26 Eylül 2021 Pazar

‘Sınır/Göç-Sanayi Karması’ sığınmacıların acılarından kâr devşiriyor

 

‘Sınır/Göç-Sanayi Karması’ sığınmacıların acılarından kâr devşiriyor

(İklim Krizi, göç ve sığınmacı ilişkisi (1)

Mustafa Durmuş

26 Eylül 2021



“Dünyanın karşı karşıya bulunduğu en ciddi yedi sorun nedir” diye sorulsa yanıtımız aşağı yukarı şöyle olurdu:

(i) Eşitsizlik, adaletsizlik, nepotizm (ii)Faşizm, etnik ayrımcılık, kadın ezilmişliği, farklı kimliklere karşı nefret söylemi, dinin siyasallaşması (iii) Emperyalizm, yükselen militarizm, savaşlar (iv) Yolsuzluk, müştereklerin gaspı, yetersiz kamu hizmetleri, güvencesizlik, engellilik (v) Salgın, işsizlik, hayat pahalılığı, derin yoksulluk (vi) Ekolojik çöküş, iklim yıkımı (vii) Göçler, mülteci akını, yükselen ırkçılık.

Bu sorunların hepsi birbiriyle ilişkili. Öyle ki biri büyüyünce diğeri de büyüyor ya da biri sönümlenince diğeri de sönümleniyor.

İki kısımdan oluşan bu yazımızda yoksulluk, güvencesizlik, faşizm, ayrımcılık ve iklim yıkımı ile doğrudan bağlantılı olan göçler ve sığınmacı/mültecilik olgusunu, özellikle de iklim krizi ile olan ilişkisi bağlamında ele alacağız.

İnsanlar neden göç ederler?

Çok az insan doğduğu, yaşamının önemli bir kısmını geçirdiği topraklardan çok uzaklara taşınmak ister. Çünkü normalde insanlar işleri, aileleri, arkadaşları, kültürleri, alışkanlıkları gibi yaşam alanlarıyla kurdukları güçlü bağlar nedeniyle, mecbur kalmadıkça, yerlerini, yurtlarını terk edip gitmezler.

Diğer yandan yıllardır Hintliler, Meksikalılar asıl olarak Avrupa ve Kuzey Amerika’ya, Suriyeliler ve Afganistanlılar ise Türkiye’ye göç ediyorlar. Batıya gidenleri bu göçe zorlayan şey kuşkusuz yoksulluk, işsizlik ve ülkeler arasındaki gelir ve refah eşitsizlikleri gibi daha ziyade ekonomik nedenler. Türkiye’ye olan göçün asıl nedeni ise bu ülkelerde yaşanmakta olan iç savaşın beraberinde getirdiği insani ve ekonomik yıkım.

Bu nedenlere artık bir yenisini daha eklememiz gerekiyor: İklim değişikliği ya da iklim yıkımı. Öyle ki artık ‘iklim mültecileri’ diye bir kavramı da kullanmaya başladık.  Ancak pratikte iklim değişikliğinin bu yönünden, yani yeni yeni sığınmacılar yaratma özelliğinden çok da söz edilmiyor. Oysa bilimsel araştırmaların bulguları bize yakın geleceğin en önemli krizlerinden birinin iklim değişikliği kaynaklı krizler olacağını söylüyor.

Bu gerçekle yüzleşebilecek bilgi ve bilince, kararlılığa sahip miyiz yoksa bu tür göçleri de, şu an yaygın biçimde yapıldığı gibi, metafizikle ya da ırkçı saik ve davranışlarla ele almaya devam mı edeceğiz?

Göçler ve sığınmacılık giderek büyüyen bir sorun

Öncelikle, genel olarak uluslararası göçlerin ve bunun bir alt biçimi olarak sığınmacılığın dünyada önemli boyutlara ulaştığının altını çizelim.

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından hazırlanan son rapora göre (1);  2020 yılında dünyada toplam 281 milyona yakın uluslararası göçmen var (toplam dünya nüfusunun yüzde 4’üne yakın) . Bu, dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olan Endonezya’nın nüfusuna eşit bir rakam. Dahası 2010-2020 dönemini kapsayan son 10 yılda göçmen sayısı 60 milyon arttı. Çıkış ülkeleri itibarıyla, en fazla dış göç veren ülkeler sırasıyla; Hindistan, Meksika, Çin, Rusya ve Suriye.

Her 100 göçmenden 12’si sığınmacı konumunda

Rapora göre, göçmenlerin içinde sığınmacı olarak tanımlananların sayısı (2020 yılında)  34 milyona ulaştı. Yani her 100 göçmenden 12’si sığınmacı, kısaca zorunlu koşullar yüzünden göç ediyor. Sığınmacı sayısı hem genel göçmen sayısından, hem de dünya nüfusundan çok daha hızlı artıyor, öyle ki son 10 yılda sığınmacı sayısı 17 milyon arttı.  2020 yılında sığınmacı olarak göçe zorlanan her 5 kişiden 1’i Suriyeli idi (toplam 6,7 milyon). Bunu 5,7 milyon ile Filistinliler ve 3,6 milyon ile Venezüellalılar izledi.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) bu yılın Ağustos ayında yaptığı bir açıklamaya göre ise (2),  dünyadaki göçmenler arasında sığınmacıların sayısı daha da arttı. Zira Taliban'ın bu ayın başlarında Afganistan'ı ele geçirmesi, on binlerce insanın ülkeden kaçmasına neden oldu. BM Mülteci Ajansı'nın rakamlarına göre, hali hazırda yerlerinden edilmiş olan 3 milyon kişiye ek olarak Ocak ayından bu yana 550 binden fazla Afgan ülke içinde göç etti. Ayrıca Kabil Hava Limanından 12 binden fazla Afgan ABD uçaklarıyla tahliye edildi (İran üzerinden Türkiye'ye giren Afganlıların tam sayısı ise bilinmiyor).

30,6 milyon sığınmacı, 79,5 milyon zorunlu göçmen

UNHCR, 2020 ortası itibarıyla başka ülkelere sığınan 26,4 milyon mülteci statüsüne sahip olmak üzere toplam 30,6 milyon insanın sığınmacı olduğunu,  (Kolombiya’ya göç eden Venezüellalılarla birlikte 34 milyonu aşıyor) ayrıca (2019 yılı sonu itibarıyla) kendi ülkesi içinde zorunlu göçe uğrayan 45,7 milyonun da dâhil edilmesiyle toplam 79,5 milyon insanın zorunlu göçmen konumunda olduğunu ileri sürüyor. (3)

Yine Dünya Bankası’nın bir raporuna göre, (4) Kovid-19 salgını yüzünden yaşanan iş ve gelir kayıpları,  silahlı çatışmalar/ savaşlar ve iklim değişikliği küresel yoksulluğu ve yoksunluğu daha da artırdı. Öyle ki 2020 yılında 88-115 milyon ve 2021 yılında ilave 35 milyon olmak üzere küresel aşırı yoksul sayısı 110-115 milyonu bulacak. Bu durum dünyadaki sığınmacı sayısını daha da artıracak.

Sığınmacıların çok büyük bir çoğunluğu azgelişmiş ülkelerde barınıyor

Diğer yandan, göçmenlerin gittikleri bölgelere ve ülkelere göre dağılımı ile sığınmacıların dağılımı arasında asimetrik bir durum söz konusu. Öyle ki uluslararası göçmenlerin yüzde 52’si Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gelişkin ülkelerde ve yüzde 17,8’i Kuzey Afrika ve Batı Asya’da yaşıyor. Sığınmacıların ise (5) sadece yüzde 16,8’i gelişkin ülkelerde, buna karşılık yüzde 83,2’si (yarıdan fazlası Asya’da), yani çok büyük bir çoğunluğu azgelişmiş ülkelerde barınıyor. Avrupa’daki sığınmacı oranı ise sadece yüzde 12,5. 

Aynı rapora göre, sığınmacıların sığındıkları ülkelerin başında yaklaşık 3,7 milyon civarında sığınmacı ile Türkiye gelirken (toplam sığınmacılar içindeki payı yüzde 13’ten fazla), onu 2,9 milyon ile Ürdün, 2,2 milyon ile Filistin, 1,6 milyon ile Lübnan ve  her biri 1,4 milyon  ile Almanya, Pakistan ve Uganda izliyor. Yani Türkiye’deki sığınmacı sayısı Avrupa’daki toplam sığınmacı sayısından daha fazla.

Kısaca sığınmacılar sanıldığı gibi gelişkin ülkelere değil, asıl olarak azgelişmiş ülkelere sığınmak durumunda kalıyorlar. Bu da hem sığınanların, hem de sığındıkları ülkelerin sosyal ve ekonomik durumlarını olduğu kadar siyasal durumlarını da etkiliyor.

Bir başka anlatımla, başta Merkez kapitalist ülkeler olmak üzere küresel kapitalist sistemin neden olduğu göç ve sığınmacılık sorunu, bu sorunun ortaya çıkışından en az sorumlu olan ya da hiç sorumluluğu bulunmayan azgelişmiş Çevre ülkelerine aktarılmış durumda.

Sığınmacı yardımları: Mali yardım mı, rüşvet mi?

Merkez ülkeler, sığınmacıları aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “tampon ülke” olarak tabir edilen sınır ülkelerde tutma politikası izliyor. Bu yönde olmak üzere, Avrupa Birliği’ne üye olmaya aday ülkelere, AB fonlarından yararlanabilmeleri için sığınmacıları ülkelerinde tutması, Avrupa’ya göndermemesi koşulu dayatılıyor. AB adayları dışında 22 ülkeye de benzer gerekçelerle parasal yardım yapılıyor. (6)

Böylece süper kârlı bir sektör haline gelen göç ve sığınmacı sektörünün nemasını Merkez ülkelerin çok uluslu şirketleri elde ederken, tampon ülkeler kendilerine verilen mali yardımların karşılığında bu sorunla boğuşmak durumunda kalıyorlar. Böyle olunca da insan hakları karnesi zaten çok kötü durumda olan bir çok tampon ülkedeki sığınmacılar her türden insan hakkı ihlaline uğrayabiliyorlar.

