27 Kasım 2016 Pazar

KAPİTALİZMDEN ÖNCE İNSANLAR DAHA AZ ÇALIŞIP DAHA FAZLA DİNLENİYORLARDI

KAPİTALİZMDEN ÖNCE İNSANLAR DAHA AZ ÇALIŞIP DAHA FAZLA DİNLENİYORLARDI

Mustafa Durmuş

Ekim 2016

ABD’li “Yeni Ekonomik Düşünce Kurumu” analisti Lynn Parramore bugünkü yazısında
(http://evonomics.com/capitalism-medieval-peasants-got-vaca…/, 3 November 2016), iktisatçı J. Shor’ın bir çalışmasına dayanarak, ABD işçi sınıfının bilinenin aksine, nasıl birçok azgelişmiş olarak kabul edilen ülke işçilerinin sahip oldukları dinlenme /tatil haklarından dahi yoksun olarak çalıştığını ve bu haliyle işçiler için koşulların Orta Çağ’ın köylülerin koşullarından daha geride olduğunu anlatıyor.

Yazara göre, Orta Çağ’da köylülerin açlık, salgın hastalıklar ve savaşların yıkıntıları altında yaşam sürdürdüklerini biliniyor. Ancak bugünün emekçileriyle kıyaslandıklarında çok daha fazla tatil yapıyorlar, kendilerine çok daha fazla zaman ayırabiliyorlardı. Öyle ki çok zor ve yıpratıcı koşullarda çiftçilik ve tarım yapmalarına rağmen, yılda 8 ile 24 hafta arasında tatil yapabiliyorlardı. Zira Kilise, köylülerin isyan etme fikrine kapılmamaları için sıklıkla zorunlu tatiller ilan ediyordu. Düğünler, doğumlar, yaslar için haftalık izinler veriliyor ya da kente eğlence ya da spor gösterileri geldiğinde yine tatil ilan ediliyordu. Pazar günleri zaten çalışılmazdı. Hasat bittiğinde çiftçiler dinlenmek için boş zamana sahibi olurlardı. Hatta 14. Yüz yıl gibi ücretlerin göreli olarak yüksek olduğu dönemlerde dahi İngiltere’de işçiler yılda 150 günden fazla çalışmazlardı.

Oysa bugünün modern Amerika’sında işçiler bir yıllık çalışmalarının ardından sadece yılda 8 gün ücretli yıllık izin hakkına sahipler. Diğer yandan Keynes 2030 yılına gelindiğinde ileri kapitalist toplumlarda artan refah seviyesi sayesinde insanların çok daha az çalışıp (günde 3, haftada 15 saat) çok daha fazla dinlenebilecekleri, başka faaliyetler için çok daha fazla zaman ayırabilecekleri öngörüsünde bulunmuştu. Ama Keynes’in bu öngörüsü doğru çıkmadı.

Yazara göre, bazılarımız bugün haftada ortalama 40 saat çalışmayı 19. Yüz yıldaki ortalama 70-80 saatlik çalışmaya kıyasla büyük bir başarı olarak görebiliriz. Oysa öncesinde insanlar çok daha az çalışmaktaydılar. İşçi sınıfı 20. Yüz yılda sadece bir düzeltme yapmış gibi görünüyor aslında. Yani atalarımızın sahip olduklarının bir kısmını geri kazanma anlamında bir restorasyon yapılmış gibi görünüyor. 200-400 yıl önce insanların büyük bir kısmı çok daha az çalışırlarken, ilave olarak, uzun süren yemek arası sürelerine ve öğleden sonra şekerleme yapma haklarına sahiptiler. Hayatın temposu çok düşüktü, bu da çalışma temposunu düşürüyordu. Atalarımız belki zengin değillerdi ama dinlenmek için bolca vakitleri de oluyordu.

Parramore, 21. Yüz yılda kapitalizm altında geldiğimiz son noktayı kapitalizmin en gelişmiş örneği olarak kabul edilen ABD’nin hiçbir ulusal tatil politikasının olmadığı gerçeğinin koyduğunu belirtiyor. Çünkü birçok Amerikalı işçi resmi tatillerde çalışmak zorundalar. Tatillerin de dahi e –postalar üzerinden çalıştırılıyorlar.

ABD’li işçileri hakları için yeterince mücadele etmedikleri için eleştirebiliriz, ama işsizlik bu denli yüksek, iş güvencesi bu denli kötü, sendikalar bu denli güçsüz olduğunda işçilerin uzun ve kötü çalışma koşullarına karşı direnmeleri de zor oluyor, yazara göre.

McKinsey Global Institute’nin Ekim ayında yayımladığı bir rapor yazarın bu görüşlerini destekler nitelikte veri sunuyor. Rapora göre, ABD ve Avrupa çalışabilir çağdaki nüfusunun % 20-30’u ya da rakamla ifade edersek 162 milyon işçi “bağımsız” olarak tabir edilen “güvencesiz, esnek istihdam” koşullarında çalıştırılıyorlar. Bu olgu nedeniyle son dönemde kapitalist ekonomiler güvenceli, kalıcı, nitelikli ve tam zamanlı olmayan bir istihdam yarattığı için “gig economy / gösteri ekonomisi” olarak nitelendiriliyorlar.

ABD’de 1930’lardaki Büyük Depresyon sonrası hayata geçirilen New Deal’in (Yeni Toplum Sözleşmesi) sağladıklarının 1980’den itibaren hızlıca kaybedildiği bir gerçek. Son 30-40 yıldır uygulanmakta olan neo liberal politikalarla uzun vadeli istihdam garantisi ortadan kaldırılınca insanlar işten işe sıçramak zorunda kaldılar, bu da onların iş yerinde kıdem kazanmalarını önleyerek tatil yapma haklarını da fiilen ortadan kaldırdı. Böylece 2008 Büyük Resesyonu’nun neden olduğu kısa zamanlı ve saatlik istihdam biçimi birçoğumuz için tatili sadece bir hayale dönüştürdü.

Yazar uzun, aşırı çalıştırmanın emek gücü verimliliklerini artırmadığının, tersine tatil sonrası işçilerin daha verimli çalıştıkları bir gerçek olduğunun da altını çiziyor. İktisadi krizleri gerekçe göstererek kemer sıkma politikaları uygulayan politikacılar işçilerin dinlenme zamanlarını, sosyal sigorta desteklerini kısmak, buna karşılık emeklilik yaşlarını uzatmak gibi düzenlemelerin peşine düşmüş olsalar da (örneğin Fransa ve Yunanistan’da liderler uzun tatil dönemlerinin sona erdiğini açıklamış olsalar da), kısa vadede bu durum kârları artırsa da, uzun çalıştırma süreleri ekonomi için iyi bir şey değil. Bunun somut destekleyici verisini OECD sunuyor. Bu kuruma göre, Yunanlı işçiler Avrupa’nın en uzun saat çalışan, öte yandan Alman işçiler en az kısa saat çalışan ikinci sıradaki işçileri. Buna rağmen, Almanlar verimlilikte 8. sırada, Yunanlılar ise 25.sırada yer alabiliyorlar. Ayrıca tatil yapamamak ailelerimizle, arkadaşlarımızla ilişkilerimizi kötü etkilerken, sağlığımızı kötüleştiriyor, bizleri depresyona sokuyor ve ölüm riskimizi artırıyor.

