28 Haziran 2020 Pazar

SON IMF RAPORUNDAKİ TÜRKİYE GERÇEĞİ



SON IMF RAPORUNDAKİ TÜRKİYE GERÇEĞİ

Mustafa Durmuş

27 Haziran 2020

Siyasal iktidar Korona salgını ile birlikte iyice derinleşen ekonomik kriz, işsizlik ve hayat pahalılığı gibi sorunlara gerçekçi çözümler üretemiyor, üretemedikçe de seçmen tabanını kaybediyor.

Ayrıca böyle ekonomik sorunların yanı sıra, artan adaletsizlikler, hukuksuzluk gibi sosyal sorunları ortadan kaldırmak ya da en azda tutmak yerine, yeni düzenlemelerle bu sorunları daha da derinleştiriyor.

Örneğin işçilerin tutunabildikleri son bir dal olan kıdem tazminatı güvencesini ortadan kaldırmak gibi sadece patronları memnun edecek değişikliklere yöneliyor. Böyle olunca da toplumdaki mutsuzluk, huzursuzluk ve gerginlik daha da artıyor.

Başarı hikâyeleri: “Cambaza bak”

Patron yanlısı politikaları sürdürürken, tabanının önemli bir kısmını oluşturan yoksul kesimlerin de (başta kendi içinden çıkarak kurulan yeni siyasal partiler olmak üzere) diğer siyasal partilere kaymasının önüne geçmek istiyor.

Bunun için de bir yandan ekonomideki ve sosyal hayattaki tablonun tersine bir algı yaratmaya dönük “başarı hikâyeleri” anlatıyor, diğer yandan da milliyetçi seçmeni yanında tutabilmek için Suriye, Irak ve Libya’daki askeri operasyonlarına hız veriyor.
Başarı hikâyeleri ile ilgili olarak bir süredir siyasal gündemi de meşgul eden iki örnek yeterli olur:  AKP Grup Başkan Vekilinin kendilerinden önce bu ülkede “kadın kelimesinin adının dahi olmadığını” açıklaması ve Genel Başkanının Türkiye ekonomisinin dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi arasına girebilecek bir başarı grafiği çizmekte olduğu (1) yönündeki açıklaması.

İlk açıklama ile ilgili olarak bu ülkenin tarihinde kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin hiçbir zaman bu kadar artmadığını ve bir zamanlar adı Kadın Bakanlığı olan bir bakanlığın adından AKP hükümetleri tarafından “kadın” sözcüğünün çıkartılarak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirildiğini söylemek yeterli olur.

IMF raporu “başarısızlık” hikâyesi anlatıyor

Ekonomik başarıya gelince, belki bizleri yönetenler böyle bir başarıya inanıyorlar ya da kendilerini inandırmak istiyorlar, yandaş medya da bunu sürekli olarak servis ediyor, ama uluslararası raporlar tam tersini söylüyor.

Bu raporların başında IMF’nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı, daha doğrusu güncellediği bir rapor geliyor. Dünyanın Ekonomik Görünümü başlıklı Haziran tarihli rapor (2) birçok açıdan Türkiye ekonomisinin hiç de iyi durumda olmadığını, olma yolunda da olmadığını, bırakın aralarına girmek istediğimiz en gelişkin 10 ekonomiyi, aynın kulvarda yer aldığımız Yükselen Ekonomiler ve Azgelişmiş Ülkelerle kıyaslandığımızda göreli olarak kötü durumda olduğumuzu gösteriyor.

İlk olarak (ekonomik büyümeyi fetiş haline getiren bakış açısına yönelik eleştirilerimizi bir başka yazıya bırakarak),  ekonomik büyüme verilerine bakalım.

Herkesten daha fazla küçüleceğiz

IMF raporunda dünya ekonomisinin 2020 yılında ortalama yüzde - 4,9 küçüleceği (buna karşılık 2021 yılında adeta V tipi bir toparlanma ile yüzde 5,4 büyüyeceği) ileri sürülüyor.

Raporda gelişkin Merkez Ekonomilerin yüzde 8 dolayında, Yükselen ve Azgelişmiş Ekonomilerin ise yüzde 3 dolayında küçüleceği ileri sürülüyor (bu yıl dünyada sadece Çin’in yüzde 1 büyümesi bekleniyor ki bu da 1,5 milyara yakın nüfusu olan bir ülkede devede kulak bile değil).

Aynı rapor Türkiye’nin yüzde -5 küçüleceğini ( 2021 yılında eğer toparlanma olursa yüzde 5 büyüyeceği) ileri sürüyor.

Yani (siyasal iktidar tarafından ileri sürüldüğü gibi) Türkiye diğer ekonomilerden pozitif bir şekilde ayrışmıyor. Hatta dünya ortalamasından daha fazla, dahası aynı kulvardaki Yükselen ve Azgelişmiş ekonomilerden beşte iki oranında daha fazla küçülecek gibi gözüküyor.

Raporun bazı detayları oldukça önemli zira eğer 2021 yılı başlarında bir ikinci salgın yaşanırsa dünya ekonomisinin 2021 yılında yüzde- 5 küçüleceği ileri sürülüyor. Finansal kaynak temini açısından çok büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke olarak Türkiye ekonomisinin bu senaryo altında daha fazla küçülmesini beklemek ise hayal olmaz.
IMF ayrıca dünya çapında bu iki yıldaki kaybın 12,5 trilyon doları bulacağını ileri sürüyor. Bu da yıllık küresel ekonomik hasılanın yüzde 15’inin yok olacağı anlamına geliyor.

