10 Kasım 2015 Salı

KĀR İÇİN ÜRETİM VE TÜKETİM KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE, BU DA KÜRESEL YOKSULLUĞUN ARTMASINA NEDEN OLUYOR!



KĀR İÇİN ÜRETİM VE TÜKETİM KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE, BU DA KÜRESEL YOKSULLUĞUN ARTMASINA NEDEN OLUYOR!

Mustafa Durmuş

10 Kasım 2015

Dünya Bankası’nın yeni bir raporu yayımlandı: “Şok Dalgalar: İklim Değişikliğinin Yoksulluk Üzerindeki Etkilerini Yönetmek” (Shock Waves : Managing the Impacts of Climate Change on Poverty,November 2015).

Bu raporda oldukça çarpıcı tespitler var. Bunlardan biri, 2030 yılına kadar küresel çapta gerçekleşecek iklim değişiklikleri sonucunda küresel çapta ilave 100 milyon insanın daha yoksullaşacağı. Sadece Hindistan’da 45 milyon insan daha tarımda yaşanacak üretim düşüşleri, verimsizlik ve artan hastalıklar nedeniyle yoksullaşacak.

Yani rapor spesifik olarak küresel iklim değişikliklerinin neden olduğu yoksulluk artışına dikkat çekiyor.

Raporun bazı detaylarına girmeden önce kapitalist sistemdeki yoksulluğun temel nedenlerine kısaca göz atmakta yarar var.

Yoksulluğa neden olan pek çok faktör mevcut. Örneğin OECD’ye göre yoksulluğun nedeni yetersiz iktisadi büyüme ya da büyümenin yavaşlaması.   

Yoksullaşmanın nedeninin iktisadi krizler olduğu da ileri sürülebilir. Krizin yoksulluğu daha da artırdığı verilerle de doğrulanmaktadır. Zira krizde işsizlik artarken, gelir dağılımı daha da bozuluyor.

Yoksulluğun bir diğer nedeni emperyalist sömürü. Bu hem azgelişmiş ülkelerdeki ucuz ve örgütsüz emeğin ve doğal kaynakların çok uluslu tekellerce sömürülmesi ve kârların royalty adı altında dışarı çıkartılması, hem de kredi faizleri, yüksek döviz kurları, vergi cennetlerine servetin kaçırılması ve arazi ve toprakların ele geçirilmesiyle gerçekleştiriliyor, bu da ülke halklarının daha da yoksullaşmasına neden oluyor.
 
Devletler uyguladıkları emek karşıtı bütçe, harcama ve vergi politikalarıyla yoksulluğun diğer bir nedeni oluyorlar. Devletler bunu,  sermayeye olan destekleri, sermaye vergilerinin indirilmesi ve emek karşıtı iş yasaları ve halkın ödediği vergilerin artırılması ve sosyal harcamaların kısılması şeklindeki kemer sıkma uygulamaları aracılığıyla yapıyorlar. Bu uygulamalar zenginlerin gücünü daha da artırırken halkları daha da yoksullaştırıyor. 

Yoksulluk, istihdam ve işsizlikle de, özellikle de güvencesiz istihdam ve kötü istihdam koşulları ile ilişkilendirilebilir. Ancak işsizlik ve yoksulluk birbiriyle yakından ilişkili iki olgu olsa da tek başına istihdam yoksulluğu önleyemiyor.

Yolsuzluklar bir diğer yoksulluk nedeni. 

Tüm bu nedenler aslında ana bir nedene bağlanabilir: İçinde yaşamakta olduğumuz kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileri. Asıl bu üretim tarzının nasıl ve hangi mekanizmalarla gelir dağılımı eşitsizliklerine, dolayısıyla da yoksulluğa neden olduğunun sorgulanması gerekir. Bu bağlamda kapitalist üretim tarzı içinde hem gelir bölüşümü eşitsizliği ve yoksulluk, hem de ekonomik krizler neden değil sonuç.    Bunların her biri kapitalizmin işleyiş mantığından kaynaklanıyor: Emek sömürüsü.
 
Gelelim rapora. Rapor, küresel ısınma başta olmak üzere bazı nedenlerle ortaya çıkan küresel iklim değişikliklerinin 2030 yılına kadar küresel yoksul sayısını artıracağını ileri sürüyor, ama beklendiği gibi küresel iklim değişikliklerinin ya da bunu da gerisindeki küresel ısınmanın nedenlerini sorgulamıyor. Bu çerçeve içinde de kâr amaçlı üretim ve tüketime dayalı kapitalist sistemin kaçınılmaz olarak emek kadar doğayı da tahrip ettiğini, nasıl ekolojik bozulmalara, felaket ve çöküşlere neden olduğunu gözden kaçırıyor.

