar bloku yılın geri kalan son üç ayında 416 milyar TL’lik bir açığı gerçekleştirecek harcamalarda bulunacak demektir. Bir başka anlatımla, iktidar seçim yolunda çok ciddi harcama yapmayı planlamış görünüyor.

Ancak iktisat biliminin kuralları gereği bu çaptaki kamu açıkları, ekonomiyi büyütse de, kaçınılmaz olarak enflasyonu körüklüyor. Artık arz/maliyet yönlü maliyet enflasyonun yanı sıra kamu harcamalarındaki bu devasa artışın neden olduğu bütçe açığından kaynaklı talep yönlü bir enflasyonumuz olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Çünkü enerji, hammadde ve döviz darboğazının hüküm sürdüğü, Covid-19 salgını ve Ukrayna savaşı gibi nedenlerden ötürü küresel tedarik zincirlerinin de tam olarak işlemediği ve Avrupa’nın resesyona girdiği bir ortamda kamu harcamalarıyla pompalanan talebi hızla karşılayabilecek, böylece fiyat artışlarına yol açmayacak bir üretim artışından söz edilemez. Buradan hareketle de, iktidar tarafından ileri sürüldüğünün aksine, bu yılın sonunda ve gelecek yıl içinde enflasyonda gerçek bir düşüş beklenmemeli.

Gelirler bildiğiniz gibi…

Bütçenin gelirler tarafında, 2023 yılındaki bütçe geliri artışlarının, harcamalardaki artışa paralel biçimde, yüzde 42 olması hedefleniyor.  Bu gelirlerin yüzde 82’sinden fazlası vergi gelirlerinden, bunun da yaklaşık yüzde 43’ü ‘gelir, kazanç ve mülkiyet gelirleri’ olarak sınıflandırılan dolaysız vergilerden, kalan yüzde 57’si KDV ve ÖTV ağırlıklı olmak üzere halktan alınan dolaylı vergilerden oluşuyor. (5)

Dolaysız vergiler içinde, asgari ücretin vergi dışı bırakılmasından ötürü, ilk kez Gelir Vergisinin payı düşerken, Kurumlar Vergisinin payı (2023 yılında ödenecek 639 milyar TL ile) yüzde 56’lık bir ağırlığa ulaşıyor.

Ancak bu durum sermayedarların vergi yükünün gerçekte arttığı anlamına gelmiyor zira 1 milyonu aşkın Kurumlar Vergisi mükellefi içinde, Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Halk Bankası gibi kamu kurumlarının başını çektiği en büyük 100 şirket bu verginin üçte birinden fazlasını, geri kalan yaklaşık 1 milyondan fazla şirket ise üçte ikisini ödüyor.

Ayrıca Bütçe Kanun Teklifine göre bu kurumlardan gelecek yıl ‘vergi harcamaları’ adı altında 281 milyar TL’lik bir verginin alınmasından vazgeçiliyor. (6)

Vergi harcamaları: Sermayeyi desteklemenin dolaylı yolu

Günümüzde iktidarlarca sermaye kesimine doğrudan kamu harcaması yoluyla destekler veriliyor (kamu ihaleleri, piyasadan mal ve hizmet alımları gibi yollarla). Ayrıca ‘vergi harcamaları’ adı altında bu kesimden vergi alınmayarak da bu destek dolaylı olarak sürdürülüyor. Uygulamanın adı da (vergi harcaması) bu işlev konusunda her hangi bir fikir vermediğinden, sermaye sınıfına yapılan böyle bir destek kolayca toplumdan gizlenebiliyor.

Nitekim 2023 yılı için geçen yılın bütçesinde öngörülen vergi harcaması (muafiyet, istisna ve indirimler biçiminde alınmasından vazgeçilen vergi) miktarı 385 milyar TL iken yeni Bütçe Kanunu Teklifinde bu rakam 994 milyar TL’ye yükseltildi. (7)


Bunun yaklaşık 150-170 milyar TL’si asgari ücretin vergi dışı bırakılması yüzünden emekçilerden alınmayacak olan vergiye, kalan kısım ise Kur Korumalı Mevduat (KKM) faizi gelirleri dahil olmak üzere büyük ölçüde faiz, kâr payı, rant gibi sermaye geliri elde edenlerden, servet zenginlerinden alınmayacak vergiye denk düşüyor.
  

Kısaca, iktidar bloku seçim ekonomisi uygulamasa, KKM ve vergi harcaması gibi yollarla sermayeden, servet zenginlerinden almaktan vazgeçtiği verginin üçte ikisini dahi alsa açık vermeyecek, borçlanmayacak.

Buradan çıkan sonuç şu:

“Yıllardır aynı politika sürdürülüyor. Gereksiz harcamaları sürdür, halk KDV ve ÖTV’den bunalırken sermayeden, zenginden vergi alma, bütçe açığı ver bu açığı da faizciden, tefeciden aldığın yüksek faizli borçla kapat…”

Sermayeden, finansal servetlerin sahiplerinden alınmasından vazgeçilen bu vergiler alınsaydı, bu vergilerle ne kadar yeni kamusal istihdam yaratılabileceğini, kaç tane yeni okul, hastane yapılabileceğini, alt yapının nasıl yenilenebileceğini, kaç tane yoksulun, açın karnının doyurulabileceğini siz tasavvur edin artık.

Dip notlar:

(1)   https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/10/2023-Yili-Merkezi-Yonetim-Butce-Kanunu-Teklifi-ve-Bagli-Cetveller.pdf.

(2)   Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın “2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Kanunu Teklifi Basın Bilgilendirme Toplantısı” Sunumu (17 Ekim 2022).