Ekonomiye verilen desteklerde hayal kırıklığı

İkinci olarak bu pandemi nedeniyle hükümetlerin ekonomilere verdikleri desteklere bakıldığında; ileri sürüldüğü gibi Türkiye ekonomisinin hem nicel, hem de nitel olarak yeterince desteklenmediği (bırakınız emekçilere, yoksullara ve işsizlere dönük programları) ortaya çıkıyor.

Salgın sonrası verilen devlet destekleri raporda iki grupta toplanıyor: İlk grup kamu harcamaları ve vergi kolaylıklarından oluşuyor. İşsizlere ve yoksullara verilen destekler, vergi indirimleri, ertelemeler ve vazgeçmeler bu grupta yer alıyor. İkinci grupta ise asıl olarak bankacılık sektörü aracılığıyla verilen krediler, kamu garantileri ve diğer likidite kolaylığı biçimindeki parasal destekler yer alıyor.

O halde öncelikle (en yetkili ağızdan artık ilk 10’nda yer alabileceğimizin açıklandığı)  G20 ülkelerinin en zenginlerine bir bakalım.

G20 ülkelerinde (ortalama olarak) ilk grup devlet desteğinin payı bu ülkelerin milli hasılalarının ortalama yüzde 6,4’üne; ikinci grup desteklerse yüzde 5,8’ine denk düşüyor. Kısaca bu ülkelerde toplamda 10 trilyon doları bulan ve yüzde 12,2’lik bir orana denk düşen bir devlet desteği söz konusu.

G20’nin hepsi gelişkin ekonomi statüsünde değil. Bu statüdekilere bakıldığında bunlarda oranların ortalama olarak sırasıyla: Yüzde 8,9 ve yüzde 10,9 olmak üzere toplam yüzde 19,8’i bulduğu görülüyor. Bu noktada ilk 10’a girmek isteyen Türkiye’nin ekonomiye verilen destek anlamında kendini bu oranlarla kıyaslaması gerekiyor.

Türkiye milli hasılasının yarısından fazla bir destek

Biraz detaylandırırsak;  

ABD sırasıyla: 2,443 trilyon dolar (yüzde 12,3) + 520 milyar dolar (yüzde 2,6) olmak üzere toplam 2,953 trilyon dolar (yüzde 14,9) ile ekonomiye verilen desteğin büyüklüğü açısından ilk sırada yer alıyor (bu desteğin daha ziyade yüzde 1’lik en zengin gruba yönelik olduğu yönünde ciddi eleştiriler mevcut).

Japonya sırasıyla: 551 milyar dolar (yüzde 11,3) + 1,169 trilyon dolar (yüzde 24,0) ile ve toplamda 1, 720 trilyon dolar (yüzde 35,3) ile ikinci sıraya yerleşiyor.

Almanya sırasıyla: 332 milyar dolar (yüzde 9,4) + 1,115 trilyon dolar (yüzde 31,5) ve toplamda 1,447 trilyon dolar (yüzde 40,9) ile üçüncü sırada konumlanıyor.

İngiltere sırasıyla: 155 milyar dolar  (yüzde 6,2) + 423 milyar dolar (yüzde 16,9)  ve toplamda 578 milyar dolar ile (yüzde 23,1) dördüncü sırada kendine yer buluyor.

Kıta Avrupası’nda Almanya’dan sonra en büyük ekonomiye sahip olan Fransa ise sırasıyla: 12 milyar dolar (yüzde 3,7) + 380 milyar dolar (yüzde 16,2) ve toplamda 443 milyar dolar (yüzde18,2) ile beşinci sırada yer alıyor.

Yani Korona salgını sonrasında, bu 5 ülkenin (mali ve parasal devlet desteği niteliğinde olmak üzere) en cimrisi bile Türkiye milli hasılasının yarısından fazlasına denk düşen bir devlet desteği sunmayı kararlaştırmış durumda.

Türkiye ile benzer bir ekonomik gelişkinlik düzeyine ve otoriter bir rejime sahip bulunan Brezilya ise sırasıyla 86 milyar dolar + 71 milyar dolar olmak üzere toplamda 157 milyar doları gözden çıkartmış bulunuyor.

Türkiye: 63,3 milyar dolar( yüzde 9,3)

Türkiye’nin açıkladığı destek ise sırasıyla: İlk grup destek olarak 2 milyar dolar ve ikinci grup destek olarak 61,3 milyar dolar olmak üzere toplam 63,3 milyar doları (yüzde 9,3 ) ancak buluyor.

Yani ekonomiye verilen destek açısından da Türkiye sadece gelişkin G20 ekonomilerinin çok gerisinde değil, aynı zamanda bu grubun üyesi ve yükselen ekonomiler arasında sayılan Brezilya’nın da gerisinde kalıyor.

