22 Kasım 2021 Pazartesi

Son faiz indiriminin nedenleri ve olası sonuçları

 

Son faiz indiriminin nedenleri ve olası sonuçları

Mustafa Durmuş

21 Kasım 2021


Siyasal iktidar kendi bekası için faiz indirimini sürdürmenin en doğru yol olduğuna inanıyor olsa gerek ki faiz oranları bu hafta bir kez daha (bu kez yüzde 16’dan 15’e) indirildi.

Artık kendini iyice dayatmaya başlayan bir erken seçim sürecine girildiğinden, fevkalade bir durum ortaya çıkmadıkça, Aralık’ta da indirimin devam etmesi beklenebilir.

Faiz indirimi kararı iktisadi değil, siyasi bir karar!

Yazıya siyasal iktidarla faiz indirimini doğrudan ilişkilendirerek başlamamızın haklı bir nedeni var.

Normal koşullarda, merkez bankalarının siyasal iktidardan bağımsız olduğu ülkelerde faiz oranlarıyla ilgili kararı merkez bankaları alır. Bu neo-liberal kapitalizmin bir gereği. Ancak ülkemizde işler böyle yürümüyor. Siyasal iktidar doğrudan bu tür kararlara müdahale edebiliyor. Nitekim son faiz indirimi kararından iki gün önce Cumhurbaşkanı indirimin gerekliliğini anlatan bir konuşma yaptı. Mesaj Merkez Bankasınca alındı ve gereği yapıldı.

Bu yüzden de, her ne kadar hiçbir siyasi karar ekonomideki gelişmelerin etkisinden bağımsız olamasa da, bu iktisadi bir karar gibi görünen son faiz indirimi kararı da tıpkı öncekiler gibi aslında siyasi bir karar. Bu kararın TCMB Para Politikası Kurulunca alınmış olması bu durumu değiştirmiyor.

Kısaca, faiz indirimi iktisadi gerekçelerle alınmış, ekonominin içinde bulunduğu durumun gerektirdiği bir karar değil. Öyle olsaydı faiz oranı indirilmez sabit tutulur, hatta yükselen enflasyon ve döviz kuru karşısında daha da yükseltilirdi.

Faiz indirimlerini sürdürmenin olası sonuçları

Bu indirimin muhtemel sonuçlarıyla devam edelim. Bunların başında kuşkusuz döviz kurunun yükselmeye devam etmesi geliyor.

•Döviz kuru yükselmeyi sürdürür

Nitekim kararın açıklanmasının ardından dolar kuru 11,11’i buldu, sonrasında 11.28’e kadar çıktı. Karar açıklanmadan hemen önce ise kur 10,50 civarındaydı. Yani faiz indirimi ile birlikte TL dolar karşısında yaklaşık 75 kuruş daha değer kaybetti.

•Enflasyon artmaya devam eder

İkinci sonuç enflasyonun daha da artması biçiminde olacak. Yani Aralık ayı enflasyonunun Kasım ayından daha yüksek çıkması kaçınılmaz zira döviz kurundaki her artış başta enerji maliyetleri olmak üzere üretim maliyetlerini de artırıyor.

Üstelik açıklanan son enflasyon verilerine göre Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) ile Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) arasındaki fark 25 puandan fazla. Yani üreticiler henüz kendi enflasyonlarını satış fiyatlarına yansıtabilmiş, tüketiciye aktarabilmiş değil. Bu yılın sonuna kadar bunun bir kısmı da yansıyınca enflasyonda bir patlama kaçınılmaz olacak.

•Dolarizasyon ve spekülasyon hızlanır

Üçüncü olarak, faiz, kur ve enflasyondaki bu gelişmeler tasarruf sahiplerinin dolara ve avroya daha da yönelmesiyle (dolarizasyon) sonuçlanacak. Öyle ki daha önce de olduğu gibi talimatla faiz oranlarını indiren kamu bankalarından ucuza TL cinsinden kredi alan bir kısım spekülatörler, bu paralarla döviz alacaklar. Enflasyondan korunma kaygısıyla hareket edenlerle beraber bu kesimlerin dövize yönelimleri dövizin kurunun daha da yükselmesiyle sonuçlanacak.

Döviz alım satımı sırasında bireylerden kimlik sorulması gibi uygulamaların dövize olan talebi azaltmayacağı da açık. Kurdaki yükseliş böyle devam ederse, iktidarın sermaye kontrolleri gibi daha sert uygulamaları gündeme getirmesi söz konusu olabilir. Bu da serbest-dalgalı kur rejimini esas alan neo-liberalizmin sermaye hareketlerinin serbestliği ilkesine ters bir uygulama olur, bir kez daha neo-liberalizmin bir diğer kutsalına karşı gelme anlamına gelir.

Yani 20 yıldır neo-liberal bir birikim stratejisi uygulamışken, merkez bankasının bağımsızlığını ortadan kaldırarak ve sermaye hareketlerine kısıtlar koyarak bu birikim stratejisini sürdürebilmek de, iktidarda kalabilmek de mümkün değil.

•Borç stokları büyür

Dördüncü olarak, borç stokları daha da artacak. Bu sadece özel sektörün vadesi gelen döviz cinsinden borçlarını geri ödeyebilmek için daha fazla borçlanması yüzünden olmayacak. Bu stok aynı zamanda dövizli borçların TL cinsinden değerleri üzerinden de artacak.

Nitekim Bu yılın Eylül ayı sonu itibarıyla ekonomideki toplam borç (kamu+özel; iç+dış) 9,2 trilyon TL’yi buluyordu. (1) Bu haliyle milli gelirin yüzde 150’sini aşan bir borç stoku büyüklüğünden söz ediyoruz. Bu stokun mevcut Partili Cumhurbaşkanlığı Rejiminin başlangıç yılı olan 2017 yılında sadece 4,3 trilyon TL olduğunun altını çizelim.

•Döviz krizi, finansal kriz ve devlet mali krizi riski artar

Faiz indiriminin ekonomiye makro etkilerinin sonuncusu; bunun bir döviz krizini, hatta döviz borcu yüksek olan şirketlerin olası iflasları nedeniyle, sistemik bir bankacılık krizini tetiklemesi biçiminde görülebilir. Buna bir de son zamanlarda Hazinenin iç borçlanmasını giderek daha çok döviz cinsinden yaptığı gerçeği eklendiğinde, kurdaki yükselişin bir devlet mali krizine neden olması da hayli mümkün.

•Halkın ıstırabı artar

Kuşkusuz faiz indiriminin asıl etkisi emekçilerin, sabit gelirlilerin kısaca halkın daha da yoksullaşması, gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da bozulması ve işsizliğin daha da artması biçiminde olacak. Önceki kur yükselişlerinin etkilerini dün yapılan benzin, motorin ve LPG fiyatlarındaki artışla sineye çekmek durumunda kalan halk, son faiz indirimi yüzünden ortaya çıkan kur artışlarının benzer etkilerini her şeye tepeden tırnağa yapılan zamlarda görecek. Bu da onun yoksulluğunu ve ıstırabını daha da artıracak.

Bile bile lades mi,  derinde yatan zorunluluklar mı?

Siyasal iktidarın bu sonuçları öngörmemesi mümkün değil. Bu nedenle de bugünlerde herkes şu sorunun yanıtını arıyor sanki: “Bunların yaşanacağı öngörülmesine rağmen, üstelik de iktidarın hızla taban kaybettiği bir anda, neden ısrarla faiz indirimine gidiliyor?”

Bazı çevreler bu durumu “bilim dışılık”, “akıl tutulması” gibi sözcüklerle açıklasa da bu açıklamalar yeterli değil. Siyasal iktidarı faiz indirimi politikasına zorlayan derindeki nedenleri bulup çıkartmamız gerekiyor.

“Faiz haramdır” sözü yeniden ön planda!

Bu nedenlerden biri iktidarın seslendiği tabanın önemli bir kısmının dini gerekçelerle faize karşı takındığı tutum. Üstelik siyasal iktidarın rengini son yıllarda sadece milliyetçilik değil, siyasal İslamcılık veriyor artık.

Bu yüzden de, örneğin 2013 yılına kadarki dönemlerinde iktidar asıl olarak ekonomide serbestlik, piyasacılık, yönetişim gibi neo-liberal söylemleri ön plana çıkartmışken, 2015 yılından bu yana söylemi giderek değiştirdi. Artık bir yandan çok daha sert, otoriter, baskıcı bir karaktere bürünmüşken, diğer yandan milliyetçi ve siyasal İslamcı söylemlere daha fazla başvuruyor.

Bu söylemlerin başında kuşkusuz “faizin günah olduğu” söylemi geliyor.  Son faiz indirimi kararından iki gün önce Cumhurbaşkanı da bunu açıkça vurguladı. Burada kuşkusuz AKP’den giderek artan kopmalar karşısında özellikle de mütedeyyin-dindar seçmeni konsolide etme çabası var.

Bu yüzden de faiz indirimi İslam’da çok önemli günahlardan biri olan faiz almaya ya da “faiz yemeye” (Bakara, Al-i İmran ve Nisa sureleri) karşı bir tavır almak olarak tabanın beğenisine sunuluyor.

Söylemle eylem arasındaki tutarsızlık!

Diğer taraftan bu konuda ciddi bir tutarsızlık da söz konusu. Çünkü şu anda faizden beyan yoluyla vergi alınmadığı gibi, gelir vergisi stopajı da iyice düşürüldü.