Parromore’nin tespitlerini şöyle ilerletmek mümkün olabilir. Engels’in “İngiltere’de işçi sınıfının durumu” adlı kitabında anlattığı gibi, kapitalizmin ilk sanayileşme aşamasında devletin de yardımlarıyla mutlak artık değer biçiminde bir sömürü baskındı. Sonraki aşamalarında (20. Yüz yılda, özellikle de Fordist dönemde) emek tasarruf edici teknolojilerin devreye sokulması ile nispi artı değer sömürüsü baskın hale gelmeye başladı. Bu durum emeğin çıktı başına değerini azalttı, hatta işgünü saatlerini kısaltabildi. İşçilerin tükettiği ürünlerin fiyatlarındaki düşüşler emeğin kendini düşük ücretlerle yeniden üretebilmesini sağladı. Yüksek teknolojiye sahip makineler eğitim düzeyinin de yükselmesinin önünü açtı.

Bugün ise, Avrupa’da bazı ülkelerde farklı ihtiyaçlardan dolayı çalışma saatlerinin günlük 6 saate kadar düşürülmesine rağmen, sanki eski tarz süper - sömürüye ağırlık verilmeye başlanmış gibi görünüyor. Böylece ücretler, “emeğin yeniden üretimi değerinin altına” düştü.

Bunun yansımalarını hem “yapısal reformlar” adı altında sunulan esnek- güvencesiz çalışma rejimlerinde ve toplu iş cinayetleri ve bir türlü düşürülmeyen haftalık çalışma sürelerinde (örneğin OECD’ye göre Türkiye’de ortalama haftalık çalışma saati süresi 49,2), hem de uluslar arası sermayenin ve büyük kapitalist devletlerin bir boyutuyla daha çok saat çalıştırılabileceği, ucuz, bol ve örgütsüz işçi temini için yürüttüğü emperyalist savaşlarda görebilmek mümkün.

EKONOMİYİ SOĞUTMANIN YOLU SİYASETİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEKTEN GEÇİYOR



EKONOMİYİ SOĞUTMANIN YOLU SİYASETİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEKTEN GEÇİYOR

Mustafa Durmuş

27 Kasım 2016

 
Ekonomide, darbe girişimi ve OHAL sonrası ortaya çıkan alarm verici gelişmeler sadece muhalifler tarafından dillendirilmiyor, Hükümet de dâhil olmak üzere diğer kesimlerden de artık ekonominin durumu ve uygulanan politikalarla ilgili yakınmalar giderek artmaya başladı. 

Liranın sadece haftalar içinde ABD doları karşısında % 15’i aşan ölçüde değer kaybetmesi ve hafta sonuna doğru kurun (Merkez Bankası’nın 0.50 puan faiz artırımına gitmesine rağmen) 3.47’ye kadar yükselmesi karşısında bu tepkilerin verilmesi normal bir durum olarak görülmeli.

Önce Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 21 Kasım’da,  Twitter hesabından “döviz kurunun en az faiz, enflasyon ve ücretler kadar önemli olduğunu” duyurarak yükselen döviz kurundan duyduğu rahatsızlığını belirtti (http://www.cnnturk.com/ekonomi/turkiye/mehmet-simsek-doviz-kuru-faiz-enflasyon-ve-ucretler-kadar-onemli).

Üç gün sonra bu kez Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi açık ve net konuştu. Lira ve ekonominin geneli üzerinde yarattığı olumsuz etkilerden dolayı “ OHAL’in artık uzatılmasını istemediğini” açıkladı (http://www.sozcu.com.tr/2016/ekonomi/ekonomi-bakani-zeybekciden-ohal-aciklamasi-1526274/) . Zeybekçi dün de dolarizasyon tehlikesine dikkat çekerek, “kamu dâhil tüm ekonomide dolar cinsinden alış veriş ya da sözleşme yapılmasından vazgeçilmesinin gerekliliğinin” altını çizdi. 

Kuşkusuz Hükümet cephesinin bu tepkileri hızlı bir oranda artan işsizlik, yoksulluk, enflasyon ya da giderek eksiye doğru giden büyüme hızından ziyade, asıl olarak doların kurundaki yükselişin neden olacağı ve “borç krizi” olarak da adlandırılabilecek olan finans alanında ortaya çıkabilecek bir krizle ilgili. Siyasal iktidar bu sıkıntılı alanlar konusunda, ya küresel ekonomik sorunları işaret ediyor ya da örneğin “işsizliğin bu ülkeye yakışmadığı” biçiminde açıklamalarla sorumluluğu kabul etmeyen bir yaklaşım sergiliyor.

Diğer yandan, özellikle bizim gibi yabancı kaynak açısından yapısal olarak dışa bağımlı olan ülkelerde ekonomik kriz öncelikle finans sektöründe ortaya çıkıyor ve bu kriz süreç içinde ekonominin diğer sektörlerini de sarmalına alıyor. Hele 2016 yılının ikinci çeyreğinden bu yana, hem sanayi üretimindeki gerileme, hem de yatırım ve büyüme hızındaki düşüş dikkate alındığında ortaya çıkacak bir borç krizi ve bunun ekonominin geri kalanı üzerinde yaratacağı yukarıda sıraladığımız etkiler çok daha büyük olacak.

Aşağıda bu tespitlerimizi doğrulayan iki çalışmanın bazı bulgularını paylaşıyoruz. Bunlardan biri liranın yaşadığı değer kaybının özel sektör firmaları üzerindeki etkileri, diğeri ise hane halkı borçlarının geldiği düzey ile ilgili. Yani “finansallaşma” olarak da literatürde tanımlanan bir olgu olan borç krizinin iki ayağından söz ediyoruz (devletin borçları bu gelişme içinde henüz önemsiz kalıyor). 

(i) Deutche Bank’ın (DB) son Türkiye raporu (Market Research: Corporate Credit - TRY Cry - Impact on Turkish corporates, 24 November 2016 ) liranın değer kaybının döviz borçlusu Türk şirketlerini nasıl zora soktuğunu ortaya koyuyor.  Zira, raporda belirtildiği gibi, Türkiye’de yerleşik şirketlerin döviz açık pozisyonu 207 milyar doları buluyor ve bu miktar borç ülke milli gelirinin % 29’una denk düşüyor.

DB belli başlı şirketleri ve bankaları duyarlılık testine tabi tutmuş. Böylece liranın örneğin % 10 değer kaybetmesi durumunun hem finans dışı, hem de finans sektöründeki etkilerini şöyle öngörüyor:

Telekom, hava ulaştırması, enerji ve içecek gibi finans dışı sektörlerde faaliyette bulunan 9 büyük şirketin toplam borçlarının ortalama % 82’si döviz cinsindeyken, aynı şirketlerin gelirlerinin sadece % 37’si döviz cinsinden elde ediliyor. Dolayısıyla da dolar ve avro gibi paralar karşısında liranın her değer kaybı bu şirketleri durdukları yerde zarara sokuyor.