Desteğin üçte ikisi devlet garantili projelere

Üstelik Türkiye’nin verdiği 63,3 milyar dolarlık parasal desteğin yaklaşık yüzde 71’inin koşullu yükümlülükler ve garantiler biçiminde olduğunun altını çizelim. Yani Korona sonrasında da asıl desteğin; sosyal hareketliliğin bu salgın nedeniyle iyice azalmasından dolayı zararı iyice artan köprü, oto yol, hava limanları, enerji santralleri ve şehir hastaneleri gibi dış borçla yapılan projelere verildiği anlaşılıyor.

Üçüncü olarak verilen bu desteklerin sonucunda, dünya genelindeki borç stokları Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasındakinden çok daha yüksek bir orana çıkmış durumda. Kamu borç stoklarının ise sadece 1 yılda dünyada ortalama olarak yüzde 18,7 ve bütçe açıklarının ise yüzde 9 oranında artması bekleniyor.

Durumun ciddiyetini göstermek açısından bu verileri 2008-09 Büyük Resesyonu ile kıyaslamak gerekiyor. Çünkü bu resesyon sırasında kamu borçları sadece yüzde 10,5 ve bütçe açıkları ise yüzde 4,9 artış göstermişti.

Destekler patronlara, fatura halka

Kısaca Korona ile birlikte dünya bir bütün olarak daha fazla borçlu, kapitalist devletler daha fazla borçlu ve bütçeler artık daha fazla açık veriyor. Bunların “dengelenmesinin” halktan daha fazla vergi alınarak ve halka dönük kamusal harcamaların daha da kısılarak sağlanacağı ise çok açık. Yani destekler sermayeye verilirken, fatura yine emekçi halklara ödettirilecek.

Rapora göre, Türkiye’de (hükümetin öngörülerinin çok üstünde) bir bütçe açığı bizi bekliyor. Zira bu oranın yüzde 8,4’e çıkması öngörülüyor. Bu “mali disiplin” gibi hükümetin yıllardır savunduğu kavramların bir kenara bırakıldığını gösteriyor. Ayrıca bu durum, bu açığın yeni vergi ve halka dönük kamu harcaması kısıtlaması gibi kemer sıkma önlemleriyle kapatılacağının da işareti.

Devasa işsizlik ve yoksulluk artışı

Son olarak krizin insana, topluma değdiği asıl yerler olan işsizlik ve yoksulluk gibi alanlara değinelim. Rapor bu konuda da son derece endişe verici bulgular sunuyor.
Raporda işsizliğin devasa boyutlara eriştiği Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) öngörülerine referans verilerek anlatılırken, bu durumdan en çok etkilenecek olanların sayıları 2 milyarı bulan kayıt dışı ve güvencesiz çalıştırılan işçiler ve kadın işçiler olduğunun da altı çiziliyor.

Yoksullukta ise 1990’lardan bu yana oranı yüzde 10’un altına düşürüldüğü ileri sürülen aşırı yoksulluğun (günde kişi başı 1,90 dolarlık gelir tüketilmesi ölçütüne göre) Covid-19 sonrasında tekrar yüzde 10’ların çok üzerine çıkacağı öngörüsünde bulunuluyor.

Kara tablo

Türkiye’de ise bu konuda bırakın pembe ya da gri tabloyu, kapkara bir tablo söz konusu. Öncelikle ülke olarak dünyadaki en yüksek resmi (dar anlamda) işsizlik oranına sahip ülkelerden biriyiz. Ayrıca DİSK-AR Haziran 2020 İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu’nda (3) ülkede geniş tanımlı işsiz sayısının 13 milyonu aştığını ve işsizlik oranının yüzde 39’u bulduğunu ileri sürülüyor.

Özcesi siyasal iktidar tarafından ileri sürüldüğü gibi ortada bir ekonomik başarı tablosu da, kısa ve orta vadede hızlı bir toparlanma umudu da yok. Başarılı bir ekonomi yönetimi algısı oluşturmaya dönük politik açıklamaların dışındaki tüm bilimsel araştırmaların, uluslararası örgütlerin raporlarının bulguları bu gerçeği her gün yüzümüze vuruyor.

Dip notlar:

(1)   Zengin: "AK Parti'den önce kadının adı yoktu!",  Show TV Ana Haber, https://www.youtube.com (26 Haziran 2020); https://www.ahaber.com.tr/ekonomi/2020/06/21/baskan-erdogandan-net-aciklama-en-guclu-10-ekonomiden-biri-olacagiz.
(2)   IMF, World Economic Outlook- Update (June 2020), A Crisis Like No Other, An Uncertain Recovery.




23 Haziran 2020 Salı

SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI STRATEJİSİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ




SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI STRATEJİSİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ

Mustafa Durmuş

23 Haziran 2020


Covid-19 pandemisi ile mücadelede sürü bağışıklığı stratejisinin doğru bir strateji olmadığı bilimsel araştırmalarla olduğu kadar, ortaya çıkan sonuçlarla da görülüyor. Dünya Sağlık Örgütü ve bilim kurulları da bu yönde görüş belirtiyor. O halde bazı ülkeler (resmi olarak adını böyle koymasalar da)  neden bu stratejiyi uygulamakta ısrar ediyorlar? Sırasıyla bu nedenleri ele alalım.