Öncelikle GVK Geçici 67’nci Maddesi uyarınca; Hazine bonosu-devlet tahvillerinden elde edilen faiz ve borsa kazançlarından gelir vergisi stopajı sıfır oranında yapılıyor, yani fiilen vergi alınmıyor.  Dahası Ekim 2020’den bu yana, bankalardaki TL cinsinden mevduatlara uygulanan stopaj desteği, süresi bir kez daha olmak üzere, bu yılın sonuna kadar uzatıldı. Buna göre vadesiz hesaplar ile altı aya kadar vadeli hesaplarda indirimli oran yüzde 5, bir yıla kadar vadeli hesaplarda yüzde 3 olarak uygulanıp buna göre vergi alınırken, bir yıldan uzun vadeli hesaplardan hiç gelir vergisi alınmayacak (sıfır stopaj). 

Bir örnek vermek gerekirse, bir zenginin bankadaki 10 milyon liralık mevduatı eğer bir yıldan uzun vadeli ise bundan elde edeceği yüzbinlerce lira tutarındaki faizden hiç gelir vergisi vergi alınmayacak.

İkinci olarak şu anda gelişkin ekonomilerindeki faiz oranları sıfıra yakın, hatta negatif. Böyle bir dönemde bile Türkiye dünyada en yüksek faizle borçlanabilen ülkelerin arasında yer alıyor. Yani faiz oranlarının dünyada çok düşük olduğu bir anda Türkiye’deki faizlerin bu denli yüksek olması ciddi bir çelişki.

O halde ülkenin bu duruma nasıl getirildiğinin ve bundan kimlerin sorumlu olduğunun öncelikli olarak sorgulanması gerekiyor.  Bu sadece ülkenin risk priminin yüksekliği ya da ülkeye olan güvenin zayıflığı ile açıklanabilecek bir konu değil. Bu aynı zamanda ülkenin giderek daha fazla borçlanmaya başvurmak durumunda kalmasıyla ilgili de bir durum.

Yani bir ülke ne kadar çok borçlanma ihtiyacı duyuyor ve borç için piyasaya çıkıyorsa, o kadar yüksek faiz oranlarıyla karşılaşabiliyor. Bu da faiz faturasının şişmesiyle sonuçlanıyor. Nitekim 2022 yılı MYB Teklifine göre, Türkiye bu yıl 180 milyar TL, gelecek yıl 240 milyar TL ve 2024 yılında 320 milyar TL faiz ödeyecek.

Vergi almak yerine borç almak yüksek faizin nedeni

Ülkenin daha fazla borçlanmasının bir nedeni iktidar blokunun sermayeden yeterince vergi almak istememesi, böylece ortaya çıkan bütçe açığını borçlanma ile kapatma yoluna gitmesi. Yani siyasal iktidar bir süredir sermayeyi vergilendirmek yerine ondan borç alarak, böylece ona yüksek faiz oranlarından kaynak aktarmayı sürdürüyor. Bu da iktidarın faizle mücadelesi konusundaki samimiyetini bir kez daha sorgulatıyor.

Yüksek güvenlik harcaması yüksek faizin nedeni

Borçlanmanın bir diğer nedeni ise bazı harcamaların ciddi biçimde artıyor olması. Bunların başında güvenlik harcamaları adı da verilen askeri harcamalar ve iç güvenlik-kamu düzeni harcamaları geliyor. Önümüzdeki yıl sadece Merkezi Yönetim Bütçesinden bu harcamalar için ayrılacak kaynağın tutarı 246 milyar TL’yi buluyor.

Bu tür harcamaların yüksekliği kaçınılmaz olarak yeni borçlanmaların ve daha yüksek ve fazla faiz ödenmesinin de önünü açıyor. Yani bu denli askeri harcama yapıldığında ve bunun vergisi de sermayeden alınmadığında (tam tersine sermayeye yüzlerce milyar liralık vergi teşviki verildiğinde), kaçınılmaz olarak borçlanmaya başvuruluyor. Bu da borçlanma faiz oranının yükselmesiyle sonuçlanıyor. 

Kısaca, askeri harcamalar ya da militarist harcamalar daha fazla borçlanmanın ve daha yüksek faiz oranlarının önünü açıyor. Ne kadar çok askeri harcama, o kadar çok borçlanma ve faiz ödemesi demek oluyor.

İktidar Bloku inşaat-emlak sektörüne düşük faiz desteği vererek sınıfsal çıkarını da, iktidarını da korumayı amaçlıyor

Diğer taraftan, yüksek enflasyon ve bu nedenle de fiilen negatif reel faiz olgusunun varlığına rağmen faizleri indirmenin sınıfsal bir karşılığı var.

Çünkü faiz indirimi bir yandan emlak, inşaat sektöründeki müteahhitleri ve bankaları memnun ederken, diğer yandan bunun neden olduğu döviz kuru artışları, ödemesini devletten dövize endeksli olarak alan KOİ müteahhitlerini ve ihracatçıları durduk yerde zengin ediyor.

Diğer yandan, açlık sınırının dahi altında belirlenen asgari ücret, gerçekte yüzde 40’lara dayanmış olan enflasyon ve 10 milyona yakın işsizin ve derin yoksulluğun varlığı yetmiyormuş gibi, doğal gaz, elektrik, petrol gibi ürünlere sıklıkla yapılan doğrudan ya da dolaylı zamlar halkı daha da yoksullaştırıyor.

Bu durum da ister istemez akıllara, siyasal iktidarın kurun yükselişi ya da enflasyonun tırmanması ile gerçekte bir sorununun olmadığı, bunun bir tür sermaye çevreleri lehine yeniden bölüşüm politikası aracı ve genel bir mülksüzleştirme projesi olarak sürdürülen bir strateji olduğu düşüncesini pekiştiriyor. Ya da faiz indirimlerinin sosyal sınıflar arasındaki savaşın aktif bir aracı olarak kullanılıyor olduğu tezini güçlendiriyor.

İktidar Bloku seçime gidilirken faiz indirimleri ile ekonomiyi canlandırmak, büyütmek istiyor

Faiz indirimlerinin durgunluktaki, özellikle de genel seçimler öncesindeki, bir ekonomiyi canlandırmada en etkili para politikası aracı olduğu görüşü iktisatçılar tarafından genellikle kabul edilen bir görüş.  Zira düşük faizlerin hem tüketimi, hem de yatırımı canlandırdığına inanılıyor.

Ancak enflasyon ve döviz kurunun bu denli yüksek, dolarizasyonun tehlikeli boyutlara ulaştığı bizim gibi ekonomilerde, faiz oranlarını düşürerek bu canlanmayı sağlayabilmek mümkün olamayacağı gibi, mevcut sorunların daha da büyümesi ve ekonominin ciddi bir finansal krize girmesi hayli muhtemel.

Çünkü alınan siyasal bir kararla düşürülen faiz oranı merkez bankasının politika faizi oranı. Oysa piyasada çok çeşitli faiz oranları hüküm sürüyor. MB faiz oranının bu farklı piyasa faiz oranlarını nasıl etkileyeceği konusu da belirsiz.

Öyle ki Merkez Bankası’nın faiz indiriminin bir yıldan uzun vadeli piyasa faiz oranlarını düşürme gücü çok zayıf. Kaldı ki bireysel tüketim konusunda etkili olabilecek olan ihtiyaç kredilerinin faizlerinde kayda değer bir düşüş de yaşanmıyor. Ayrıca artan işsizlik nedeniyle borçları çok fazla artan insanların faiz oranları düştü diye tüketimlerini artırmaları da beklenmemeli. Tüm bunlar dikkate alındığında faiz oranlarının düşürülmesi ile özel tüketim harcamalarının ciddi bir biçimde artmasını, böylece ekonominin tüketim yönlü olarak hızlı büyümesini beklemek pek gerçekçi olmaz. Emlak ve gayrimenkul alımları konusunda da bir belirsizlik söz konusu zira kredi maliyetleri düşse dahi, artan döviz kuru nedeniyle inşaat üretim maliyetleri arttığından faiz indirimi bu sektörde beklenen canlılığı sağlayamayabilir. (2)

Yatırım harcamaları açısından da benzer bir durum söz konusu. Özellikle de kamu bankaları devreye sokularak siyasi talimatla ticari kredilerde bir indirim söz konusu. Bu belki yüksek borçluluk düzeylerindeki işletmelere biraz nefes aldırabilir ama bu indirimler yeni yatırımların yapılmasını sağlamaz.

Zira bir yandan yatırımcının gelecekle ilgili beklentileri belirsiz ve ekonomi yönetimine karşı ciddi bir güven yitimi söz konusu. Diğer yandan yükselen enflasyon ve döviz kuru nedeniyle üretim maliyetleri ciddi bir biçimde artıyor. Yani sadece finansman maliyetlerinin düşmesi kâr oranlarını artırmaya yetmeyecek, bu da yeni yatırımların yapılmasını caydırarak ekonomide beklenen canlanma ya da büyümenin ortaya çıkışını önleyecektir.

Kredilendirme otoriterleşmeyi güçlendirmek, kitleleri ve borçlu şirketleri biat ettirmek için mi kullanılıyor?

Faiz indirimleriyle birlikte gelen kredi artışı, özellikle de 2014 yılından bu yana ekonomiyi olduğu kadar, toplumu da yönetmenin bir aracı olarak, daha doğrusu otoriterleşmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Öyle ki borçlu bireyler ve şirketler finansal istikrarın sürdürülebilmesi, böylece borçlarını geri ödemede sorun yaşamamak için iktidara destek vermek durumunda kalıyor.

