29 Haziran 2017 Perşembe

EKONOMİ POLİTİKALARI: BİR YERDEN YAPARKEN, DİĞER YERDEN YIKMAK

EKONOMİ POLİTİKALARI: BİR YERDEN YAPARKEN, DİĞER YERDEN YIKMAK

Mustafa Durmuş

Siyasal iktidar, aldığı son Bakanlar Kurulu Kararı ile büyükbaş hayvan ve karkas et ithalatını kolaylaştırıcı yönde gümrük vergisi indirimlerine gitti. Böylece büyükbaş hayvan ithalatında yüzde 100’leri aşan gümrük vergisi yüzde 26’ya ve karkas ette yüzde 40’a düşürüldü.
Aynı kararla buğday, arpa ve mısır gibi gıda maddesi ithalatından alınan ve yüzde 130’ları bulan gümrük vergisi oranlarının da yüzde 25-45 aralığına çekilmesi siyasal iktidarın temel gıda maddesi enflasyonundan ve 2019 sürecinde bunun neden olabileceği oy kaybından ciddi endişe duyduğunun bir göstergesi.
Yani bugünkü haberlere göre, işçilere bu yıl için önerilen yüzde 3-6 oranındaki ücret zamlarının 200 bin civarındaki işçiyi greve götürmekten başka bir sonuç yaratmayacağının ve işverenlerin daha yüksek zamma razı olmadığının farkında olan siyasal iktidar hayat pahalılığının yükselişini ithalat maliyetleri gibi diğer maliyetleri düşürerek durdurmayı planlıyor olabilir.
Temel kaygının iki haneli hale gelen ve bu yıl en iyi ihtimalle de yüzde 11’in altına düşmeyecek olan enflasyonun daha da fazla yükselmesini önlemek.
Enflasyon yüksek olduğunda kaçınılmaz olarak faiz oranları da yükseliyor, bu da ekonominin büyümesinin yavaşlamasına ve küçüklerin daha da ezilmesine neden oluyor (öyle ki Türkiye 18 yükselen ekonomi içinde Gana ve Nijerya’dan sonra en yüksek faizi veren üçüncü ülke konumunda).

Ekonomi politikaları tutarlı olmalı
Diğer yandan ekonomi politikaları birbirinden farklı olsalar da aralarında asgari bir tutarlılığın olması gerekiyor. Şöyle ki enflasyonun kabaca iki nedeni var.
Örneğin arz –maliyetler yönünden yüksek döviz kuru başta ithalata dayalı, yani dolar ya da avro ile satın alınan petrol ve diğer hammadde ve ara malı ve, sermaye malı gibi temel girdilerin maliyetlerini artırarak üretim maliyetlerini yükseltiyor. Bu da kaçınılmaz olarak emtia fiyatlarının artmasıyla sonuçlanıyor.
Talep yönünden enflasyona neden olan temel faktör para-kredideki aşırı bollaşma. Darbe girişiminden bu yana geçen 11 ay içinde Kredi Garanti Fonu’nun devlet garantili kullandıracağı kredi miktarı 250 milyar liraya çıkartıldı.
Bu Fon’dan şu ana kadar kullandırtılan kredi tutarı ise 170 milyar liraya dayanmış durumda . Bu krediler hali hazırda toplamda sayıları 300 bini bulan işletmelere dağıtılmış. Ancak yeterince şeffaflık olmadığı için bu kredilerin nerelerde kullanıldığını izleyebilmek mümkün değil.
Ama kesin olan bir şey, darbe girişiminden bu yana ticari bankalar aracılığıyla kullandırılan kredi hacminin yüzde 22 oranında artmış olması.

Piyasanın ‘görünmez el’inden devletin ‘görünür eli’ne !
Yani OHAL altında ne Merkez Bankası bağımsızlığı, ne de Hazine sorumluluğu kaile alınmıyor. Firmalar adeta bu bol kredilere boğulmuş durumda. Bu durum da aslında bu yılın ilk çeyreğindeki yüzde 5’lik büyümenin yüzde 78’ini oluşturan tüketim harcamalarının asıl kaynağının böyle bir kredi bolluğu, finansallaşma ya da borç artışı (ne derseniz deyin) olduğunu, aksine sağlam, kalıcı bir büyüme olmadığını gösteriyor.
Bu durum şüphesiz biraz da siyasal konjonktürle ilgili. 2019 yılına kadar serbest piyasa mekanizmasına güvenmeyen siyasi irade işe el atmış gibi gözüküyor. Yani serbest piyasacıların piri A. Smith’in ‘görünmez el’ olarak tanımladığı piyasanın yerini devletin ‘görünür el’i almış durumda.

Yerli malı finansal kriz
Peki bu durum bir başka yazımızda bankalara sınırsız menkul kıymetleştirme izninin verilmesi olayında vurguladığımız gibi, finansal balonların şişmesine, bunlar da patladığında yerli malı bir finansal krizle karşı karşıya kalmamızla sonuçlanmaz mı?
Sorunun cevabını aşırı kredinin kriz yaratmadaki rolünü ilk olarak Kapital’in 3. Cildinde ele alan Marks’tan verelim:
“Yeniden üretim sürecinin bütünüyle kredi ile enterkonnekte olduğu kapitalizmde, krediler aniden geri çekildiğinde, yani sadece nakit ödemeler kabul gördüğünde, krizin patlaması kaçınılmaz olur. Dolayısıyla da kökü üretime ve kâr oranlarına, düşen kârlılığa kadar giden krizin ilk ortaya çıkışı hep para ve kredi alanında olur”.
Bir başka anlatımla, kapitalist ekonomilerde kredi, yatırım ve büyümeyi garantilemek için gerekli. Ancak krediler bir kez devreye girdiğinde bunların arz ve talebi birbirinden uzaklaştırmasını önleyebilecek bir mekanizma mevcut değil.
Böylece aşırı kredinin yol açtığı bir kriz orta çıkıyor. Bu kredilerin milli gelir içindeki payı belli bir düzeye yükseldiğinde kredi balonlarının patlaması ve finansal bir krizin çıkması kaçınılmaz hale geliyor. Yani kredi hacmi bu düzeye erişen ekonomilerde krizin patlaması artık sadece an meselesi oluyor.
Yaman çelişki
Bir çelişik durum ile karşı karşıyayız: Et ve gıda fiyatlarını, dolayısıyla da enflasyonu düşürebilmek için gümrük vergilerini indirip, ithalatı kolaylaştırıyoruz.
Diğer yandan uyguladığımız kredi politikası ve bütçe açığı politikası ile enflasyonu körüklüyoruz, faizleri yükseltiyoruz (böylece yüksek faize olan karşıtlığımız sadece söylemde kalıyor).
Meseleyi burjuva iktisat teorisine dayalı tezlerle açıklamak giderek zorlaşıyor. Kesin olan sonuçlardan biri gümrük vergisi indirimlerinin, büyük karkas et, hayvan ve gıda ithalatçılarına yararken, yerli üreticiyi, hayvancılığı ve tarımı iyice bitireceği, vergi gelirlerini düşürerek, bütçe açığını artıracağı, bunun da kamu borçlanmasını artıracağı. Aynı zamanda sıcak parayı çekmek için elzem hale gelen yüksek faizlerin küçük üreticiyi bitirip, şirket iflaslarına neden olurken, bankaları, finans kapitali daha da güçlendireceği.
Bir diğer çıkarım ise giderek yönetilmesi zorlaştığı anlaşılan siyaset kurumları ve onların yönetilemeyen siyasetinin ekonomiyi de giderek yönetilemez bir duruma soktuğu.