Örnek olarak, Türk Telekom, Türkcell, Coca-Cola İçecek ve Anadolu Efes’in borçlarının % 79 - % 99’u döviz cinsinden iken, gelirlerinin sadece % 0- %,5’i döviz cinsinden. Dolayısıyla da liranın değer kaybına en fazla duyarlı olan ve bu bağlamda da en riskli konumdaki şirketler bu şirketler.

Bunlardan Türk Telekom’un içinde düştüğü borç temerrüdünü daha önce yazmıştık (http://siyasihaber3.org/en-buyuk-ozellestirmeden-buyuk-borc-temelludune). Şirket ana hissedarı 290 milyon dolarlık Eylül ayı borç taksidi ödemesini yapamamıştı. Bu şirketin borçlarının % 99’u, buna karşılık gelirlerinin sadece % 5’i döviz cinsinden. Döviz açık pozisyonu ise 12,7 milyar gibi yüksek bir düzeyde. Yani lira % 10 değer kaybettiğinde şirketin 1,3 milyar liralık kaybı oluyor. Bu şirketi “babalar gibi satmakla” övünen eski Maliye Bakanı Unakıtan mezarında rahat mıdır bilinmez, ama Türkiye’nin “en büyük ve en başarılı özelleştirmesi” olarak 2005 yılında takdim edilen bu özelleştirmenin toplum açısından mutlak bir zarara dönüşmekte olduğu belli.

Araştırmada Koç Holding ve Arçelik’in (keza Şişe Cam’ın) bu şirketler arasında göreli olarak en az riskli olarak çıkması bu grubun siyasal iktidarla ilgili aldığı tutumu da açıklar nitelikte.  Zira borçlarının % 50-78’i döviz, gelirlerinin % 43-50’si döviz cinsinden. Arçelik’in döviz açığı değil, fazlası var. Öyle ki lira, dolar karşısında  % 10 değer kaybettiğinde bu şirket kur yükselişinden bir anda 18 milyon lira kazanıyor. Grubun bankası Yapı Kredi de % 10’luk lira değer kaybı karşısında sermaye yeterliliği en az kayba uğrayan, dolayısıyla da tuzu kuru bankalar arasında yer alıyor. Ayrıca Grubun özellikle de savunma sanayinde kamudan aldığı yeni işler mevcut tutumunu açıklıyor. Yani bir zamanlar Marks’ın altını çizdiği gibi “nasıl yaşıyorsanız, nasıl kazanıyorsanız, ona uygun düşünüyor ve ona uygun davranıyorsunuz”.

Finans sektöründe incelenen 7 büyük bankanın, liranın % 10’luk bir değer kaybı durumunda sermaye yeterliliği 38 baz puan olmak üzere erozyona uğruyor.  Ama bazı bankalar açısından bu kayıp daha fazla gözüküyor. Bunlar sırasıyla Garanti, İş Bank ve Akbank. Bunların sermaye yeterliliği 50-60 baz puan azalıyor. Kuşkusuz liranın değer kaybı sadece sermaye yeterlilik rasyosunu kötüleştirmiyor, aynı zamanda bu bankaların varlıklarını da eritiyor. Diğer yandan rapor bankaların genel olarak % 15 gibi bir güçlü kapitalizasyon oranına ve borçlarında sağlam garantilere sahip olmalarından dolayı yakın zamanda bir risk olmadığının da altını çiziyor.

(i) İkinci çalışma ise Hakan Özyıldız’ın hane halkı borçlarındaki hızlı yükselişle ilgili (http://www.hakanozyildiz.com/2016/11/dolar-trmanrken-hanelerin-borc-yaps.html).  26 milyondan fazla hanenin borçlu olduğunun altının çizildiği bu çalışmaya göre; hanelerin, AKP’nin iktidar olduğu 2003 yılında 13,4 milyar lira olan borçları bu yılın ilk çeyreğinde 441 milyar liraya yükseldi. Bu borçların % 38’i ihtiyaç kredisi; % 36’sı konut kredisi ve % 19’u kredi kartı borcu şeklinde. Bu borçların % 92’si bankalara yapılmış durumda. 
Yani bankalar sadece büyük çapta kredi kullandırttıkları özel sektör firmalarının yüksek borç düzeyleri açısından değil, aynı zamanda bireysel kredilerde ulaşılan bu borç stoklarının yüksekliğinden ve artan işsizlik gibi nedenlerle ortaya çıkabilecek geri ödeme güçlüklerinden dolayı da risk altındalar.

Önümüzdeki 45 gün ekonominin gidişatı ile ilgili son derece önemli gelişmelere gebe. Aralık ortasında çok büyük ihtimalle Fed faiz oranını artıracak. Türkiye’nin AB üyeliği müzakere sürecinin dondurulmasına ilişkin olarak Avrupa Parlamento’sunun aldığı dondurma yönündeki tavsiye kararı AB’de oylanacak. Avrupa Merkez Bankası, parasal sıkılaştırmaya ilişkin kararını açıklayacak. 

Bunlar hem kurun değerini hem de yabancı sermaye çıkışlarını doğrudan etkileyecek olan dışsal dinamiklerden sadece bazıları. Bunlara Orta Doğu’da olanları ve Türkiye’nin eksen kayması tartışmalarının yarattığı belirsizlikleri de eklemek gerekir.
Ancak içerde ortaya çıkacak politik gelişmeler en az dışarıdakiler kadar hatta daha önemli ölçüde ekonomik ve politik gidişat üzerinde etkili olacaktır.  Yılsonu itibariyle iki haneli rakama çıkması muhtemel olan enflasyonun da getireceği yoksullaştırma etkisi göz önüne alındığında bu yıl sonu karara bağlanacak olan asgari ücret zammı çok önemli olacak. Bu yılki 300 liralık zammı şu ana kadar üstlenen devlet,giderek artan bütçe açığı nedeniyle, artık bunu karşılamak istemiyor. Bu durum en azından bir kısmı zor bir sürece giren işletme sahiplerinin işçiler açısından tatmin edici bir asgari ücret zammına karşı direneceğini ortaya koyuyor. Zaten şu ana kadarki açıklamalar da bu yönde. Bu durum işçi örgütlerinin en azından ekonomik hakları üzerinden muhalefeti yükseltmesine neden olacaktır.

Son olarak 16 Ocak tarihinde OHAL’in bir kez daha uzatılıp uzatılmayacağı ekonomik ve politik gidişat ile ilgili olarak belirleyici olacaktır. Liranın özellikle dolar karşısında en hızlı değer kaybettiği aşamanın OHAL sonrası aşama olduğu gerçeği göz önüne alındığında bunu tahmin etmek güç değil. Zira bazılarının “politik risk algısındaki artış”,  bazılarının ise “politik krizin derinleşmesi” olarak nitelendirdiği OHAL süreci anahtar konumunu sürdürüyor.