Nitekim iktidar daha önce sıklıkla kullandığı KGF destekli kredileri Kovid-19 salgını sırasında uyguladığı kredi genişletme politikasıyla daha da destekledi. Öyle ki Salgından bu yılın Ağustos ayına kadar kullandırılan ve ertelenen toplam kredi miktarı 458,3 milyar TL’yi buldu. (3)

Kısaca, salgın günlerinde dahi, ücret-gelir artışı veya gelir desteği sağlamak yerine,  kredilendirme yoluyla borçlandırarak geniş kitleleri biat ettirme politikası, iktidar blokunun sürdürdüğü  otoriterleşme stratejisinin iktisadi ayaklarından biri olarak işlev görüyor.

“Düşük faiz-yüksek enflasyon-yüksek kur stratejisi” altında ekonomi kalıcı bir biçimde büyütülebilir mi?

Son olarak, siyasal iktidar şapkadan yeni bir tavşan çıkartmaya hazırlanıyor. 2003-2008 ve 2009-2013 dönemlerindeki bol küresel likidite imkanlarıyla uyguladığı “düşük faiz- düşük enflasyon –değerli TL” stratejisinin ile sağladığı ekonomik büyümeyi, bu kez farklı bir versiyon altında bir kez daha sağlayabileceğine, böylece de iktidarda kalabileceğine inanıyor.

Bu seferki stratejisini iki aşamalı olarak hayata geçirmeyi planlıyor. İlk aşamada “düşük faiz-yüksek kurun” hem içerde canlanmayı sağlayacağı, hem de ihracatı artıracağı düşünülüyor. İkinci aşamada ise “yüksek ihracatın kuru aşağıya çekeceğine ve bunun da enflasyonu düşüreceğine” inanılıyor. Bu arada “ithal ikameci yeni yatırımlar ve sektörlerle cari açığın azaltılarak”, dolayısıyla da dövize olan ihtiyacın azaltılarak döviz kurunun ve enflasyonun daha da düşürülebileceği umut ediliyor.

Ancak böyle bir strateji pratikte uygulanabilir olsa dahi, öncelikle 18-24 ay gibi kısa bir sürede beklenen sonucu vermez. Yani yaklaşan seçimler dikkate alındığında, siyasal iktidarın elde etmeyi umduğu sonuçları elde etmeye yetecek kadar zamanı yok. Elbette savaş gibi gerekçelerle seçimler ertelenirse durum farklılaşabilir ki son teskerenin iki yıllık olarak düzenlenmesi bu yolun da açık olduğunun bir işareti olarak görülmeli.

İkincisi ve belki daha da önemlisi, AKP’nin ilk dönemleri olan 2003-2008 ve 2009-2013 dönemleri faiz indirimlerinin gerçekleştirilebilmesi açısından son derece uygun dış koşulların (bol küresel likidite) olduğu yıllardı. O yıllarda FED ve ECB başta olmak üzere tüm gelişkin ekonomilerin merkez bankaları hem düşük faiz politikası, hem de trilyonlarca doları bulan miktarsal ve parasal kolaylaştırma politikaları uyguluyorlardı.

Oysa bugün içinden geçtiğimiz dönem o dönemlerden oldukça farklı. Özellikle de Kovid-19 sonrası devasa biçimde artan kamu borç stokları ve hızla yükselen enflasyon tüm dünyada parasal sıkılaştırmaya ve faiz oranlarının yükseltilmesine gidilmesini zorunlu kılıyor. Dolayısıyla da neredeyse tüm ülkeler bu yönde adımlar atıyor.

Yani dolar ve avronun faizi giderek yükselirken TL’nin faizini sürekli olarak düşürebilmek iktisadi olarak mümkün de değil, anlamlı da değil. Hele ki onlarca yıldır yapısal olarak yabancı sermayeye ve sıcak paraya mahkûm hale getirilmiş bir ekonomi için bu yola başvurulması ateşle oynamak demek. Çünkü bu ani yabancı sermaye girişi duruşlarına ve hızlı kaçışlarına neden olur ki bu da ertelenmekte olan finansal krizin artık patlak vermesiyle sonuçlanır.

Bu gerçeklere rağmen iktidar bloku tıpkı “faiz sebep enflasyon sonuç” takıntısında olduğu gibi, bu yeni sözde ekonomik stratejiyi uygularsa ne olur?

Bu en iyisinden, Marx’ın bir olayın tarihte iki kez görülebileceğini anlatırken dediği gibi, “ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olur”. İlkinin, yani faizin sebep enflasyonun sonuç olduğu takıntısının neden olduğu trajediyi hala yaşıyoruz. İkincisi, yani düşük faiz- yüksek kur- yüksek ihracatı anlatan komedi kısmı ise bize uygun bir şekilde, daha ziyade trajikomik bir biçimde gerçekleşir.

Dip notlar:

(1)    T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Merkezi Yönetim Borç Stoku ve Brüt Dış Borç Stoku verileri, https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri;  Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Aylık Bankacılık Sektörü verileri, https://www.bddk.org. tr (18 Kasım 2021).

(2)    https://ozgurorhangazi.com/faiz-doviz-meselesi-2-dusuk-faiz-yuksek-kur-ise-yarar-mi (15 Kasım 2021).

(3)    https://haber.sol.org.tr/yazar/akpnin-sosyal-devleti (16 Kasım 2021).

 

 

 


15 Kasım 2021 Pazartesi

Demokratik katılımcı bir halk bütçesine ihtiyacımız var

 

Demokratik katılımcı bir halk bütçesine ihtiyacımız var

Mustafa Durmuş

15 Kasım 2021


2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi, ülkede ekonomik krizin iyice derinleştiği, işsizliğin, yoksulluğun ve gelir dağılımı adaletsizliğinin hızla arttığı, bu durumun da toplumsal muhalefetin yükselmesine ve iktidar blokunu oluşturan partilerde hızlı bir oy kaybına neden olduğu bir dönemde TBMM Plan ve  Bütçe Komisyonu’nda görüşülüyor.

Ekonomik krizle birlikte iktidar blokunun krizi de derinleşiyor 

İktidar blokunun ısrarla uyguladığı, inşaat- emlak sektöründe yaratılan rantları korumaya ve büyütmeye dönük faiz indirimi politikasının sadece çok yüksek bir işsizliğe (8 milyon) ve yüzde 45 gibi tarihsel olarak düşük bir istihdama değil, aynı zamanda yüzde 40’ı aşan yüksek bir enflasyona, dolar kurunun 10 liraya çıkmasına ve derin bir yoksulluğa neden olduğu artık net olarak görülüyor.

Bu denli vahim bir ekonomik tablo altında iktidar bloku, tabanındaki çözülmeyi durdurabilmek için bir yandan popülizme sarılıyor ve şu ana kadar yaptığı bazı vergi düzenlemelerinde olduğu gibi 850 bin küçük esnaftan vergi almaktan vazgeçiyor. Medyası aracılığıyla 3600 Gösterge konusunu çözecekleri ve bu yıl daha yüksek bir asgari ücret zammı verecekleri haberlerini yayıyor.

Diğer yandan da,  tarihimize benzer iktidarların hep yaptığı gibi, başta sol, demokratik muhalefet olmak üzere, toplumsal muhalefet üzerindeki baskısını iyice artırıyor. Nitekim hali hazırda HDP’nin kapatılma davası sürerken, CHP’nin de kapatılabileceğine dair, korku iklimi yaratmaya hizmet eden haber ve yorumlar devreye sokuluyor. Ayrıca yenilenen ve ilk kez iki yıla çıkartılan teskere ile sınır ötesi yeni büyük operasyon planları yapılıyor.

Tüm bunların demokratik muhalefeti bastırarak, artık iyice olgunlaşmaya ve toplumsal bir talep haline gelmeye başlayan bir erken genel seçim atmosferini dağıtmak için yapıldığı söylenebilir. Ancak bu gelişmelerin ülkedeki ekonomik krizi daha da derinleştireceği de, iktidar blokunun tabanını iyice eriterek onu daha da zayıflatacağı ve mevcut bloku çatlatacağı da çok net ortada.

Bu tespitlerden hareketle bu yılki bütçe değerlendirmelerini dönemi etkileyen bu gelişmeleri dikkate alarak yapmak, yani bütçenin sadece teknik açıdan analizi ile sınırlı kalmamak gerekiyor. Kısaca bütçeye bakışımız iktisadi olduğu kadar politik de olmak zorunda.

Bütçe çok önemli bir siyasi, hukuki,  iktisadi ve yönetsel belge

Çünkü bütçe sırasıyla:

• Siyasal iktidarlara ve devletin tüm kurumlarına, yapacağı harcamalar ve toplayacağı vergi gelirleri açısından yasallık-meşruiyet kazandırıyor.

•Egemen - yöneten sınıfların en önemli ekonomi ve maliye politikası ve sermaye ve servetin yeniden üretimi ve gelirin yeniden bölüşümünün aracı olarak işlev görüyor.

•Ülkedeki rejimin ve siyasal iktidarların demokratik ve sosyal hak ve özgürlükler konusundaki duruşunun en önemli göstergesi.

•Önümüzdeki yıl için 1,7 trilyon TL’den fazla bir harcamanın yapılmasına ve 1,5 trilyon TL’ye yakın bir verginin tahsilatına izin verdiğinden, sosyal sınıflar arasındaki kavganın en önemli alanlarının başında geliyor.