Sağlıktaki çöküşü gizlemek ihtiyacı

Bu stratejinin uygulanmasının nedenlerinden biri son 30-40 yıldır neo-liberalizmin ülkelerin sağlık alt yapısını çökertmiş olması. Çünkü başta İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler olmak üzere, birçok ülkede siyasal iktidarlar yıllardır sermayenin çıkarlarını toplumun ihtiyaçlarının üzerinde tuttular ve kamusal sağlık yatırımları için yeterince kaynak ayırmadılar, sağlık harcamalarını da yeterince fonlamadılar. 

Bu salgın ile birlikte birçok ülkedeki sağlık hizmetlerinin (yüksek maliyetler nedeniyle yeterince kaynak ayrılmayan özellikle de yoğun bakım hizmetlerinin) ihtiyacın çok gerisinde olduğu belirlendi. Salgın sonrasında hastanelere yığılma söz konusu olduğunda sağlık alt yapısının ne denli yetersiz olduğu görüldü. Örnek olarak, refah devleti döneminin en iyi sağlık sistemine sahip olduğu düşünülen Britanya’da 100,000 kişiye sadece 6,6; Hollanda’da 6,4 ve İsveç’te ise 5,8 yoğun bakım yatağı düştüğü ortaya çıktı (1)

Böylece sürü bağışıklığı stratejisi ile hükümetlerin ve sağlık sisteminin yetersizliğinden kaynaklanan başarısızlığın faturası virüse ve “önlem almayan” bireylere kesiliyor.

Çünkü bu stratejinin ardındaki fikriyat (tıpkı yoksullara neden yoksul olduklarını açıklarken onları tembel olmakla suçlamak gibi), hastaları kendi almaları gereken önlemleri almamakla suçlayan bir bakış açısına sahip. Büyük medyanın bu yöndeki dezenformasyonu sayesinde hem sağlıktaki özelleştirmeler, hem de bunların yürütücüleri olan siyasal iktidarlar sorumluluktan kurtulmuş oluyor.

Şehir hastaneleri Koronavirüs için mi yapıldı?

Bu noktada Türkiye’ye ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Çünkü salgınla mücadelede kendini en başarılı yönetimler sıralamasında en başlara koyan siyasal iktidar (ülkede yoğun bakım yatak sayısının Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında oldukça yüksek olduğundan söz ederek) şehir hastaneleri konusundaki tercihlerinin ne denli haklı olduğunu anlatıyor.

Gerçekten de resmi verilere göre, Türkiye’de 2018 yılı itibariyle 39,098 yoğun bakım yatak ünitesi var. (2) Bu her 100,000 kişiye 40’a yakın yatak düştüğü anlamına gelir ki bu da Avrupa’daki en yüksek sayı demek.  Ancak yoğun bakım yatak sayısının 20’yi aşkın şehir hastanesinin yapımıyla birlikte son 8 yılda arttığı da bir gerçek.

Yani siyasal iktidar Korona gibi bir salgını öngördüğünden bu yoğun bakım yatak sayısını artırmadı. Bu proje Hazineye (dolayısıyla da bizlere) önümüzdeki 25 yıl boyunca hastane işletmecilerine 142,4 milyar dolarlık bir geri ödeme yükümlüğü (3) getiren ve bu arada ülkenin belli başlı sermaye gruplarını kayırıcı bir biçimde zenginleştiren bir rant projesi. Yapılan iş salgınla birlikte bu hastanelerin salgınla mücadele için kullanılmalarından ibaret.

Ortada hala aşı yok

Bir diğer neden salgının 2 yıl daha devam edebileceği, bu arada ikinci, hatta üçüncü salgın dalgasının da söz konusu olabileceği, (4) buna karşılık (hastaların tedavisinde kullanılan bazı ilaçların üretilmesinin dışında), virüse karşı bir aşının hala geliştirilememiş olması.

Bu da (aşı geliştirilinceye kadar insanları eve kapatmak artık sosyal ve ekonomik olarak zor olacağından) özellikle de neo-liberal hükümetleri insanları sokaklara çıkartarak bağışıklık kazanmalarını öngören, ancak bilimsel olarak da kanıtlanmamış, üstelik etik olarak da kabul edilemeyecek bir stratejiyi uygulamaya yöneltiyor.

Bilim insanları şu ana kadar görülen 7 Koronavirüse karşı başarılı bir aşı geliştiremediler. Ebolavirüse karşı geliştirilen aşı ise 7 yıl gibi uzun bir zaman aldı. Yani ileri sürüldüğü gibi 18 ay içinde Koronavirüs aşısının bulunması çok düşük bir ihtimal. (5)

Mutasyona uğramakta olan bir virüse karşı aşı geliştirmenin teknik zorlukları bir yana, kapitalist devletlerarasındaki aşıyı ilk kullanan olma konusundaki rekabet de, aşı bulunsa dahi azgelişmiş dünyanın bundan çok sınırlı bir fayda sağlayacağını gösteriyor.

Aşı milliyetçiliği

Öncelikle küresel ilaç sektörü tam bir oligopol piyasası biçiminde faaliyet gösteriyor.  Böylece aşı üretme faaliyetleri de çok az sayıda gelişkin ülke ve çok az sayıda ilaç firmasınca yürütülüyor. 