(3)   Orta Vadeli Plan (2023-2025), Tablo 1.2, s.30, https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/09/Orta-Vadeli-Program-2023-2025.pdf.

(4)   https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2022/10/Butce-Gerceklesme-Raporu-2022Eylul_-1.pdf.

(5)   https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/10/2023-Yili-Merkezi-Yonetim-Butce-Kanunu-Teklifi-ve-Bagli-Cetveller.pdf. s, 170. B Cetveli, s. 70 -73.

(6)     Agk, s. 170.

(7)     Agk.

 

 

 

14 Ekim 2022 Cuma

Makroekonomi politikaları: “Saldım çayıra Mevla’m kayıra”

 

Makroekonomi politikaları: “Saldım çayıra Mevla’m kayıra”

Mustafa Durmuş

14 Ekim 2022


Uluslararası Para Fonu (IMF)  ve Dünya Bankası (IBRD), dünya ekonomisinin karşılaştığı sayısız zorluğu tartışmak için bu hafta Washington’da yıllık toplantılarını yaparken, IMF’nin Ekim ayı ‘Dünyanın Görünümü Raporu’, ‘Küresel Finansal İstikrar Raporu’ ve ‘Mali İzleme Raporu’ eş anlı olarak yayınlandı. Dünya Ticaret Örgütü de benzer tespitleri içeren raporunu yayınladı.

‘Yaşam Maliyeti Krizi’ ile mücadele etmek başlığını taşıyan ‘Dünyanın Görünümü Raporu’ (1), genel olarak dünyada bu yıla ve gelecek yıla ait iyimser beklentilerin giderek ortadan kalktığını ve bunun yerini kötümserliğin aldığını ileri sürüyor.

Büyüme tahminleri üst üste 4 kez düşürüldü

Nitekim bu yılbaşından bu yana IMF’nin küresel ekonomik büyüme tahminlerini dördüncü kez üst üste düşürmesi bunun bir göstergesi. Öyle ki Ocak ayında dünya ekonomisinin gelecek yıl yüzde 3,8 büyümesi öngörülürken, bu oranlar (Nisan-Ekim arasında) sırasıyla; yüzde 3,6’ya, yüzde 2,9’a ve yüzde 2,7’ye düşürüldü.

Özetle IMF, geçen yıl ortalama yüzde 6,0 olan küresel ekonomik büyümenin bu yıl neredeyse yarı yarıya (yüzde 3,2’ye), 2023’te ise yarıdan fazla (yüzde 2,7’ye) düşmesini öngörüyor.

Sermaye birikimi krizinin ipuçları

Geçen yıl ortalama yüzde 5,2 oranında büyüyen Gelişkin Merkez Ekonomilerin bu yılki büyüme hızının ortalama yüzde 2,4 ve seneye yüzde 1,1 olması öngörülüyor. Yani Merkez Ekonomilerde tam bir çakılma yaşanacak gibi görünüyor.

Geçen yıl ortalama yüzde 6,6 oranında büyüyen Yükselen Ekonomiler ve diğer azgelişmiş ekonomilerin büyüme hızının da neredeyse yarı yarıya düşmesi ve bu yıl ve gelecek yıl ortalama yüzde 3,7 olması bekleniyor.

Bu veriler kârlılığın, dolayısıyla da sermaye birikiminin yavaşlamasının yani ciddi bir kâr oranlarının azalması biçiminde kendini gösteren kapitalist krizinin ipuçları.

Yeni bir büyük savaşın zemini oluşuyor

Diğer yandan, kapitalizmin temel sürükleyicisi olan sermaye birikiminin (dolayısıyla da kârın) bu denli yavaşlamasına sistemin egemenlerinin uzun süre katlanabilmeleri beklenmemeli.

Çünkü bu gelişme, kârlarının, sermayelerinin ve servetlerinin yeterince büyüyemeyeceği anlamına geliyor. Bu yüzden de emperyalist küresel sermaye grupları, arkalarına aldıkları ulus devletlerle birlikte, pastayı yeniden paylaşmak için yeni savaşların hazırlığı içine girebilirler.

Bunun tarihte çok acı örnekleri mevcut. Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları öncesindeki yıllarında da kâr oranları düşmüş, ekonomik büyüme hızları ciddi biçimde azalmış ve bu durum yeniden paylaşım savaşlarının önünü açmış, dünya düzeni ve güç dengeleri değişmiş, kapitalizm krizinden ancak bu savaşlarla çıkabilmişti.

Ukrayna Savaşının geldiği aşamada nükleer başlıklı füzelerin de kullanılabileceği yönündeki Rusya’nın tehditleri, NATO’daki genişleme ve Asya’da aralarında Rusya, Çin ve Hindistan’ında bulunduğu yeni bir kutbun oluşması ve Güney Çin Denizi’nde bir süredir devam eden ABD - Çin gerginliği de dikkate alındığında,  bu yüzyılda dünyanın yeni bir paylaşım savaşı ile karşılaşma ihtimalinin giderek arttığının altını çizmekte yarar var.

Finansal istikrarsızlık artıyor, riskler büyüyor

Yavaşlayan ekonomik büyümenin dışında küresel ekonominin finansal istikrar tarafında da ciddi sorunlar mevcut. Çünkü IMF, devasa biçimde artan küresel dış borç stoku ortamında (2), küresel enflasyonun bu yıl yüzde 8,8 ile zirve yaparken, bunun ancak seneye yüzde 6,5’e ve 2024’te yüzde 4,1’e gerileyebileceğini öngörüyor.