Özetle, bütçe bir kanun, bir politik belge olduğu kadar, hem harcamalar, hem vergiler, hem de borçlanma boyutlarıyla ekonominin bütünü ve toplumsal sınıf ve kesimler üzerinde çok önemli etkilere neden olacak nitelikte bir siyaset aracı.

Bütçenin demokratik denetimi her zamankinden daha fazla gerekli

Doğallıkla, böyle ciddi toplumsal etkilere sahip bulunan, bu büyüklükte bir iktisadi kaynağın nasıl kullanılacağına ilişkin olarak toplumun bütününün rızasının alınması ve bu kaynağın kullanımının her aşamada sıkı bir biçimde denetlenebilmesi lazım.

Ayrıca, üretenlerin, değeri yaratanların, yani işçilerin, emekçilerin, halkın ve vergi mükelleflerinin, özcesi bu ülkede yaşayan herkesin, doğrudan ya da dolaylı mekanizmalar aracılığıyla ödedikleri vergilerin nerelere harcandığını (ya da harcanmadığını) bilmeleri ve bunu denetleyebilmeleri en doğal hakları. Bu denetim bütçenin hazırlanması, uygulanması ve sonuçlandırılması sırasında yani bütün bir bütçe sürecinde yapılabilmeli.

İşte tam da bu ihtiyaçtan ötürü, bir ülkede halkın ne için, ne kadar vergi ödediğinden, bu vergilerin hangi kamu harcamalarına nasıl harcandığından, ne için ve ne kadar borç alındığından haberdar olması ve bu araçları denetleyip yönlendirebilmesi tüm dünyada yüzlerce yıldır “Bütçe Hakkı” olarak anılıyor.

‘Bütçe Hakkı’ demokrasi ve barışın temelini oluşturuyor

Bütçe hakkının kökleri 13’ncü yüzyıla kadar gidiyor. Öyle ki 1215 yılında Britanya’da Kral ile yerelin temsilcileri arasında imzalanan Magna Carta Anlaşması ile ilk kez kralın vergi toplama ve harcama yetkileri, ağırlıkla dönemin yerel egemenlerinden oluşan bir Meclisin onayına bağlı kılınarak kısıtlandı. Çünkü toplanan vergilerin çoğu krala giderken, azı yerel egemenlerde (Lord, Dük gibi) kalıyordu. Bu yerel egemenler vergi gelirlerini artırmak için daha fazla vergi salmaya kalktıklarında ise vergi yükü altında bunalmış olan halkla karşı karşıya kalıyordu. (1) Magna Carta ile başlayan bu süreçteki kazanımlar günümüze kadar kurumsallaştı ve burjuva demokrasilerinin olmazsa olmazı haline geldi.

Magna Carta aynı zamanda (vergileri kontrol ederek- dolaylı bir biçimde)  kralın savaş çıkartma yetkilerini de kısıtladığından barışın da ilk belgelerinden biri sayılıyor. Çünkü barış daha fazla vergiye olan ihtiyacı azaltıyor.  Bu bağlamda bütçe hakkına sahip çıkmak sadece demokrasiye değil, barışa da sahip çıkmaktır.

Bütçe hakkı zedelenmiyor, yok ediliyor!

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da (siyasal iktidarın bütçe hakkına bakışını ortaya koyan bir biçimde), Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi, TBMM’ye eksik sunuldu. Öyle ki kanun teklifinin ekinde olması gereken ve bütçesinin asıl gövdesini oluşturan ekli cetveller teklifle beraber değil, gecikmeli olarak iletildi. 

Geçen yıl da, ilk defa uygulanacak olan Performans Esaslı Program Bütçe kamu idarelerinin hazırlık yapmasına fırsat verilmeden, Meclis’e sunulduğu tarihten sadece bir hafta önce bu kurumlara ve ilgili bakanlıklara gönderilmişti.

Dahası 2017 yılında geçilen Partili Cumhurbaşkanlığı rejimi altında devlet bütçesi artık Cumhurbaşkanlığı Sarayındaki dar kadro tarafından hazırlanarak Meclis’in onayına sunuluyor. Meclis’in yapısı dikkate alındığında, bu bütçe teklifinin bırakın reddedilmesi, ciddi-eleştirel bir biçimde görüşülmesi dahi mümkün olamıyor artık.

Kısaca, doğrudan- demokratik katılımcı bir bütçe yapılabilmesi olanağını bir kenara bırakalım, artık temsili bir demokrasideki bütçe hakkı dahi kullanılamaz oldu.

2022 bütçesi kurumsallaştırılmaya çalışılan otoriter-totaliter rejimin bütçesi

Böylece artık bütçe hakkının zedelenmesinden değil, bütünüyle ortadan kaldırılmasından söz etmek daha doğru olabilir. Bu durum da giderek kurumsallaştırılmaya çalışılan siyasal İslamcı-otoriter rejimin en belirgin özelliklerinden birini oluşturuyor.

Bunu daha iyi anlatabilmek için tek bir örnek vermek yeterli olur. Öyle ki bütçedeki tüm harcama ödeneklerinin oluşturulmasına ve nerelere tahsis edileceğine, alınacak (ya da alınmayacak)  vergilerin hangileri olduğuna ve miktarına, yapılacak borçlanmaların miktarı ve niteliğine, kurumlar arasındaki irili-ufaklı tüm ödenek aktarmalarının yapılmasına tek bir kişi (Cumhurbaşkanı) karar veriyor. Dahası bu yetkiyi kendisinden başka kimin kullanacağını da yine kendisi belirliyor.

Bu bağlamda yaşadığımız bu süreçte, bütçe hakkının bütünüyle ortadan kaldırılması durumuyla demokrasi mücadelesi bir arada düşünülmeli ve bütçe hakkının savunulması demokrasi ve barış mücadelesinin önemli bir ayağı olarak kabul edilmeli. Parlamentodaki bütçe görüşmeleri sırasında sözler bunun üzerine kurulmalı, parlamento dışı muhalefet örgütlenmesinin odak noktalarından biri de bu gerçek olmalı.

1,7 trilyon TL’lik bir kaynak tahsisi yapılacak

Şimdi biraz bütçenin teknik boyutlarına odaklanalım. 2022 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifinde yer aldığı üzere; merkezi yönetim bütçe giderleri 1,751 trilyon TL olarak belirlendi. Bu milli gelirin ancak yüzde 22,2’sini oluşturuyor.

Niteliğine bağlı olarak çok büyük bir kamu sektörünün varlığı eleştirilebilir. Ancak, bu oranın yüzde 22 gibi düşük bir düzeyde olması, özellikle de kriz ve Kovid-19 salgını gibi ciddi salgın dönemlerinde, sosyal devletin bir bütün olarak ortadan kaldırıldığının ve iktidarın krizi ve salgını yok saydığının da bir göstergesi.

Merkezi yönetim bütçesi net toplam geliri ise 1,473 trilyon TL olarak belirlenmiş. Böylece bütçe açığının 278 milyar TL (ve faiz dışı açığın 38 milyar TL) olması bekleniyor.  Bu noktada bütçe açığı üzerine birkaç şey söylemek gerekiyor.

Halkın bütçesi değil, bir kemer sıkma bütçesi

Bilindiği gibi siyasal iktidar mali disipline sadık kalarak, bütçe açığını en azda tutmakla övünüyor. Bu çerçevede bu yıl yüzde 3,5 olan bütçe açığının önümüzdeki yıl da yüzde 3,5’te kalması ve 2024 yılı sonunda yüzde 2,9’a düşürülmesi hedefleniyor. (2)

Bunun anlamı daha az harcama yapıp, daha fazla vergi alınacağı biçimindeki politikanın sürdürüleceğidir. Siyasal iktidar sermayeden vergi almayı tercih etmediği için bu vergileri (ya da diğer kamu gelirlerini) ağırlıklı olarak halktan toplayacaktır. Nitekim son zamanlarda gerek elektrik, doğal gaz fiyatlarına, gerekse de benzin, motorin, LPG ve alkollü içkiden alınan vergilere yapılan zamlar bunun bir kanıtı. Bu yüzden de bu bütçeyi halktan yana değil, halka daha fazla kemer sıktıran bir bütçe olarak nitelendirmek daha doğru olur.

Oysa hem derin ekonomik krizler, hem de yaşamakta olduğumuz böyle büyük salgın dönemlerinde bütçe disiplini değil, halkın sağlığı ve refahı ön planda tutulmalıdır.

Siyasal iktidar ise her ikisinin varlığını da kabul etmediğinden ya da kabul etmek istemediğinden, böyle zamanlarda ekonomiye ve halka daha fazla destek verilmesi, bunun için de devlet bütçesinin cömert olması gerektiği gibi temel bir iktisat politikası gerçekliğini de reddediyor. Diğer yandan sermayeden alınmayan vergiler ve sermayeye verilen desteklerdeki cömertliği aslında iktidarın bu tercihinin bilinçli bir sınıfsal tercih olduğunu gösteriyor.

Kaynaklar devletin rutin işlerini sürdürmeye ve faize

Kamu harcamalarının ekonomik sınıflandırmasına göre gelecek yıl da bütçe ödenekleri içinde en büyük payı sırasıyla; cari transferler, personel giderleri ve faiz giderleri alacak.