Örnek vermek gerekirse, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, aşıların yaklaşık üçte biri sayıları 4’ten az firma tarafından üretilirken, üçte ikisinin sadece 2 onaylanmış ürünü bulunuyor. Şu anda dünyada 100’den fazla Covid-19 aşı üretme projesi yürüyor ve bunlardan 8 tanesinin umut verici bir aşamaya geldiği ileri sürülüyor. Ancak sorun, aşıya hangi ülkelerin erişebileceği ya da erişemeyeceği sorunu. Zira arz yoğun talebi karşılamaya yetmeyecek.  UNCTAD yatırım direktörüne göre, bu durumda üretim faaliyetinde bulunmayan azgelişmiş ülkelerin halkları da aşıdan mahrum kalacaklar. (6)
Ayrıca aşı geliştirme kapasitesine sahip ülkeler işbirliği halinde çalışıp küresel bir strateji geliştirmek yerine “benim ulusumun ihtiyacı önce gelir” gibi bir yaklaşımla hareket ediyorlar.

Örneğin ABD’li Sanofi’ye göre en büyük serum sipariş hakkı ABD’nin olmalı. Serum Institute of India’ya göre serum önce Hintlilere uygulanacak. Britanyalı Astra Zeneca’ya göre ise üretilen ilk 30 milyon doz Britanya’da kullanılacak. ABD ise bu üretimin ilk 300 milyon dozunun Ekim’e kadar kendilerine verilmesi gerektiğini ileri sürüyor. 2009 yılında H1N1 virüsü (Domuz Gribi)  aşısı 7 ayda üretildi (bu aşamaya kadar 284 bin kişi öldü). Zengin ülkeler aşının çok büyük bir kısmını alınca yoksullara geriye bir şey kalmadı. Bu tutum etik olarak da, hastalığı küresel olarak geriletmek anlamında da yanlış bir tutum.  Çünkü bazı ülkeler aşıyı geç elde ettiğinde, salgın yaygın bir biçimde bu ülkeleri etkileyecek, küresel arz zincirini bozacak ve ekonomiler sıkıntıya girecekler. (7)

Sürü stratejisinin politik ve ideolojik arka planı

ABD gibi ülkelerde sürü stratejisini uygulamanın nedenlerinden biri (büyük sermaye gruplarının kârlarını realize etmek ihtiyacının yanı sıra),Trump’ın yaklaşmakta olan başkanlık seçimlerine ekonomiyi toparlayarak girmek istemesi. Çünkü piyasalara verilen trilyonlarca dolarlık teşvike rağmen bu ülkede işsiz sayısı tarihsel bir zirve yaparak 46 milyona yaklaştı. (8) İşsizliğin yanı sıra ekonomideki görülmemiş daralma ve borsalardaki iniş çıkışlar Trump’ın yeniden seçilme şansını azaltıyor.

Türkiye gibi, bir yandan neredeyse hiçbir sosyal ve ekonomik soruna, işsizliğe, yoksulluğa, adaletsizliklere çözüm üretemezken, diğer yandan giderek otoriterleşen ülkelerdeki yönetimler de daha fazla taban kaybına uğramamak için başarılı bir “normalleşme” görüntüsü sergilemek zorundalar.

Bunun yollarından biri sürü bağışıklığı ile insanların sokaklara çıkmasını sağlamak. Vaka sayılarında bir patlama yaşandığında ise bunun sorumluluğunu “kendi önlemini almayan, maske takmayan, fiziki mesafe kuralına uymayan” bireylere yüklemek bu stratejinin gereği oluyor. 

Sürü bağışıklığı stratejisi ideolojik köklerini neo-liberal ideolojiden alır ki neo-liberalizmin genel olarak bir toplum ve özellikle de emekçi karşıtı bir ideoloji olduğu artık iyice ortaya çıkmış bulunuyor. Bu ideolojiye dayanılarak son 30-40 yıldır, başta sağlık hizmetleri olmak üzere kamusal hizmetlerin alt yapısı iyice çökertildi. (9)

Piyasaları toplumun, kârı insan sağlığının üzerinde tutan neo-liberalizm öyle bir ideolojidir ki insanların aklını köleleştirerek, yoksulluğun, işsizliğin, güvencesizliğin (dolayısıyla da hastalanmanın) nedeninin insanların kendi hataları olduğuna onları inandırır.

Epidemiyolojik neo-liberalizm

Bu bağlamda sürü bağışıklığı epidemiyolojideki neo-liberalizmin adı, ya da somut bir uygulamasıdır. Tıpkı serbest piyasalara olan koşulsuz inancın gereği gibi, sürü bağışıklığı da salgınla en iyi mücadelenin onu serbest bırakmak, düzenlememek olduğu inancına dayanır.  Bu yıllardır dünyayı yöneten politik aklın bir devamı, yani “bırakınız yapsınlarcı” bir Sosyal Darwinizm’dir. Öyle ki denetimsiz piyasalara iman edenler, salgının kontrol edilmeden geçeceğine de inanırlar (bu salgın geniş kitleleri öldürse bile). Bu yüzden de ekonomik olarak zarar veren kapanma stratejisi karşısında sokağa çıkmayı önermeleri onların politik aklına uygun bir tercihtir. (10)

Diğer yandan sürü stratejisinin tıpkı neo-liberalizm gibi, çok büyük bir kısmı çok kötü sosyo-ekonomik koşullara sahip bulunan yoksullar, evsizler, mülteciler, yaşlılar, engelliler ve ciddi sağlık sorunları olanlar gibi (yoksulluk ile hastalıklar arasındaki yüksek korelasyondan dolayı) toplumun en korumasız kesimlerini ezen bir şiddet uygulamasına dönüşmesi kaçınılmaz.