20 Haziran 2017 Salı

ÖZELLEŞTİRMELERİN NEMASINI FİRMALAR TOPLARKEN, BEDELİNİ TOPLUM ÖDÜYOR

ÖZELLEŞTİRMELERİN NEMASINI FİRMALAR TOPLARKEN, BEDELİNİ TOPLUM ÖDÜYOR

Mustafa Durmuş

20 Haziran 2017

Manisa’ da ortaya çıkan ve 700 civarında erin zehirlenmesiyle sonuçlanan olay, ne depremle, ne de “olacağı varmış” gibi yaklaşımlarla hafifletilemeyecek kadar ağır bir olay. Üstelik gazetelerde yer alan haberlere göre askerlerin yemekten zehirlenmesi vakası ilk de değil.

İnsanlarımızın ölümüne, yaralanmasına ya da hastalanmasına neden olan bu olaylar önce, 2014 yılında Soma’da 301 işçimizin iş kazası adı altında feci bir şekilde cinayete kurban gitmeleriyle başladı. Soma’daki madenci ölümleri özelleştirmenin en sert biçimlerinden biri olan taşeronlaştırmanın vahim sonuçlarından biriydi.

Buna rağmen özelleştirme, taşeronlaştırma sorgulanmadı, aksine olay “işin doğasında var” gibi ifadelerle normalleştirilmeye ve unutturulmaya çalışıldı. Böylece de özelleştirmeler 2016 yılına kadar tam gaz devam etti.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na göre, 1986- 2016 yılları arasında yapılmış olan 68 milyar dolarlık özelleştirmenin yüzde 88'i AKP Hükumetleri döneminde yapıldı.
Derin ekonomik kriz olmasa, yani kamu mallarına alıcı bulunsa aslında bu durum sonuna kadar da devam edecek. Çünkü özelleştirmeler son 15 yıldır uygulanan servet birikimi ve sermaye el değiştirme stratejisinin en önemli ayaklarından birini oluşturuyor (son dönemde özelleştirmeler doğrudan yapılmaktan ziyade ‘kamu - özel ortaklığı’ adı verilen bir modelle örtülü bir biçimde, özellikle de sağlık alanında, yapılıyor).

Diğer taraftan bu özelleştirmelerin toplumsal maliyetleri de giderek artıyor. Zira özelleştirme yapılırken insan ya da doğadaki diğer canlıların yaşam hakları, sağlıkları, ekoloji gibi yaşamsal konular dikkate alınmıyor. Bu nedenle de niyetten bağımsız bir biçimde kazalar, doğa tahribatları, hastalıklar, hatta intiharlar kaçınılmaz oluyor.

Özel Halk Otobüsleri: Sıradaki felaket mi?

Toplu ulaştırma alanındaki somut bir örnek üzerinden özelleştirmenin neden olabileceği felaketleri anlatmaya çalışalım.

Bilindiği gibi bir süredir toplu ulaştırma hizmetinde özel halk otobüsleri uygulamasına yer veriliyor. Örneğin Ankara’da hemen her hatta EGO’nun kendi otobüslerinden sayıca çok daha fazla olmak üzere, yüzlerce halk otobüsü toplu taşıma yapıyor.

Toplu taşıma araçlarını kullananlar özel halk otobüslerinin, özellikle de son yıllarda neden olduğu sorunları çok iyi bilirler. Çoğu eskimiş, düzenli bakımları yeterince yapılmayan, son derece konforsuz otobüslerle yapılan bu taşımanın özellikle de sürücüleri (bazen de biletçileri) yolcular üzerinde adeta terör estirebiliyorlar.

Sürücünün vaz geçilmezi cep telefonları

Zamana karşı yarışan, duraklara belli dakikalar içinde gitmek durumunda bırakıldığından elinde cep telefonu ile sürekli yol ve zaman planlaması yapan, bunu yaparken de ne süratine, ne yolcusunun nasıl inip bindiğine dikkat etmeyen, kırmızı ışıkta geçmeyi kural haline getiren, zamanını doğru kullanmak adına bazen duraklardan tek tük yolcuyu dahi almayan, yolcuyu durağında indirmeyi (duymadığını ileri sürerek) umursamayan, bütün bunlar yolcular tarafından dile getirildiğinde de onu azarlayan, aşağılayan, hatta küfreden ve bu konuda kendilerince “Allah’tan başka kimseden korkusu olmayan” nobran sürücülerin insafına terk edilmiş onlarca, binlerce yolcu tasavvur edin.

Üstelik hiç de ucuz olmayan bilet fiyatını ödeyerek bu otobüsleri kullanan çocuk, kadın, yaşlı demeden bu insanlara psikolojik saldırıda bulunan, hatta yer yer fiziki olarak saldırabilen ve bütün bu davranışları da günün egemeni biziz gibi tuhaf bir ruh halinin ardına sığınarak yapan bir kısım sürücüden söz ediyoruz.

Onları, içerideki yolcuların, trafikteki diğer araç sahiplerinin, caddelerdeki yayaların, hayvanların hayatlarını tehlikeye atacak kadar tehlikeli araç kullanmaya ve bunu da kaba bir şiddetle topluma kabul ettirmeye çalışan insanlar haline getiren faktörler neler?

“Ücretim kesilir!”

Kendilerine sorulduğunda ‘belli dakikalar içinde belli duraklarda olmak zorunda olduklarını, aksi takdirde ücretlerinin kesildiğini’ ileri sürüyorlar bu sürücüler.
Yani özel halk otobüslerinin sahiplerindeki en fazla yolcuyu alma, servisi en hızlı döndürme, maliyetleri en aza düşürme ve sonuçta en yüksek kârı elde etme güdüsü (eğitimsizlik gibi nedenlerin ötesinde) bu sonuçlara neden oluyor. Sert bir rekabet içindeki piyasanın işleyiş kuralları bu sonucu doğuruyor.