Özcesi ekonomide normalleşmenin yolu siyasette normalleşmeden ve demokratikleşmeden geçiyor.

19 Kasım 2016 Cumartesi

DOLAR YÜKSELİRKEN, EKONOMİK SORUNLAR DERİNLEŞİYOR



DOLAR YÜKSELİRKEN, EKONOMİK SORUNLAR DERİNLEŞİYOR

Mustafa Durmuş

İster “dışa bağımlılıktan kaynaklı yapısal sorunların açığa çıkmasından”, ister “izlenen birikim stratejisinin tıkanma noktasına gelmesi ve krize yatkınlığından”, ister “izlenen ekonomi politikalarının yanlışlığından”, isterse de “dış konjonktürün aleyhe dönmesinden” (Suriye ve Irak’tan kaynaklı olarak artan jeo politik riskler, Trump’ın seçilmesi, Brexit sonrası küreselleşmenin karşılaştığı zorluklar, Fed’in faiz artırma eğiliminin iyice belirginleşmesi, uluslar arası sermaye hareketlerinin yarattığı şoklar) olsun, hangi faktörlerle açıklanırsa açıklansın, sonuçta ABD dolarının lira karşısındaki hızlı yükselişi durmuyor.

Sadece son yedi haftada, dolar lira karşısında % 12’den fazla değer kazandı ve bugün 3.38 oldu. Ve bu yükseliş, eğer müdahale gelmezse, devam edecek.

Hükümet ve Merkez Bankası bu gelişmeler karşısında sessiz kaldılar ve şu ana kadar her hangi bir müdahalede bulunmadılar. Belli ki doların bu yükselişini (ya da liranın hızla değer kaybını) geçici görmüyorlar.

Kaldı ki müdahalede bulunabilmesi için yeterli düzeyde net döviz stoku da mevcut değil (Ekim sonu itibariyle net döviz rezervleri 35 milyar dolar ama bunun 14 milyar doları altın biçiminde). Her ne kadar Başbakan bugün toplanacak olan Ekonomik Koordinasyon Kurulu toplantısında bu konuda gerekli önlemleri alacaklarını açıklamış olsa da, rezervleri kullanmak dışında geriye kalan araç olan politika faizlerinin yükseltilmesi (başka ciddi ekonomik ve politik sorunlara neden olabileceği için) pek mümkün gözükmüyor.

Dolardaki bu şok yükselişin “bizim değil, ABD’nin derdi olması gerektiği” gibi ciddi (!) değerlendirmelere verilebilecek en iyi yanıt ise 1973 yılında Bretton Woods Para Sistemi çöktüğünde dönemin ABD’li Hazine Bakanın söylediği söz: “ Dolar bizim paramız ama sizin probleminiz!”

Dolarizasyon artınca, kontrol elden gidiyor!

Böyle gayri ciddi değerlendirmelerin (bilerek ya da bilmeyerek) üstünü örtmeye çalıştığı önemli bir gerçek ABD dolarının Türkiye ekonomisi için ne denli önemli bir para birimi olduğu gerçeğidir. Bu “dolarizasyon” adı verilen yani doların giderek lira yerine daha fazla kullanılması ya da söz sahibi olması durumudur.

Bunun önemini iyi kavramak gerekiyor zira ulusal paranın yerini emperyal bir gücün parası aldığında sadece ekonominin değil, siyasetin kontrolü de bu gücün eline geçiyor.

Bu nedenle de çok eski çağlarda, sömürgecilik dönemlerinden bu yana Britanya ve Fransa gibi sömürgeci devletler sömürgeleştirdiği ülkelerde kendi para birimlerinin tek para birimi olarak kullanılmasını zorunlu kıldılar. Böylece hem sömürge ülke işçilerinin ücretlerini düşük tutarak, hem onları ağır vergilendirerek, hem de bu ücretleri Frank ya da Şiling olarak ödeyerek işçileri sürekli çalışmaya zorladılar. Aynı zamanda da kendi mallarını satın almaya zorlayıp pazarlarını genişlettiler. Böyle bir monetizasyon ayrıca sömürgeci ülkenin parasının güçlenmesini de sürekli kıldı.

Bugün adına “azgelişmiş” ya da “yükselen” ne denirse densin, böyle ülkelerde dolar ya da avro zorla kullandırılmıyor, işçilerin ücretleri de bu paralarla ödenmiyor. Ama üretim, kredi, dış ticaret yoluyla bu paraların kullanımı kaçınılmaz hale getiriliyor. IMF, Dünya Bankası ya da DTÖ gibi uluslar arası örgütler de bunun ideolojik ve denetçi aygıtları olarak işlev görüyorlar. İşçiler maaşlarını dolar ile almasalar da, çalıştıkları şirketlerin dolar borçları yüzünden şirketlerin batması durumunda işsiz kalıyorlar.

Dolarizasyon düzeyini doların yükselişinin ilk elden etkileyeceği kesim olan ve dolar cinsinden yaklaşık 320 milyar doların üstünde borcu bulunan özel sektörün döviz açık pozisyonu rakamları ortaya koyuyor.

İktisatçı - gazeteci A. Yıldırım'ın dünkü yazısına göre (http://www.haberturk.com/…/1324901-kur-artisi-kaliciysa-kar…) , son yedi haftada dolardaki artış, döviz açık pozisyonunu 25 milyar dolar (yaklaşık 80 milyar lira artırdı).

Finans dışı reel sektörün yıllık kârının 45 milyar lira olduğu dikkate alındığında kur artışının bu kârın tamamını götürdüğü ortaya çıkıyor. Bu da üretim sektörünün merkezinde yer alan bu şirketlerin bir kısmının zarar etmesi, iflas etmesi- kapanmasının gündeme gelebileceğini gösteriyor. Yazıda ayrıca, son 12 yılda varlıkları 3,5 kat büyürken borcu 10 kata yakın büyüyen ve net döviz pozisyonu açığı 18 milyardan 211 milyara kadar yükselen bu şirketlerin nasıl borca dayalı olarak büyüdükleri ve sonunda bu modelin sürdürülemezliği gerçeği de sergileniyor.