Türkiye’de resmi olarak 4 milyona yakın sığınmacı var

En fazla sığınmacının geldiği ülke olarak Türkiye’de bu sorunun çok daha yakıcı bir biçimde kendini göstermesi kaçınılmaz. Üstelik bu rakamlara ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin ardından İran üzerinden gelen Afgan sığınmacılar dâhil değil.

Bir başka anlatımla ülkedeki Suriyeli sığınmacı sorunu hafife alınacak bir sorun değil. Öyle ki bir boyutuyla bu sorun siyasal manipülasyonların aracı olarak kullanılıyor. Diğer boyutuyla sığınmacılık sektörü çok kârlı bir sektöre dönüşmüş durumda.

Öte yandan sığınmacılara olan yaklaşım genel olarak insan haklarıyla ilişkilendirilmiş bir yaklaşım olmaktan ziyade, konuya bir ulusal güvenlik sorunu gibi yaklaşılıyor. Bu durum ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, sığınmacılara karşı fiziki saldırıları artırıyor.  

Sağ siyasetin ve ulus devletlerin sığınmacılara yaklaşımı sorunlu

Bir başka anlatımla, mülteciler, sığınmacılar, ana akım medya ve bazı siyasetçiler ve siyasal partiler tarafından, ülkedeki asıl sorunların üzerini örtmek amacıyla bir oyalama politikası olarak veya seçmen korkularından siyasi rantlar devşirebilmek için şeytanlaştırılıyor, günah keçisi yapılıyor. Bu da, maalesef, uzun süredir ekonomik ve sosyal krizlerle boğuşan her toplumda karşılık bulabiliyor.

Öyle ki yakın tarihli bir ankete göre, neredeyse her üç Avrupalıdan biri “diğer gruplara göre sığınmacıların potansiyel olarak daha fazla suça eğilimli” olduğunu düşünürken, “sığınmacıların terör eylemlerinin gerçekleştirilmesi olasılığını artırdığına” inananların sayısı bunun neredeyse iki katı düzeyinde. (7)

Türkiye’de de yer yer yaşanan fiziki saldırıların dışında, en temel insan hakkı olan içme suyunun dahi Suriyelilere T.C. vatandaşlarına sunulan fiyattan daha pahalı verilmesi gibi önerileri ortaya atan politikacılar olduğunu anımsayalım.

Türkiye’deki Suriyeliler mülteci statüsünde değil

Öncelikle Türkiye’deki sığınmacıların statüleri ile ilgili belirsizliklerin sürdüğünün altını çizelim. Nitekim pratikte  “göç”, “sığınma”, “iltica”, “göçmen”, “sığınmacı” ve “mülteci” kavramları çoğu kez birlikte ve birbirlerinin yerine kullanılıyor.

Oysa bu tanımlar birbirlerinden farklı anlamları, hukuki hak ve statüyü ifade ediyor. Öyle ki sahip oldukları statüye göre sığınmacıların bazı hakları doğuyor, hükümetin ise sorumlulukları ortaya çıkıyor ya da tersi. Kısaca sanıldığı gibi Türkiye’deki Suriyelilerin (BM düzenlemelerine uygun olarak) fiilen her türlü haktan ya da imkândan yararlanmaları söz konusu değil.

Konuyu biraz açalım.

Uluslararası göç literatüründe ‘göç’(migration): “Bir kişinin veya bir grup insanın uluslararası bir sınırı geçerek veya bir devletin sınırları içinde yer değiştirmesidir. Süresi, yapısı ve nedeni ne olursa olsun insanların yer ve nüfus hareketleridir. Buna, mültecilerin, yerinden edilmiş kişilerin, ekonomik göçmenlerin, aile birleşimi gibi farklı amaçlarla hareket eden kişilerin göçü de dâhildir”.

Göçmen (migrant) terimi ise,  sosyal ve maddi bakımdan şartlarını daha iyi hale getirerek, bireysel ve ailelerine yönelik beklentilerin gerçekleştirilmesi hedefiyle bulunduğu yerden başka bir yere hareket etmiş birey ve aile üyelerini anlatır.(8)

Buna karşılık sığınmacı (asylum seeker), ciddi zarar ve zulümden kurtulmak için, ülkesi haricinde bir ülkede güvenlik arayışında olan ve ilgili ulusal ya da uluslararası belgeler çerçevesinde mültecilik statüsü için başvuruda bulunarak neticesini bekleyenleri tanımlamak için kullanılıyor.

Son olarak, mülteci (refugee) ise 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin birinci maddesine referans verilerek şöyle tanımlanıyor: “Mülteci, ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti ve siyasi görüşleri yüzünden haklı bir zulüm korkusu nedeniyle vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve söz konusu korku yüzünden, ilgili ülkenin korumasından yararlanmak istemeyen kişidir.” (9)

Türkiye’deki Suriyeliler ‘geçici sığınmacı’ statüsünde

Türkiye Avrupa dışından gelen insanları mülteci olarak kabul etmiyor, onlara geçici koruma sağlayarak üçüncü ülkelere güvenli geçişlerini hızlandırmaya çalışıyor. Yani Avrupa kökenli olmayanlara kapılarını tamamen kapatmazken, onlara belli koşullarda, üçüncü bir ülkeye yerleşene kadar “geçici sığınmacı” statüsü tanıyor.

Bu tanımlama altında, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre (10): 2012 yılında Türkiye’deki “geçici koruma altındaki Suriyeli” sayısı 14,237 iken, bu sayının Şubat 2021 tarihi itibariyle 3.655.067’e ulaştığı görülüyor. Kayıt yeri esasına göre (3 Şubat 2021 itibarıyla) en fazla Suriyelinin bulunduğu il 520,343 kişi ile İstanbul. Bunu Gaziantep (450,407), Hatay (434,460), Şanlıurfa (422,106), Adana (252,968), Mersin (223,959), Bursa (178,584), İzmir (147,792), Konya (118,404) ve Kilis (105,211) takip ediyor.

Sığınmacı krizi manipüle ediliyor

Merkez ülkeler sığınmacıları üçüncü ülkelerde tutarken, bunların genç ve nitelikli olanlarını kendi ekonomik durgunluklarından çıkmak için bir araç olarak kullanıyor.

Öyle ki bir dönemin IMF Başkanı C. Lagarde, Huffington Post adlı bir gazete ile yaptığı söyleşide; Suriye sığınmacı krizinin, iktisadi durgunluktan bir türlü kurtulamayan Avrupa ekonomilerini ayağa kaldırması konusunda işe yarayabileceğini söyleyerek, bu konuda da özellikle Almanya’yı işaret etmiş ve bütçe fazlası olan, ama ciddi genç nüfus açığı da olan bu ülkenin bu fırsatı değerlendirmesinin gerekliliğini vurgulamıştı. (11)

Gerçekten de Almanya’da genç emek gücünün hızla azaldığı biliniyor. Bir rapora göre (12) Almanya kısa bir süre sonra 1,5 milyon genç nitelikli işgücü açığı sorunu ile karşı karşıya kalacak. Çünkü (13) 2015 yılında Almanya’daki 65 yaş üstü nüfus toplam nüfusun yüzde 21,2’sini oluşturuyordu. Buna karşılık aynı yıl bu oran Suriye’de sadece yüzde 4,1 idi.

Kısaca, daha genç, örgütsüz, her şeyi yapmaya ve her koşulda çalışmaya mecbur ve hazır insan daha fazla verimli emek gücü, bu daha fazla üretim, daha fazla sömürü, daha fazla kâr,  daha fazla sermaye ve servet birikimi demek.

Türkiye’deki fırsatçı yaklaşım

Türkiye’de benzer bir yaklaşımı bir zamanlar bir sermaye örgütünün liberal bir yöneticisi de dile getirmiş ve “ülkenin ekonomik çıkarları” gerekçesinin ardına sığınarak, Suriyeli sığınmacılar konusunun nasıl bir piyasa projesi gibi ele alınabileceğini ortaya koymuştu.

Ona göre, Suriyeli göçmenlerin bir bölümünün T.C vatandaşı olabilmesine dair bir perspektif olmadan Türkiye’nin bu göçmen akımından fayda sağlaması mümkün değil. Türkiye özellikle de ihracat sektöründe olmak üzere yüksek öğrenimli genç ve ucuz Suriyeli işgücünden faydalanmalıdır. (14)

AKP’nin eski genel başkan yardımcısı Yasin Aktay’ın “Antep’teki patronların Suriyelilerden çok memnun oldukları, Suriyeliler olmazsa Antep ekonomisinin çökebileceği,  Antep’in yıllarca işgücünü Güneydoğu’dan çektiği ama artık eskisi gibi buralardan yeterince işçinin gelmediği, Suriyelilerin bu açığı kapattığı” yönündeki sözleri (15) ise Türkiye’de hem sermaye çevrelerinin, hem de iktidar blokunun Suriyeli sığınmacılara sömürebilecekleri ucuz işgücü olarak baktıklarının somut kanıtı niteliğinde.

Özetle böyle yaklaşımlar bir insanlık felaketinin, yüzyılın belki de en büyük dramının müesses nizam tarafından nasıl bir kâr yaratma fırsatı olarak manipüle edilebileceğinin en çarpıcı örneklerini oluşturuyor.