Kısaca, büyük çaptaki kamu borç stoklarının olduğu ve bunların Covid-19 salgınından bu yana hızla arttığı bir ortamda, küresel çapta yüksek bir enflasyon, buna karşılık yavaşlayan bir ekonomik büyüme durumu öngörülüyor. Oysa kârlı ve kesintisiz bir sermaye birikimini sağlamanın en önemli koşullarından birisinin de finansal istikrarın sağlanmasının olduğu çok açık.

Bu yüzden de ekonomik büyümeye ilişkin sorunlar kadar, IMF’nin eş anlı olarak yayınladığı son ‘Küresel Finansal İstikrar Raporu’ bu yöndeki ciddi tehlikelere dikkat çekiyor, bir dizi ardışık şokun ortasında küresel finansal istikrar risklerinin arttığını ileri sürüyor.

Bir başka deyimle, IMF bu raporunda (3), özellikle bu yıl küresel çapta artan faiz oranlarıyla birlikte küresel finansal koşulların sıkılaştığının ve bu gelişmenin de makroekonomik temelleri zayıf olan birçok yükselen ve azgelişmiş ülke ekonomisinden sermaye çıkışlarının artmasına neden olduğunun altını çiziyor.

Başta ABD olmak üzere Merkez Ekonomilerde artan faiz oranlarıyla birlikte, sermayenin getirisi açısından, yükselen ekonomilerin sunduğu imkânların giderek cazibesini yitirdiği belirtiliyor. Ayrıca bu ülkelerdeki artan jeopolitik riskler ve enerji ve temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki hızlı yükselişler yüzünden ortaya çıkan yüksek enflasyon gibi finansal istikrarsızlıkların ortaya çıkardığı risklerin uluslararası yatırımcının iştahını azalttığı ileri sürülüyor.

Son olarak, IMF eş anlı olarak yayınladığı üçüncü rapor olan Mali İzleme Raporu’nda (4),  önümüzdeki yıldan itibaren mali krizlerin daha sık yaşanacağını çünkü bütçe açıklarının ve kamu borç stoklarının ciddi biçimde arttığını ileri sürüyor. Bu gelişmenin kaçınılmaz sonucu olarak da devletlerin, sıkı maliye politikaları da dâhil olmak üzere, kemer sıkma politikalarına başvuracağını öngörüyor.

IMF: Bu yılsonunda Türkiye’de enflasyon yüzde 73,1 seneye yüzde 51,2

IMF raporunda Türkiye ekonomisine at bilgiler ve tahminler de yer alıyor. Buna göre, Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 5,0 ve seneye yüzde 3,0 büyümesi beklenirken, enflasyon oranının bu yıl yüzde 73,1 ve seneye yüzde 51,2 olacağı tahmin ediliyor. Cari açığın bu yıl yüzde - 5,7 ve seneye yüzde – 3,9 olması ve işsizliğin bu yıl yüzde 10,8 ve seneye yüzde 10,5 olması bekleniyor. (5)

Kapitalist devletlerin normalde ekonomik krizler karşısında hemen hayata geçirebilecekleri para politikası ve maliye politikası gibi iki temel makroekonomi politikası mevcut. Uygulamada para politikası çok daha hızlı, maliye politikası ise daha yavaş etki gösteriyor. Para politikası araçları faiz oranı ve para arzı düzenlemeleri- kredilerden, maliye politikası araçları ise asıl olarak vergiler ve kamu harcamalarından oluşuyor.

Ekonominin durumuna göre ‘para-maliye politikası karması’ uygulanıyor

Genelde bu iki politika bir arada ve ekonominin içinde bulunduğu durumun gerekliklerine göre bir uyum içinde uygulanıyor. Örneğin enflasyonun ekonomik durgunluktan çok daha öncelikli bir tehlike olduğu bir ekonomide bu politika ‘sıkı para - gevşek maliye politikası karması’ biçiminde uygulanıyor. Yani faiz oranları artırılırken, yaşam maliyetlerinin de artması nedeniyle, halk vergi indirimleri ve mali desteklerle rahatlatılmaya çalışılıyor.

Asıl sorunun yüksek enflasyon olarak belirlendiği ekonomilerde ise her iki politika da sıkılaştırılmış bir biçimde (sıkı para - sıkı maliye politikası) uygulanıyor ve örneğin faiz oranları artırılırken vergiler de artırılıyor veya kamu harcamaları kısılıyor.

Böylece efektif toplam talep yönetimi yapılarak, bugün yapılmakta olduğu gibi aşırı ısınmış ekonomi soğutularak, büyüme hızı düşürülüyor ya da durgunluk dönemlerinde olduğu gibi ekonomi belli bir fiyat istikrarı altında büyütülüyor.

Türkiye uygulaması: İzahı zor bir politika karması

Bu teorik açıklamanın ardından şu an uygulamadaki duruma bakalım. IMF aşağıdaki tabloda, yüksek enflasyon ve giderek yavaşlayan ekonomik büyüme karşısında dünya çapında nasıl bir ‘maliye politikası - para politikası karması’ uygulanmakta olduğunu özetliyor (6).