Doların yükselişinin etkileri:

Doların yükselişinin ekonomide bir süredir ertelenen krizin tetikleyicisi olmasının yanı sıra, başta işsizler, düşük gelirliler, işçiler olmak üzere toplumun önemli bir kesimini vurması gibi kaçınılmaz etkileri olacaktır. Sırasıyla;

►Maliyet yönlü olarak enflasyonist baskılar artacağından hali hazırda % 8 civarında olan enflasyondaki yükseliş devam edecektir. Böylece bir yandan “durgunluk” ve “işsizliğin” yanı sıra “enflasyon” da devreye girdiğinde ekonomide “stagflasyon” adını verdiğimiz bir kriz durumu kendini gösterecektir.
►Yatırımların birçok ana girdisi, hammadde (petrol ve doğal gaz gibi) ve teknoloji ithal edildiğinden yatırım maliyetleri artacak, bu da yatırımların iyice azalmasına neden olacaktır. Bu ise ekonomik büyümeyi net küçülmeye dönüştürebileceği gibi (K. Boratav 3. çeyrek için sadece % 1.5 olarak öngörüyor: “Sermaye Hareketlerinde Kargaşa”, BirGün, 18 Kasım 2016) yeni istihdam yaratılmasını olanaksız kılacaktır.
►Ülkenin risk primi arttığından dolayı bunun sigortalama bedeli (CDS) yükselmesini sürdürürken, bu da kaçınılmaz olarak devlet borçlanmasının giderek daha yüksek faiz oranlarından yapılmasına neden olacaktır. Ödenen faizlerdeki bu artışın ise hem halka dönük az sayıda da olsa sosyal harcamalardan kısıntı yapılması, hem de vergilerin artırılması gibi kaçınılmaz bir sonucu olacaktır. Bu da halkın bütçeden kaynaklı bir ağır bedel daha ödemesine neden olacaktır.
Aslında devlet tahvillerinin faizleri bir süredir (dolayısıyla da getirileri) giderek artıyor. Öyle ki Ekim ayında devlet tahvili getirilerinin en fazla arttığı ülkeler sıralamasında 17 ülke içinde Rusya 54 baz puan ile ilk sırada Türkiye 33 baz puan ile ikinci sırada yer aldı (When Prophecy Fails, http://seekingalpha.com).

Bunun nedeni Türkiye’nin sıcak para girişlerini artırabilmek ve sermaye çıkışlarını yavaşlatabilmek için tahvil faizlerini artırmak durumunda kalması. Nitekim Boratav’ın vurguladığı üzere Türkiye’ye gelen yabancı sermaye miktarı Ocak-Eylül 2016’da (- ) 3,4 milyar dolar azalmış. Bu % 11’ lik bir azalma anlamına geliyor. Ekim ayındaki sermaye hareketi ise (–) 1,3 milyar dolar. Yani net çıkışlar söz konusu ve bu giderek ivme kazanıyor (When Prophecy Fails, http://seekingalpha.com).

► Doların bu yükselişi ve beraberinde ortaya çıkacak olan krizin döviz cinsinden yüksek borçları olan özel şirketlerin borç ödeme güçlüğüne düşmelerine, borçlarını çevirebilmek için daha yüksek faiz oranından yeni borç bulmalarına, hatta iflas edip kapanmalarına ve bu durumun borcu kullandıkları aracı bankaların ciddi olarak sıkıntıya girmesine neden olacağı açıktır. Fed’in bu Aralık ayında faiz oranları yükseltmesi durumunda bu risk daha da artacaktır.

► Bu gelişmenin halk açısından önemi ise artan enflasyon nedeniyle hayatın onlar için daha da pahalı hale gelmesi, yığınsal olarak işsiz kalacakları için, daha da yoksullaşmaları, böyle ortamlarda reel ücret artışları da söz konusu olamayacağı için iyice zor durum düşmeleridir.

►Doların yükselmeye devam etmesi, hali hazırda resmi olarak % 11,3 (3,5 milyon) ama geniş anlamda tanımla % 20’yakın (6,5 milyon) işsizliğin olduğu bir ortamda işsizliği daha da artıracaktır.
Bundan etkilenen kesimlerin başında en çok işsiz kalan kadınlar ve gençler geliyor. Genç işsizliği resmi olarak bile % 20 hesaplanıyor.

Ülkede bir süredir özellikle üniversite mezunu gençler için nitelikli ve eğitimlerine uygun, güvenceli işler yok denecek kadar az olduğu gibi, bu gelişmeler gençlerde başka tahribatlara da neden oluyor.
Stratejist Cenk Sidar bu durumu “seküler bir hicret” olarak tanımlıyor. Yani ülkenin aydın, özgürlükçü, çağdaş ve demokrat gençleri çözümü dışarıda arıyorlar (http://www.diken.com.tr/sidar-sekuler-hicret-yasaniy…/…/2016).

Böyle bir seçimin hem dışarıdaki imkânlar sanıldığı kadar mümkün ve iyi olmadığı, hem de etik olmadığı için doğru bulmadığımızın altını çizelim. Bu çaptaki bir toplumsal sorunla bireysel çözümlerle değil, toplumsal çözümlerle baş edebiliriz.

Sonuç olarak, ekonominin içinde bulunduğu durum, “kriz öncesi son aşama olarak” adlandırılabileceği gibi, “ülkenin hali hazırda bir ekonomik kriz yaşamakta ya da kriz sürecinden geçmekte olduğu” biçiminde de tanımlanabilir. Ekonomik krizler denizde çok uzaklardan geçen büyük gemilerin neden olduğu dalgaların kıyıya günler sonra ulaşması gibi hissedilir.

TRUMP (2) : FAŞİST Mİ, IRKÇI BİR POPÜLİST Mİ?




TRUMP (2) : FAŞİST Mİ, IRKÇI BİR POPÜLİST Mİ?

Mustafa Durmuş

Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD’de ve Avrupa’da yayımlanan birçok gazetede onun “faşist” ya da “neo faşist” biri olduğundan sıklıkla söz edilmeye başlandı (aslında seçim kampanyası sırasında da bu tür nitelemeler yapılıyordu). Örneğin Truth-out adlı internet gazetesinin baş editörü, yazar William Pitt, Amerika’nın kendine “küstah ve ensesi kalın bir faşisti” başkan olarak seçtiğini yazdı. Bu savına Trump’ın Klux Klan örgütü tarafından desteklenmesini, beyaz ırkçılığı yapan faşist bir çevreye sahip bulunmasını,  militarist ve emperyalist yayılmacı politikaları savunmasını, kullandığı nefret dilini (özellikle de yabancı, göçmen ve İslam düşmanlığı söylemlerini) , siyahlara karşı nefretini, intikam sözcüklerini ve şiddet savunuculuğunu seçim kampanyası sırasında sıklıkla kullanmasını, kadın düşmanlığını, LGBTQ karşıtlığını gerekçe olarak gösteriyor. Yazara göre, “Mussolini yaşasaydı Trump’ın faşistliğine tanıklık ederdi. Zira Trump da, tıpkı Mussolini gibi, devlet ile sermayenin gücünü birleştirmektedir[1] .”

Benzer bir biçimde Naomi Klein de Guardian’daki makalesinde[2], neo faşistlerin, neo liberalizmin neden olduğu eşitsizlik artışı ve güvencesizliğin getirdiği zorluklar karşısında bocalayan halkı manipüle etme konusundaki başarısından hareketle, Trump’ı neo faşist olarak niteliyor ve Trump gibi politikacılara olan halk desteğinin ancak gerçek anlamda emekten yana yeniden bölüştürücü politikaları savunarak azaltılabileceğini ileri sürüyor.