Teklifte (3) cari transferler için toplam 657 milyar TL ödenek öngörülüyor. Bunun 290 milyar TL’si sosyal güvenlik sistemine yapılacak transferlerden oluşuyor. Bu arada sadece 149 milyar TL tüm yerel yönetimlere ve yine sadece 26 milyar TL tarımsal destekleme olarak çiftçiye verilecek. Çeşitli fonlara ayrılan miktar ise 47 milyar TL.

İkinci büyük kalem olan personel giderleri için 425 milyar TL + 69 milyar TL (SGK devlet primi) olmak üzere toplam 494 milyar TL ayrılıyor. Uzun zamandır üniformalı istihdama (asker, polis, bekçi, korucu, güvenlik görevlisi gibi) yönelen siyasal iktidar kamu kaynaklarının önemli bir kısmını da bu kesim için ayırmış görünüyor.

“Faizi sevmeyen” ama faize eğitimden, sağlıktan daha fazla pay ayıran bir iktidar

Üçüncü büyük ödeme ise 240 milyar TL’yi aşan faiz ödemesi olacak (bu yıl 180 milyar TL olan faiz ödemelerinin, 2023’te 291 milyar TL’ye ve 2024’te 320 milyar TL’ye yükselmesi bekleniyor). Böylece faiz ödemesi toplam giderlerin yaklaşık yüzde 14’ü ya da toplam vergilerin yüzde 19’u büyüklüğünde olacak. Yani toplanan her 100 TL’lik verginin 19 TL’si faize gidecek.

Buna karşılık bütçeden eğitime ayrılan pay yüzde 12; sağlığa ayrılan pay yüzde 6,3; yoksullukla mücadele için ayrılan pay yüzde 2,8 ve engelliler için ayrılan pay yüzde 1,4 ile sınırlı kalacak. (4)

Devlet ayrıca piyasadan 128 milyar TL’lik mal ve hizmet alımı yaparak sermaye kesimine destek olacak.

En büyük pay yine güvenlik ve kamu düzeni harcamalarına

Bütçe harcamaları işlevsel dağılım açısından ele alındığında, başta askeri harcamalar olmak üzere en büyük payın güvenlik ve kamu düzenini sağlayamaya dönük olduğu ileri sürülen harcamalar için ayrıldığı görülüyor.

2022 yılı için ayrılan böyle harcamaların tutarı 246,4 milyar TL’yi buluyor.(5) Ancak bunun içine “askeri- sanayi karması” olarak da adlandırılan ve son yıllarda siyasal iktidarın adeta bir tür lider ürün veya lider sektör olarak gördüğü savunma sanayi alanı ve bu alanda faaliyet gösteren beş büyük şirketin gelirlerinin/yatırımlarının ve Savunma Sanayi Destekleme Fonu için ayrılan kaynağın dâhil edilmediğinin altını çizelim.

Bunlar da dâhil edildiğinde güvenlik için ayrılan toplam kaynağın 350 milyar TL’yi bulurken, bütçenin toplam ödeneklerine oranı yüzde 20’yi aşıyor. Böylece eğitim başta olmak üzere birçok alana ayrılan kaynaktan çok daha fazlasının bu alana ayrıldığı ortaya çıkıyor.

DİB bütçesi rejime rıza üretmek için kullanılıyor

Mevcut siyasal rejimin iyice belirginleşen karakterini ortaya çıkartan bir gösterge de Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan kaynağın büyüklüğü. Bu yıl yaklaşık 13 milyar TL olan kurumun ödeneği seneye (yüzde 23’lük bir artışla) 16 milyar TL’nin üzerinde olacak.

Son zamanlarda siyasal iktidarın yanındaki görünürlüğü iyice belirginleşen, tek bir mezhebin ve bu doğrultudaki dini cemaatlerin kontrolünde olduğu ileri sürülen bu kuruma ayrılan bütçe birçok bakanlığa ayrılan toplam bütçeden fazla. Dahası kurumun bütçesi toplam kamusal yükseköğretim hizmetine (129 kamu üniversitesi ve YÖK) ayrılan bütçenin de (57,7 milyar TL)  neredeyse yüzde 28’i kadar. (6)

Vergi yükünün halkın sırtında kalmasına devam

Bütçenin gelirler tarafında ise toplam vergi gelirlerinin 1, 258 trilyon TL olması hedefleniyor. Bunun 257 milyar TL’si Gelir Vergisinden, 172 milyar TL’si Kurumlar Vergisinden, 415 milyar TL’si Katma Değer Vergisinden, 219 milyar TL’si ise Özel Tüketim Vergisinden karşılanacak. Bunlara ilave olarak 44 milyar TL Harç,  34 milyar TL Damga Vergisi,  34 milyar BSMV ve 25 milyar TL Motorlu Taşıtlar Vergisi alınacak.

Kısaca gelenek devam edecek ve yine vergilerin en az üçte ikisi dolaylı vergi biçiminde doğrudan halktan alınacak.

“Vergi harcaması”: Sermayeye yapılan kıyağın kibarca adlandırılması

Siyasal iktidarın bir süredir sermayeyi vergilendirmekten giderek vazgeçtiğini biliyoruz. Örneğin en son 7388 Sayılı Kanun ile yaptığı düzenlemelerin sonucunda iktidar net olarak 3 milyar 173 milyon vergiyi almaktan vazgeçti.

2022 yılı Bütçesinde ise deyim yerindeyse buna tüy diktirecek düzenlemeler var. Bunların başında “vergi harcamaları” geliyor. Öyle ki bu ad altında, bazı temel vergi kanunlarında yer verilen vergi muafiyet, istisna ve indirimlerle 2022 yılında 336 milyar TL, 2023’te 385 milyar TL ve 2024’te 437 milyar TL verginin alınmasından vazgeçiliyor. İçinde bulunduğumuz yıl olan 2021 yılı için bu rakamın 231 milyar TL olarak belirlendiği hatırlanırsa bu tür vergi teşviklerinde yüzde 45’ten fazla bir artışın olacağı anlaşılıyor.

Vergi harcaması olarak anılan bu teşviklerin sadece yaklaşık 54 milyar TL’si yani yalnızca yüzde 16’sı işçilerin yararlandığı Asgari Geçim İndirimi (AGİ) biçiminde olabilecek. Ancak AGİ’ye uygulamada büyük ölçüde patronların el koyduğu yani bunun işçiye bir imkân olarak yansıtılmadığı da bir gerçek.

Vergi harcamalarının neden olduğu sorun bunula da sınırlı değil. Öyle ki:

•Vergi harcaması hedeflenen bütçe açığının yüzde 121’i büyüklüğünde olacak (yani bu vergiler toplansa bütçe açık değil, fazla verir).

•Vergi harcaması tutarı toplam vergi gelirlerinin yüzde 27’sini oluşturuyor. Yani devlet topladığı 100 TL’lik vergi kadar 27 TL’lik vergi toplamaktan vazgeçiyor.

• Devlet gelecek yıl sermayeden alacağı 172 milyar TL tutarındaki Kurumlar Vergisinin 1,6 katından fazlası vergi gelirinden (282 milyar TL) vazgeçiyor.

•AGİ olarak işçilere ödendiği ileri sürülen miktarın 54 milyar TL olduğu dikkate alınırsa, sermayeye sağlanan vergi teşvikinin işçiye sağlananın altı katından fazla olduğu açık.

Diğer yandan bu yıl yüksek bir zam yapılacağı ileri sürülen asgari ücretin vergi dışı bırakılmasının devlete maliyeti sermayeden alınmayan verginin neden olduğu maliyetin çok altında. Öyle ki asgari ücretliden 456 TL’si vergi ve 27 TL’si fon kesintisi olmak üzere aylık 483 TL- 635 TL (ayına göre farklılaşıyor) ve yılda toplam 6,424 TL Gelir Vergisi alınıyor (SGK primi ve İşsizlik Sigortası Fonu kesintisi hariç). (7)

Kısaca, resmi verilere göre ülkede 5 milyon civarında asgari ücretli var. Böyle olunca bunlardan yılda tahsil edilen Gelir Vergisi miktarı 32,1 milyar TL’yi buluyor. Bu tutar vergi harcamaları olarak vazgeçilen verginin onda birinden bile az. Buna rağmen devlet yıllardır asgari ücreti vergilemekten bir türlü vazgeçmiyor.

Vergi alma, borç al!

Bu durum da, işçiyi, emekçi halkı vergilendirmekten bir türlü vazgeçmeyen iktidarın sermaye söz konusu olduğunda onu vergilemektense, bütçe açığı vererek ve bu açığı borçlanma yoluyla kapatarak, bu borçlanmayı da sermayeden yaparak bu kesimlere kaynak aktarmayı sürdüreceğini gösteriyor.

Özetle sadece vergilerin değil, kamu harcamalarının ve borçlanmanın yani bir bütün olarak bütçenin halkın demokratik denetimden uzak bir biçimde hazırlanması ve uygulanması işçi sınıfının ürettiği artı değerden alınan vergilerden oluşan kaynağın hem sermaye kesimi için, hem toplumsal olarak faydalı olmayan faaliyetler için, hem doğayı tahrip eden, hem de militarizmi yükselten harcamalar için kullanılmasıyla sonuçlanıyor.

Bu durum ülkeyi sadece demokratik ve sosyal göstergeler açısından listenin en altlarına doğru itmiyor, aynı zamanda böyle büyüklükteki bir ‘ Küresel Yolsuzluk Endeksi’nde olduğu gibi geçen yıla göre 9 puan birden gerileterek 110’ncu sıradan 119’uncu sıraya düşürüyor. (8)

Sonuç: Katılımcı demokrasi için katılımcı bütçe

2022 yılı bütçesi de daha öncekilerden farklı değil. Öz itibariyle iktidar blokunun siyasal tercihlerini yansıtan ve onun sırtını dayadığı sosyal sınıflar ve diğer kesimlerin çıkarlarını korumayı ve geliştirmeyi hedefleyen bir bütçe.