Buna göre, sol üst kutucukta ‘sıkı para - gevşek maliye politikası karması’ uygulayan ülkelere yer veriliyor. Bu kutucukta Güney Kore, İspanya, İtalya ve Brezilya gibi ülkeler yer alıyor. Sağ üst köşede ‘sıkı para - sıkı maliye politikası karması’ uygulayan ülkelere yer veriliyor. Bu kutucukta Almanya, Birleşik Krallık, Fransa, Hindistan ve Endonezya gibi ülkeler bulunuyor. Sağ alt köşedeki kutucukta  ‘gevşek para - sıkı maliye politikası karması’ uygulayan ülkelere yer veriliyor ki bu politikaları şu anda dünyada uygulayan ülke olmadığından, bu kutucuk boş bırakılmış. Sol alt köşedeki kutucuksa ‘gevşek para - gevşek maliye politikası karması’ uygulayan ülkelere ayrılmış. Bu kutucukta sadece bir ülke yer alıyor: Türkiye.

Kısaca, resmi enflasyonun (TÜFE) yüzde 84’e yaklaştığı, oldukça ısınmış bir ekonomiye sahip olan Türkiye’de iktidar bloku hem gevşek para hem de gevşek maliye politikasını aynı anda uyguluyor. Makroekonomi ya da maliye politikası kitaplarında, tarihte Türkiye’dekine benzer koşullara sahip olup da böyle bir politika karmasının uygulandığı bir başka ülke örneğine rastlamak oldukça güç.

Sonuç olarak

Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’nin, iktidarın artık iktisatta ‘hetorodoks’ yaklaşımı benimsediği anlamına gelebilecek açıklamasının bizi nereye kadar götürdüğüne tanık olduğumuz tarihi bir dönem yaşıyoruz.

Öyle ki ısrarla savundukları “faiz sebep-enflasyon sonuçtur” iddiasına benzer bir biçimde, ekonominin bu denli ısındığı, istikrarsızlığın bu denli arttığı, döviz rezervlerinin bu kadar eridiği bir dönemde iktidar hem para hem de maliye politikasını gevşettikçe gevşetiyor. Nitekim kısa bir süre önce bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan esnafa yıllık sadece yüzde 7,5’tan 60 ay vadeli toplam 100 Milyar TL’lik kredi kullandırılacağını açıkladı. (7)

Ekonominin aşırı ısındığı, finansal istikrarsızlığı arttığı bir ekonomide, hem para hem de maliye politikalarının böyle gevşek bir biçimde uygulanmasını savunan bilimsel bir iktisadi yaklaşımın olması ihtimali çok zayıf. Uygulamanın ‘heterodoks’ yaklaşıma dayandırılmaya çalışılması ise sadece bu uygulamayı toplum nezdinde meşrulaştırmak için yapılan bir çaba gibi duruyor.

Zaten uygulanan bu politikalar iktisadi olmaktan ziyade siyasal yanı ağır basan politikalar. Yani bu politikalarla ekonominin ihtiyaçlarından ziyade yönetenlerin siyasal ihtiyaçları ön planda tutuluyor.

Öyle ki iktidar blokunu oluşturan siyasal partilerin içine girdiğimiz seçim sürecinde hızla oy kaybediyor olması iktidarı kaybetme korkusunu bir gerçeğe dönüştürdükçe, bu ve benzeri tür politikalar hayata geçiriliyor. Önümüzdeki süreçte benzer uygulamalara başvurulması artık bizler için sürpriz olmayacak.

Enflasyon yüzde 84 iken, esnafa negatif reel faiz oranından (yıllık yüzde 7,5) kredi vermek, ‘vergi harcamaları’ adı altında faiz gelirlerinden alınan vergiler başta olmak üzere,  gelecek yıl yaklaşık 385 Milyar TL’yi bulan vergi gelirinden vazgeçmek (8), bu yılın sonunda beklenenin üzerinde bir asgari ücret zammı yapma sözü vermek ve önümüzdeki süreçte gündeme getirilebilecek başka birçok popülist politika ile belli ki seçmene mavi boncuk dağıtılıyor. 

Özcesi, iktidar bloku seçimlere kadar “saldım çayıra Mevla’m kayıra” misali politikalarla yürümeyi seçmiş görünüyor. Seçim sonrası ise Allah kerim: “Kalırsak kemerleri sıktırırız, gidersek enkazı devir alan iktidar düşünsün”.

Dip notlar:

(Çizgi: Erdil Yaşaroğlu)

(1)  https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2022/10/11/world-economic-outlook-october-2022, s. 9.

(2)    2020 yılı sonunda küresel borç stoku 226 trilyon doları buluyor. Bkz: https://www.brinknews.com/quick-take/global-debt-is-setting-new-records (12 October 2022).

(3)  https://www.imf.org/en/Publications/GFSR/Issues/2022/10/11/global-financial-stability-report-october-2022, s. 2-3, 16,

(4)  https://www.imf.org/en/Publications/FM/Issues/2022/10/09/fiscal-monitor-october-22, s. x-xi.

(5)  https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2022/10/11/world-economic-outlook-october-2022, s. 42.

(6)  https://www.imf.org/en/Blogs/Articles/2022/10/11/policymakers-need-steady-hand-as-storm-clouds-gather-over-global-economy (12 Ekim 2022).

(7)  https://www.dunya.com/gundem/cumhurbaskani-erdogan-esnafa-100-milyar-liralik-60-ay-vadeli-kredi-kampanyasi-baslatiyoruz-haberi (10 Ekim 2022).

(8)  https://www.dunya.com/gundem/cumhurbaskani-erdogan-esnafa-100-milyar-liralik-60-ay-vadeli-kredi-kampanyasi-baslatiyoruz-haberi (10 Ekim 2022).