Buna rağmen rapor kapitalizmin küresel iklim değişikliği-yoksulluk ilişkisi bağlamında teşhir edilmesine imkân sağlıyor.

Rapora göre, şu anda dünyanın en yoksul iki bölgesi olan Sahra Altı Afrika ve Güney Asya bölgeleri iklim değişikliğinin neden olacağı felaketlerden en fazla etkilenen bölgeler olacaklar.

Küresel iklim değişikliği en fazla, gelir, gıda, beslenme, istihdam, hayvan yemi ve ihracat gelirlerinin temel kaynağı anlamında yoksul ülkelerin temel üretim ve yaşam sektörü olan tarım sektörünü vuracak. 2030 yılına kadar mahsul verimliliği azaldığında, Sahra Altı Afrika’da gıda fiyatları % 12 yükselirken, bu gelişmeden gelirinin % 60’ını gıdaya ayırmak zorunda kalan en yoksullar en büyük zararı görecekler. Gıda eksikliği nedeniyle çocuk gelişimi % 23 oranında kötüleşecek.
2-3 derecelik bir küresel ısınma sıtma riskini % 5 artıracak, yani ilave 150 milyon insan daha sıtmaya yakalanacak. İshal vakaları artacak, su yetersizliği, su kıtlığı su kalitesini ve hijyen koşullarını kötüleştirecek. Tüm bunların sonucunda 2030 yılına kadar ishal gibi hastalıklardan 48.000 çocuk daha ölecek.

Thumbnail




31 Ekim 2015 Cumartesi

EKONOMİK TOPARLANMA VS. DÜŞÜK ÜCRET!



(Düşük ücretlerle ekonomide toparlanma sağlanamıyor).

Mustafa Durmuş

31 Ekim 2015

ABD Merkez Bankası Fed’in bu hafta yaptığı toplantının, piyasalar tarafından,  “Aralık’ta faiz artırımı yapılabileceği yönündeki sinyallerin daha da kuvvetlenmesi” olarak yorumlanması dahi ABD dolarının TL karşısında 3-4 puan kazanmasına ve kurun 2,93’e yükselmesine yetti.

Gerçekten de Aralık’ta beklenen faiz artırımı gerçekleşecek mi? Öyle olduğunda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen ekonomiler” statüsünde değerlendirilen ekonomileri daha kötü günler, yıllar bekliyor. Zira bunun ilk etkisi sermaye çıkışlarının hızlanması, döviz kurunun yükselmesi ve faiz oranlarının daha da artması biçiminde olacaktır ki, bu da örneğin Türkiye’de arz / maliyet yönlü enflasyonun % 10’un üzerine çıkması demektir. Böyle bir gelişimi değil 276 milletvekilli, 400 milletvekilli bir tek başına iktidar ve Başkanlık sistemi dahi tersine çeviremez.

Faiz artırımı konusunda daha temkinli olanlar da var. Örneğin CNBC’den Jeff Cox’a göre (Jeff Cox, Janet Yellen just got some pretty bad news, http://www.cnbc.com, 30 October 2015 ), Fed’in faiz artırma olasılığı Aralık’ta % 50 ise, yeni yılda % 59. Zira ABD ekonomisinde işler iyi gitmiyor. 3.Çeyrek büyümesi beklentinin çok altında geldi ve sadece % 1,5 oldu. Bunun yanı sıra ekonomik canlılığın en önemli göstergesi olarak da algılanan enflasyon artışı da beklendiği düzeyde değil. Çünkü ücret artışları çok yavaş, bu da özel tüketim harcamalarını yavaşlatıyor, böylece fiyatlar beklendiği gibi artmıyor, toparlanma da tökezliyor.

Nitekim Eylül’de ABD’de kişisel gelirlerde sadece binde 1’lik (% 0,1) bir artış oldu. Oysa beklenti bunun iki katı idi.  “Michigan Üniversitesi Tüketici Güven Endeksi” ise bu yılın en düşüğüne geriledi ve 90’da kaldı.

Ayrıca özel sektör işgücü maliyet artışı son üç ayda sadece binde 6 (% 0,6) oldu.  Bu yıllıkta sadece % 2 demektir ki, bu geçen yılın aynı dönemindeki artış olan % 2,2’nin altındadır. Bu da enflasyonun arz yönlü olarak yükselmesine de yardımcı olmayan bir durumdur.