Özellikle de 2017 yılından itibaren bu bütçe, devlet planlama örgütü ve bakanlıklar gibi parlamenter rejimin bürokrasisinden ziyade Saray’daki dar bir kadro tarafından hazırlandığı için, kısıtlı da olsa demokratik olma özelliğini bütünüyle yitirmiş, bütçe hakkını tamamen ortadan kaldırmış bir siyasal-ekonomik belge görünümünde.

Bu bütçe ne ekonomik krizi, ne de salgının varlığını kabul eden bir bakışla hazırlanmadığı için, toplumun en acil sorunları olan salgının neden olduğu sağlık ve eğitimde yaşanan sorunlara da, ekolojik sorunlara da, işsizlik, enflasyon-hayat pahalılığı, yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği gibi diğer ekonomik ve sosyal sorunlara da her hangi bir gerçekçi çözüm sunmuyor.

Bu bütçe doğanın kâr için tahrip edildiğini, kadınların, gençlerin, engellilerin, ötekileştirilen halkların, kimliklerin ve inanç gruplarının ezilmişliklerini de reddediyor, bu nedenle de doğa için de, bu kesimler için de hakiki bir çözüm getirmekten çok uzak bir bütçe.

Böyle bir bütçenin alternatifi ‘Demokratik Bir Halk Bütçesi’dir. Nasıl ki artık bugün sadece kapitalizmi mevcut krizinden çıkartıp onu yeni krizlere hazırlamak gibi bir kısır döngüye mahkûm olmak istemiyorsak, aksine uzun vadede krizsiz, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumu kurabilmek için bugünden “Demokratik Bir Geçiş Toplumunu” ve buna uygun bir “Demokratik Ekonomiyi” yaratmak istiyorsak, bunun bütçesini de şimdiden tasarlamamız ve bunu hayata geçirilebilmek için mücadele etmemiz gerekiyor.

Böyle bir alternatif bütçe büyük resimde amaçladığımız katılımcı-çoğulcu demokrasiye ve demokratik ekonomiye uygun bir demokratik bütçe olmalı, bunun için de bütçe hazırlığına yukarıdan, tek merkezden değil, aşağıdan, yerelden başlanılmalıdır.

İlke olarak böyle bir bütçe ile sermaye kesiminin, zengin seçkinlerin ya da egemen kimliklerin çıkarları gözetilmemelidir. Aksine bütçenin kaynakları asıl olarak, yerinden-yerelden demokratik yollarla belirlenen işçi sınıfının, emekçi halkların ve diğer ezilen kimliklerin ve doğanın ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılmalıdır.

Ayrıca bu bütçe mevcut kanun ve düzenlemelerin ufkunu aşarak insan haklarına ve özgürlüklere, doğaya saygılı olmalı, savaşı değil barışı hedeflemelidir.   

Böyle bir bütçenin halkçılığı ve katılımcılığı, toplumun her kesiminin bu sürece doğrudan ve/veya örgütleri ile aktif katılımının sağlanması, bu kesimlerin sözlerinin dinlenmesi ve bütçe uygulamalarının bu kesimlerce denetlenmesiyle gerçekleşebilir.

Bu çerçevede başta işçi sınıfının ekonomik-demokratik örgütleri olan sendikalar olmak üzere, demokratik işçi kooperatifleri, demokratik meslek örgütleri, tüketici kooperatifleri, yereldeki halk meclisleri, komünler, kadın örgütleri, farklı inanç örgütleri, gençlik örgütleri ve engelliler doğrudan ya da örgütleri aracılığıyla böyle bir  katılımcı bütçe hazırlama sürecine mutlaka karar alıcılar  olarak katılmalıdır.

Dip notlar:

(1)  Richard Murphy, The Joy of Tax, Corgi Books, 2016, s. 19-20.

(2)  2022 Yılı Bütçe Gerekçesi, Ekim 2021, s. 83.

(3)  Agr., s. 80-81.

(4)  Agr., s. 121.

(5)  Agr., s. 119..

(6)  Agr., s.94,  96.

(7)  https://www.verginet.net/dtt/1/asgari-ucret.aspx (14 Kasım 2021).

(8)  https://risk-indexes.com/global-corruption-index, 2021 (12 November 2021).

 

 


8 Kasım 2021 Pazartesi

‘Küresel iklim finansmanı’ iklim yıkımını durdurabilir mi? (İklim yıkımı ile mücadele COP26 toplantılarına sığmaz (2)

 

‘Küresel iklim finansmanı’ iklim yıkımını durdurabilir mi?

Mustafa Durmuş

8 Kasım 2021


Devam etmekte olan Glasgow COP26 İklim Konferansında asıl olarak iki konunun görüşüldüğünü hatırlatarak başlayalım. Sırasıyla:

(i)) Küresel ısınmadaki artışı 1,5 °C’den (tercihen)  fazla olmayacak şekilde tutabilmek için, ülkelerin “net sıfır” emisyonu hedefleyen karbon kesintilerine ilişkin taahhütlerinin güncellenmesi.

(ii) Bu stratejinin finansman ayağı olarak, azgelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinin etkilerini yumuşatma ve yenilenebilir çevreci teknolojilere uyum sağlayabilmeleri için oluşturulan yıllık 100 milyar dolarlık İklim Finansmanı Fonu’na işlerlik kazandırmak.

Bu çerçevede, toplantılar başladığından beri, küresel medya kanalları hem “net sıfır” emisyon hedefine varabilmek için uzlaşma sağlandığı, hem de bunun için gerekli olan finansman fonunun oluşturulmasında gelişkin ülkelerin üzerlerine düşeni yapacaklarına dair taahhütlerini sürdürdüklerine dair haberleri sürekli gündemde tutuyor.

Ancak gerçek durum tam olarak öyle değil…

İlk konu ile ilgili olarak, bir önceki yazımızda, “net sıfır” söyleminin aslında bir aldatmaca olduğunu, hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini, asıl ihtiyacımız olanın “gerçek sıfır” emisyon olduğunu, bunun için de derhal başta fosil yakıt üretimi olmak üzere sera gazı emisyonuna neden olan faaliyetlerin durdurulması gerektiğini vurgulamıştık.

Toplantılar başladığından beri 100’den fazla ülke,  bir kez daha, atmosferdeki karbon emisyonunu azaltmak, böylece de “net sıfır” hedefin tutturulmasını sağlayabilmek için, 2030 yılına kadar ormansızlaşmayı durdurmak ve yeni orman alanları oluşturmak konusunda bir kez daha taahhütte bulundu.

Söz vermek kolay, tutmak zor! 

Ancak, daha önce de örneğin New York'ta düzenlenen 2014 BM İklim Değişikliği Zirvesinde de 2020 yılına kadar ormansızlaşmayı yarıya indirme sözü verilmişti ama bunun tam tersine bir biçimde o tarihten bu yana ormansızlaştırma yüzde 41 arttı.(1)

Bu yıl Hindistan, ilk kez olmak üzere, 2070 yılına kadar emisyonlarını sıfırlama taahhüdünde bulundu. ABD Devlet Başkanı Joe Biden küresel metan emisyonlarını 2020 seviyelerine göre yüzde 30 oranında sınırlamaya yönelik yeni düzenleyici önlemler dışında konferansa büyük ölçüde eli boş geldi. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise, ülkesinin iklim planlarını ilerletmeyen, ancak “daha zengin ülkeleri düşük gelirli ülkelere yardım etmek için daha fazlasını yapmaya” çağıran yazılı bir açıklamada bulunmakla yetindi.(2)

Bu sözlerin verilmesi kolay, bu yüzden de siyaseten herkes vaatte bulunabiliyor ama bunlar yerine getirilmesi zor sözler. Zaten sadece sokaktaki COP26 protestocuları değil, aslında bu sözleri verenler de bunların büyük bir kısmının yerine getirilmeyeceğini çok iyi biliyorlar.

Küresel ısınmaya ilişkin önlem alma konusunda geç kalındı

Asıl korkutucu olan iklim değişikliğinin hali hazırdaki boyutunun büyüklüğü. Bir bilimsel çalışmaya göre, Glasgow COP26’da verilen tüm sözler tutulsa dahi küresel ısınma sanayi öncesi düzeyin 1,9 ℃ üzerinde kalacak. (3)

Geçen ay Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından yayınlanan bir rapor, ülkeler tarafından hâlihazırda açıklanan iklim taahhütlerinin dünyayı yüzyılın sonuna kadar 2,7°C’lik ısınmaya doğru bir yola sokacağını öngörüyor. (4)  Buna göre, bu yüzyılda ısınmayı 1,5°C’nin altında tutmak için, dünyanın önümüzdeki 8 yıl içinde yıllık sera gazı emisyonlarını yarıya indirmesi gerekiyor ki bu hayal bile edilemez bir durum.

Daha da kötüsü, son IPCC raporunun yazarlarının çoğunluğu (214 bilim insanı) çok daha karamsar zira küresel ısınmanın bir krize dönüştüğünü düşünüyorlar. Bu yazarlar gezegenin geleceği konusunda oldukça endişeliler, feci değişikliklerin bizleri beklediğine inanıyorlar.