 

 

 

 

 

7 Ekim 2022 Cuma

Enflasyon vergisi

 

Yüksek enflasyon halkı ezen bir vergiye dönüştü

Mustafa Durmuş

7 Ekim 2022

Eylül ayı resmi enflasyon verileri açıklandığında enflasyonun artarak sürdüğünü gördük. TÜİK’e göre, bu yılın Eylül ayında tüketici fiyat endeksi (TÜFE) yıllık yüzde 83,45 ve aylık yüzde 3,08; ENAG’a göre ise yıllık yüzde 186,27 ve aylık yüzde 5,30 oldu. Diğer taraftan, İstanbul Ticaret Odası Eylül ayında İstanbul için yıllık enflasyonun yüzde 107,42 ve aylık yüzde 6,06 olduğunu açıkladı. TÜİK’in aynı dönem için üretici fiyat enflasyonu (ÜFE) ise yüzde 151,50 oldu.

Kısaca, TÜİK’in resmi yıllık enflasyon verisi ENAG’ın gayri resmi enflasyon verisinin yarısından daha düşük düzeyde kaldığı gibi, ÜFE-TÜFE arasındaki iki kata yakın fark da sürüyor. Bu farklılıklar hala TÜİK tarafından tatmin edici bir biçimde açıklanabilmiş değil.

Öte yandan, enflasyon öyle bir düzeye erişti ki,  artık onunla ilgili tartışmayı “hatalı hesaplama”, “eksik açıklama”, “liyakatsızlık” ve “hayat pahalılığı” gibi kavramlara indirgeyerek tartışmak da yeterli değil.

Nitekim (daha önceki yazılarımızdan da görülebileceği gibi), biz de gelinen nokta itibarıyla, Avrupa’daki iktisatçıların enflasyonu anlatırken ağırlıklı olarak kullandıkları  ‘yaşam maliyeti krizi’ kavramını kullanmaya başladık. Çünkü Türkiye’de artık, diğer krizlere ilave olarak,  toplumun çok büyük bir kesimi açısından çok ciddi boyutta bir yaşam maliyeti krizi yaşanıyor.

Artık nur topu gibi bir ‘enflasyon vergimiz’ var!

Ağırlaşan yaşam maliyeti krizi yetmezmiş gibi, enflasyonun emekçilere verdiği başka zararlar da söz konusu. Örneğin, vergi sistemimiz ağırlıklı olarak değer üzerinden alınan (ad valorem) vergilere dayandığından, enflasyonun her artışında (artan fiyatlarla birlikte), ödediğimiz KDV ve ÖTV miktarı da artıyor.

Bu da yetmezmiş gibi, yüksek enflasyon karşısında asgari ücret kaçınılmaz olarak yükseltildiğinden, artan nominal ücretlerimiz Temmuz ayından itibaren yüzde 15 değil, yüzde 20 ve 27 oranında vergiye tabi olmaya başladı. Bu da, Gelir Vergisi tarifesinde yeterli endeksleme yapılmadığı, gelir dilimleri yükseltilmediği için, artan ücretlerin bir kısmının vergi ile geri alınmasına neden oluyor.

Bugünkü yazımız ise (daha az bilinen), yüksek enflasyonun neden olduğu daha farklı bir vergilemeyi anlatıyor: Enflasyon Vergisi.

Nasıl ki iktidarlar mevcut dolaylı vergilerle  (KDV, ÖTV gibi) ya da dolaysız vergilerle (Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi gibi), ekonomide yaratılan değerin bir kısmına zora dayalı olarak el koyuyor, böylece de halkın ve özel kesimin harcama gücünü ve refahını azaltıyorsa, yüksek enflasyon da benzer bir biçimde cebimizdekilerin bir miktarını alıyor ve onu bizleri yönetenlere aktarıyor.  

İlki (vergileme) yasalarla bağlı açık bir transfer, diğeri ise her hangi bir yasası olmayan gizli bir el koyma şeklinde yürüyor. Her ikisinde de olan, ihtiyaçlarını karşılayacak harcamalarını yapamayan emekçi halka oluyor çünkü enflasyon her arttığında bu harcama gücünün giderek artan bir kısmı elinden alınıyor.

Değeri düşen para vergi gibi etki yaratır

Enflasyonun bu özelliğinden ilk kez 1940’lı ve 1950’li yıllarda M. Friedman ve M. J. Bailey adlı, ‘Paranın Miktar Teorisi’ni esas alan Monetarist iktisatçılar söz ettiler ve para arzındaki artışların enflasyona neden olduğunu,  bunun da ulusal paranın reel değerini düşürdüğünü, böylece bu parayı ellerinde tutan halk açısından bunun adeta bir vergi gibi etki yarattığını ileri sürerek, bu durumu metaforik olarak ‘enflasyon vergisi’ kavramı ile açıkladılar. (1)

Begg-Fischer ve Dornbusch ise, 1970’li yılların sonlarında, enflasyon vergisinin bir diğer özelliğine dikkat çektiler. Onlara göre, enflasyon devletin nominal borçlarının reel değerini azalttığı için, yüksek enflasyonda devletin reel geliri (dolaylı olarak) artar. Yani iktidarlar borçlarının anapara ve faizlerini yüksek enflasyon yüzünden değeri düşen ulusal para ile geri ödediklerinden, reel olarak bir gelir sağlamış gibi olurlar. (2)

Senyoraj/Enflasyon Vergisi

Aslında enflasyon vergisinin kökleri daha da eskiye,  yüzyıllar öncesindeki feodal döneme kadar gidiyor.  Bu döneme ilişkin araştırmalar bu terimin, Orta Çağ’da kralların (seigneur/senyör/derebeyi) paraya ihtiyaç duyulduğunda para basarak piyasaya sürmeleri sonucunda halkın elindeki paranın değerinin düşmesini anlatan bir tür devlet geliri yaratma biçimi olan ‘senyoraj’ kavramından türetildiğini gösteriyor.