Benzer durumların belediyelerin kendi otobüslerinde de yaşandığı ileri sürülebilir, ama bu otobüslerde bu tür olaylar (en azından kendi gözlemim) çok azınlıkta.
Çünkü sürücü normal koşullarda rekabet veya yarış içinde değil, kendine verilen program doğrultusunda ilerliyor. Yani ne bir yere yetişmek ne de elde edeceği geliri, her türlü özel ya da sosyal maliyeti göze alarak en yükseğe çıkartmak zorunda değil. Özel bir patronu yok. Patronu kamu ve kamunun kuralları kâr maksimizasyonuna göre işlemiyor.

Bu nedenle de bu sürücüler eğer yeterince eğitimli ise, aşırı çalışmadan ötürü yorgun vs değilse, yolcunun, yaşlının, engellinin zamanı yeterince kullanması konusunda sabırlı ve anlayışlı davranabiliyorlar.

Kısacası, adına "trafik kazası" denilerek hafifletilecek olan, özel halk otobüslerinin gelecekte neden olabileceği felaketlerle karşılaşırsak hiç şaşırmayın. Bu, kader filan değil, toplu ulaştırmadaki bu özelleştirmelerin bir sonucu olacaktır.

Yemek zehirlenmesi

Türkiye’nin her tarafındaki birliklerde konuşlanmış 750 bin ila 1 milyon civarında olduğu tahmin edilen askerin yemeği bir süredir özel yemek şirketleri tarafından veriliyor.

Çok büyük ihaleler yapılıyor ve bu sektörde tam bir oligopol piyasası (yani az sayıda hizmet sunucu şirket) oluşmuş durumda. Bu şirketler kendilerine taşere edilmiş olan bu yemek dağıtım işini, ihalesini, alabilmek için kapitalizmin bütün bildik, bilmedik kurallarını uyguluyorlar ve işi alıyorlar.

İşin alımı sırasında bir ahbap-çavuş ilişkisi kurulmuş olması da sisteme ters değil. Amaç en fazla kârı elde etmek olduğundan, işin alımından sonra malzeme en düşük kalitelisinden seçilebiliyor, yeterli özen gösterilmiyor, hatta basında yer aldığına göre sık sık son kullanım tarihi geçmiş olan gıda maddesi kullanılabiliyor.

Denetimlerin yeterli düzeyde olmadığı durumlarda da, sonuç olarak hem hizmet üretim maliyeti, hem de işi alma maliyeti asgaride tutulabiliyor ve kârlar azamiye çıkartılabiliyor.

Diğer yandan bu özel kârların sosyal bir maliyeti oluşuyor. İşte yaşanan gıda zehirlenmeleri bu maliyetlerden sadece biri (haksız kazançları, israfları saymıyoruz bile).

Görünen o ki, benim yaşımda olanların askerdeyken duydukları “yumurtacı” olarak tabir edilen, yani komisyon karşılığı satın alma biçimindeki ufak-tefek yolunu bulmalar giderek kurumsallaşmış bir ahbap çavuş kapitalizmi altında yürüyen taşeron sermaye ilişkisine evriliyor.

Yeni cezaevlerinin mahkûm müşterileri

Bu tür hizmetlerdeki özelleştirme pastası sadece ordu ya da bazı bakanlıklar ve devlet daireleri ile sınırlı değil. Yeni bir pazar daha oluşuyor: Yeni cezaevlerinin mahkûm müşterileri.

Bilindiği gibi 200 civarında yeni modern cezaevi inşa ediliyor. Mevcutlara ilave olarak bu cezaevlerindeki on binlerce mahkûm da bu yemek firmalarının hizmetlerinden (!) yararlanacaklar. Daha doğrusu askerlerin, diğer devlet kurumlarındaki memurların, işçilerin yanı sıra cezaevlerindeki mahkûmlar da özelleştirmenin bir hedefi haline gelecekler.

ABD’nin bazı eyaletlerinde olduğu gibi, eğer bir gün Türkiye’de de cezaevleri yönetimleri de kamu-özel ortaklığı modeline benzer bir modelle özelleştirilirse siz o zaman görün kârı (çünkü 1990’lardan bu yana bu yönde Türkiye’de de çalışmalar, araştırmalar var).

Yemekler özel şirketten, ödemeler mahkûmlardan ya da mahkûm ailelerinden, mahkum garantisi devletten, yönetim ise mafyatik sermaye gruplarından (bence S. Peker bu işe en uygun adaylardan biri) olduğunda kâr katlanır.

Asmayalım, kendi parasıyla besleyip, yollarda çalıştıralım !

Üstelik bir 12 Eylül Paşasının dediği gibi, “beslemeyip asmaktansa”, mahkûmları bedava çalıştırabiliriz. Örneğin bu kadar büyük alt yapı projelerinin hayata geçirildiği bu dönemlerde ücretli işçiler yerine, Amerikan filmlerinde görüldüğü gibi, bedava mahkûm emeğini kullanabiliriz. İşte o zaman gerçek anlamda ‘Küçük Amerika’ oluruz zira bu filmlerde özellikle de siyahi mahkûmlar ya taş kırarlar ya da yol yaparlar.

Tekrar kamulaştırmalar giderek yaygınlaşıyor

Biz belki böyle zamanların hayalini kurabiliriz, ama Batı çoktan özelleştirmelerden vazgeçmeye başladı bile. Özellikle de belediye hizmetleri olarak anılan enerji temini, içme suyu, atık su yönetimi ve toplu ulaştırma gibi konularda daha önce özelleştirilmiş olan hizmetler tekrar kamulaştırılıyor.

Batılıların bir bildikleri ya da deneyimledikleri olmalı: Özelleştirmeler sonrasında bu hizmetlerin bedellerindeki fahiş artışların halkı yoksullaştırması, gelir dağılımını daha da kötüleştirmesi, herkesin temel kamusal hizmetlere eşit olarak erişememesi, hizmet kalitesinin çok kötüleşmesi, bakım ve onarım işlerinin savsaklanması ve sık arızaların görülmesi, iş kazalarının artması, hesap verilebilirlik durumunun tamamen ortadan kalkması, rüşvet ve şirket kayırmacılığının artması ve tüm bunların da toplumda ciddi rahatsızlıklar, memnuniyetsizlikler yaratması.

Özcesi iş bu noktaya gelmeye başlayınca sistem önlemini almaya başlıyor.