Kısaca yazara göre, ücretlerdeki durgunluk Fed’in faiz artırımı konusunda bir kez daha frene basmasına neden olabilir. Çünkü Fed, tüketim harcamalarındaki artışın enflasyonun temel sürükleyicisi olduğunu düşünüyor. Yıllıkta sadece % 2,2’lik bir ücret artışı gerçekleşmiş görünüyor. Ücret baskısı böyle sürerse Fed’in faizleri Aralık’ta değiştirmesi mümkün olmayabilir.

Ücret artışlarındaki yavaşlama ciddi bir sorunsa sistem neden ücretlerin artmasına izin vermiyor? 

Öncelikle kapitalist sistemde ücretler ana akım iktisatçıların ileri sürdüğü gibi sadece emek gücü arz ve talebi tarafından belirlenmiyor. Asıl olarak, işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü, etkin bir toplu pazarlık sisteminin varlığı ve bunun kapsayıcılığı, siyasal iktidarların uyguladığı sosyal politikalar tarafından belirleniyor. Ama iktisat ders kitaplarında arz ve talepten daha fazlasını göremediğimiz için, özellikle de sınıfsal güç mücadeleleriner hiç yer verilmediği için, denge ücret düzeyinin emek gücü arz ve talebi ile belirlendiğine inandırılıyoruz.

Nitekim Uluslar arası Çalışma Örgütü’nün (ILO) geçen hafta yayımladığı raporda da belirtildiği gibi (ILO, Trends in collective bargaining coverage: stability, erosion or decline?, Issue Brief no. 1, http://www.ilo.org/global, October 2015),  2008-2013 döneminde 48 ülkede toplu pazarlık sisteminden yararlanan işçilerin sayısı % 4,6 azaldı ve sendikalaşma oranı % 2,3 düştü. ABD’de bu oran sadece % 11. Yani işçilerin sadece % 11’i toplu iş sözleşmesi sisteminden yararlanabiliyor ve bu ülkede sendikalaşma oranı da Avrupa’ya göre son derece düşük.

Bu veriler aslında durumu yeterince açıklıyor.  Bu kadar güçsüz sendikalar, kapsayıcı olmayan bir toplu pazarlık sistemi ve emek düşmanı ekonomi politikalarıyla ücretlerdeki artış ancak bu kadar olabiliyor. Bu da ekonominin durgunluktan çıkmasına yetmediği gibi, finansallaşma/borçlandırma üzerinden tüketimi artırma biçiminde sürdürülmesi mümkün olmayan bir kâr büyümesine yönelmesine, bu da oluşan bu borç balonlarının patlayarak sürekli olarak yeni finansal krizlerin doğmasına neden oluyor.

Bu bağlamda ABD’de kâr oranlarında da son dönemlerde bir düşme olduğunun altını çizmek gerekir. Roberts’e göre (Michael  Roberts, From crawl to crash?, https://thenextrecession.wordpress.com, 28 September 2015), ABD’de stok ve amortismanlar ve vergi sonrası kurum kârları geçen yaza göre binde 6 ( % 0,6) düştü. Dünya çapında kârlılıkta bir azalma görülürken, dünya 2016-2018 yıllarının birinde patlamak üzere çok uzun sürecek yeni bir kâr oranları azalması kaynaklı kriz yaşayacak.

Sorumuza tekrar dönersek, “sermaye neden emeğin payını minimumda tutuyor da kendi geleceğini dahi bu bağlamda riske atıyor?”

Bu sorunun yanıtını aslında 160 yıl önce Marx vermişti: “Kapitalizm sınıf mücadelesinin en yalınlaştığı bir toplum biçimidir ve artı değer sömürüsüne dayalı olarak ayakta kalır. Böyle bir toplumdaki sınıf mücadelesinin en somut biçimi işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki artı değer (kâr) üzerinden yürüyen mücadeledir. 

Sermayedarlar kârlarını artırmak için, sürekli el koydukları artı değeri büyütürken, ücretleri baskılarlar. İşçilerse buna karşılık örgütlü mücadeleleriyle ücretlerini artırmaya, böylece de sömürüyü azaltmaya çalışırlar. Ücret ve kâr ilişkisi, bileşik kaplar misali, birinin artması diğerinin azalmasıyla sonuçlanır. Bunu tek istisnası, 1945-1973 dönemindeki reel ücretlerin de kârların da paralel bir biçimde arttığı dönemdir. Bunun nedeni ise emek gücü verimliliklerinin bu dönemde çok hızlı artması, sosyalist düşüncenin ve işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksekliği karşısında sermayenin artan kârlarından bir kısmından taviz vermek zorunda kalmasıdır.