Kısaca açıklamak gerekirse; krallar / senyörler, ekonomideki para talebini karşılamak için para (madeni) basıp piyasaya sürdüklerinde, para basma yetkisi sadece kendilerine ait olduğundan,  kendilerine senyoraj adı altında bir pay ayırırlardı. Bu pay madeni paranın üzerinde yazılı nominal değer ile paranın basım ve dağıtım maliyetinin arasındaki farktan oluşurdu. Daha sonra krallar ne zaman paraya ihtiyaç duysalar (savaşların finansmanı ya da dış borç ödemeleri yüzünden) para basmayı sürdürdüler. (3)

Zamanla banknotun icadı hem kıymetli maden kullanımıyla ilgili nakliye, stok gibi alanlarda tasarrufa yol açtı hem de iktidarların payını artırdı. Para basım maliyeti minimal düzeyde kaldığında ise pay neredeyse nominal değere eşit hale geldi. Bu nedenle de devletler yüz yıllar boyunca senyorajı temel bir gelir kaynağı olarak gördüler ve para basma yetkisini ellerinde tuttular.

Bir başka anlatımla, dönemin köylüsünün, küçük üreticisinin, tüccarının cebindeki madeni paranın değeri, piyasaya sürülen daha fazla para nedeniyle düşerken, muktedir de sadece senyoraj geliri elde etmekle kalmıyor, aynı zamanda halkın harcama gücünü kendine aktararak, azaltıyordu. Bu aynı zamanda feodalite döneminin yaratılan değere el koyma biçimlerinden biriydi.

1970’li yıllarda, Portekiz, Yunanistan ve İspanya’da senyoraj gelirlerinin toplam vergi gelirleri içindeki payının yüzde 10’u bulması,  azgelişmiş Latin Amerika ekonomilerinde yüzde 30’un üzerine çıkması (4) ve günümüzdeki yüksek enflasyonun ulusal paranın değerini düşürerek bir enflasyon vergisi etkisi yaratması dikkate alındığında, yaratılan değere böyle bir feodal el koyma biçiminin yüzyılımızda da sürdüğünü söyleyebiliriz.

İzlenmekte olan faiz politikası enflasyon vergisini doğurdu

Türkiye’de 2001 yılında yapılan bir yasal düzenleme ile Merkez Bankası’nın Hazine’ye kısa vadeli avans yolu ile borç para vermesi yasaklandı (dolaylı biçimde bu yasağın da zaman zaman delindiği biliniyor). (5)

Ancak ülkedeki enflasyon vergisi asıl olarak, izlenen faiz politikasının sonucunda artan döviz kuru ve seçim gibi kaygılarla yaratılan para-kredi genişlemesinin sonucunda patlayan enflasyon ve değersizleşen TL aracılığıyla uygulanıyor.

Lenin, bir zamanlar kapitalist sistemi sarsmanın yollarından birinin ulusal para birimini yozlaştırmak, zayıflatmak olduğunu söylemişti. Çünkü ona göre bu yolla, devam eden bir enflasyon sürecinde iktidarlar vatandaşlarının servetinin önemli bir kısmına gizlice, keyfice ve hesap vermeksizin el koyarlar. Bu süreç birçoğunu yoksullaştırırken, bazılarını da zenginleştirir. Enflasyon ilerledikçe ve para biriminin gerçek değeri aydan aya sert biçimde dalgalandıkça, kapitalizmin nihai temelini oluşturan borçlular ve alacaklılar arasındaki tüm kalıcı ilişkiler, neredeyse anlamsız olacak kadar tamamen düzensiz hale gelir ve servet elde etme süreci bir kumar ve piyangoya dönüşür. (6)

Özetle, Türkiye’de enflasyon vergisinin ortaya çıkması için karşılıksız para basmaya gerek yok, ısrarla sürdürülen yanlış bir faiz politikası ve bunun sonucunda TL’nin satın alma gücünü büyük ölçüde yitirmesi bunu fazlasıyla yerine getiriyor.

Ayrıca, seçimler yaklaştıkça daha da artacak olan popülist nitelikteki kamu harcamaları ve daha da büyüyecek olan bütçe açığının para basımı yoluyla karşılanmasının da gündeme geleceğinin ve böylece ikili bir sıkıştırma altında enflasyon vergisinin daha da etkili olacağının altını çizelim.

6 ayda 276 milyar TL’lik bir enflasyon vergisi geliri

Türkiye’de enflasyon vergisinin boyutlarını görebilmek için bu yılın ilk 6 aylık döneminde yaratılan enflasyon vergisinin tutarına bakabiliriz. Gayri safi yurt içi hâsıla (GSYH) bu yılın ilk yarısında cari fiyatlarla 5,9 trilyon TL oldu. Geçen yıl aynı dönemde bu tutar 3 trilyon TL civarındaydı. Dolayısıyla nominal GSYH bu dönemde 2,9 trilyon TL arttı. Ancak bu yılın ilk 6 aylık dönemi için enflasyon (TÜFE) yüzde 42,3 olarak açıklandı. (7) Dolayısıyla GSYH’deki bu artışın yaklaşık 1,2 trilyon TL’si enflasyondan kaynaklanıyor. Ülkedeki ortalama vergi yükünün yüzde 23 civarında olduğu dikkate alındığında, halktan ve özel kesimden 276 milyar TL civarında bir kaynağın metaforik bir enflasyon vergisi aracılığıyla devlete aktarıldığı söylenebilir. Aynı 6 ayda 1 trilyon TL civarında vergi geliri toplandığına göre (8), enflasyon aracılığıyla ekonomiden devlete (dolayısıyla da iktidarın kullanımına) aktarılan kaynağın, vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 28’ine denk düştüğü ileri sürülebilir.