“Yoksulluk, Gelir Dağılımı Ve Kamu Politikaları” Dersi Final Sınavı Soruları Ve Bazı Öğrenci Yanıtları

Bu yıl Maliye Bölümü’ ders programında yer alan ve tarafımca verilen, öğrenci ödevleriyle de zenginleştirilen  “Yoksulluk, Gelir Dağılımı Ve Kamu Politikaları” adlı seçimlik 3. Sınıf dersinde sorulan 4 soruya verilen yanıtlardan bazı örnekleri sunuyorum (yanıtların sosyal medyada yayınlanması için öğrencilerin onayı alınmıştır).

Soru 1: Devlet politikaları (maliye, para ve ücret-sosyal politikalar)  gelir bölüşümü ve yoksulluğu nasıl etkileyebilir, Türkiye’den somut örneklerle açıklayınız.

Merve Yılmaz:

“2008 krizinden sonra ekonomi politikaları finansallaşmanın tamamen emri altına girdi. Finansallaşma ekonomiyi reel üretimden kopararak paradan para kazanma biçiminde gerçekleşen borsa, hedge fonlar gibi spekülatif araçlara yönlendirir. Bu araçların kullanımı arttığında her ne kadar ülkeye para akışı sağlanıyor gibi görülse de temeline bakıldığında ülke kaynaklarının bu araçlarla sömürüldüğü, dışa aktarıldığı görülebilir.
Finansallşma kapitalizmin bir unsurudur ve dikkate alınmayan bu sistemin sürekli eski krizleri derinleştirerek yeni krizlere sebep olduğudur. Büyük Resesyondan sonra uygulanan sermaye destekli politikalar ekonomiyi görünürde büyütmüş ancak yoksulluğu daha da arttırmıştır. Ekonomi vergi reformu başlığı altında yapılan indirimler ve aflarla, verilen teşviklerle; faiz politikalarıyla özel sermaye desteklenerek büyütülmeye çalışılmıştır. Bunların yanında toplam vergi yükü azaltıldı ve ekonomi iç ve dış borçlanmayla finanse edilmeye başlandı. Zaten desteklenen zengin kesimden iç borçlanma yoluyla borç alınıp onlara yüksek faizlerle borç geri ödemesi yapıldı ve daha da zenginleşmeleri sağlandı. Aynı zamanda vergi yükü de yavaş yavaş emekçi kesimin üzerine kaydırıldı. Bu kesimin refahına katkıda bulunan eğitim, sağlık gibi sosyal harcamalar kısıldı.
Piyasa yoksulluğu vergi ve transferler öncesi piyasada meydana gelen gelir dağılımına göre yoksulluğu-gelir adaletsizliğini ifade eder. Devlet uygulayacağı vergi ve transferlerle bu yoksulluğu azaltabilir. Özellikle bütçe politikaları bu konuda çok etkindir. Ancak ülkemizde bütçe gelir adaletsizliğini gidermek amacıyla kullanılmıyor.
Kapitalizmin en önemli sermaye destekçisi olan ana akım teorisyenleri önce ekonomiyi büyütün sonra gereken müdahaleleri yaparak gelir adaletini iyileştirin önerisinde bulunuyorlar. Problem şu ki sermaye büyümeye devam ettiği sürece siyaset ve politikalar üzerindeki etkisi artıyor. Gelir dağılımı adaletsizliğinin giderilmesini sağlayacak politikaların uygulamasını istediği şekilde engelleyebiliyor. Türkiye'de devlet politikaları popülist amaçlar dışında gelir adaletsizliği ve dolayısıyla yoksulluğu azaltmak için değil, aksine zengin kesimi ve bunun içine dahil olan sermayedarları daha da zengin etmek amacıyla kullanılıyor. Uygulanan politikalar her ne kadar ekonomiyi büyütmek amacıyla olsa da, ne yazık ki sonuç buraya dayanıyor. Sermayenin kar oranları artıp servet belli, ellerde toplanmaya devam ederken yoksulluk da her geçen gün artıyor. Yoksulluk konusunun bu nedenle zıttı olan zenginlikle ele alınması önem arz etmektedir.
Asgari ücret 1404 TL ve günümüz koşullarında dört kişilik bir aile ancak bu miktarla barınma ve gıda ihtiyacını karşılayabilir. Birçok konuda orta karar bir yaşam düzeyinin biraz altının bile sağlanması mümkün değil. Buna bakılarak gerçek şudur ki ülkemizde çalışan yoksulluğu da çok fazla.  Üstelik çalışma koşulları da çok kötü. Ücretli emek sistemi denilen ve yedek sanayi ordusunu yaratan kapitalist sistemin post-Fordist üretim tarzıyla sömürüsü hat safhada. Ülkemizde hane halkının % 60'ı aylık 739 lira ile geçinmek zorunda kalıyor. Bu insanlar çoğu zaman köy ekonomisi ve borçlanma yoluyla ayakta kalabiliyor ve kapitalizmin finansal derinlik adı verilen sömürüsü burada bir kez daha devreye giriyor.
Türkiye' de en zengin % 20 gelirin % 50' sine sahipken geri kalan % 80 diğer % 50 yi paylaşmak durumunda.  Diğer bir ifadeyle en tepedeki 3' te 1 gelirin 3' te 2' sine el koyarken kalan % 60, 3'te 1 ile yaşamını sürdürmek zorunda bırakılıyor. Ülkemizde servet ise gelirden 2 kat daha adaletsiz dağılıyor.
Artık uygulanan devlet politikalarının sonucunun araştırılıp büyüme yanında kalkınmanın da sağlanabilmesi için gelir dağılımı adaletsizliğine dikkat çekilmesi ve gerekli uygulamaların yapılması sağlanmalıdır. Şu an uygulanan devlet politikalarıyla özel sektörün her durumda kurtarılması emekçi sınıfa her gün biraz daha yoksulluk olarak geri dönüyor”.
Taner Koşar:
“Devlet politikaları kuşkusuz yoksulluğu önlemede bir araç olarak kullanılabilir. Örneğin Türkiye'deki yoksulluğun nedenlerinden biri de gelir ve servet eşitsizliğidir. (Gelir Gini Katsayısı = 0,39 . Servet Gini Katsayısı = 0,83) Buradan hareket edersek maliye politikası aracılığıyla yoksulluğun önüne büyük ölçüde geçebiliriz.