‘Sınır/Göç-Sanayi Karması’

Kapitalizmin içine girdiği çoklu krizler giderek çok daha fazla insanı göçe zorluyor. Ulus devletlerse (buna bir yanıt olarak) bir yandan giderek daha fazla güvenlikçi politikalara yönelirken,  artık sektör haline gelmiş olan sınır güvenliğinde rol alan büyük sermaye şirketleriyle birlikte adeta proje ortağı gibi çalışıyorlar. Bu devletler sorunu bir güvenlik sorunu olarak görüp böyle ele aldığında, sorunun asıl olarak bir insan hakları sorunu olduğu gerçeğinin üzeri örtülüyor, milyonlarca insan hakları ihlallerine uğruyor.

Sınır güvenliği ya da göç-sığınmacı sektörü o kadar kârlı bir hale geldi ki bu alanda ürün ve hizmet sağlayıcı konumundaki çok uluslu şirketler sığınmacı krizinin daha da derinleştirilmesi konusunda devletleri etkilemek için yoğun lobicilik faaliyetlerinde bulunuyorlar.


Bu yüzden de günümüzde artık “Sınır/Göç-Sanayi Karması” gibi bir sektörden söz ediliyor (tıpkı Askeri –Sanayi Karması gibi). Kaldı ki dünyanın önde gelen sınır sanayilerinin lideri konumundaki şirketler aynı zamanda askeri alanda faaliyet gösteren şirketler. Bunlar ürettikleri ürünleri giderek büyüyen bu sektörde pazarlamak istiyorlar ve bunu da beceriyorlar.

Sektör krizlerden etkilenmiyor, aksine hızla büyüyor

Bu sektör çok hızlı büyüyor. Kriz dönemlerinde uygulanan kemer sıkma önlemlerine tabi olmadığı gibi, ekonomik krizlerden de etkilenmiyor.

Bu yılın Mart ayında yayınlanan bir rapora göre, dünyada bu sektör yılda ortalama yüzde 7,2 - yüzde 8,6 oranında büyürken, piyasanın 2025 yılına kadar yıllık 65-68 milyar dolarlık bir büyüklüğe erişmesi bekleniyor. 

En hızlı gelişimi ise biyometri ve yapay zekâ ürünleri gösteriyor.  Her ikisi de göç/ sığınmacı sektörü açısından son derece önemli. Öyle ki 2019 yılında biyometrinin 33 milyar dolarlık bir cirodan 2024 yılında 65,3 milyar dolara çıkması bekleniyor. Yapay zekâ ürünleri ise 2025 yılında 190,6 milyar dolarlık bir büyüklüğe erişecek. (16)

Sektörün sınır güvenliği (izleme/gözetleme, sınır duvarı ve çitleri), biyometri ve akıllı duvarlar (göz taraması ve parmak izi), göçmen muhafaza ve iade merkezleri ve danışmanlık işleri gibi segmentleri söz konusu.

Airbus’tan PwC’ye kadar küresel sermayenin yoğun ilgi gösterdiği sektör

Bu sektörde faaliyet gösteren Airbus, Deloitte, Eurasylum, Lockheed Marin, PwC, Thomson Reuters, Thaler, IBM ve Unisys gibi  bazı uluslararası şirketlerin isimlerini zikretmek dahi sektörün büyüklüğünü anlatmak için yeterli.

Keza sektör sermaye yoğun bir sektör olduğundan finansal yatırımcılar da devrede. The Vanguard Group, Blackrock, Capital Research and Management bunlardan bazıları. Ayrıca en büyük üç Avrupa kökenli silah üreticisi olan Airbus, Thales ve Leanordo (ki bunların hisselerinin bir kısmı devletlere ait) sınır güvenliği konusunda oldukça faal konumdalar.

Sınır/Göç-Sanayi Karması bu gelişmelerin hem sonucu, hem de nedeni. Yani bu kavram sınır izleme, militarizasyon ve finansal çıkarlar arasındaki rabıtayı, kamu ve özel sektör çıkarlarının birleştiği yeni bir alanı anlatıyor. (17)

Sonuç olarak

Tıpkı Kovid-19 salgını gibi iklim krizi de mülteciler üzerindeki baskıların artırılması, sınırların militarizasyonu ve gözetimi faaliyetlerinin yoğunlaştırılması için bir araç olarak kullanılıyor.

İklim krizine ilave olarak, devletlerin ve sermayenin doğal kaynaklar ve toprakları fosil yakıt üretimi, maden çıkarımı, hatta yenilenebilir enerji üretimi gibi amaçlarla gasp etmesi de mevcut toplumsal rahatsızlıkları, çelişkileri, muhalefeti ve bunları bastırmaya dönük baskıları daha da artıracak. Bu da yeni ekolojik ve sosyal sorunlara neden olacak, zorla yer değiştirmeler, ülke içi göçler ve başka ülkelere sığınma girişimleri artıracak.

İşin kötüsü, her ne kadar 2020 Ocak ayındaki BM İnsan hakları Komitesinin aldığı karar iklim değişikliğinin zorlaması yüzünden göç edenlerin zorla geldikleri ülkelere geri gönderilemeyeceğini öngörse de (18), bir bütün olarak mevcut durum iklim göçmenleri için hiç iç açıcı değil. Bu tür göçmenler de gittikleri ülkelerde düşmanca davranışlarla karşılaşıyorlar.

Bunun asıl nedeni de kapitalist sistemin neden olduğu bu denli ciddi bir sorunun topluma müesses nizamın sözcüleri ve kurumları tarafından çarpıtılarak anlatılması. Yani Sınır/Göç-Sanayi Karması ve askeri çıkarların iklim değişikliğini ulusal ve uluslararası bir güvenlik sorunu olarak gösterebilme becerisi. Böyle bir yaklaşım sınır duvarlarını, bombaların, silahların ve insansız hava araçlarının üretimini ve kullanımını meşrulaştırmaya hizmet ediyor.

Özcesi, sığınmacılık sorununun bir güvenlik sorunu olmaktan ziyade insan hakları sorunu olduğu ve bunun temelinde de kapitalist kârların, siyasi rantların, savaşların, emek ve çevre sömürüsünün olduğu sabırla anlatılmalı, ırkçılığa ve savaşlara karşı uluslararası bir karşı duruş sergilenmeli.

Sonraki yazı: İklim Mültecileri (İklim krizi, göç ve sığınmacı ilişkisi)

Dip notlar:

(1)    United Nations, Department of Economic and Social Affairs, International Migration 2020  Highlights (ST/ESA/SER.A/452)s. 1-17.

(2)    https://wol.iza.org/articles/integrating-refugees-into-labor-markets/long (August 2021).

(3)    The UN Refugue Agency UNHCR, Mid-Year Trends Report 2020, https://www.unhcr.org, s. 3.

(4)    World Bank, 2020, Poverty and Shared Prosperity 2020: Reversals of Fortune, Washington DC, https://www.worldbank.org.

(5)    United Nations, Department of Economic and Social Affairs, Workbook: UN Migrant Stock Total 2019.

(6)    Transnational Institute (TNI), Outsourcing oppression, How Europe externalises migrant detention beyond its shores, www.tni.org (April 2021), s. 1.

(7)    https://theconversation.com/countries-that-are-more-compassionate-towards-refugees-have-lower-levels-of-violence-new-research (25 August 2021).

(8)    Göç Terimleri Sözlüğü, 2013, Uluslararası Göç Örgütü, 2013,

http://publications.iom.int, s. 35- 37.

(9)    Ags, s.65,  74.

(10)  Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, https://www.goc.gov.tr (3 Şubat 2021).

(11)  https://highline.huffingtonpost.com/articles/en/lagarde-interview by Isaac Chotiner (2 October 2015.

(12)  http://www.dw.com/en/what-helping-refugees-costs-germany (2014).

(13)  Drew DeSilver,  Refugee surge brings youth to an aging Europe, http://www.pewresearch.org/fact-tank (8 October 2015).

(14)  Güven Sak, “Suriyeli göçmenler konusunu böyle tartışamayız”, https://www.tepav.org.tr (11 Temmuz 2016).  

(15)  https://tr.euronews.com/2021/07/26/prof-dr-yasin-aktay-k-l-cdaroglu-iktidar-degisse-de-suriyelileri-geri-gonderemez (28 Temmuz 2021).

(16)  Mark Akkerman, “Financing Border Wars- The border industry, its financiers and human rights”, http://www.tni.org (March 2021).

(17)  Golash-Boza, Tanya, ‘The immigration industrial complex: why we enforce immigration policies destined to fail’, Sociology Compass 3(2009/2): 295–309.

(18)  OHCHR, “Historic UN Human Rights case opens door to climate change asylum claims”, https://www.ohchr.org (7 May 2020).

 

 

 


12 Eylül 2021 Pazar

Emperyalist savaşlar ve sömürgecilik ekosistemi yok ediyor (İklim krizi militarizm ilişkisi-3)

 

Emperyalist savaşlar ve sömürgecilik ekosistemi yok ediyor

(İklim krizi militarizm ilişkisi-3)

Mustafa Durmuş

12 Eylül 2021

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de İkiz Kulelere yapılan terör saldırılarının ardından 20 yıl, Türkiye’de yapılan 12 Eylül Askeri Darbesinin ardından ise 41 yıl geçti.

Bu saldırılar ve darbeler dünyanın birçok ülkesinde “terörle mücadele” adı altında militarizmin yükseltilmesiyle sonuçlandı. Türkiye hala bu darbe sonrası kurulan askeri diktatörlüğün neden olduğu sosyal, politik ve ekonomik hasarın etkilerini yaşarken, son 20 yılda ortaya çıkan diğer terör saldırılarının ardından dünyada birçok yerde Olağan Üstü Hal ilan edildi.  