Enflasyon gibi  ‘enflasyon vergisi’ de emek karşıtı

Öte yandan, enflasyon ve enflasyon vergisi toplumun tüm kesimlerini aynı şekilde ya da oranda etkilemiyor.

Enflasyon bir yandan potansiyel yatırımcıların tercihlerinin üretken faaliyetlerden spekülatif kazançlara doğru kaymasına, TL cinsinden birikimi olanların yabancı para birimlerine, altın, borsa ya da gayrimenkule yönelmelerine neden olurken, diğer yandan da uzun vadede faiz oranlarının artması,  ekonomik büyümenin yavaşlaması, istihdamın ve gelirlerin azalmasıyla sonuçlanarak adeta ağır bir dolaylı vergi gibi yoksulları, emekçileri vuruyor.

Bu nedenle de, yüksek enflasyonun hem doğrudan (yaşam maliyeti artışı gibi) hem de enflasyon vergisi gibi dolaylı etkilerinin en çok hangi sınıf ve kesimleri etkilediği mutlaka araştırılmalı ve buna göre önlemler geliştirilmelidir.

Böylece enflasyonla ilgili olarak bir diğer önemli hususun, onun gelir bölüşümü üzerinde yarattığı etkiler olduğunun vurgulanması gerekir. Çünkü yüksek enflasyon, sabit gelirliler ve ücret gelirleri reel faiz ile korunmayan emekçiler açısından mevcut adaletsiz gelir bölüşümünü daha da adaletsiz bir hale dönüştürüyor.

Alacaklıların zararda, borçluların kârda olduğu bir durum

Ayrıca, yüksek enflasyon TL kullanan herkes için bir zarar anlamına gelse de, bu zarar bu paranın kullanıcıları arasında önemli ölçüde değişiklik gösteriyor. Öyle ki yüksek enflasyon, borçlular yani daha az değerli TL ile borçlarını geri ödeyecekler açısından bir avantaj/kâr, bu borcu/krediyi verenler içinse bir dezavantaj/zarar demektir.

Bir başka anlatımla, para yalnızca satın alabileceği mal ya da hizmetler üzerindeki hak taleplerini yansıttığı ölçüde bir değere sahiptir. Bu bağlamda yüksek enflasyon, paranın satın alma gücünü aşındırarak borçluların, aldıkları bu borçları daha az mal ya da hizmetten vazgeçme şeklinde bir fedakârlıkta bulunarak geri ödemelerine olanak tanır. İşlemin diğer tarafındaki kreditörler ya da alacaklılarsa, yüksek enflasyon altında ellerine geçen para ile daha az mal ve hizmet satın alabilirler. (9)

Hazine borcunun reel değerini düşürüyor

Enflasyon vergisinin bir diğer boyutu devlet ve Hazine ile ilgilidir. Devlet başta kendisi için çalışanların maaş ve ücretlerini, özel sektörden satın aldığı mal ve hizmetlere (örneğin üstlenicilere yapacağı ödemelerini) ve toplumun çeşitli kesimlerine yaptığı sosyal nitelikli transfer harcamalarına ilişkin ödemeleri,  yüksek enflasyon yüzünden değeri düşen ulusal para ile yaptığından, bu kesimlere adeta enflasyon oranında bir kesinti yaparak ödemede bulunur. Bu da bu kesimler açısından bir tür vergileme gibi işlev görür.

Yani iktidar bloku izlemiş olduğu ekonomi politikalarının neden olduğu yüksek enflasyonun bedelini topluma, daha düşük değerde ulusal para ile ödemede bulunarak da ödetiyor, denilebilir.

Ayrıca, Hazine TL cinsinden ciddi düzeyde iç borçlanma yapıyor. Eğer bu borçların ağırlığı sabit faizli ise, Hazine yüksek enflasyondan avantajlı çıkacaktır. Zira Hazine bu borçlarının anapara ve faizlerini, değeri yüksek enflasyon yüzünden düşen TL ile geri ödeyecektir. Bu da aslında devlete borç verenler açısından, onlardan tahsil edilen bir vergi gibi işlev görür.

336 milyar TL’lik bir borç servisi reel olarak 152 Milyar TL’ye düştü

Hazine’nin bu yılın ilk 8 ayında yaptığı borç servisinin tutarı (anapara + faiz) 335,9 milyar TL. İlk 8 aylık TÜFE ise (12 aylık ortalama) yüzde 54,69. (10) Bu da yapılan bu borç servisi ödemelerinin reel değerinin çok daha düşük (152,2 milyar TL),  enflasyon yüzünden ortaya çıkan alacaklı zararının ise 183,7 milyar TL olduğunu ortaya koyuyor.

Ancak Hazine’ye borç verenlerden Hazine’ye yapılan bu transferin geçici olduğunu vurgulayalım. Çünkü böyle bir transfer tahvil çıkarıldığı sırada beklenmeyen bir enflasyon altında mümkün olabilirse de, bu durum kalıcı olmaz. Borç verenler enflasyonu öngörürler ve bu durumu talep ettikleri faiz oranına yansıtırlar. Bu da faiz oranlarının kaçınılmaz olarak artmasıyla sonuçlanır.