Bana göre Türkiye'nin vergi sistemi açısından çözülmesi gereken 2 büyük sorunu var.  Bunlardan ilki vergi sisteminde dolaylı vergilerin (KDV , ÖTV gibi) payı % 70 iken dolaysız vergilerin ( Gelir Vergisi , Kurumlar Vergisi gibi) payı % 30 civarında seyretmektedir.  Bu durum düşük gelirli ,  yoksul vatandaşlarımız için büyük sorun arz etmektedir. Türkiye'nin en zengin iş adamı da litre başına 3 lira vergi öderken ortalama gelirli bir vatandaşımız da litre başına 3 lira vergi ödemektedir. Dolaylı vergilerin sistemdeki payının böylesine yüksek olması, İş Adamı - Yoksul Vatandaş örneğinde olduğu gibi bir takım sorunları beraberinde getirmektedir.
Büyük şirketlerin muafiyet, istisna, teşvikler adı altında vergiden kaçındıkları da Türkiye'nin bir diğer gerçeği. Maliye politikasını kullanarak bu durumu tersine çevirmek mümkündür. Sistemde reforma gidilip yeni düzenlemelerle dolaylı vergilerin payı düşürülebilirse yoksulluk oranında da ciddi bir düşüş yaşanacağı açıktır.
Vergi sisteminin bir diğer sorunuysa servetin vergilendirilmemesidir. Emlak vergisi , Motorlu Taşıtlar Vergisi gibi vergiler vergi sistemimizdeki servet vergilerinden olsa da sistem içerisindeki nispi payları çok düşük kalmaktadır. Maliye politikası aracılığıyla sisteme servet vergisi eklenip vergi tabanı genişletilirse yoksulluk oranlarında düşüş yaşanacaktır.
Tabi uygulanacak olan maliye politikasının başarılı olabilmesi için öncelikle yurt dışına kaçırılan paraların önüne geçilmesi gerekmektedir.  Daha sonra uygulanacak politikalar sonucu devlet, artan kamu gelirlerini olumlu yönde kullanıp işe yarar yatırımlar yaparsa istihdamı da arttırmış olur. İstihdam arttırılıp, işçi ücretlerinde bir düzenlemeler yapılırsa hem yoksullukta bir düşüş yaşanır, hem işsizlik oranı azaltılır, hem de gelir bölüşümü adaletsizliği giderilir. Uygulanacak doğru devlet politikaları, yapılacak reformlar Türkiye'nin daha ileri gitmesini sağlar.
Artan kamu gelirleriyle yoksullara, yaşlılara sosyal destekte sağlanır. Yapılacak huzur evleriyle, TOKİ’lerle (Bildiğimiz anlamda TOKİ değil. Bahsettiğim rant amacı gütmeyen TOKİ) sosyal devlet boyutunda da Türkiye'yi ileriye taşıyan politikalar geliştirilebilir.
Ayrıca asgari ücretle ilgili düzenlemelerin yapılması gerekliliği de bir diğer önemli konudur. 1400 liraya 4 kişilik bir ailenin günümüz şartlarında geçinmesi çok zordur. Asgari ücretlilerin ''insanca'' yaşayabilmeleri için asgari ücretin en azından 3.000 TL olması gerekmektedir”.
Zeynep Tusun:
“Yoksulluğun devlet politikaları ve gelir bölüşümü ile arasında yadsınamaz bir şekilde bağ vardır. Devletin yoksulluğa ve gelir bölüşümüne yıllar itibariyle olumsuz yönde destek verdiği görülmektedir. Devlet politikaları;
1.Devletin özel sermayeyi desteklemesiyle,
2.Devasa özelleştirmelerle,
3.Sıfır reel faiz politikasıyla,
3.Halkın ağır vergilendirilmesiyle,
4.Halkın sosyal harcamalarının kısılmasıyla,
5.İşçi sınıfının ücretlerinin kısılmasıyla gelir bölüşümün de adalet ve yoksulluk bu ve bunun gibi çeşitli maliye, para ve sosyal politikalarla negatif yönlü olarak etkilenebilmektedir. 
Devletin burada yapması gereken gelir bölüşümün de adaletin sağlanması ve yoksulluğun azaltılması için her vatandaşa hak ettiğini verecek şekilde serveti/geliri  bölüştürücü  politikalar uygulamaktır. Bir avuç zenginin servetin çoğuna sahip olması, kapitalist üretim sistemi içinde karların işverenin elinde toplanıp artık emeğin devletle bölüştürülmesi, buna bağlı olarak işçi ücretlerinin düşürülmesi, daha fazla kar elde etmek için az işçi, düşük ücret, kalitesiz ürün politikası sadece işvereni zengin ve mutlu edecektir. Servet zenginleri hükümranlığını bu artı değeri (karı) devletle paylaşarak gerçekleştirmektedir. Devletin burada yapması gereken ülkede sadece servet sahiplerinin yaşamadığını bilip her vatandaşı kucaklayarak işçi sınıfına da gereken desteği vermektir. Bu sayede gelir bölüşümünde adalet devlet politikalarıyla gerçekleşecektir. Bu politikalar nakit aktarım, ayni yardım şeklinde yardım kesildiği an emekçi sınıfı eski haline belki de daha da kötü hale bırakarak değil de yapısal reformlarla olmalıdır veya sıfır faiz politikası gibi sadece servet sahiplerini düşünen politikalar yapmak yerine tüm kesimi düşünen politikalar yapılmalıdır. İşçi ücretleri işçilerin emeğinin karşılığını alacak şekilde, vergi yapılanması herkesin gelirine göre ( dik artan oranlılık ) , sosyal harcamaların eğitim ve sağlık gibi beşeri sermayeyi verimleştirecek şekilde politikalar uygulanmalıdır.
Türkiye’ye baktığımızda ülkemizin % 20’si aşırı yoksul durumda, 16 milyon insan sosyal yardımlarla ayakta duruyor.  Sanayi kesiminde  % 30, tarım kesiminde % 35 oranında yoksul işsiz var. Yoksulların % 46’sı yevmiyeli olarak çalışıyor. Verilerden de gördüğümüz kadarıyla bu yoksulluğun ve gelir bölüşümü adaletsizliğinin tek sebebi servet zenginlerin çıkarları doğrultusunda çok iyi destek verirken işçi kesimine tam tersi politikalar uygulanmaktadır. Kurumlar vergisi oranı % 20 civarında iken efektif %10 civarıyla kurumlar karlarına kar katarken işçi sınıfının stopaj yoluyla kesilen vergileri %60 civarındadır. Bu oran gelir bölüşümünü adaletli ve yoksulluğu azaltıcı şekilde tekrar düzenlenmelidir.