Olağan Üstü Hal gibi uygulamalar terörle mücadele önlemlerinin kalıcı bir hale gelmesini sağladı. Öyle ki bu sözde terörle mücadele uygulamaları nihayetinde, özellikle sosyal medyada olmak üzere, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı üzerindeki kısıtlamaları normalleştirdi, temel insan hakları normlarını kısıtladı ve muhalefeti bastırmak için bahane olarak kullanıldı.

“Terörle mücadele” kâr odaklı bir sanayi

Diğer taraftan, terörle mücadelenin aynı zamanda yüksek kâr odaklı bir güvenlik sanayi ile ilişkili olduğu gerçeği ortaya çıktı. Yani terörle mücadelenin bir dizi politika, bir ideoloji, bir siyasi proje ve hızla büyüyen bir endüstri olduğu görüldü. Böyle bir güvenlik sanayi özellikle de Olağan Üstü Hal dönemlerinde ciddi bir büyüme kaydediyor.

Terörle mücadele mantığı ve siyaseti altında, özellikle de sınır bölgelerinde ve göçmen rotalarında güvenlikleştirme ve militarizm hızla bir norm haline geldi. Artık ‘dış düşman’  ile mücadele yerine, “terörle mücadele” adı altında bu sanayinin ürettiği silahların, araç ve gereçlerin içe, yani kendi yurttaşlarına dönük olarak kullanıldığına tanık oluyoruz. (1)

Sınıra çekilen duvarlar toplumsal refaha, kültüre ve ekolojiye zarar veriyor

Bu bağlamda, yükselen militarizmin ekoloji ve küresel ısınma üzerindeki etkilerini ortaya koyabileceğimiz çok sayıda örnek mevcut. Bunların başında ülkelerin arasındaki mevcut doğal sınırlarla (dağ, nehir gibi) yetinmeyip binlerce kilometreyi bulan yüksek duvarların çekilmesi geliyor. Bu konuda en somut örnekler ABD-Meksika sınırına ve Türkiye-Suriye sınırına örülen duvarlar. Bu duvarlar sadece beton-çelik bir görüntü vermiyor, sayılamayacak kadar da ekolojik tahribata neden oluyor.

Geçtiğimiz haftalarda ABD’de bir federal yargıcın 3 bin145 kilometrelik ABD-Meksika sınırı boyunca artan militarizasyonla ilişkili olarak iki ABD devlet kurumunun (İç Güvenlik Bakanlığı ve Gümrük ve Sınır Güvenliği Kurumu )  “potansiyel ekolojik zararların analizini yapmayarak yasayı çiğnediği” yönündeki kararı, sosyal adalet ve çevre adaleti savunucularını çok mutlu etti.(2) Çünkü sınıra çekilen duvar bölge halklarının refahı ve sağlığı kadar ekolojiyi de tahrip ediyor.

Öncelikle böyle duvarlarla insan hakları ihlal ediliyor, bölge halkı bölgeden sürülüyor, toprakları ellerinden alınıyor, duvarın örüldüğü yerde faaliyet gösteren köylüler, çiftçiler, küçük üreticiler, küçük esnaf, tüccar ciddi ekonomik zarara uğratılırken, ülkeler arasındaki ilişkiler bozuluyor. Kısaca halklar refah kaybına uğruyor.

Duvar kültürel karşılaşmayı ve çeşitlenmeyi önlüyor

Ayrıca sınırlara çekilen duvarlar farklı kültürlerin karşılaşmasını önleyerek, insani gelişime de zarar veriyor. Örneğin ABD’deki sınır bölgeleri, Kuzey Amerika'nın en nadide vahşi türlerinden bazılarını ve en eski insan kültürlerini  (Hohokam, Lipan-Apache ve İspanyol sömürge ailelerinin soyundan gelenleri) barındırıyor. Bilindiği gibi, bu kültürlerin hepsi Amerika Birleşik Devletleri'nden yüzyıllarca önce o bölgede vardı.

Duvar biyoçeşitliliği azaltıyor

Keza ABD-Meksika sınırı boyunca var olan kara parçası tropik ve ılıman bölgeleri birbirine bağlıyor. Burada jaguarlar ve ocelotlar yaşıyor; yeşil alakargalar, Altamira sarımsağı ve zarif trogonlar, kuzey kardinalleri ve alaycı kuşlarla birlikte mesquite, abanoz ve pamuk ağacı dallarında yan yana tünüyorlar.  450’den fazla nadir tür burada yaşıyor - bazıları gezegenin başka hiçbir yerinde bulunamıyor. Her yıl en az 700 neotropik kuş, memeli ve böcek sınır bölgelerinden göç ediyor. Bunlar insan göçmenler gibi, güvenlik, gelecek ve hayatta kalma çabası içindeler. (3)

Beton-çelik duvarlar örüldüğünde, zırhlı araçlarla duvar boyunca devriye geziliyor, yüksek ısı yayan güçlü aydınlatma aparatları kullanılıyor, kontrol noktaları ve karakollar kuruluyor.  Duvar insanlar ve diğer canlı türlerinin normal göçlerini önlediğinden, sağlıklı bir kültürel çeşitlenmeyi de yok ediyor.  Duvar ayrıca bazı türlerin (kurtlar, ayılar, geyikler gibi) hareket alanını kısıtlıyor, böylece türlerin yaşamlarını sürdürmelerini zorlaştırıyor. (4)

Nitekim ABD’de sözü edilen duvarın nesli tükenmekte olan türler için göç koridorlarını bloke ettiği, sınır bölgelerinin ekonomisini baltaladığı, 1990'ların başlarına dayanan bir militarizasyon politikasıyla birlikte, 6 binden fazla göçmenin ölümüne yol açtığı, yukarıda sözü edilen yargı kararının gerekçelerini oluşturuyor.

Suriye sınırına örülen duvar

Kuşkusuz ABD-Meksika sınırı duvarı örneği dünyadaki tek örnek değil. Türkiye bilindiği gibi, 2011 yılında başlayan Suriye’deki savaşın ardından benzer bir biçimde 911 kilometrelik sınır boyunca 837 kilometrelik bir beton duvar projesini tamamlamak üzere. (5)

Ayrıca ‘Yeşil Yol Projesi’ çerçevesinde tüm Karadeniz boyunca yaylalardaki genişliği 7 metreye varan yolların kenarına yapılan yüksek duvarlar da mevcut. ABD’dekine benzer biçimde bu duvarlar insan ve diğer canlı türleri, ekonomik ve sosyal yaşam ve genel olarak ekoloji üzerinde ciddi düzeyde tahrip edici etkilere sahip.

İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları ekolojiyi tahrip ediyor

ABD’nin stratejik ortaklarından olan ve mali-askeri desteğini hiç esirgemediği Siyonist İsrail devleti ve ordusunun Filistin topraklarını işgali yıllardır devam ediyor. Bu işgal sırasında başta hava saldırıları olmak üzere Filistin halkına yönelik saldırılar da hız kesmeden sürüyor. Bu saldırılar sadece insani kayıplara değil, aynı zamanda çevre tahribatına da neden oluyor.

Örneğin, 2014 yılında bombalı hava saldırıları, karadan topçu ateşi ve yoğun roket atışları biçiminde İsrail ordusunun Gazze’de Filistinlilere yönelik saldırıları sonucunda bölgedeki haşere ilacı ve organofosfat gibi kimyasal depoları, boya ve plastik fabrikaları vuruldu.  

Bu saldırılarda üretimde formaldehid, benzen ve naftalin gibi toksik kimyasalları ve ağır metalleri kullanan fabrikalar yok edildi. Bunun sonucunda ortaya çıkan yangınlarla birlikte büyük çaplı hekzakloroetan dumanı ortaya çıktı. Bunun insan sağlığı üzerindeki etkilerinin yanı sıra, hava kirliliği, su kaynakları ve toprak üzerinde ciddi uzun dönem çevresel etkileri de söz konusu. (6)

‘Güvenlik’ gerekçesiyle yok edilen bitki örtüsü, kasıtlı çıkartılan ya da söndürülmeyen orman yangınları iklim değişikliğini tetikliyor !

Savaşlar bitki örtüsüne ve ormanlara da zarar veriyor. Örnek olarak, Afganistan’da ABD’nin Stinger füzeleri ile donattığı mücahit grupların başlattığı iç savaş nedeniyle, tarım arazileri, meralar, sulama sistemleri büyük ölçüde yok edildi. Binlerce köy boşaltıldı. Nüfusun üçte biri evlerini terk etmek zorunda kalırken, bu köylülerin çiftlikleri, tarlaları ve meyve bahçeleri de çürümeye terk edilmiş oldu.

Dağlık bölgelerdeki mücahitlerin barınak ve saklanma yerlerinin yok edilmesi gibi ‘güvenlik’ gerekçeleriyle ormanlar, bitki örtüsü yok edildi, ülkeye 10-20 milyon civarında (çoğunluğu Taliban tarafından) mayın döşendi. Ormansızlaşma, ekilebilir arazileri tahrip eden sel ve çığlara yol açan erozyona neden olurken,  mayınlar toprak kullanımını engelledi, çocuklar, çobanlar, köylüler ve yüz binlerce canlı hayvan ya mayınlardan ya da bombalamalardan öldü. Bazı araştırmalara göre ailelerin beşte biri mayın kazalarından etkilendi. (7)

Suriye’deki savaş ormanları ve bitki örtüsünü yok etti

Suriye'de ormanların yüzde 76’sı sahil bölgesinde yer alıyor. 2011 yılının ortalarında patlak veren çatışmalar sırasında bu orman örtüsü hızla tükendi. Toplam orman alanında önemli bir düşüş gerçekleşti (31,116 hektar, yüzde 24,3) ve buna yoğun ormanlık alanı (2010 - 2020 arasında) azalması eşlik etti 11,778 hektar (yüzde 9,2). Orman örtüsündeki bu değişiklik, silahlı çatışmalarla ilgili faktörler nedeniyle ortaya çıktı. (8)

Hollanda kökenli bir barış örgütü olan PAX tarafından yürütülen yeni uydu analizine göre, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetinde yüz binlerce dönümlük tarım arazisi yangınlarla kavruldu. Geçen yıl 15 Mayıs ile 25 Temmuz tarihleri arasında bu vilayette kabaca 436.882 dönüm arazinin yakıldığı tespit edildi.