Seçim kampanyası sırasında Trump ve Cumhuriyetçiler örneğin Afro Amerikalıları “tembel”, “geri zekâlı”, “şiddet yanlısı” ve “kriminal” ilan ederek ne denli ırkçı olduklarını göstermişlerdi.
Diğer yandan bu tür ırkçı, ayrıştırıcı söylemlerin işe yaradığını hem seçim sonuçları, hem de dün açıklanan son anketler ortaya koyuyor. Buna göre seçimlerde Beyazların % 58’i,  Asyalıların % 29’u, Hispanik/Latinoların % 29’u ve siyahların % 8’i Trump’a oy verdi[3]. Pew Center’in açıkladığı anketin sonuçlarına göre ise, Trump’ı destekleyenlerin % 79’u yasa dışı göçmenliği, % 74’ü terörizmi ve % 63’ü işsizliği toplumun önündeki en ciddi sorunlar olarak görüyor[4].

“Faşist” ve “faşizm” kavramları içi boşaltılarak kullanılıyor

Faşizmin ırkçılığı tarihsel bir olgudur. Irkçı niteliği olmayan bir faşizmden söz etmek mümkün değildir. Diğer taraftan her ırkçı yapı ya da devlet faşist olmak durumunda değildir. Örneğin Britanya İmparatorluğu da ırkçıydı, ama faşist değildi. Faşizm Almanya’da Yahudi düşmanlığıydı ama İtalya’da değildi. Faşizm tekçi ve totaliterdi ama Stalin rejimi de totaliter bir rejim olmasına rağmen faşist bir rejim değildi. 

Faşizm Nazi Almanyası sırasında görüldüğü gibi kadını aşağılayan ve onu eve hapseden bir ideoloji oldu. Diğer yandan “ kadınları vajinalarından yakalamakla övünen” günümüzde Trump’ın kadın düşmanlığı (ya da benzer otoriter liderlerin kadın karşıtı söylemleri)  seçimler sırasında erkek seçmeni yanına alabilmek için,  onların kadın özgürleşmesi karşısında duydukları korku ve endişeyi manipüle etmek istemesinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Nitekim Trump beyaz erkeklerin çoğunluğunun oylarını alırken, kadınlarda oy oranı  % 42’de kaldı. Yani içinde yaşadığı toplumun erkek egemen ve bir o kadar da ırkçı-şoven kültürü faşist bir topluma evrilmeden de seçimlerde araçsallaştırılabilmektedir.

Keza militarist, emperyalist - yayılmacı politikaları savunmasından hareketle Trump faşist olarak ilan edildiğinde,  rakibi olan en az onun kadar militarist ve emperyalist politikaları savunan Clinton nasıl tanımlanacaktır? Kaldı ki bu politikalar yüz yıla yakın bir süredir devletin (yönetimlerinden bağımsız bir şekilde) değişmez politikaları olmuştur.

Trump’a yapılan nitelemeler, faşizmi tanımlamada basit ve içi boşaltılmış tanımların bir kez daha yaygın bir biçimde kullanıldığını gösteriyor. Böyle tanımlamalar ve bunların gelişi güzel kullanımı faşizm olgusunun yanlış anlaşılmasına ve bu kavramın yanlış kullanılmasına neden olduğu gibi doğru politik analizlerin yapılmasını da önlüyor. 

Örneğin insanlar, kendilerine “faşizm nedir?” diye sorulduğunda, genelde “acımasız bir diktatörlük”, “Yahudi düşmanlığı”,” kitlesel çılgınlık-histeri”, “efektif propaganda aygıtı” ya da “psikopat bir liderin büyüleyici hitabeti” ya da “ırkçılıktır” yanıtlarını veriyorlar.  

Tekil olarak bu nitelemeler üzerinden faşizmi anlatmak yeterli olmadığı gibi, her baskıcı rejim ya da uygulamaya faşizm, her otoriter lidere faşist dediğimizde, bir tür ‘yalancı çoban’a döneriz ve insanlar bir süre sonra faşizmin normal (çok da kötü olmayan) bir şey olduğuna inanmaya başlarlar.
Sevmediğimiz her insan ya da fikri faşist olarak nitelediğimizde faşizmin gerçek içeriğini de boşaltmış oluruz. Örneğin ABD’de, Trump ile Hitler ya da Mussolini’yi kıyaslanırken bu çarpıtma ortaya çıkıyor. Oysa Trump’ın (hatta Putin’in)  silahlı sokak çetelerini örgütlemediği, silahlı saldırılar düzenletmediği, sokaklarda terör estirmediği, toplama kampları oluşturmadığı biliniyor. 

Diğer yandan emek ve sol düşmanlığı, cinsiyetçilik,  sanat düşmanlığı, azınlık düşmanlığı, basına sansür, entelektüellere yapılan baskılar, aşağılamalar,  ana akım dışında konuşup yazanlara düşmanlıklar da bu liderlerin ortak özellikleri. Bu tür düşmanlıklar pusuda bekliyorlar ve uygun bir zemin bulduğunda hortlayabiliyorlar[5]. Ama sadece bunlar bu liderleri faşist yapmaya yetmiyor. Bu bağlamda tüm polis rejimlerini de faşizm olarak adlandırmaktan kaçınmak gerekiyor.
Böylece dikkatlice yapılmış, özgün bir tanım altında, 1920 ve 1930’ların İtalya ve Almanya’daki örnekler faşizmi tanımlamada bize yol gösterici olabilir.

İtalyan ve Alman faşizminin bazı temel özellikleri faşist bir rejimin olmazsa olmazlarını, büyük ölçüde, yansıtır. Bunlar şöyle özetlenebilir: (i) Faşizmin ideolojisi, bazen sol retoriği kullansa da,  bütünüyle aşırı sağ ideolojilerden beslenir. (ii) Burjuva demokrasisi içinde yükselir. (iii) Yönetime gelme yöntemi seçim ve şiddet karışımı bir yöntemdir. Seçim ve şiddet iç içe geçmiştir. (iv) En büyük destekçileri mevcut ekonomik politik kurulumda kendilerini dışlanmış olarak hissedenlerdir. (v) Amacı sadece devlet gücünü ele geçirmek değil, aynı zamanda soldan, sosyalistlerden, işçi sınıfından mevcut sosyal düzene gelebilecek tüm tehditleri de ortadan kaldırmaktır[6].  

Böylece bu iki örnekten hareketle faşizmin burjuva demokrasisi içinde yeşeren özgün bir karşı devrimci biçim olduğu ileri sürülebilir. Faşist diktatörlükler güç ve servetin, mevcut iktisadi ve politik kurulumun dışındaki hırslı, muhteris unsurlara geçmesinin önünü açarlar ve aynı zamanda da radikal değişim isteyenlere karşı statükonun garanti edilmesini sağlarlar[7].  