Nature Bilim Dergisi’nce yapılan bir ankete katılan bu yazarların yaklaşık yüzde 60’ına göre, sanayileşme öncesi koşulları ile karşılaştırıldığında, yüzyılın sonuna kadar dünya en az 3°C ısınacak. Küresel ısınmanın 3°C’yi bulması; her yıl çok büyük sıcak hava dalgalarının ortaya çıkma ihtimalinin yüzde 75 artacağı ve su taşkınları, sel riskinin iki katına çıkacağı anlamına geliyor. (5)

Küresel iklim finansmanı ne durumda?                              

Zirvenin ikinci önemli konusu olan iklim finansmanı ise aslında 11 yıl önce karara bağlanmıştı. Öyle ki 2009 yılında zengin ülkeler iklim değişikliği nedeniyle azgelişmiş ülkelerin uğradıkları kayıplarını telafi etmelerine yardımcı olacak, onların yeni çevreci teknolojilere uyarlanmalarını sağlayacak “iklim finansmanı” olarak da bilinen ve 2020 yılına kadar yıllık 100 milyar dolarlık bir Yeşil Karbon Fonu (GCH) kurulmasına karar verdiler. 

Diğer taraftan, UNCTAD azgelişmiş ülkelerdeki yıllık iklim uyum maliyetlerinin 2030’da 300 milyar dolara, emisyon azaltma hedeflerine uyulmaması halinde ise, 2050’ye kadar 500 milyar dolara ulaşabileceğini,  şu ana kadar sağlanan finansmanınsa 2030 rakamının dörtte birinden dahi az olduğunu ve özel finansman kanallarının bu açığı kapatamayacağını ileri sürüyor. (6)

Bir başka araştırmaya göre, 2018 yılında iklim finansmanı kapsamında kamu ve özel finansman olmak üzere küresel çapta toplam 546 milyar dolarlık bir yatırım yapıldığı, bunun yüzde 49’unun özel, yüzde 41’inin kamu kaynaklarından geldiği, ancak bu finansmanın yüzde 92’sinin (500 milyar dolar) iklim değişikliğinin etkilerini yumuşatmaya (emisyon azaltmaya-mitigation) dönük ve  yalnızca yüzde 2’sinin uyarlanma (12 milyar dolar) için harcandığı tahmin ediliyor. (7)

Öte yandan, Kovid-19 salgını sonrasında G20 ülkeleri tarafından enerji üreten veya enerji tüketen projeler için taahhüt edilen 657 milyar doların (sadece kamu parası biçimindeki) 296 milyar doları, fosil yakıt sektörünü desteklemek için verildi. Bu temiz enerjiyi desteklemek için ayrılan miktardan (228 milyar dolar) neredeyse üçte bir oranında daha fazla. (8)

Bu durum küresel egemenlerin, iklim zirvelerinde farklı şeyler söylerken, pratikte emisyona neden olan fosil yakıt sektörünü desteklemeye  devam ettiklerini ve gelecekte de devam edeceklerini gösteriyor.

Devletlerin elleri ceplerine gitmiyor

Devletlerin İklim Finansman Fonu’na sağladıkları finansman miktarı hem fosil yakıt sektörüne verilen desteğe göre düşük, hem de resmi taahhütlerinin gerisinde kaldı.

Bu finansman 2016 yılında 58,5 milyar dolar, 2017’de 71,1 milyar dolar, 2018-2019’da 78,3 milyar dolar ve 2020’de 79,5 milyar dolar olarak gerçekleşti. Bu miktarın 2022’de 88,3 milyar dolara, 2023’te 97 milyar dolara, 2024’te 106,3 milyar dolara ve 2025 yılında 112 milyar dolara çıkması umuluyor. (9)

Kısaca, genel olarak gelişkin ülkelerin devletleri tam olarak sözlerinde durmadılar. Bu sözü sadece İsveç, Norveç ve Almanya ile sınırlı üç ülke yerine getirdi. En fazla sera gazı emisyonuna neden olan ABD’nin verdiği söz ile sağladığı finansman arasında milyarlarca dolarlık bir açık mevcut. (10)

Ayrıca 2016 yılında olduğu gibi, sağlanan yaklaşık 60 milyar dolarlık finansmanın yarısından fazlası normal kredi ve benzeri diğer finansman biçimlerinden oluşuyor. Yani finansman katkılarının çok küçük bir kısmı hibe (karşılıksız yardım) olarak azgelişmiş ülkelere veriliyor. 

Bu durum da kaçınılmaz olarak, hali hazırda salgının derinleştirdiği dış borç sorunu ile boğuşmakta olan azgelişmiş ülkelerin dış borç stoklarını daha da artırıyor, onları bir dış borç krizine doğru sürüklüyor. 

OXFAM’dan çarpıcı rapor: Hibe en fazla beşte bir !

Uluslararası gönüllü yardım kuruluş OXFAM’ın bir raporunda (11); OECD verilerine göre iklim finansmanı için kullanılan kaynak miktarının 2015-2016 yıllarında yılda 44,5 milyar dolardan 2017-2018’de 59 milyar dolara çıktığı belirtiliyor. Ancak kuruma göre bu rakamlar gerçeği yansıtmıyor.

İklim yardımına özgün net, gerçek rakamlar yukarıdaki yıllarda sırasıyla; yılda 15-19 milyar dolar ve 19-22,5 milyar dolar ancak olabildi. Dahası bu yardımların karşılıksız yardım (hibe) kısmı ilk dönem için sadece 11 milyar dolar iken, ikinci dönem için 12,5 milyar dolar oldu. Yani iklime özel hibelerin gerçek düzeyi, açıklanan iklim finansmanı rakamlarının yaklaşık sadece beşte biri civarında.

Diğer yandan iyi koşullu krediler ve diğer yardım niteliğinde olmayan aktarmalar 18,5 milyar dolardan 22 milyar dolara yükselebildi. Toplam miktardaki artışın asıl kaynaklandığı kredilerse normal borç biçimindeki (imtiyazsız) krediler oldu. Bunlar yılda 13,5 milyar dolardan 24 milyar dolara çıktı. Yardımların yüzde 20,5’i çok az gelişmiş ülkelere ve yüzde 3’ü küçük ada devletlerine gitti. Ancak bu yardımların da çoğunluğu (ada devletlerine gidenin hemen hemen yarısı) imtiyazsız kredi-borç biçimindeydi. Keza bu yardım projelerinin sadece üçte biri toplumsal cinsiyet eşitliğini dikkate alırken, çok azı yerel düzeyde harcanmak üzere verildi.(12)

‘Uyum kredisi’nden ziyade emisyon azaltma kredisi

Çoğunluk finansman desteği ülkelerin iklim değişikliğine uyum sağlamaları için (adaptasyon) verilmekten ziyade emisyonların azaltılmasına (yumuşatma) yönelik olduğundan, uyum için ayrılan fonlar sınırlı kaldı. Örneğin, 2019 yılı toplam finansmanının yalnızca yaklaşık yüzde 25'i uyum çabalarını desteklemek için kullanıldı. Sağlanan finansmanın yüzde 66’lık kısmı iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılmasıyla ilgiliydi.  (13)

Çok Taraflı Kalkınma Bankaları’nca sağlanan finansman

Küresel çaptaki kalkınma bankaları da iklim finansmanında rol alıyor. Bu örgütlerin sağladıkları iklim finansmanı konusunda hazırlanan bir rapora göre; böyle kurumlarca 2020 yılında tüm ülkelere sağlanan toplam iklim finansmanın miktarı 66 milyar dolar.

Bunun 38 milyar doları azgelişmiş ve orta gelirli ülkelere, 28 milyar doları ise gelişkin ülkelere verildi. Azgelişmiş ülkelere yönelik finansman paketinin yüzde 69’u yatırım kredilerinden, buna karşılık sadece yüzde 8,6’sı hibelerden oluşuyor. Toplam destek içinde uyum için sağlanan finansman 16,11 milyar dolar. Ancak bunun da yüzde 64’ü yatırım kredisi, yüzde 12’si hibe şeklinde verildi. Uyum finansmanının en büyük kısmı yani 4,2 milyar doları (yüzde 26’sı) enerji, ulaştırma ve diğer çevresel alt yapı inşası için verildi. (14)

Uluslararası finans kapital krizi fırsata çevirmek istiyor

Azgelişmiş ülkelere yönelik iklim finansmanının çoğunluğu uyum sağlamaya dönük olarak verilmiş gibi görünse de, bunun çok büyük bir kısmının faiziyle birlikte geri ödenmesi gereken normal kredilerden oluşması bir başka gerçeğe dikkat çekiyor.

Öyle ki bu krediler iklim krizi ile ilgili uyum politikalarında kullanılmaktan ziyade, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki sermaye fazlalarının krediler biçiminde azgelişmiş ülkelere aktarılarak getirisinin düşmesini önlemeye dönük bir bildik bir sermaye ihracı yolu olarak kullanılıyor. Bu durumun azgelişmiş ülkelerin borç stoklarını daha da artırması ise kaçınılmaz olacak.

Nitekim Glasgow Financial Alliance for Net Zero/ Gfanz) adlı 45 ülkede faaliyette bulunan 450’den fazla banka, sigorta şirketi ve varlık yöneticisinden oluşan bir özel finansman fonunun sözde net sıfıra geçişe yardımcı olmak için, önümüzdeki 30 yıl içinde 100-130 trilyon dolar kadar finansman sağlamayı hedeflemiş olması (15), küresel finans kapitalin aşırı sermaye birikimini kârlı bir biçimde eritebilmek için iklim krizini önemli bir fırsat olarak kullanmak istediğini gösteriyor.