Bugün ise gelinen nokta da sadece ücretler durgunlaşmadı. Aynı zamanda emek gücü verimlilik artışı da yavaşladı, bu da kâr artışını ve ekonomik büyümeyi yavaşlatıyor. Böyle olunca da bunun bedeli sermaye sınıfının ve kapitalist devletin ücretleri baskılamasıyla işçi sınıfına ödettiriliyor. Bu da kaçınılmaz olarak krizdeki dünya ekonomisinin krizini daha da derinleştiriyor, sistemi artık sosyal demokrat-reformist yamalarla yamanamaz bir noktaya getiriyor. 

Yani bir yandan düşük ücret düzeyleri ekonomilerin durgunluktan çıkmasına engel olurken, diğer yandan doğası gereği kapitalistler emekten yana yeni bir bölüşüme, kârlarından fedakârlık (!)  yapmaya razı olmuyorlar.


TÜRKİYE TOPLUMU İYİ BİR YAŞAM SÜRÜYOR MU?




Mustafa Durmuş

30 Ekim 2015

1 Kasım Genel Seçimleri’ne sayılı saatler kala, 13 yıldır tek başına ülkeyi yöneten AKP’nin bu geçen sürede Türkiye insanının ekonomik yaşam standardını ne kadar ilerlettiği sorusu önem kazanıyor. Zira AKP seçim çalışmaları sırasında sıklıkla, insanlarımızın refah seviyesini ne kadar ilerlettiğinden, Türkiye toplumunu ne kadar iyi ve mutlu bir toplum haline getirdiğinden dem vuruyor ve kendileri dışındaki yerli, yabancı herkesin, tüm siyasal partilerin bunu çekemediğini ve bu yükselişi durdurmak için bir şer cephesi oluşturduğunu ileri sürüyor.

Demokrasi, barış, yaşam güvenliği, Orta Doğu batağı, IŞİD gibi konularla ilgili olarak yaşananlar, havuz medyasının gerçekleri çarpıtma gayretlerine rağmen aslında apaçık ortada. Bu nedenle de işin bu kısmına değinmeyeceğiz.  Ancak acaba ekonomik refah ve  mutluluk açısından gelinen nokta nedir? 

Gerçi bu ülkede yaşayanlar artık yüksek işsizlik ve yüksek enflasyona alışmaya başladılar. Gelir ve özellikle servet bölüşümü son derece adaletsiz, son derece kötü. Türkiye ekonomisinin bu 13 yılda yapısal sorunlarının daha da derinleştiğini ve krizlere karşı kırılganlığının arttığını ise kamu ve özel sektör dış borçlarının birkaç katına çıkmasından,  doların 3,00TL’yi bulmasından, yüksek faiz oranlarından, hane halkı borcunun milli gelir içindeki payının 10 kat büyüyerek % 60’lar yaklaşmasından biliyoruz.

Bu veriler ortada iken, bir avuç azınlığın dışında,  insanların iyi bir yaşam sürmesinden söz edilebilir mi? Bu sorunun yanıtını bizim de üyesi olduğumuz bir uluslar arası örgüt verdi. Uluslar arası Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) iyi bir yaşam sürmenin kriterlerini ya da iyi bir yaşamın göstergelerini birkaç gün önce yayımladığı bir raporunda (http://www.oecdbetterlifeindex.org) açıkladı. 

Örgüt bu çalışmasını kendi üyesi olan 34 ülke ile sınırlı tutuyor. Bu ülkeler arasında Türkiye de var. Toplamda 23 göstergeye ya da kritere bakılıyor ve bu kriterler 11 alanda toplanıyor. Bunların arasında; insanların elde ettikleri kazançların miktarı, konut maliyetleri, yaşam sürelerinin uzunluğu ve hatta çalışma saatlerinden geriye kalan zaman gibi çok çeşitli göstergeler var.