Nitekim salgından ölenlerin sınıfsal konumları ve kimlikleri bu gerçeği her gün ortaya çıkartıyor. Örneğin ABD’de yürütülen bir araştırma (11) işçilerin, siyahilerin ve Latin Amerika kökenlilerin daha yoğunluklu olarak yaşadıkları ve gelir dağılımı eşitsizliğinin göreli olarak daha yüksek olduğu eyaletlerdeki vaka ve ölüm sayılarının daha eşitlikçi eyaletlere göre çok daha yüksek olduğunu, gelir dağılımı eşitsizliğini gösteren bir katsayı olan Gini endeksi büyüdükçe Koronavirüsten  ölen sayısının da arttığını gösteriyor.

IMF bile, salgının yoksullara çok daha ağır bir fatura ödeteceğinin,  yoksulların toplumun diğer kesimlerine göre birkaç kat daha kötü duruma düşeceğinin, gelir dağılımının daha da kötüleşeceğinin, özellikle de eğitimsiz işçilerin artık çok zor iş bulacağının altını çiziyor. (12)

Biyolojik savaş aracı

Sürü bağışıklığı sadece bilim dışı, emek karşıtı, bu anlamda da toplumsal olarak kötü bir strateji değil, aynı zamanda da bir biyolojik savaş aracı işlevi görüyor. Çünkü normalde yaşayabilecek birçok insan bu strateji yüzünden ölüyor ve hükümetler bunlarla ilgili olarak her hangi bir sorumluluk almıyor.  

Bu öyle bir strateji ki bazılarınca (adeta Malthuscu bir anlayışla) üretken bir kapitalist ekonominin önünde bir engel, hatta toplumsal bir yük haline geldiği düşünülen;  başta yaşlılar olmak üzere, kronik hastalığı olanları, engellileri, diğer çalışamayacak durumda olanları (dolayısıyla da artı değer yaratamayacak konumdakileri) ortadan kaldırıyor. Yani neo-liberal bir yaklaşımla bir tür piyasa temizlenmesi sağlıyor.


Sürü bağışıklığının ekonomik nedenleri

Son olarak, bazı ülkelerin sürü bağışıklığı stratejisine yönelmelerinin nedenini ekonomik alandaki gelişmeler oluşturuyor. Çünkü Korona salgını 1929 krizinden dahi çok daha derin bir ekonomik krize, iflaslara, sermaye yitimlerine, devasa işsizliğe, yoksulluğa ve açlıkla sonuçlanabilecek bir gıda krizine neden oldu.

Monthly Review’da yer alan bir makale  bu krizin özgün yanını şöyle özetliyor:

Bu krizde sermaye sınıfı (şu ana kadarki krizlerde muhtelif yollarla zararını devlete ve işçi sınıfına ödettirirdi) hala krizini tam olarak emekçinin krizine dönüştüremedi, ama bunun için de her türlü çabayı gösteriyor. Binlerce fabrika kapandı, zorunlu olmayan mal ve hizmetler birçok ülkede durduruldu. Hem patronlar, hem da işçiler eş anlı olarak piyasalardan çekilip evlerine kapanmak zorunda kaldılar. Bundan önceki hiçbir krizde kaynaklar (fiziksel ve finansal olarak) bu çapta yok olmamıştı. Öyle ki ortada bir savaş durumu yok, krizi tetikleyen bir borsa çöküşü gibi finansal çöküş mevcut değil. Tersine ekonomik çöküş total olarak hissediliyor. Bu durum, var olabilmek için sömürmekten başka bir yol bilmeyen bir küresel sistemde bu sömürünün gerçekleştirilemez olmasıyla birlikte ortaya çıkan bir durum. (13)

Kapitalizmin tarihinde büyük krizlerin daha önce de yaşandığı biliniyor. Ancak Korona salgını ile birlikte gelişen mevcut ekonomik krizin kapitalist küreselleşme tarihinde bir ilk ve olağan dışı bir kriz olduğunun altını bizim de çizmemiz gerekiyor.

Küresel mobilizasyon salgını artırdı

Öyle ki salgını yavaşlatabilmek ancak ulusal ekonomilerde ekonomik faaliyetlerin (dolayısıyla da kapitalizmin varlık nedeni olan kâr çıkarımının ve sermaye birikimi oluşumunun) durdurulmasıyla mümkün olabiliyor.

Diğer yandan ulusal ekonomilerin üzerinde bir emperyalist -kapitalist sistem mevcut ve bunun temelini de küresel emek, meta, sermaye mobilizasyonu oluşturuyor.