Faşizm ‘polis devleti’ne indirgenmemeli

Faşizmi, seçimlere dayalı parlamenter demokrasinin belirsizliklerini reddeden otoriter bir polis devleti ile aynılaştırmamak gerekir. Çünkü faşizm, özel bir takım durumlar nedeniyle kapitalist toplumun yönetilme biçimine ciddi meydan okuma söz konusu olduğunda, buna karşı sistemin özellikli bir yanıtıdır. Tarihteki faşist hareketler daha ziyade 1930’lar-1945 döneminde görüldü. Bunların en belirgin olanları İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar, Romanya’da Antonescu, Fransa’da Petain, Macaristan’da Horty ve Hırvatistan’da Pavelic’tir[8].

Faşizmin sorumlusu kapitalizm

Diğer yandan faşizmi anlatılırken yapılan bir başka hata, klasik Avrupa faşizminin ortaya çıkışından, yükselişinden ve yaptıklarından büyük ölçüde Hitler ve Mussolini’yi sorumlu tutarken, bu karakterleri ‘faydalı bir araç’ olarak ortaya çıkartan sosyo ekonomik koşulları göz ardı etmektir.
Faşizmin bu tür bir hatalı yorumu günümüzde faşizmin tezahürlerini açıklamayı zorlaştırıyor. Zira prototip, Avrupa faşizmi, Hitler ve Mussolini ile özdeşleştirilince onların yok oluşu ile faşizmin sonu da gelmiş oluyor. Oysa bugünün gelişmiş ya da azgelişmiş bazı kapitalist ülkelerindeki giderek artan faşist eğilim ve gidişat örnekleri uygun koşullar oluştuğunda yeni Hitler ya da Mussolini’lerin doğabileceğini gösteriyor.

Böyle kötü gelişmeler,  tıpkı periyodik iktisadi krizlerin kapitalizme içkin olması gibi, faşizm mikrobunun kapitalizme içkin olduğunu ortaya koyuyor. Böyle olunca da, kapitalizm başat bir sosyo ekonomik üretim tarzı olmayı sürdürdükçe, koşulları oluştukça faşizm ortaya çıkıyor.

Faşizm liberal demokrasi karşıtlığı değil

Faşizmi liberal demokrasi karşıtlığına indirgemek bir diğer yanlışlıktır. Aslında bu yanlışlık yöntemsel bir çarpıtmanın bir sonucu olarak doğar. Bu çarpıtmada kullanılan yöntem amprisizmdir. Yani faşizm ve demokrasi karşılaştırılırken, her hangi somut bir çıkışı olmayan bu yöntem altında gerçekler birbirinden dikotomik olarak ayrıştırılır, bir örnek diğerine karşı kullanılır, entegre edilmez. Sonuçta faşizm liberal demokrasinin karşıtı olarak tanımlanır.

Oysa parlamenter temsiliyeti, “demokrasi” ya da  “özerk veya öz yönetimci demokrasi” olarak tanımlamak yeterince açıklayıcı ya da devlet kavramının özünü yeterince kavratıcı değildir. Nitekim demokrasinin beşiği Eski Yunan’da, demokrasi belli bir halk kesiminin yönetimine ait kuralları anlatırdı (demos). Bu anlamda faşizmi, kendi de bir sınıfın örtülü diktatörlüğü olan liberal demokrasinin ya da burjuva demokrasisinin karşıtı olarak tanımlamak hatalıdır. Ancak bu hata tarihsel nedenlerden dolayı da, sıklıkla yapılmakta ve faşizm ile demokrasi karşı karşıya konulmaktadır. 

Demokrasinin savunulması ise sadece faşizmin geriletilmesinde bir antifaşist cephenin aracı olarak görülebilir. Yoksa faşizmi bağrından doğuran “burjuva demokrasisi” ya da başka isimlerle adlandırılabilecek devlet biçimlerini savunmak mevcut statükoyu savunmak anlamına gelir ki bunun devrimci bir yanı yoktur.

Bunun yaşanmakta olan en güzel örneği 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’dir. Emek, özgürlük ve demokrasi yanlıları bu darbeye askeri bir diktatörlük ve beraberinde hızla dönüşebilecek bir faşist diktatörlük tehlikesi nedeniyle karşı çıkarken, savundukları, mevcut iktidar bloğunun sürdürdüğü sözde demokrasi değildi. Bu nedenle de sol ‘Demokrasi Mitingleri’ne ya da nöbetlerine katılmadı.

Faşizm konusundaki çarpıtmalar büyük ölçüde kasıtlı

Faşizmin anlamının böyle yaygın bir biçimde yanlış kullanılması aslında bütünüyle tesadüfî değil. Büyük ölçüde bu kavramın faydacı bir biçimde kullanılmasından kaynaklanıyor. Zira kapitalizmi temize çıkartabilmek için faşizm, kafa karıştırıcı bir biçimde kullanılıyor. Böylece kapitalizm, piyasalar aklanırken, bunların kusurları, başarısızlıkları ve günahları faşist olarak nitelenen bireylere (Hitler, Mussolini gibi) yıkılıyor, onların bireysel kusurları ile açıklanıyor. Bu kavram ayrıca birilerini ya da devletleri şeytan olarak göstererek hedef yapmak için de kullanılıyor (Saddam, Kaddafi, Esad). Bunlardan örneğin Saddam ve Kaddafi öldürülmeden önce faşist ilan edilmişlerdi.

Faşizmin yanlış tanıtımı iki biçimde kapitalizmi aklamaya yarıyor: İlk aşamada, Hitler örneğinde olduğu gibi faşizmin icracı aktörü işlenen tüm suçlardan sorumlu tutuluyor. İkincisinde, sosyo ekonomik yapının neden olduğu sorunlar göçmenlere, farklı etnisite ya da ırklara ve dinlere yıkılıyor.
Oysa faşizm, Nazi Almanyası liderinin bireysel suçlarına ya da Hitler aklının patolojik bozukluğuna veya emperyalist savaş gündemi ya da militarizme itaat etmeyen düşmanca milliyetçi liderlere indirgenemez. Hitler üzerinden faşizmin gaddarlığının sunulması başarılı olabilse de, bu tür indirgemeci değerlendirmeler faşizmi hortlatan toplumsal koşulların önlenmesi konusunda yeterince faydalı değildir[9].

Özcesi, bu yaklaşımların amacı faşizmi sınıflardan, sınıf mücadelesinden ayrı tutarak tanımlamak ve her şeyden önemlisi de kapitalizmi aklamaktır. 

Bu nedenle faşizmin kapitalizm ve emperyalizm ile olan bağlarını ve onu ortaya çıkartan alt yapı ve üst yapı dinamiklerini (ciddi ekonomik krizler ve tekelci burjuvazinin iktidarını sarsacak bir işçi sınıfı mücadelesi gibi), gelişim aşamalarını anlayabilmek ve onunla gerçek anlamda mücadele edebilmek için diyalektik ve tarihsel materyalist dünya görüşü ile onu çözümlemek gerekir.  