Rapora göre, genelde OECD ülkelerinin büyük bir kısmı bu göstergelere uygun olarak iyi bir yaşam sürüyor. Ancak ülkeler arasında büyük farklılıklar da mevcut. Örneğin Kuzey ülkelerinden Norveç’te insanlar çok iyi standartlarda bir yaşam sürerken, Türkiye ve Meksika’da insanların iyi bir yaşam sürmelerinden, buna bağlı olarak da mutlu olmalarından söz edebilmek mümkün değil.
Araştırmada her bir göstergeye bir puan ya da not veriliyor ve bu puanlar üye ülkelerin OECD ortalamasına göre standart sapmasını temsil ediyor.

Bu bağlamda OECD ortalaması “0” olarak belirlenmiş. Böylece “1’e yakın puanlar yüksek derecede iyi olma” halini, “-1’e yakın değerler ise kötü olma” halini gösteriyor.

ABD’’li bir araştırma şirketi olan PEW Research Center ise bu 23 göstergenin her birine eşit değerler vererek ülkeleri analiz etmiş (Jacob Poushter, Measuring the ‘good’ life around the world, http://www.pewresearch.org, 29 October  2015).  Buna göre Norveç ve İzlanda gibi Kuzey ülkeleri; istihdam olanakları, iş güvenliği, temiz hava ve temiz suya erişim gibi konularda sırasıyla; 0,74 ve 0,67 ile en iyi yaşam koşullarına sahip ülkelerin başını çekiyorlar. 

Buna karşılık listenin en kötüleri Meksika ve Türkiye. Sırasıyla Meksika’nın puanı – 1,48 ve Türkiye’nin puanı -1,27. Türkiye’nin kötü puanının başında insanların önemli bir kısmının haftada 50 saatten fazla çalışıyor olması ve sanitasyon gibi hizmetlere yeterince erişememesi (-3,34) geliyor. 

Türkiye’nin bazı göstergelere göre puanları ise şöyle sıralanıyor:

Finansal servet: -1,28
İstihdam imkânları : -2,28.
İş güvenliği: -1,43.
Çalışma saatlerinin uzunluğu: -3,82.
Sanitasyon hizmetleri: -3,32.
Kişi başına düşen oda sayısı: - 1,38.
Temiz havaya erişim:  -1,03.
Temiz suya erişim : - 2,18.
Yaşam süresi : -1,70.
15 yaş bilişsel yetenek : -1,31.
Eğitim başarısı: -2,64.
Yaşam tatmini: -1,27.
Türkiye genel puanı: -1,27.


27 Ekim 2015 Salı

‘DÜNYANIN DURUMU 2015’ RAPORU: KÜRESEL ÇAPTA TOPRAK GASPLARI SÜRÜYOR!



‘DÜNYANIN DURUMU 2015’ RAPORU: KÜRESEL ÇAPTA TOPRAK GASPLARI SÜRÜYOR!

Mustafa Durmuş

16 Ekim 2015

Küresel tarımsal kaynaklar azaldıkça, ekilebilir topraklar giderek tarım dışı amaçlar için kullanıldıkça ve tarımsal ürünler uluslar arası finansal spekülasyonun aracı haline getirildikçe, bazı büyük devletler ve çok uluslu şirketlerin az gelişmiş ülkelerdeki tarım arazilerini, büyük çaptaki satın almalar yoluyla, ele geçirme çabaları da hızlandı.

Linkte yer verilen ve bugünlerde yayımlanan bir rapora göre (State of the World 2015: Confronting Hidden Threats to Sustainability, www.worldwatch.org) 2000 yılından bu yana 36 milyon hektardan fazla bir toprak (Japonya büyüklüğünde) yabancılar tarafından, ağırlıklı olarak da tarımsal işletmecilik amaçlı olarak satın alındı. Hali hazırda 1,5 milyon hektarlık toprak pazarlığı ise devam ediyor.

Bu alımların yarısı bütünüyle tarımsal üretim amaçlı iken, dörtte biri orman-ağaç üretimi gibi diğer amaçları da içeriyor. 2005 yılından bu yana küresel gıda fiyatlarındaki artış ve ABD ve AB ülkelerindeki biyo- dizel üretimine olan talep nedeniyle bu tür toprak ele geçirmeleri hızla arttı. Kuşkusuz bu alımlarda yaşanan kuraklıkların da etkisi var.

En büyük toprak alımları Afrika’da (Kongo) ve Asya ülkelerinde (Endonezya) gerçekleşti. Şu ana kadar ülke bazındaki, en büyük alım 4 milyon hektar ile (ülkenin ekilebilir topraklarının % 8’ine denk) Papua Yeni Gine’de oldu.