Yani küresel kapitalizm en başta insanların kolektif olarak mobilizasyonuna dayanıyor. Diğer taraftan bu sınırsız dolaşım salgının yayılması için en verimli yol. Bu nedenle de salgını denetim altına almak için kolektif küresel mobiliteyi azaltmak gerekiyor. Bu yapıldığında ise ekonomik canlanma sağlanamıyor. Sonuç olarak, daha önceki ekonomik krizler para ve metanın dolaşımını önlemişti, bu salgın ise insan faaliyetlerinin durmasıyla sonuçlanıyor.(14)
Böylece insan yaşamını koruyabilmek için; ülkelere giriş çıkışlar yasaklanıyor ya da sınırlandırılıyor, uluslar arası seyahatler durduruluyor ya da çok kısıtlanıyor, karantina, sosyal izolasyon, fiziki mesafelenme ya da evde kal gibi yollara başvurulması gerekiyor. Bu yapıldığında sosyal yaşamın temelini oluşturan ekonominin temelleri çökertiliyor.

Diğerlerinden biraz farklı bir ekonomik kriz

Bu krizi, kapitalizmin toplumların ekonomik sistemi haline geldiğinden bu yana (yani birkaç yüzyıldır), her 4-7 yılda bir iş döngüleri istikrarsızlıkları biçiminde ortaya çıkan krizlerden de ayırmak gerekiyor.

Böyle döngüsel krizlerin temel nedenini emek ve sermaye arasındaki çelişki ve piyasaların rekabetçi yapısı oluştursa da, kapitalizm her seferinde (kendini bu döngülerden çıkartabilecek maliye politikası ve para politikası gibi araçlara ve mekanizmalara sahip bulunduğundan) bu krizlerinden çıkmayı başardı.

Burada altının çizilmesi gereken olgu böyle döngüsel krizlerin sadece çok özel durumlarda ve çok nadiren sistemin krizi haline gelmesi. Bu da sosyal, politik, ekolojik, kültürel gibi pür ekonomik olmayan ciddi sorunların ekonomiler aşağıya doğru giderken ortaya çıkmasıyla gerçekleşiyor. Nitekim Korona salgını (ortaya çıkardığı sonuçlar itibarıyla), 2019 yılında başlayan ekonomik durgunluğu sistemik bir hale getiren temel unsur oldu. Bugün başta ABD olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde bu olgu yaşanıyor.(15)

Çeşitli ekonomik çöküş senaryoları

Küresel ekonomi ile ilgili son veriler bu tespiti doğruluyor. Öyle ki OECD bu yıl için eğer ikinci bir salgın dalgası savuşturulursa, dünya ekonomisinde yüzde 6’lık,  ikinci bir salgın dalgası olursa yüzde 7,6’lık bir küçülme yaşanmasını bekliyor.

Ekonomik küçülmenin Merkez Ekonomilerde çok daha büyük olması bekleniyor. Örneğin Avro Bölgesinde ikinci salgın dalgası yaşanmazsa bu küçülmenin yüzde 9,1 ve eğer yaşanırsa yüzde 11,5 olması öngörülüyor. Avrupa’da en büyük ekonomik daralmanın ikinci dalga olmazsa yüzde 11’in üzerinde ve ikinci dalga olursa yüzde 14’ün üzerinde olmak üzere sırasıyla; Fransa, İtalya ve İngiltere’de yaşanacağı tahmin ediliyor. Bu süreçte ABD ekonomisinin ise ikinci dalga olmazsa yüzde 7,3 ve ikinci dalga olursa yüzde 8,5 oranında küçülmesi bekleniyor. (16)

Bu verilere UNCTAD’ın  bu yılın ikinci çeyreğinde dünya ticaretinin yüzde 27 ve yılın tamamında yüzde 20 azalacağı yönündeki beklentisi (17),  ILO’nun kapanma nedeniyle dünya çapında çalışılan saatlerinde yüzde 50’lik bir azalma olduğu yönündeki tespitleri (18), bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 5 küçülen ABD’de işsizlik yardımı almak için başvuran işsizlerin sayısının 46 milyonu aştığı (19) ve  kapanmaların yaşandığı ilk ay olan Nisan ayında İngiltere ekonomisinin yüzde 20,4 oranında küçüldüğü (20) gerçeği eklendiğinde, salgının dünya ekonomisinin sürükleyicisi konumundaki  bazı ekonomilerde yaratmakta olduğu büyük  tahribat açıkça görülebiliyor.

Türkiye ekonomisinde yüzde 26,7’lik bir küçülme öngörülüyor

Türkiye’de yakınlarda yapılan bir makroekonomik modelleme çalışmasına göre, milli gelirin yıllandırılmış olarak yüzde 26,7 küçülürken, toplam istihdamın yüzde 22,8 azalması ve işsizliğin yüzde 33,7’e çıkması bekleniyor.

Buna göre; hane halkı kullanabilir geliri yüzde 26,5; toplam özel tüketim harcama talebi yüzde 23,0; yatırım harcamaları yüzde 66,7; toplam ihracat gelirleri yüzde 27,8; ithalat talebi yüzde 29,5 azalacak, Türk lirası reel olarak yüzde 30,5 değer kaybedecek, vergi gelirleri yüzde 48,7 ve kamu tüketim harcamaları yüzde 20 azalacak, merkezi yönetim bütçesi açığı ise milli gelirin yüzde 12,4’üne çıkacak. (21)

TÜİK tarafından açıklanan ve Türkiye'de imalat sanayi üretiminin Nisan ayında yıllık yüzde 33,3 azaldığını (22) gösteren resmi veri ise gelecekte işsizlik ve yoksulluğun daha da artacağının bir kanıtı niteliğinde.