Tarım arazileri kasıtlı olarak yakıldı

Yangınların önemli bir kısmı, Kuzey Doğu Suriye'de Türkiye destekli Suriyeli milisler ile Kürtlerin öncülüğünü yaptığı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında devam eden gerilimin sonucunda ortaya çıktı. Sınır boyunca yapılan top atışları yangınları tutuşturdu, ekinler ve otlaklar yandıkça geriye kararmış topraklar kaldı. Tarım arazilerinin kasıtlı olarak yakılması ise yerel topluluklardaki geçim kaynaklarını yok etmek için bir taktikti. Sözde ‘İslam Devleti’ ekili alanları yakma çağrısı da yaptı. Suriye'nin 'ülkenin ekmek sepeti' olarak bilinen bu kısmı, birçok çiftçinin ürününü kaybettiği yangınlardan büyük zarar gördü. (9)

PAX’ın raporuna göre, doğrudan düşmanlıkların yanı sıra, bölge artan orman yangınlarına katkıda bulunan daha büyük sorunlarla karşı karşıya.   Bölgede iklim krizinin neden olduğu artan sıcaklıklar, daha uzun süren kuraklık dönemlerine neden oluyor, bu da ister tarım araçlarından kaynaklanan kıvılcımlardan, isterse atılan sigara izmaritlerinden kaynaklansın, yangın koşulları yaratıyor. Yangınla mücadele araçlarının eksikliği ve yetersiz su kaynakları durumu daha da kötüleştiriyor. Yangınlardan etkilenen çiftçi topluluklarının azalan mahsul gelirleri ve geçim kaynaklarıyla ilgili sorunlar, Suriye lirasının devalüasyonu nedeniyle baş gösteren ekonomik krizle daha da ağırlaşıyor.

Kısaca, Kuzey Doğu Suriye’deki savaşın doğal kaynaklar ve çevre sağlığı üzerinde telafi edilmesi imkânsız etkileri söz konusu ve bu etkiler devam edecek. Bölgede temiz suya, havaya ve toprağa erişim bir sorun olurken, savaşın zehir saçan kalıntılarının etkilerinin ortadan kaldırılması ya çok uzun yıllar alacak ya da bu hiç mümkün olmayacak.

Bölgede hem tarım, hem de fosil yakıt çıkarımı (savaş öncesinde günde 400 bin varil petrol çıkartılıyordu) en temel ekonomik faaliyet. Savaş fosil yakıt sanayinde yarattığı etkiler yüzünden ciddi bir kirliliği miras bıraktı. Aynı zamanda savaş su ve arazi kaynaklarını ciddi boyutta tahrip etti.

Petrolün üç kirlilik etkisi

Petrol çıkartma faaliyetleriyle ilgili üç tür ekolojik kirlilik söz konusu:  (i) Çatışma öncesi mevcut petrol çıkarma faaliyetleri (ii) Elle yapılan petrol çıkartımı (2013-2017 arasında yaygınlaşan yol kenarı, arka bahçe kuyuları) (iii) Petrol atıklarının (katran) konulduğu çukurlar.

Özellikle de bu katran biçimindeki atıklar açık havada tutuluyor ve bunlar hem su kaynakları, hem arazi, hem de vahşi yaşam için ciddi bir risk oluşturuyor. Çatışmalar sürdükçe sokaklardan kirli atıkların toplanabilmesi ve sağlıklı bir biçimde depolanabilmesi imkansız olduğundan bu çok ciddi bir ekolojik etki yaratıyor. Bu atıkların bölge sakinlerince usulsüz yakılması ise sera gazı emisyonuna neden oluyor. Lastik ve plastik yakılması pratikleri de bunu hızlandırıyor (10)

Su savaşları

Euronews’a göre, yaklaşık on yıl boyunca savaşın gölgesindeki Suriye'de şimdi insanları çok daha zorlu bir dönem bekliyor. Son yıllarda kuraklık yaşayan özellikle Suriye'nin kuzey bölgelerinde Fırat Nehri'nin suları büyük oranda çekildi ve birçok gölet yok oldu. Savaş, Kovid-19 salgını ve ekonomik kriz derken, şimdi de baraj sularında görülen büyük düşüş sonrası bölgede su ve elektrik kesintileri kapıda.

Barajlardaki su seviyesinin düşüklüğü ve diğer birçok etmen sebebiyle de Suriye'de geçen seneye oranla elektrik üretimi yüzde 70 oranında azalmış durumda. Yaklaşık 5 milyon Suriyeli su sorunu ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya. Bölgede yaşayanlar, özellikle Fırat Nehri’nden gelen suyun azalması konusunda komşu ülke Türkiye'yi suçluyor. Buradaki Kürtler, siyasi sorun yaşadığı Türklerin Fırat Nehri'nin suyunu kıstığını ileri sürüyor, Türkiye ise bu iddiaları kabul etmiyor.(11)

Fırat’ın Doğusunda süren savaş

ABD Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi Z. Pehlivan kendisiyle geçen yıl yapılan bir söyleşide (12), ağaçların yakılarak ormansızlaştırma yapılmasının ilk örneklerinin ABD’nin Vietnam Savaşı ve Kolombiya’da FARC’a karşı yürütülen savaşta görüldüğünün altını çiziyor.

Yazara göre, Türkiye’de- Batıda sahil bölgelerinde çıkan yangınların dışında- orman yangınları en çok Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları Diyarbakır’ın Kuzey-Doğu ve Güney-Doğu kırsalı-Batman-Bitlis üçgeni, Siirt, Hakkâri ve Şırnak dolaylarında çıkıyor. Bu yangınların bazıları doğal koşullardan, bazıları tarımsal alan açmak amacıyla, bazıları ise askeri güvenlik amacıyla çıkartılıyor.

“Güvenlik” gerekçesiyle ormansızlaştırma

Pehlivan bu tezini de orman yangınlarının yoğunlaştığı bölgelerde son yirmi yılda çok sayıda karakol, ya da yerelde tabir edildiği gibi, kalekol inşa edilmesiyle ilişkilendiriyor:

“Buna göre; kalekollar ortaçağdaki korunaklı kaleler gibi hâkim tepelere kuruldu. İnşa edildikleri tepelerin çevresindeki ormanlık alanlar tıraşlandı. Yetmedi kalekolların civarındaki ormanlar ve yaylalar güvenlik bölgesi olarak ilan edildi, sivillerin girişine kapatıldı. Bu ideolojik mühendislik planının iki amacı var: Birincisi kalekolların görüş alanını olabildiğince genişletmek. Çünkü ormanlık arazideki görüş alanı ile ağaçtan arındırılmış bir alanın görüş alanı bambaşka. Ormanı yakarak sadece görüş alanını temizlemiyor, aynı zamanda karşı taraftan gelebilecek muhtemel tehlikeyi bertaraf ediyorsunuz. Vietnam savaşı sırasında, ABD ormanlık alanlardaki bitkilerin yapraklarını dökmesine ve kurumasına sebep olan ağır kimyasal maddeler kullanmıştı. İkincisi ise bölgedeki nüfusun doğal kaynaklara erişimini zorlaştırarak, hatta tamamen engellemek suretiyle göçe zorlamak. Dahası, ormanı yakarak çevredeki nüfusta güvenlik endişesini artırıp istikrarsızlık yaratmak, doğayı katlederek korku siyasetini yaygınlaştırmak amaçlanıyor”. (13)

Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Kuru Kaymak köyü ile Koçeri mezrasında 17 Ağustos tarihinde askeri operasyon sonrası başlayan orman yangınına 13’ncü güne kadar müdahale edilmediği, yangına müdahale etmek isteyen yurttaşların askerlerce engellendikleri iddiası güvenlik, insansızlaştırma-orman yangınları ilişkisini güçlendiriyor. (14)

Savaşta 1500 km2’lik bir alan yandı

Mayıs 2021’de yayınlanan bir diğer uluslararası raporun Suriye’deki savaş ile ilgili bulguları Türkiye’de “güvenlik gerekçesiyle ormansızlaştırma” iddialarını destekler nitelikte.

Buna göre; Suriye rejimi ile IŞİD ve Türk ordusu arasında gerçekleşen çatışmaların sonucunda ekolojik alt yapı, doğal kaynaklar hasar gördü. Ekolojik sistem bu çatışmaların sonucunda ciddi kayıplara uğradı. Çatışmalı bölgelerde aynı zamanda ormansızlaştırma yaşandı. Türkiye sınırında Türkiye devletinin yaptığı barajlar suya erişimi büyük ölçüde engelledi. Bu bölgelerde ciddi boyutlarda yangınlar çıktı. Bunların bir kısmı silahlı gruplar ve Suriye ordusunun taktik olarak çıkarttığı yangınlardı. 2019 yılında Türk ordusu ile SDG arasındaki çatışmalar sırasında 1500 km2’lik bir alanın yandığı belirlendi. Su, çatışmaları ve iklim güvenliği riskleri tarım sektöründe de görülüyor. Kuraklık, ağır yağışlar savaşlarla daha da ağırlaştı, bu durum toprak kullanımını etkiledi ve ürün azaldı. Köylülerin savaştan kaçmak için topraklarını terk etmeleri bu durumu daha da kötüleştirdi. Aşırı sıcaklar ve son iki yıldır görülen ağır yağışlar hububat tarlalarında yangınlara neden oldu. Yangınların bir diğer nedeni ise sınırda açılan yoğun topçu ateşi ve bombardımanlardı. 2019-2020’de toplamda 1050 km2’lik bir alan yandı. Bu önceki yıllara göre çok ağır bir tahribattı. (15)

Savaşın neden olduğu doğa tahribatına toprağın katmanındaki tahribatları da dâhil etmek gerekiyor. Bir yandan yangınlar toprağın üzerindeki bitki örtüsünü yok ederken, diğer yandan bombanın içeriğindeki kimyasallar ve toprağa dökülen askeri atıklar yüzünden toprak zehirleniyor. Keza toprağa mayın döşenmesi ve güvenlik barajları da (su) benzer etkiler yaratıyor.