Ülkemizde dolaylı vergilerin tabanının geniş olması servetten alınan verginin bütçede % 1 oranında bir paya sahip olması adaletli bir vergi sisteminin olmadığını göstermektedir. Mali anestezi ile dolayı vergi adı altında toplam vergi yükü içindeki payı çok yüksek vergiler toplanmaktadır. Bu da gelir bölüşümünde adaletsizliği beraberinde getirecektir. Sonuç olarak devlet politikaları servet sahiplerine imtiyazlı davranacak emek sahibi bireyleri dışlayacak politikalar yapmamalı. Kadınların ve erkeklerin ücreti arasındaki ortalama 16 kat (OECD) farkı eritmeli ve tüm bireyleri hak ettiği ölçüde vergilendirilmelidir”.
…………….
Soru 2: Sizce bir ülkede yoksulluk devletin -yerel yönetimlerin yardımları ya da hayırseverce yardımlar aracılığıyla ortadan kaldırılabilir mi? Bu tür yardımların ne tür ekonomik ve sosyal sonuçları olabilir, tartışınız.
Ebru Karaoğuz:
“Yoksulluk nedir?” diye sorarak başlayacak olursak;
Yoksulluğun kesinleşmiş bir tanımı olmamakla birlikte, şu cevapları verebiliriz:
Yoksulluk, “eğitimsizliktir”, ”barınacak yerinizin olmamasıdır”, ”bir işinizin veya iyi bir işinizin olmamasıdır”, “kirli su nedeniyle çocuğunuzun hayatını kaybetmesidir”. Açıkça söylemek gerekirse bu soru sorulduğunda sayfalarca yanıtlar somutlaştırılarak, verilebilir.
Yani; yoksulluk hayırseverce yapılan yardımlar, devletin- yerel yönetimlerin yardımlarıyla giderilecek kadar basit bir olgu değildir. Kapitalist sistemin var olmadığı, sınıfların var olmadığı, bürokrasi yerine insanların konuşurken dikkate alındığı bir toplumda yaşıyor olsaydık yoksulluk olgusuyla bu denli yüz göz olmayacaktık belki de.
Devletin-yerel yönetimlerin ülkemizde yapmış oldukları yardımları düşündüğümüzde elle tutulur bir sonuca ulaşamayacağımız aşikardır. Belirli dönemlerde, yoksul insanlara yapılan yardımlara baktığımızı varsayalım, örneğin yapılan kömür, gıda yardımları vb. nitelikteki yardımlar. Yapılan yardımların ‘yoksulluğu azaltıcı’ herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.
Devletin yardımlarını,  hayırseverce yapılan yardımları küresel örnekler ile bağdaştıracak olursak; gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelere yapılan yardımların bu ülkelere “yardım” adı altında sömürücü nitelikte olduklarını söyleyebiliriz. Bu yardımlar ülkelerin durumunu iyileştirmekten çok çok uzakta ve yoksulluğu azaltma eğilimi yerine artırıcı etkilere sahiptir.
Devletin vatandaşa yaptıkları yardımlar için ise bazı görüşlere göre; bu yardımların yoksul insanları bir beklentiye sokuyor olması onları durumlarından, sistemden, yardım politikalarından şikayet etmez bir hale getirmiştir. Ayrıca yapılan işsizlik yardımları veya çocuk yardımlarına bakacak olursak; bu yardımlar insanların yoksulluklarını azaltıcı bir etki yaratmaktan çok uzaktadırlar.
Devletin; yoksulluk yardımına ihtiyaç dahi duyulmayacak politikalar getirmesi, kapitalist sistemin var olmadığını varsayarsak, olasıdır. Ücretlilerden alınan vergiler servet zenginlerinden alınsa bu vergi politikası değişikliği ile bile adaletli bir bölüşüm görebiliriz.
Yoksulluk yardımları, yukarıda da belirttiğimiz üzere insanlar üzerinde sosyal olarak tabiri caizse ‘tembelleştirici’ etkilerde bulunabilir. Bu yardımlar yerine sosyal harcamalar artırılsa çok daha belirgin sonuçlar elde edilebilir. Aslında zaten bu yardımlara ihtiyaç duyulmasının başlıca nedenleri arasında sosyal harcamalara yer vermeyerek ülke durumunun iyileştirilmemesi yer alır. Buna yeterli istihdam alanı sağlanamaması, gelir bölüşümü adaletsizliği vb örnekler verilebilir.
Kısacası; yoksulluk sadece yapılan yoksulluk yardımlarıyla ortadan kaldırılamaz. Bu yardım yerine uygulanacak politikalar, istihdam alanları artırımı, bürokrasinin daha az işlediği belki de hiç işlemediği bir toplumla birlikte sorunu algılayıp çözüm arayışlarına geçilebilir.
Yoksulluğun öncelikle, zengin kesimler tarafından algılanması belki de bu çözüm yöntemlerini aşmada önayak olabilir.
Şık davetlerde toplanılarak, vakıflar aracılığıyla ‘biz eğitim yardımı yaptık, şu kadar kız çocuğunu okuttuk, gurur tablomuz bu yardımlar’ denilerek daha sonra da bu ‘hayırseverce yapılan yardımları’ vergiden indirmek ne yazıktır ki yoksulluğu anlamanın kıyısından bile geçemez”.
Zeynep Tusun:
“Bence yoksulluk, devletin, yerel yönetimlerin yardımları yada hayırseverlerin yardımları ile ortadan kaldırılamaz.
Bu sadece geçici bir çözüm olur. Yardımlar azaldığında ya da kesildiğinde yoksul olan ailenin ortada kalmasına yardımlar aldığı sırada yardımlarını teminat görerek borçlanmasına ve yardımların kesilmesi ile borçların ödeyemeyecek hale gelmesine neden olur. Bu tür yardımların ülkedeki tüm yoksullara ulaşması imkansızdır. Yardım dışı kalan yoksullar daha fazla yoksullaşmaya devam edecektir. Yardıma ihtiyacı olmayan insanların bu tarz yardımları alması kaçınılmaz olacaktır.  Bu da bir bakıma kul hakkı yiyen insanları çoğaltacaktır.
Yoksulara yapılan ayni ya da nakdi transferler altında yapılan bu yardımların tam kamusal malların tamamlayıcısı olmaktan başka bir işlevi yoktur. Özel sektörün bu transferleri yapması ile hizmet ve malların fiyatları artacak, kalitesi düşecek bu da beraberinde yoksulluk kısır döngüsünü getirecektir.