Bu yaklaşım faşizmi, kapitalizme içkin merkezi sosyal çatışmalardan doğan (temelde sınıf mücadelesi) bir olgu olarak ele alır. Faşist hareketleri, bu bağlamda belli bir anda belirli bir sınıfın çıkarlarına (kapitalist sınıf) hizmet eden bir kombinasyon olarak görür.

Trump, Avrupa’daki benzerleri gibi ırkçı bir sağ popülisttir!

Trump’ın seçim zaferini İngiltere’deki Brexit’i harekete geçiren dinamiklerden ayrı düşünmek hata olur. İki gelişmenin ortak noktası olarak, neo liberal küreselleşmenin kitlelerin karşı karşıya kaldıkları sorunları çözmekte yetersiz kalması, tersine, eşitsizlikleri ve ekonomik sorunları daha da artırması karşısında kitlelerin mevcut ekonomik ve siyasal düzene olan tepkileri ya da hınçları olarak belirlemek yerinde olabilir. Bu durumu mevcut ekonomik ve politik kurulumdan umudunu kesen kitlelerin bir tür radikalleşmesi olarak açıklamak mümkündür. Kaldı ki benzer bir tepki ve sonuç 4 Aralık’ta İtalya ve Avusturya’da gerçekleşecek olan plebisitlerde ya da 2017’de Türkiye’de yapılacak bir plebisitle de gündeme gelebilir.

Bu bağlamda Trump’ın zaferi anormal ya da beklenmedik bir zafer değil, Avrupa coğrafyasında da görülen ırkçı, sağcı popülist yükselişin meyvesidir.  Bu yükselişin ana nedeni,  işçi sınıfı ve orta sınıfların,  uyguladıkları neo liberal kemer sıkma politikalarıyla krizin faturasını yoksullara ödeten merkez partilere ve siyasal düzene karşı olan derin hıncıdır.

Trump seçim kampanyası boyunca bilinçli olarak merkez siyasete hiç ödün vermedi, tam tersine onun alternatifmiş gibi davrandı. Böylece de hem ekonomik sıkıntı içindekilerin hem de dışlanmış insanların oylarını alabildi. 

Yani Trump sadece zengin beyaz Hıristiyan seçmenin desteğini almadı, aynı zamanda yoksul işçi sınıfının sıkıntılarını ve acılarını da manipüle edebilecek popülist bir dil kullanarak ve tutum takınarak bu kesimlerin bazılarının onu desteklemesin sağladı. 

Örneğin aşağıdaki Tablo’dan da görüleceği gibi son 3 seçimde (2008 ‘den bu yana) Demokrat’ların sınıfın en alt katmasındaki oy oranı belirgin bir biçimde düşüyor. Örneğin 2008’de % 65 olan oy oranı 2016 yılında % 53’e geriliyor. Bu en yoksul işçilerin Demokrat Parti’den giderek koptuğunu gösteriyor.  Bu dönemde Cumhuriyetçi’ler ise oy oranlarını yine en yoksullardan aldıkları % 32’den % 41’e çıkartıyorlar.  

Tablo: ABD’de son 4 Başkanlık Seçimlerinde İşçi Sınıfının En Yoksullarının Adaylara Verdikleri Oy Oranları

30,000 $ altı /Yıl
30,000 $- 49,999 $ /Yıl
Demokrat Aday


           2004
% 60
% 50
           2008
% 65
% 55
           2012
% 63
% 57
           2016
% 53
% 51
Cumhuriyetçi Aday


           2004
% 40
% 49
          2008
% 32
% 43
          2012
% 35
% 42
         2016
% 41
% 42

(Martin Smith and Tash Shifrin, “Some thoughts on Donald Trump’s victory, race and class”,dan oluşturduğumuz tablo,  http://www.dreamdeferred.org.uk,  9 November 2016 )

Demokratlar açısından bir başka kayıp sınıfın bir üst gelir grubunda (30,000-49,999 $) arasında yaşanmış. Demokrat’lar 2008 yılında bu kesimin % 55’inin desteğini alırken, 2016’da bu destek % 51’e geriliyor. Cumhuriyetçi’lerde ise bu kayıp aynı dönemde sadece % 1 puan ( % 43’ten % 41’e).
Bir başka anlatımla, işçi sınıfının en yoksulları hızla Demokrat Parti’den kopma eğilimi içine girmiş. Bunların bir kısmı Cumhuriyet’çi Partiye yöneliyor. Seçime katılım oranının da % 50’nin biraz üzerinde olduğu dikkate alındığında sınıfın genel olarak ikili burjuva partili sistemine tepkili olduğu ileri sürülebilir.

2004-2008 ve 2012 başkanlık seçimlerinde Demokratlar işçi sınıfının büyük bir kesiminin desteğini alırken,  2016’da bu seçmen kitlesi Trump’a kaydı (yıllık 30,000 doların altında gelir elde edenlerin % 53’ü Trump’a, % 41’i Clinton’a ve 30,000-49,000 dolar gelir elde edenlerin  % 51’ise Trump’a ve % 42’si Clinton’a oy verdiler)[10].

Diğer taraftan teknik olarak faşist olarak tanımlanamayacak,  gerici elitist bir kodaman olan Trump’ın kazandığı bu zafer hem ABD’de hem de Avrupa’daki aşırı sağcı, ırkçı ve faşist örgütlerin yükselişine yardımcı olacaktır. Nitekim Trump’ı coşkuyla ilk kutlayan liderlerden biri olan ve Fransa’da 2017’de yapılacak başkanlık seçimi için hazırlanan Le Pen, Trump’ın Avrupa’daki aşırı sağ partiler için ilham kaynağı olduğunu ileri sürerek onu selamladı. Avrupa’daki diğer popülist liderler de Trump’ın zaferini “düzen karşıtı momentin bir delili” olarak gördüklerini açıkladılar.

Bir- iki yıldır ABD ve dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durum “uzun süren durgunluk, çok düşük büyüme oranları ve yüksek borç stokları olarak” “yeni normal” olarak tanımlanmıştı. Görünen o ki bu yakınlarda siyasi olarak dünyanın yeni normali tanımlanırken Trump’la başlayan bir ırkçı sağ popülizmin beraberinde getireceği felaketler yeni normal olarak bize sunulacak ve bu yeni normali kabullenmemiz istenecek.

Bu süreci durdurmanın, sağ popülist-otoriter, faşist liderlerin ya da hükümetlerin işbaşına gelmesini önlemenin yolu ise kitleleri hayal kırıklığına uğratan kapitalist gelişimin (neo liberalizm ve küreselleşme) yarattığı tepkilerin bu tür sağ popüler hareketler tarafından manipüle edilmesini önleyecek yeni bir program ve buna uygun mücadele stratejisi ve taktikleri geliştirmektir.






[4] info@pewresearch.org., Election 2016 Analysis, 10 November 2016.

[6] Editör’ün notu, Monthly Review, Vo. 66 / 4 (Sept 2014.
[7] age.
[8] S. Amin, “The return of Fascism in Contemporary Capitalism)”, Monthly Review, Vo. 66 / 4 (Sept 2014.