Sömüremezlik açmazı

 
Kısaca, kapitalist ekonominin temeli olan kârlı üretimin maddi-fiziki koşullarını sarsan salgınla birlikte kapitalist ekonomiler sömüremezlik, dolayısıyla da kendini sosyal olarak üretemezlik durumuyla karşı karşıya kaldılar. Çünkü salgının yayılımını durdurabilmek ya da yavaşlatabilmek için kapanmalar şart oldu. 

Bu bağlamda emeği sömüremez duruma gelmek, bu salgının yol açtığı en temel sorun olarak kapitalistlerin karşısına çıktı çünkü salgın sömürüyü büyük çapta önledi.
Diğer yandan hangi gerekçe ile yapılırsa yapılsın üretimin ve dolaşımın, dolayısıyla da sermaye birikiminin durdurulması ve kâr amacı gütmeyen sosyal ihtiyaçları karşılamaya dönük üretimin sürdürülmesi sermaye sınıfı için uzun süreli olarak kabul edilebilir bir durum değil.

Benzer bir durum işçi sınıfı için de geçerli. Toplumun büyük bir kısmı emek güçlerini satarak yaşamlarını sürdürebiliyorlarsa ve bunu salgın yüzünden artık yapamıyorlarsa, bu insanların yaşamlarını maddi olarak sürdürebilmeleri mümkün olmaz. Devlet için de (vergi gelirlerini üretimden, gelirden, istihdamdan ve tüketimden sağladığı için) salgının neden olduğu bu durum kabul edilebilir bir durum değil.

Özcesi, salgının yayılmasını durdurmak ya da salgını ortadan kaldırmak için “evde kalırken”, aynı zamanda kârlı bir sermaye birikimini sürdürebilmek mümkün değil. İşte bu nedenle de sistemin karar alıcıları seçimlerini ikincisinden yana yaptılar ve dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1 Haziran’dan itibaren ara verdikleri üretim, dolaşım ve tüketim faaliyetlerine geri dönüş yaptılar.

Sürü bağışıklığı stratejisi de (salgını önlemede ve krizi yumuşatma da başarısızlığa mahkum olsa da, çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanacak olsa da), bu nedenle hayata geçirilmeye çalışılıyor. Böylece hem işsiz kaldığı için artı değer üretemeyen işsiz kitleler, hem de yaşlılar, kronik hastalığı olanlar, kısaca sistem için artık bir yük olarak görülenler bir tür piyasa temizliğine uğratılarak kapitalizmin tekrar verimli bir şekilde işlemesinin önü açılmaya çalışılıyor.



Dip notlar:

(1) Isabel Frey, “Herd Immunity” is Epidemiological Neoliberalism”, https://economicsociology.org (24 April 2020).
(4) Bazı araştırmalar ikinci bir dalganın mümkün olmayacağını, bu konudaki yanlış bilginin Covid-19’un grip salgını ile karşılaştırmasından kaynaklandığını, Covid-19’un mevsimsel olarak, örneğin yaz aylarında ortadan kalkıp kış aylarında yeniden ortaya çıkmasının söz konusu olmadığını ileri sürüyorlar. Bu konuda bak: https://theconversation.com/can-we-please-stop-talking-about-a-second-wave-of-covid-19 (17 June 2020).
(5) https://www.nytimes.com/interactive/2020/04/30/opinion/coronavirus-covid-vaccine.
(6) “COVID-19 heightens need for pharmaceutical production in poor countries”, https://unctad.org (27 May 2020).
(7) Rebecca Weintraub, Asaf Bitton, Mark L. Rosenberg, “The danger of vaccine Nationalism”, https://hbr.org (22 May 2020).
(8) https://anticap.files.wordpress.com/2020/06/initial-claims9.jpg.
(9) Jacob Assa, “Privatization and the Pandemic”, https://developingeconomics.org (21 June 2020).
(10)                Frey, agm.
(13)                “A crisis like no other: social reproduction and the regeneration of capitalist life during the COVID19 pandemic”, https://mronline.org (23 April 2020).
(14)                Biao Xiang, “Hostages of Mobility”, https://www.indiachinainstitute.org (8 May 2020).
(15)                Richard D. Wolff, “There’s a Crisis in US Capitalism”, https://www.counterpunch.org (10 June 2020).
(16)                OECD Economic Outlook (June 2020), The world economy on a tightrope, http://www.oecd.org/economic-outlook/june-2020.
(17)                  “ COVID-19 triggers marked decline in global trade, new data shows”, https://unctad.org (14 May 2020).
(18)                ILO Monitor: COVID-19 and the world of work. Fourth edition, https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/---dgreports/---dcomm/documents/briefingnote/wcms.pdf (27 May 2020).
(19)                https://antcap.wordpress.com/2020/06/18/chart-of-the-day (19 June 2020).
(21)                Ebru Voyvada ve Erinç Yeldan,  COVİD-19 Salgının Türkiye Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Politika Alternatiflerinin Makroekonomik Genel Denge Analizi, (Mayıs 2020), s. 11.
(22)                TÜİK, “Sanayi Üretim Endeksi, Nisan 2020”, http://www.tuik.gov.tr (12 Haziran 2020).