İklim krizi yeni savaşları önleyebilir mi?

Militarizm-iklim krizi ilişkisi konusunda farklı görüşler de mevcut. Örneğin küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda gelinen nokta itibarıyla askeriyenin, ulusal orduların, iklim değişikliğine neden olmaktan ziyade,  bundan böyle iklim değişikliğinin neden olduğu yangınlar, su baskınları gibi felaketlerle uğraşacağı da ileri sürülüyor.

Nitekim bir çalışmaya göre, örneğin Çin ordusu, 2049’a kadar, daha ziyade orman yangınlarıyla su baskınlarıyla, kısaca çalkantılı bir iklim değişikliği ile başa çıkmakla meşgul olacak. Küresel sıcaklıklar arttıkça, ülke hiç bitmeyen iklim acil durumunun şiddetli etkilerinden zarar görecek ve halkı daha da feci sellere, kıtlıklara, kuraklıklara, orman yangınlarına, kum fırtınalarına ve tsunamilere karşı savunmak için Halk Kurtuluş Ordusu (PLA) dâhil olmak üzere hükümetin her aracını kullanmak zorunda kalacak.

Üstelik Çin bu konuda pek de yalnız kalmayacak. Şu anda, ABD Savunma Bakanlığı ‘Ulusal Savunma Stratejisi Belgesi’nin yeni bir baskısını hazırlıyor ve bu sefer iklim değişikliği nihayet resmen Amerikan güvenliğine yönelik büyük bir tehdit olarak tanımlanacak. Bu durum her iki ülkeyi o denli tehdit ediyor olacak ki birbirlerine karşı savaş başlatma güçleri ya da iradeleri olmayacak. (16)

Sonuç

Yukarıdaki öngörü ne kadar gerçekleşir bunu bilmek mümkün değil. Ancak hali hazırda Kovid-19 salgını, ekolojik tahribat ve iklim değişikliği içinde olduğumuz bir çağda yaşamakta olduğumuz çok açık.

Kapitalizm sürdükçe gezegenimizde insanın var oluşu ölümcül bir tehdit altında olmaya devam edecek. Salgının yalnızca bir sağlık krizi ve küresel ısınmanın sadece bir doğal felaket olmadığı açıkça ortada. Her ikisi de sosyal yeniden üretim sisteminin yapısal kısıtlarını açığa çıkartan ekonomik ve sosyal krizleri de alevlendiren krizler.

Bu felaketler yerel ya da ulusal değil küresel, bu yüzden de tek bir ülkede bunlarla baş edilemez. Bu bir ulusal kriz olmadığı için ulus devletleri güçlendirerek de bu krizden çıkılamaz. Yani eşitsizliklere, yoksulluğa, salgına ve iklim krizine yol açan faktörleri ortadan kaldırabilmek sadece mevcut üretim ilişkilerini ortadan kaldırmakla da sağlanamaz. Ayrıca başat bir politik ve ekonomik organizasyon olan ulus devletlerin kapitalizme hizmet eden (ekolojiyi tahrip eden)  işlevleriyle de yüzleşmek gerekecek.

Diğer yandan kendi iç çatışmalarından kaynaklı sorunlarını çözmekte yetersiz kalan kapitalist sistem giderek yıkıcı ve otoriter biçimler alıyor, daha da alacak.  İlerici güçler bu gelişme sırasında seçenek olduklarını gösteremezler ve insanları ikna edemezlerse, ekonomik krizin de derinleşmesiyle beraber aşırı sağ daha da güçlenecektir.

Bugün hala dünya siyasetindeki, potansiyel olarak,  en önemli faktörün;  işçi sınıfının, yoksulların ve ezilenlerin dünyayı yeniden kurma konusundaki iradeleri ve örgütlü mücadeleleri, bunların kendilerini hem sistemik yoksulluğa, eşitsizliklere, hem salgına, hem de iklim krizine karşı korumaları gerçeği olduğu unutulmamalı. 

Özetle, mevcut sistemi toplumsal ihtiyaçları karşılamaya dönük, hem emeği, hem de doğayı koruyan demokratik bir biçimde planlanmış bir ekonomiye dönüştürmemiz gerekiyor.  Bu bugün hem gereklilik, hem de yapılabilir bir şey.

Vakit geçirmeden ilerici temel bir toplumsal değişim ve dönüşüm için mücadele eden tüm emek yanlısı, ilerici, demokratik, özgürlükçü, laik, anti militarist, anti sömürgeci ve çevreci güçlerin birlikte mücadelelerinin sağlanması gerekiyor.

Dip notlar:

(1)    https://www.tni.org/en/article/an-ignoble-end-to-counter-terrorism (30 August 2021).

(2)    https://www.commondreams.org/court-ruling-us-border-militarization-called-win-wildlife (24 August 2021).

(3)    Krista Schlyer, Embattled borderlands, The irreplaceable riches of our borderlands, “storymaps.esri.com/stories/2017/embattled-borderlands” (24 August 2021).

(4)    https://www.commondreams.org/court-ruling-us-border-militarization-called-win-wildlife (24 August 2021).

(5)    “Suriye-Türkiye sınır duvarı”,  https://tr.wikipedia.org (4 Eylül 2021).

(6)    Pax, “Environment and Conflict Alert- Gaza,  preliminary urban and environmental impacts”, https://paxforpeace.nl (26 May 2021.

(7)    Cemil Aksu, “Afganistan nasıl narko-devlet oldu?”, https://www.dokuz8haber.net (7 Temmuz 2021).

(8)    Mohamed Ali Mohamed, An Assessment of Forest Cover Change and Its Driving Forces in the Syrian Coastal Region during a Period of Conflict, 2010 to 2020, Land 2021, 10(2), 191; https://doi.org (26 December 2020).

(9)    https://reliefweb.int/report/syrian-arab-republic/farmland-fire-northeast-syria (24 August 2020).

(10)  Pax, War, Waste, and Polluted Pastures, An Explorative Environmental Study of the Impact of the Conflict in north-east Syria, www.paxforpeace.nl ( May 2021), s. 24-27.

(11) https://tr.euronews.com/suriye-de-kurakl-k-alarm-f-rat-nehri-kuruyor-insani-kriz-kap-da (30 Ağustos 2021).

(12)   “Cudi’deki yangın ve orman yangınlarının ekolojik, ideolojik, siyasal ve tarihsel boyutları, Devletin ekolojik aygıtları”, Anıl Olcan’ın Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi, The Harry Frank Guggenheim araştırmacısı, çevre tarihçisi Zozan Pehlivan ile söyleşisi, https://birartibir.org/devletin-ekolojik-aygitlari (21 Eylül 2020).

(13) Ags.

(14) https://artigercek.com/haberler/emek-ve-demokrasi-gucleri-yanginlarin-amaci-insansizlastirmak (30 Ağustos 2021).

(15) Pax, War, Waste, and Polluted Pastures, An Explorative Environmental Study of the Impact of the Conflict in north-east Syria, www.paxforpeace.nl ( May 2021), s. 38-42.

(16) https://www.commondreams.org/cold-war-china-still-possible-overheating-world (24 August 2021).

 

10 Eylül 2021 Cuma

Orta Vadeli Program: Ortaya vasat propaganda belgesi

 

Orta Vadeli Program: Ortaya vasat propaganda belgesi

Mustafa Durmuş

9 Eylül 2021

Daha önce Bakan Albayrak, adını “Yeni Ekonomi Programı” (YEP) olarak değiştirip sunmuştu, bu yıl adı tekrar Orta Vadeli Program (OVP) oldu.

Ancak ad değişse de içerik değişmedi. Bir kez daha, her yıl birbirinin benzeri söylemlerden, yerine getirilmesi imkânsız vaatlerden ve iktidarca sergilenen ekonomik performansa yapılan övgülerden oluşan bir belge ile karşı karşıyayız. OVP, 5018 sayılı kanunda öne sürüldüğü gibi, ne “kamu için zorunlu”, ne de” özel sektör için yol gösterici” özellikler taşıyor. Kendi geleceği belirsiz bir iktidarın böyle işlevlere sahip bir program yapması da beklenmemeli.

Üstelik Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi altında bu program Saray’da hazırlanıyor ve Saray tarafından onaylanıyor. Bu yıl bir gelişme daha yaşandı ve Bütçe Sürecinin asıl belgelerinden olan Orta Vadeli Mali Plan’ın hazırlanmasından vaz geçildi. Artık ikisi bir arada sunuluyor.

Bir yanıyla “peri masalı”

Programı hazırlatanların, hazırlayanların sınıfsal karakterleri, ideolojileri, beklentileri değişmediği gibi, böyle programlar yıllardır gerçeklerden uzak, bir “fairy tales”, yani “peri masalı” tadında hazırlanıyorlar. Buna rağmen topluma ciddi ekonomik analiz ve politika önermeleri, ekonomide önemli yol haritası gibi sunuluyorlar.