Eğer borç verenler enflasyonla ilgili tam bir öngörüde bulunamazlarsa bu kez borç vermekten kaçınırlar. Bu da Hazine’nin borçlarını yeni borçlarla çevirmesini zorlaştırır ve bu durum daha da ciddileştiğinde Hazine bu borçlarını para basarak kapatmak (monetizasyon) yoluna gidebilir ki bu da bir devletin hiç karşılaşmak istemeyeceği bir durumdur.

Aslında, önümüzdeki zorlu seçim süreci (bu süreçteki olası bir savaş senaryosu altında), artan bütçe açıklarının para basımı kadar iç borçlanma yoluyla da karşılanmasını kaçınılmaz hale getirebilir. Bu da sözünü ettiğimiz monatizasyonun önünü açar.

Böyle süreçlerde, seçim kaybetmek istemeyen iktidarlar vergileri artırarak bütçe açıklarını giderme yoluna gitmezler, aksine ekonomik büyümeyi ve canlığı sürdürebilmek için kamu harcamalarına yüklenirken, vergileri azaltırlar, böylece bütçe açığını büyütürler.

Bir başka deyimle, kendilerini iktidarda kalmaya mahkûm hisseden hükümetler devasa boyutlara erişen bütçe açıklarını, son tahlild, karşılıksız para basarak ve/veya daha fazla borçlanarak kapatma yoluna giderler ve bunun faturasını da kendi iktidarlarında ya da yeni bir iktidar altında etkisini sürdürecek olan enflasyon vergisi ile topluma yıllar boyunca ödetirler.

Sonuç olarak

Türkiye’de yüksek enflasyon, tıpkı ÖTV, KDV ve Gelir Vergisi gibi, emekçilerden alınan çok ağır bir vergiye dönüştü. Öyle ki halkın elindeki TL’nin satın alma gücü azaldıkça kendini gösteren ‘enflasyon vergisi’ halkın refahını daha da düşürüyor, halkı daha da yoksullaştırıyor. Yani yüksek enflasyon tıpkı adaletsiz bir vergi gibi işlev görüyor ve toplumsal zararın yükünü emekçilerin omuzlarına yıkıyor.

Ayrıca böyle bir yüksek enflasyon altında iktidar/Hazine, TL cinsinden borçlarının reel değerini düşürerek kendisine bir avantaj sağlarken, kendisini fonlayanların refahını azaltıyor.

Özetle, iktidar her yıl bütçe mekanizması aracılığıyla kullandığı trilyonlarca TL’lik vergi geliri biçimindeki kamu kaynağına ilave olarak, enflasyon vergisi ile toplumdan kendisine doğru milyarlarca liralık kaynak aktarıyor.

Öte yandan böyle bir verginin ağır bir toplumsal maliyeti de söz konusu. Öncelikle yüksek enflasyon ulusal parayı değersizleştirerek toplumun ekonomik temelini sarsıyor. Çünkü bu yolla yurttaşların varlıklarının önemli bir kısmına dolaylı olarak da olsa el konuluyor. Keza, bu süreç toplumun büyük bir kısmını yoksullaştırdığı gibi, gelecekteki iktidarların borçlanma kabiliyetini de baltalıyor.

Ayrıca, yüksek enflasyon (enflasyon vergisi biçiminde bir gelir yaratırken), toplanan diğer vergilerin reel değeri enflasyon oranında düştüğünden, özellikle de vergilerin gecikmeli toplandığı bizim gibi ülkelerde bu durum kamu maliyesinde dengesizliğe, bütçe açıklarına oluyor. Keza hükümetler daha değersiz TL ile kamusal hizmet harcamasını fonlamak durumunda kaldığından kamu harcamaları fiktif olarak şişiyor.

Son olarak, bütçe hakkına saygı duyulan demokratik toplumlarda, vergiler toplumda şeffaf bir biçimde ve demokratik yollarla (eksikli de olsa)  tartışılarak uygulanırlar. 

Oysa enflasyon vergisi doğası gereği antidemokratiktir. Özellikle de yasal vergi gelirlerinin bile nasıl ve nerelere harcandığının hesabının yeterince sorulamadığı otoriter yönetimler altındaki ülkelerde, enflasyon vergisi böyle yönetimlerin halkın varlıklarına keyfice el koymasını sağlayan adaletsiz bir vergiye dönüşür.

Dip notlar:

(1) Vito Tanzi, Public Finance in Developing Countries,   Edward Elgar Publ., 1991, s. 95.

(2)  D. Begg, S. Fischer, R. Dornbusch, Economics, 7the Edt., The McGraw-Hill Co., 2003, s. 370.

(3)  “Seigniorage”, https://en.wikipedia.org; seigniorage –coinage; https://www.britannica.com/topic/seigniorage (3 Ekim 2022).

(4)  J. Cullis, P. Jones, Public Finance and Public Choice, 2nd Edt., Oxford University Press, s. 285.

(5)  https://www.mahfiegilmez.com/2020/04/merkez-bankas-para-basyor (21 Nisan 2020).

(6)  https://www.economicsnetwork.ac.uk/archive/keynes_persuasion/Inflation (5 Ekim 2022).

(7)  TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan-Haziran 2022; Tüketici Fiyat Endeksi, Haziran 2022, https://data.tuik.gov.tr (3 Ekim 2022).

(8)  https://www.hmb.gov.tr/haziran-2022-butce-gerceklesmeleri (3 Ekim 2022).

(9)  https://www.aei.org/articles/mad-money-how-to-fight-the-inflation-tax (12 September 2022).

(10) https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2022/09/Web_Kamu_Borc_Yonetimi_Raporu_Eylul_2022_v4.pdf, s.1; https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Agustos-2022 (5 Ekim 2022).