Devlet bu transferlerle işçilerin emeklerini sömürmeyi meşru hale getirecektir. Oysa her şey olması gereken gibi işlese yardıma ihtiyacı olan yoksul kalmayacaktır. Meşru hale gelen bu sömürü ile aslında devlet yoksula değil yoksul devlete yardım ediyordur. Görünürde ise devlet bu yardımlarla yoksulları düşündüğünü ve çabaladığını göstermektedir.  Meşru hale gelen bu yardımlarla işçilerin ücretlerine razı olmalarına daha fazla vergi vermelerine daha fazla borçlanmasına ekonomik ve psikolojik anlamda kendini kötü hissetmesine neden olacaktır”.
…………
Soru 3: OECD, TÜİK ve UNDP raporları başta olmak üzere ulusal ve uluslararası çalışmalardan hareketle Türkiye’deki yoksulluğun boyutlarını, nedenlerini, bununla olası mücadele yöntemlerini tartışınız.
Merve Yılmaz:
“ OECD- Malumun İlanı şeklinde adlandırılabilecek raporunda;
1) Kapitalizmin krizli ya da krizsiz her daim eşitsizliklere neden olduğunu,
2) Gelirin adaletsiz dağılımının ekonomik büyümeyi yavaşlattığını,
3) Esnek üretim tarzının giderek yaygınlaştığını,
4) Kadınların ekonomik hayata katılmaları halinde erkeklerden % 23 daha az maaş aldığını, genç yoksulluğunun giderek arttığını,
5) Servetin giderek belli ellerde temerküz ettiğini kabul ediyor.
Tüm bunlar Türkiye'de ve seküler Dünyada kapitalist üretim tarzının ortaya çıkardığı yoksulluğu arttıran hem nedenler, hem sonuçlardır.
OECD raporuna göre Türkiye gelir dağılımı en adaletsiz olan 3. ülke iken sosyal adalet sıralamasında sonuncu sırada yer alıyor. TÜİK raporları da OECD’ yi destekler nitelikte; Türkiye' de gelir dağılımının giderek adaletsizleştiği, ülkemizin Doğu, Güneydoğu ve Kuzeydoğusunun gelirden ve dolayısıyla tüketimden en az payı aldığı sonuçları arasında.
Ekonomik büyümenin göstergesi olan tüketimden Kuzeydoğu Anadolu’nun aldığı pay sadece % 1.8. Gelirlerinin büyük kısmını gıda ve barınmaya harcıyorlar. Gıda enflasyonu % 12 civarında bu da insanları daha da yoksullaştırıyor. Eğitime ise gelirlerinin anca % 4’ ünü ayırabiliyorlar.
 UNDP İnsani Gelişmişlik raporunun sonuçlarına göre ise Türkiye'de insanlar mutlu olmak için yeterli şartlara sahip değil.
 OECD Yaşam Kalitesi Endeksi'nde ülkelere 23 gösterge ve 11 kritere göre puanlar veriliyor. Bu göstergeler içinde yaşam süresi, barınma, okullaşma oranı, iş bulabilme, yurttaş hakları, çalışma saatleri, güvenceli istihdam gibi etmenler yer alıyor. Yaşam kalitesinde sondan üçüncü olan ülkemiz 10 üzerinden 3,9 puan alarak Meksika ve Güney Afrika'nın üzerinde kendisine yer bulabildi. Haftada 50 saatten fazla çalışanların oranı %38 'i buluyor ülkemizde. İş yeri dışında geçirilen zaman ortalamasında sonuncu sıradayız yani kendimize zaman ayırmıyoruz.
Tüm bu raporlar Türkiye'deki yoksulluğun sebeplerini gösterir nitelikte. Bu göstergeler ancak Türkiye'nin sadece büyüme odaklı politikalarından vazgeçerek kalkınma hedefli politikalar yürütmesiyle sağlanabilir.
Tüm göstergelerin sebebi olan kapitalist üretim tarzı aslında ortadan kalkmadan bu durumun tamamen iyileşmesi mümkün değildir çünkü kapitalizm eşitsizlikler üzerine kuruludur. Ancak kısa vadede sermayenin vergilendirilmesi gibi daha eşitlikçi politikalarla adaletsizliğin giderilmeye çalışılması, uzun dönemde ise sistem değişikliğine gidilmesi gerekli”.
Soru 4: Tarihsel olarak ve çeşitli ideolojilere- yaklaşımlara göre yoksulluk olgusu nasıl açıklanmıştır, anlatınız.
Taner Koşar:
“Modernite Öncesi : Yoksulluk hiçbir şey hakketmeyen sınıfların durumu olarak açıklandı. Örneğin Eski Mısır'da firavunlar zenginlik içerisindeyken yoksulların hiçbir hakkı yoktu. Köle olarak çalıştırılıyorlardı.
17. - 18. yy'da : Fransız Devriminin etkisiyle önemli filozoflar , yazarlar , şairler (Kant gibi ,Rousseau gibi) yoksulluk konusuna değindiler. Bu dönem ''Yoksulluk Aydınlanması'' dönemi olarak da adlandırılır. ''Figaro'nun Düğünü'' gibi eserlerde yoksulluk olgusu sık sık işlenmiştir.
Klasik İktisat Dönemi : Yoksulluğun gerekli olduğunu söylemişlerdir. Yoksul insanlar geçinebilmeleri için çalışmak zorunda kalırlar. Eğer yoksulluk olmasaydı insanların aylaklık yapacağı dolayısıyla istihdamın azalacağını söylemişlerdir. Adam Smith'in Ricardo'nun önderliğini yaptığı klasik iktisatçıların yoksulluk ile ilgili düşünceleri bunlardır. İşi daha ileriye götürüp yoksulları lüks tüketim merakları olan ahlaksız kişiler diye nitelendiren kişiler de (Daniel Defoe) olmuştur.
Keynesyen İktisat Dönemi: Keynesyen iktisatçılar , ''Kapitalizm''e karşı çıkmazlar. Yoksulluk , kapitalizm doğru uygulanmadığı için vardır. Gerekli düzenlemelerle , reformlarla kapitalizm düzenlenirse yoksulluğun da azalacağını söylerler.
Marksist İktisatçılar : Yoksulluğun ana nedeninin artı değer sömürüsünden kaynaklandığını öne sürerler. Yoksulluk sistemin bir sorunudur. Yoksulluk ancak kapitalist sistem ortadan kaldırılırsa yok edilebilir. Kapitalist sistem var olduğu sürece yoksullukta var olmaya devam edecektir”.