Toprak ele geçirmeleri bir boyutuyla, küresel gıda üretiminin temelini oluşturan su, toprak ve iklim gibi faktörlerde yaşanan kötüleşme ile körükleniyor. Toprak erozyonu, tuzlanma gibi etkenler toprağın bozulmasına neden olurken, iklim değişiklikleri de 10 yılda bir hasatın % 0,2- 2 arasında azalmasına yol açıyor.

Diğer bir neden neo liberal dönemle birlikte ortaya çıkan hızlı finansallaşma ve finansın küreselleşmesi olgusu. Öyle ki 2008 krizinden sonra, hedge fonları ve büyük yatırım bankaları bazı temel mal piyasalarına, özellikle de zirai ürünlere yöneldiler. Bunun sonucunda dünya gıda tüketiminin % 75’ini oluşturan ve mısır, pirinç ve buğdaydan oluşan üç temel gıda maddesinin fiyatları adeta patladı. 1.5 yılda mısırın fiyatı % 93 artarken, bir ton pirincin fiyatı da 105 dolardan 1010 dolar fırladı. 2010 Eylül ayından bu yana öğütmelik buğdayın fiyatı ikiye katlanarak tonu 271 avroya ulaştı. Bu fiyat artışları spekülatörler için astronomik kâr, ama milyonlarca yoksul için ölüm anlamına geliyor.

Bu gelişmeler üzerine bu büyük fonlar ve diğer spekülatörler Güney yarım kürede tarım arazileri satın almaya başladılar. Dünya Bankası’na göre son yıllarda bu fonlar ve çok uluslu şirketler sadece Afrika’da milyonlarca hektarlık arazi satın aldılar.

Bu da küçük çiftçinin yok oluşunu hazırladı. Sadece Dünya Bankası değil, Afrika Kalkınma Bankası da bu toprak gasplarını finanse etti. Bunu meşrulaştırmak için “Afrika tarımsal üretiminin çok verimsiz ve düşük düzeyde olduğu” biçimindeki bir habis teori sundular. Oysa Afrika tarımının bu gerilik durumu bu kıtada yer alan ülkelerin ağır dış borç yüküyle boğuşur halde olmalarından kaynaklanıyor. Geçimlik tarıma yatırım yapacak kadar paraları ya da fonları yok. Bu nedenle de çözüm bu toprakları parası olan çok uluslulara devretmek olamaz. Afrika’nın ekilebilir topraklarının sadece % 3,8’i sulanabiliyor. 250,000’den az ekim hayvanı ve birkaç bin traktörleri var ve ne tohumları ne de mineral gübreleri var. Çözüm bu araçların köylülere sağlanmasından geçiyor.
ABD, Çin, Japon ve bazı AB devletleri ve çok uluslu şirketlerin sınır ötesi toprak alımları az gelişmiş ülkelerin halklarının gıda güvenliğini ve gıdaya erişim hakkını tehdit ediyor. Zira büyük toprak alımları söz konusu ülkelerdeki küçük üreticileri yok ediyor. Keza yoksul ülke halklarının su ve toprak kaynaklarından mahrum kalmasına ve bu kaynakların yerli işbirlikçileri ile birlikte yabancı devletler ya da çok uluslu şirketlerce ele geçirilmesine neden oluyor.

Gıdaya erişim hakkının baş düşmanı ise gıda piyasasını kontrol altında tutan 10 kadar özel kıtalar üstü şirket. Bu çok uluslular fiyatları belirliyor, stokları kontrol ediyor ve kapitalist düzende sadece parası olanlar bu gıdayı alabileceğinden, adeta kimin yaşayıp kimin öleceğini bu şirketler belirliyor. Örneğin çok uluslu gıda şirketlerinden ve Türkiye’de de önemli miktarda toprak alıp üretim yapan Cargill, küresel ticari öğütülecek buğday piyasasının % 26’sını kontrol ediyor.

IMF, DB ve DTÖ ise böyle şirketlerin önünü açan uluslar arası örgütler. Bu örgütler açlığın berbat bir şey olduğunu kabul etseler de, piyasalara müdahale etmenin adeta günah olduğuna inanıyorlar. Bu üçlü açlığın sadece total bir serbestleştirme ve özelleştirme ile ortadan kaldırılacağını fikrini yayıyor. Oysa son 20 yıldır dünyada sözü edilen bu serbestleştirme ve özelleştirmenin küresel açlık sorununu ortadan kaldırmadığı çok açık.