Aslında 5018 Sayılı Yasa zorunlu kılmasa belki bu zahmete de girişilmeyecek. Öyle ya  “omniscient, omnipotent, omnipresent”(⁎) bir karar verici varken böyle fani belgelere neden ihtiyaç olsun ki?

Giderek daha az ciddiye alınıyor

Diğer yandan iktidar bloğunca hazırlanan diğer makro belgelerde olduğu gibi,  OVP de artık giderek daha az ciddiye alınıyor. Bunu son OVP’ye verilen tepkilerden de görebiliyoruz. Öyle ki bunu, programın abartılı iyimserliğine vurgu yaparak, “Alice Harikalar Diyarında Belgesi” diye tanıtanlar oldu. (1)

İşin doğrusu, iç tutarlılıktan yoksun, bilimsel öngörü ve hesaplamalara göre hazırlanmış bir ulusal kalkınma planına dayanmayan, hazırlayanları sadece  “cek ve cak”larla biten vaatlerle bağlayan bir programın bu şekilde eleştirilmesi sadece siyaseten değil, teknik olarak da haksız gözükmüyor.

Türkiye toplumu, emekçiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, STK’lar ve siyasal partiler zaten bu program hazırlanırken dışarıda tutuluyorlar. Bütçe Hakkı’nın kullanımı ise, ironik bir biçimde,  bu OVP’de “döner sermaye gelirlerinin Merkezi Yönetim Bütçesi içine alınması” vaadiyle (2) sınırlı tutulmuş. Bu “bütçe hakkının bir gereği mi, yoksa her türden gelire el koyma arzusu mu”, diye de sormak gerekiyor.

Sermaye kesiminin de ilgisi az

Genelde sermaye kesimi de, daha önceki programların hedeflerinin tutmadığının bilincinde olarak, bu tür programlara pek ilgili değil. Özellikle de iktidar blokuna yakın sermaye çevreleri ilgilerini (muhtemelen) kendilerine ne tür yeni ticari imkânlar, teşvikler, yeni ihaleler verilebileceği konusu ile sınırlı tutuyor ve işlerini kendi bildiklerine göre yapıyorlar.

Özetle (2022-2024) OVP’si bu haliyle ayrıntılı bir değerlendirmeyi hak etmiyor. Böyle değerlendirmeleri özendirecek bir biçimde de hazırlanmamış zaten. Belgeye bir tür “dostlar alışverişte görsünler” ruh hali hâkim. Bu yüzden de sistematik bir değerlendirmeye girmeksizin bazı noktalara değinmek yeterli olacak.

Büyüme masalı

Ekonomik büyüme tahminleri ile başlayalım. Öyle ya mevcut iktidar da, tıpkı tüm diğer burjuva iktidarlar gibi, ekonomik büyümeyi (adeta bir halı gibi)  kiri örten bir örtü gibi kullanıyor. Ekonomi büyüdükçe bir başarı hikâyesi yazılıyor ve böylece işsizlik, derin yoksulluk, yolsuzluklar, adaletsizlik ve ayrımcılık gibi diğer ekonomik ve sosyal sorunlar bu halının altına süpürülüp göz ardı edilmeye çalışılıyor. Bu yüzden de, zaman zaman hatalı ya da manipüle edilmiş büyüme rakamlarıyla karşılaşabiliyoruz.

Örnek vermek gerekirse, baz etkisiyle, Kovid-19 salgınının ikinci yılının ikinci çeyreğinde dünyada çok sayıda ülkede ekonomik büyüme oranları yüzde 20’lerin üzerinde çıkarken, bizimkiler bizde gerçekleşen yüzde 21,7’lik büyümeyi sadece bize mahsus bir başarı gibi yansıttılar ve buradan bir toparlanma başarısı hikayesi çıkartmaya çalıştılar.

Bir kez daha potansiyelinin üzerinde bir büyüme hedefi

Yeni OVP’ye göre; bu yıl ekonominin yüzde 9, seneye yüzde 5 ve diğer iki yıl yüzde 5,5’er oranda büyümesi bekleniyor. Yani önümüzdeki üç yıl ekonominin yılda ortalama 5,3 büyümesi öngörülüyor. (3) Oysa bu hedef Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyelinin üzerinde bir hedef (yaklaşık yüzde 1 puan üzerinde). O potansiyel de, her şey yolunda giderse gerçekleşebilecek bir durum.

Salgının yeni varyantlarıyla yeniden saldırıya geçtiği, geçen yıl aynı aylara göre vaka ve ölüm sayılarının neredeyse 10 kat daha fazla olduğu ve bu durumun bir müddet daha böyle gideceği, bunun genel olarak üretimi, hizmetleri, eğitim ve sağlık alanlarını, işgücü verimliliklerini, turizmi olumsuz etkileyeceği gerçeği ortada iken ekonomi yılda yüzde 5,3 gibi seviyelerde reel olarak nasıl büyüyebilir?

İtiraflar!

Büyüme ile ilgili olarak, iktidarın açıktan kabullenmediği ama OVP’de itiraf edilen bir gerçek söz konusu.

Kişi başı gelir 2013 yılında 12,519 dolardı. Yani, eşit dağılmasa da, kişi başı gelir ölçütü ile açıklanan ortalama insanımızın refahı 2013 yılında, bugüne göre, yüzde 24 daha yüksekti (3,000 dolar fazlaydı). O yıldan bu yana refahımız sürekli azaldı ve 2020 yılında bu gelir 8,597 dolara düştü. Bu yıl 9,489 dolar olması beklenirken, ancak önümüzdeki 3 yılın sonunda bu rakam 11,465 dolara çıkabilecek. Yani 2024 yılı sonunda dahi, 2013 yılındaki kişi başı gelir düzeyini tekrar yakalayabilmek mümkün olamayacak.

Bir an 7 yıl geriye gidelim ve konulan hedefleri ve verilen sözleri hatırlayalım. 10’uncu Kalkınma Planı’nda (2013) ekonominin 2023 yılında 2 trilyon dolar, kişi başına gelirin ise 25,000 dolar olacağı açıklanmıştı. Aradan sadece 7 yıl geçti ve hedefler 2023 için ekonominin büyüklüğü olarak 925 milyar dolara ve kişi başına gelir de 10,703 dolara kadar düşürüldü. Yani Cumhuriyet’in 100’ncü yılında (2023) ilkinin yüzde 46’sı ve ikincisinin yüzde 43’ü ile yetinmek durumunda kalacağız (o da işler beklendiği gibi giderse) .

Kaldı ki, milli gelir eşit dağılmadığı gibi, bu geçen yıllar boyunca bölüşüm eşitsizliği daha da arttı. Öyle ki işçilerin ücret biçiminde milli gelirden aldıkları pay üçte bire, hatta onun da altına kadar geriledi.

Nitekim bu yılın ilk çeyreğinde işçilerin milli gelirden aldıkları pay yüzde 35,5 iken, ekonominin yüzde 21’den fazla büyüdüğü ikinci çeyrekte bu pay yüzde 32,9’a düştü. Buna karşılık bu altı ayda sermayedarın kâr olarak aldığı pay yüzde 45,7’den yüzde 49,8’e yükseldi. (4) Kısaca ekonomi büyürken bu büyümeden emekçinin aldığı pay azaldı, buna karşılık sermayedarın payı arttı.

Ucuz emek sömürüsüne dayalı, yoksullaştırıcı bir ihracat

Program, büyümenin asıl olarak iç talepteki artışla (hem tüketim, hem de yatırım mallarına olan) sağlanacağını ileri sürüyor. Bu noktada bu denli baskılanmış işçi ücretleri ve diğer emek gelirleri ve böyle bir finansal istikrarsızlık ve belirsizlik ortamında bunun nasıl sağlanabileceği kuşkulu. Belli ki yine kredi-borçlandırma pompalamasına başvurulacak.

İhracatın ise büyümeye pozitif katkı vermeyi sürdüreceği vurgulanıyor. Hatırlayalım 10’uncu Kalkınma Planı’nda ihracat hedefi 2023 yılı için 500 milyar dolardı. Bu 11’nci Planda (2019) 227 milyar dolara düşürüldü. Son OVP’ de ise 242 milyar dolar olarak belirlendi. Yani son 7 yılda hedef yarıdan fazla düşürüldü. Alın size müthiş bir bilimsel (!) öngörü hikâyesi daha.

Dahası ihraca artışı , artık daha ziyade ucuz emek sömürüsünün yanı sıra asıl olarak kayıt dışı mülteci emeği ile ve Türk Lirasının dolar ve avro karşısında ciddi anlamda değer kaybetmesi ile yürüyor.

Bunu T.C. Merkez Bankası’nın açıkladığı Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi’nden (REK) görebilmek mümkün. Zira bu ay TÜFE bazlı REK 62,89’a; Birim İşgücü Bazlı REK (2020 yılı sonunda) 57,16’ya kadar geriledi. (5)

Hatırlatalım, REK ülkeler arasındaki göreli fiyat veya maliyet gelişimi hakkında bilgi içeriyor, dolayısıyla ekonomilerin rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden biri olarak kabul ediliyor.

Böylece bir ülkenin reel efektif döviz kuru endeksi 100’ün üzerine çıkıyorsa, o ülkenin ulusal parası diğer paralar karşısında değer kazanmaya, 100’ün altına düşüyorsa değer kaybetmeye başlıyor. Ya da ilkinde aşırı değerli, ikincisinde değersiz ulusal paradan söz ediliyor. Böyle olunca da, aşırı değerlenmiş ulusal para altında ihracat daha pahalı hale geldiğinden, ihracat beklendiği gibi artmıyor. REK’in 120 – 25 aralığına doğru hareketlenmesi durumunda ise TL aşırı değerleniyor. Bu durumda para politikası araçları kullanılarak TL’ye müdahale edilebiliyor. Endeks düştüğünde ise meselenin bir başka boyutu ortaya çıkıyor, ülkede üretilen ürünler çok ucuz fiyattan dışarıya satılıyor. Yani hem ülke ekonomisi ciddi bir kan kaybına uğruyor, hem emek daha fazla sömürülüyor, hem de doğa daha fazla tahrip ediliyor.