19 Haziran 2017 Pazartesi

İŞİN SIRRI İŞÇİ BAŞINA ELDE EDİLEN KÂRIN YÜKSEKLİĞİNDE !

İŞİN SIRRI İŞÇİ BAŞINA ELDE EDİLEN KÂRIN YÜKSEKLİĞİNDE !

Mustafa Durmuş

21 Haziran 2017
Türkiye’de son on yıla damgasını vuran büyüme stratejisinin alt yapı, enerji ve üst yapı (konut-site, AVM, plaza vs) inşaatlarına dayalı olduğunu ve servetin de giderek artan bir şekilde bu faaliyetlerin doğrudan ya da dolaylı olarak sağladığı yüksek rantlar ve kârlardan elde edildiğini biliyoruz artık.

Bu strateji öyle önemli bir hale geldi ki TÜİK ekonomik büyümeyi hesaplarken, hesaplama yöntemini değiştirdi ve örneğin 2016 yılının ikinci yarısından itibaren konut harcamaları reel yatırım harcaması, konutlar için bankaların verdikleri uzun vadeli ipotek kredileri de (mortgage) reel tasarruf olarak sınıflandırılıyor.

Böyle olunca de istatistiklerde yatırım hacmi yüzde 30 ’a, tasarruf hacmi yüzde 24’e kadar çıktı. Bunun kaçınılmaz yansıması da ekonomik büyüme hızlarındaki coşma oldu. Böyle olunca da, büyük çapta ekonomik durgunluk, dış borç stoku, politik kriz ve jeopolitik risklerle kuşatılmış olmasına rağmen ekonominin geçen yılın son çeyreğinde yüzde 3,5 ve bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 5 büyümesine şaşırmamak gerekiyor (bu büyüme hesaplaması konusunda TÜİK’in ciddi olarak eleştirildiğini hatırlatmakla yetinelim).
Pastanın kreması enerji yatırımları
Bugünkü yazımız aslında sözü edilen bu alt yapı yatırımlarının özgün bir biçimiyle ilgili. Yani şu ana kadar üzerinde çok konuşulmuş, yazılmış olan büyük köprüler, oto yollar ya da tünellerden ziyade, enerji alt yapı yatırımları olarak da geçen hidro elektrik santraller (HES) ile ilgili.

Çünkü başta Karadeniz ve Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleri olmak üzere ülke çapında yüzlerce hidro elektrik santrali projesi mevcut. Bunların bazıları tamamlandı, bir kısmı inşaat halinde ve yenileri de gündeme geliyor. Bunların büyükçe bir kısmının koşullu yükümlülükler biçiminde devlet garantisine sahip olduğunu da vurgulayalım.
Bu yatırımlara, doğal çevreyi tahrip ettiği, yerel tarım üreticisine zarar verdiği, çevreyi ve suyu kirlettiği için büyük bir tepki olduğu ve hatta yer yer yerel direnişlerin de ortaya çıktığı malum.

Ne kadarı ihtiyaçtan, neden ısrarla HES?

Siyasal iktidar enerjiye olan ihtiyaçtan yola çıkarak bu projeleri savunuyor. Enerjiye olan ihtiyaç belli, ancak bunun ne kadarlık kısmının gerçek bir ihtiyaçtan ne kadarının ise türetilmiş bir ihtiyaçtan kaynaklandığı sorusu hala ortada.

Çünkü yapılmış büyük köprülerin kullanım oranına bakıldığında, bu ihtiyacın en azından bir kısmının türetilmiş bir ihtiyaç olduğu ileri sürülebilir. Benzer bir biçimde HES’lerin ürettiği elektrik için devlet satın alma garantisi verdiğinde ihtiyacın çok üzerinde santral yapımı söz konusu olabiliyor.

Bu ihaleleri, projeleri alanların da Türkiye’nin son yıllarda yıldızı çok hızlı parlayan az sayıda büyük inşaat-enerji grubu olduğu dikkate alındığında bu abartılı ihtiyaç somutlaşıyor.

Soruyu şöyle soralım. Enerji ihtiyacı biliniyor. Ancak doğaya ve yerellere asgari düzeyde zarar veren, hatta hiç zarar vermediği ileri sürülen yenilenebilir yeşil enerji gibi seçenekler mevcutken iktidarlar neden sorgulamaksızın HES yapımına yöneliyorlar?

Kâr ama en fazla kâr !           
         
Bunun yanıtını duyar gibiyim: Kâr… Kuşkusuz içinde yaşadığımız toplumun temeli kâr elde etmeye ve en fazla kâr elde etmeye dayanıyor.

Yani üretim faaliyetine karar verilirken, doğanın, toplumun, insanların ihtiyaçları kâr sağlama güdüsünden çok sonra geliyor, hatta bazen sıralamada bu ihtiyaçlar hiç yer almıyor (örneğin barışa olan ihtiyaç gibi).

Ancak bunca sektör ve ekonomik faaliyet türü varken, örneğin neden yeni sanayi fabrikaları kurulmazken, HES’ler kurulur?

Bu sorunun yanıtını birkaç gün önce yayımlanan bir araştırmadan türetmek mümkün. Bu araştırmaya göre (1) Dünya çapında işçi başına en çok kâr elde edilen sektör enerji sektörü. Öyle ki diğer sektörlerle aradaki fark en az iki kat.

Aşağıdaki grafik-çizim S&P 500 Borsa Endeksinde yer alan dev çok uluslu şirketlerin işçi başına yılda elde ettikleri kâr miktarlarını gösteriyor.

Bu verilere göre bu şirketler işçilerin sırtından yüz binlerce dolardan başlayarak milyonlarca dolara varan miktarlarda (enerjide olduğu gibi) kâr elde ediyorlar.

Rakamlar gerçekten de dudak uçurtucu türden: Yılda bir işçiden elde edilen kâr miktarı enerji sektöründe 1,8 milyon dolar, sağlıkta 900 bin dolar, doğal tekel hizmetlerinde (örneğin ulaştırma) 800 bin dolar, tüketim malları sektöründe (400 bin- 700 bin dolar), finansal sektörde (bankacılık vs) 650 bin dolar, iletişimde 500 bin dolar, teknolojide 480 bin dolar ve sanayi sektöründe 320 bin dolar.

İşçi başına kârın göreli olarak daha düşük olduğu sektörlerin ortak özellikleri; bunların asıl olarak sermaye ve teknoloji yoğun sektörler olmaları, bu durumun üretim maliyetlerini yükseltmesi, sağlık sektöründe olduğu gibi ar-ge maliyetlerinin yüksekliği, bu sektörlerin üzerindeki net vergi yükünün daha ağır olması (daha az teşvik almaları), royalti ödemelerinin yüksekliği, alt yapıda olduğu gibi bakım ve onarım maliyetlerinin yüksekliği, bu sektörlerin diğerlerine göre daha nitelikli uzman dolayısıyla da yüksek ücretli mühendis, işçi çalıştırmaları.

Bunlara, göreli olarak işçi başına daha yüksek kârın olduğu sektörlerde sendikalaşma oranlarının düşüklüğü, taşeron kullanımının yaygınlığı, bu sektörlerin özellikle enerji ihtiyacı gerekçesiyle her türlü devlet desteğinden ve teşviğinden yararlandırılmaları ve son olarak doğada hazır bulunan nehirlerin, derelerin arazilerin bu sektörlere bedava sunulması gibi faktörler eklendiğinde enerji yatırımlarının neden bu denli cazip olduğu daha iyi anlaşılıyor.