İklim finansmanı ve yolsuzluklar

İklim finansmanı, ölçeğinin büyüklüğü nedeniyle, yolsuzluklara çok açık bir finansman biçimi. Zira finansman sağlanan ülkeler sistemik yolsuzluklarla en fazla anılan ülkeler. Onlarca milyar dolarlık Kamu-Özel İşbirliği projelerine sağlanan dış kredilerde de yaşandığı gibi, böyle büyük bir finansmanın kullanımı ile ilgili olarak ortaya çıkan yolsuzluklar, içerdeki eşitsizlikleri daha da artırırken, otoriter yönetimleri daha da güçlendiriyor ve iklim değişikliğine karşı emisyon azaltma ve yeni altyapıya uyarlanma çabalarına da ket vuruyor.

En fazla iklim finansman yardımı yardım alan 10 ülkenin Küresel Yolsuzluk Endeksi’nin en alt sıralarında yer alması ve iklim finansmanının devasa büyüklükteki yenilenebilir enerji projelerinin gerçekleştirildiği enerji (rüzgâr enerjisi ve barajlar gibi) gibi sektörlerde yoğunlaşması yolsuzluk riskini daha da büyütüyor. (16)

Sonuç yerine

Gerek “net sıfır” stratejisinin, gerekse de iklim zirvelerinde benimsenen haliyle küresel iklim finansman sağlama yönteminin iklim yıkımını önleme konusunda başarılı olma ihtimali son derece düşük.

Öncelikle bu “net sıfır” stratejisi bir aldatmaca.  Ayrıca emisyon azaltmaya dönük önlemleri hayata geçirebilmek için küresel bir dayanışmaya, küresel eylemlere ve bunları yürütecek olan küresel kurumlara ihtiyaç var. Ancak Glasgow COP26’da bu ihtiyacın giderilmesine dönük adımlar atılmıyor.

Şu ana kadar ulus devletler Kovid-19 salgını ile başa çıkabilmek ve özellikle de dünyanın yoksul ülkelerine aşı sağlayabilmek için yeterli çaba göstermedikleri gibi, böyle bir aşının finansman kaynaklarını koordine etmekte de başarısız oldular. Bugün de bu yapıların, iklim yıkımı ve bununla mücadelede kullanılabilecek finansman kaynakları konusunda,  içi boş konuşmaların ve altı boş vaatlerin ötesinde harekete geçmeleri söz konusu değil.

Diğer taraftan, küresel ısınmadan ve iklim değişiminden öncelikli olarak kimleri sorumlu tutmamız gerektiğini iyi bilmemiz gerekiyor.  Bu bağlamda  (2015 itibariyle) ABD’nin küresel karbondioksit emisyonlarının yüzde 40’ından, Avrupa Birliği’nin (EU-28) yüzde 29’undan, G8 ülkelerinin yüzde 85’inden, böylece bir bütün olarak gelişkin küresel Kuzey ülkelerinin yüzde 92’sinden sorumlu olduğu gerçeğinin altını çizelim.  Bu yüzden de öncelikle,  bu sorunun çözümü için bu ülkeler elini taşın altına koymalılar.

İkinci olarak, Nature Bilim Dergisi’nde yakın zamanda yayınlanan bir diğer araştırma, küresel ısınmanın 1,5 °C’den fazla olmasını önleyebilme konusunda yüzde 50’lik bir şansımızın olabilmesi için, tespit edilmiş olan kömür rezervlerinin yüzde 89’unu, petrol rezervlerinin yüzde 58’ini ve fosil metanın yüzde 59’unu kullanımdan çekmemiz gerektiğini ileri sürüyor.

Yani daha iyi bir doğa için daha fazla şansımız olsun istiyorsak bu kaynaklara neredeyse hiç dokunmamamız gerekiyor. (17) Öte yandan bu emisyonlara neden olan ülkeler 2030 yılına kadar, Paris Anlaşması taahhütlerinin izin verdiğinden yüzde 110 daha fazla fosil yakıt çıkarmayı planlıyorlar. (18)

Emperyalist-kapitalist sistemin dayattığı bu gerçeklik dikkate alındığında uluslararası kuruluşlarca önerilen reformların hayata geçirilebilmesi de çok zor görünüyor.

Örneğin UNCTAD konu ile ilgili raporunda; resmi kalkınma yardımı (ODA) taahhütlerinin karşılanması ve artırılması; azgelişmiş ülkelerin borçlarının hafifletilmesinin ve yeniden yapılandırılmasının iklim gündemine oturtulması; çok taraflı kalkınma bankalarına, daha çok hibe ve imtiyazlı (iyi koşullu)  krediler yoluyla iklim uyumunu finanse edebilmeleri için ek sermaye verilmesi; buna hizmet edecek şekilde bu kurumların yeşil tahvil çıkartabilmelerinin sağlanması ve/veya Tobin Vergisi benzeri vergilere başvurulması önerilerinde bulunuyor.(19)

Oysa insanlığın ve bir bütün olarak doğanın, gezegenin kurtarılabilmesi için küresel çapta olmak üzere, daha radikal, daha sistemik (anti-kapitalist) değişikliklere ve bu yönde yeni stratejilere ve politikalara ihtiyaç var.

Bu bağlamda işe sistemik bir karbonsuzlaştırma ile başlayabilir, kömürle çalışan elektrik santrallerini kapatabilir ve fosil yakıtları güneş gibi yenilenebilir kaynaklardan elde edilen elektrikle değiştirerek, süreci enerji ihtiyacımızı artırmak yerine azaltmak için kullanabiliriz.

Düşük karbonlu toplu ulaştırmayı büyük ölçüde genişletebiliriz, böylece verimli, kullanımı kolay ve kullanışlı elektrikli trenler ve tramvaylar içten yanmalı motorların yerini alabilir. Şehirlerimizi ve kasabalarımızı otomobil kullanımından çok insanın rahat etmesi için yeniden planlayabiliriz. (20)

Yeni kamusal yatırımları olabildiğince doğa ve insan dostu; yenilenebilir enerji, organik tarım ve sürdürülebilir-güvenilir gıda üretimi, nitelikli kamusal toplu ulaştırma, kamusal su temini ve atık su sistemleri, ekolojik iyileştirme, nitelikli halk sağlığı, nitelikli kamusal okullar, kamusal çocuk, yaşlı ve engelli bakım hizmetleri ve şu ana karşılanmamış olan diğer toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına yönlendirebiliriz.

Böylece bir yandan ülkeler arasındaki gelişmişlik-kalkınma farklarını azaltırken, aynı zamanda, gereksiz veya emeğe ve doğaya zararlı sanayilerin azaltılması veya kapatılması yüzünden işsiz kalan işçilere eşdeğer istihdam sağlayabiliriz.

Bunların hiçbiri Glasgow COP26’nın gündeminde değil, olması da beklenmemeli. Bunları sadece, küresel ilerici bir plan doğrultusunda, bizler yani dünya halkları, dünya işçi sınıfı, küresel çapta gezegeni kurtarma mücadelesi verenler, kadınlar, gençler, kısaca kapitalist egemenlerin ötekileştirdiği tüm ezilenlerin birlikte ve örgütlü mücadelesi gündemine alabilir ve hayata geçirebilir.

Dip notlar:

(1)    Jack at The Conversation <uk.newsletter@theconversation.com (2 November 2021).

(2)    “Today at COP”, https://www.nature.com (1 November 2021).

(3)    https://data.climateresource.com.au/ndc/20211103-ClimateResource-below2C.pdf.

(4)    https://www.unep.org/resources/emissions-gap-report-2021 (26 October 2021).

(5)    Jeff Tollefson, “Top climate scientists are sceptical that nations will rein in global warming”, https://www.nature.com (1 November 2021).

(6)    https://unctad.org/news/scaling-climate-adaptation-finance-must-be-table-un-cop26 (28 October 2021).

(7)    Michael Nest, Saul Mullard and Cecilie Wathne,”Corruption and climate Finance Implications for climate change interventions”, U4 Anticorruption Research Centre, 2020.

(8)    https://truthout.org/articles/dont-expect-real-climate-solutions-from-cop26-it-functions-for-corporations (29 August 2021).

(9)    Michael Roberts, “financing the climate”, https://thenextrecession.wordpress.com (5 November 2021).

(10) https://odi.org/en/publications/a-fair-share-of-climate-finance-apportioning-responsibility-for-the-100-billion-climate-finance-goal (6 September 2021).

(11)   https://oxfamilibrary.openrepository.com/bitstream/handle/10546/621066/bp-climate-finance-shadow-report-2020-201020-en.pdf (2020).

(12)   Agr.

(13)   Agr.

(14)   Joint Report on Multileteral Development Banks, Climate Finance, 2020 (Ağustos 2021’de gözden geçirilmiş olan rapor), s. 16,19,21.

(15)   Roberts, agm.

(16)  Nest vd., agm.

(17) Welsby, D., Price, J., Pye, S. et al. Unextractable fossil fuels in a 1.5 °C world. Nature 597, 230–234 (2021). https://doi.org/10.1038/s41586-021-03821-8 (8 September 2021)’den aktaran  G. Monbiot, “ground truthed”, https://www.monbiot.com (5 November 20211).

(18)   Agm.

(19)  Unctad, agr.

(20)   Roberts, agm.