Nitekim geçen yıl 13 Ağustos’ta (6),  REK’in Türkiye’de hızla düşmekte olduğunu, ülkeyi yönetenlerin ileri sürdüklerinin aksine, düşük reel efektif kurun (yani TL’nin aşırı değer kaybetmesinin) Türkiye’nin ihracatı için rekabet artırıcı olmadığını, aksine bunun bir emperyalist sömürünü göstergesi olduğunu yazmıştık.

Kısaca, düşük kurlar aracılığıyla bir emperyalist sömürü ortaya çıkıyor. Küresel kapitalist sistemin işleyişine uygun olarak azgelişmiş ülkelerin emekçileri çok büyük bir sömürüye ve dolayısıyla da değer kaybına uğruyor. Emperyalist ülkelerin sermayedarları ise,  hem diğer ülkelerin işçilerinin emeğini, hem de doğal kaynaklarını gerçek değerinin çok altında fiyatlarla elde ediyorlar.

Böyle bir “eşitsiz değişim” altında azgelişmiş ülkeler (daha ucuz emek ve toprak, daha fazla mali teşvik, düşük vergileme sunmak anlamında) birbirleriyle yarıştırılıyorlar. Böylece değerinin çok altında fiyatlarla yaptıkları ihracat yüzünden bu ülkelerin halkları daha da yoksullaşırken, ekonomileri daha kırılgan ve krizlere yatkın bir hale geliyor.

İhracatta durum bu olmasına rağmen OVP’de “uluslararası arenada rekabet gücü yüksek sektörler desteklenecek” denilerek (7) kamu kaynaklarının, sanayi ve ihracatı teşvik adı altında bu sektörlere aktarmaya devam edileceğinin altı çiziliyor.

Ayrıca Tahvil Garanti Fonu oluşturularak reel sektör şirketlerinin tahvil ihracı kolaylaştırılacak. Yani devlet bir şekilde özel sektörün çıkardığı borçlanma senetlerine garantör olacak. Keza Hazine taşınmazlarının özel sektöre tahsisi hızlandırılarak özel sektöre kaynak aktarımı sürdürülecek.(8)

İşsizlik

Programın, çözümünü piyasalara havale ettiği diğer sorunlar; emekçilerin çok ciddi bir işsizlik, hayat pahalılığı, yoksulluk ve borçluluk altında eziliyor olması gibi sorunlar. Programda nasıl hesaplandığı anlaşılamayan salgın boyunca verildiği ileri sürülen 734 milyar TL’lik afaki bir mali desteğin dışında devletin bu sorunların çözümüne ilişkin üstlendiği somut bir görev ya da görev mevcut değil.

Zaten bu konular da hafife alınan bir yaklaşımla ele alınıyor. Örneğin programa göre, işsizlik oranı 2024 yılında dahi iki haneli olmaya devam edecek (resmi olarak yüzde 10,9 olacak). Bu veri güvenirliliği son derece tartışmalı TÜİK verisi. Gerçek işsizliğin bunun en az iki katı olduğunu biliyoruz. İstihdam oranı ise aynı yıl yüzde 50’nin altında kalacak (yüzde 47,8).

Günümüzde ‘Yükselen Ekonomi’ olarak (üstelik de şahlanmış olduğunun altı çizilen) dünyanın hiçbir ekonomisinde 3 yıl sonrasında dahi bu kadar yüksek bir işsizlik ve bu kadar düşük bir istihdam oranıyla karşılaşmak mümkün değil.

Enflasyon

Benzer bir durum enflasyon rakamları için geçerli. TÜİK tarafından açıklanan ama doğru olduğuna neredeyse kimsenin inanmadığı enflasyon rakamları söz konusu. Buna rağmen resmi enflasyon çok yüksek. Hali hazırda bu yüzde 19.25.

Programda bu yılın sonunda yüzde 16,2 olacak olan enflasyonun programın son yılı olan 2024’te yüzde 7,6’ya düşeceği ileri sürülüyor. Kalkınma Planı’nda bunun yüzde 5’e kadar çekileceği öngörülmüştü. Albayrak’ın YEP’inde ise bu yıl enflasyonun yüzde 8,0,  2022’de yüzde 6,0 ve 2023’te yüzde 4,9 olması bekleniyordu.  Kısaca hiçbir öngörü tutmadı, bundan böyle tutması da çok zor.

Gelişkin ekonomilerde yüzde 2-3’ün altında seyreden enflasyon 3 yıl sonra bile bizde bunun iki katından fazla olacaksa, üstelik enflasyondaki bu yarıya düşüş yüksek büyüme, yüksek cari açık ve yüksek kur öngörüleriyle (iktisat bilimi gereğince) hiç uyumlu değilse, buradan da bir başarı öyküsü çıkartabilmek ancak bizim yerli ve milli marifetimiz olabilir.

YEP’te ortalama dolar kuru 2021’de 1 dolar = 7,68 TL, 2022’de 7, 88 TL ve 2023’te ise 8,20 TL olarak tahmin edilmişti. Daha 2023 yılı görülmeden, bu yıl döviz kurunun 8,80 TL’ye kadar yükseldiğini hatırlayalım. Dolar şu sıralar 8.44 civarında seyrediyor. Bu yüzden de OVP’nin doların kurunu 2023’te 9,77 TL ve 2024’te 10,27 TL olarak öngörmesi son derece aşırı iyimser bir yaklaşım.

Kemer sıkma devam edecek

Programda “mali disiplinin sürdürüleceği”, bu yönde olmak üzere başta Merkezi Yönetim Bütçesi olmak üzere Genel Devlet Harcama ve Gelirlerinin GSYH içindeki paylarının bu 3 yıl boyunca aşamalı olarak azaltılacağı ve bütçe açığının da düşürüleceği ileri sürülüyor. Öyle ki Genel Devlet Açığı 2024 yılı sonunda yüzde 3,5’ten yüzde 2,6’ya kadar çekilecek.

Kamu maliyesi değişkenlerinde böyle bir küçülme finans sermayeye bir güven tazeleme olarak algılanırken (bunun nasıl sağlanabileceği bir yana), bunun emekçiler için ciddi bir kemer sıkma olduğu çok açık. Salgın ve kriz koşullarında aslında tersinin gerçekleşmesi ve kamu harcamaları ile ekonominin desteklenmesi beklenir.

Oysa bu programda faiz ödemeleri hız kesmeden devam ediyor. Öyle ki bu yıl 180 milyar TL civarında olması beklenen faiz ödemeleri 2024 yılının sonunda 320 milyar TL’nin üzerine çıkacak. Yani rantiyeye yapılacak ödemelerden her hangi bir tasarruf söz konusu olmayacak.

Keza Merkezi Yönetim Bütçesi harcamaları 2022’de yüzde 16 artarken Cumhurbaşkanlığı bütçesi yüzde 23, Diyanet İşleri Başkanlığı yüzde 60, İletişim Başkanlığı yüzde 92 dolayında artacak. Diyanet’in 2022 yılı bütçe başlangıç ödeneği 16 milyar TL, 2023 yılı hedefi 18,6 milyar TL ve 2024 yılı hedefi 20,7 milyar TL olarak belirlendi). (9)

Diğer taraftan, Orta Vadeli Program, sanki  Kovid-19 salgını hiç yaşanmamış gibi hazırlanmış zira programda bu salgından en çok etkilenen alanların başında gelen sağlık, eğitim ve istihdam alanlarına ilişkin dişe dokunur hiçbir önleme yer verilmiyor. İktidar bloku bu alanlarda kendini yeterince başarılı saydığı için olsa gerek, bu alanlara daha fazla kamu kaynağı aktarma ihtiyacı hissetmiyor. Bu nedenle de iktidarı sürdürebilmek için gerekli olan faaliyetlere kaynak aktarmayı sürdürecek gibi görünüyor.

Sonuç olarak, OVP bir yandan, mevcut iktidar blokunun ve üzerine yerleştiği “ahbap-çavuş-akraba” kapitalizminin tipik sınıfsal ve siyasal tercihlerine göre düzenlenmiş bir belge. Diğer yandan, bu yılki Merkezi Yönetim Bütçe hazırlıklarına çerçeve çizdiği için, çok önemli ama öz itibarıyla “ortaya vasat propaganda” belgesi olmanın ötesine geçemiyor.

Dip Notlar:

(⁎) Her şeyi bilen, her şeyi yapabilen, her yerde var olan

(1)    https://www.dunya.com/kose-yazisi/ovp-secim-surecinin-basladiginin-gostergesi (7 Eylül 2021).

(2)    2022-2024 Orta Vadeli Program, 4474 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı (5 Eylül 2021), s.22.

(3)      Agk, Tablo: 1.1, s. 25.

(4)    TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2021, https://data.tuik.gov.tr (1 Eylül 2021).

(5)    T.C. Merkez Bankası, https://www.tcmb.gov.tr (8 Eylül 2021).

(6)    https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/yuksek-kur-somuruyu-artiriyor (13 Ağustos 2021).

(7)      2022-2024 Orta Vadeli Program, s. 14.

(8)      Agk, s. 15, 21.

(9)    https://www.birgun.net/haber/bol-itirafli-orta-vadeli-temenni (7 Eylül 2021).